30 Kasım 2012 Cuma

Evim de evim:)

 
 
 
 
Evime aşığım, evet  Gündüz başka, gece başka güzel görünüyor gözüme... İçinde dans eden renkleri, ışıkları, sesleri, kokuları, gittiğim farklı ülkelerden toparlayıp getirdiğim bir sürü ıvır-zıvırı,  kitaplarımı, atölye odamı, minik bahçemi, ''evin ruhu'' dediğimiz o harika mekân enerjisini ve bütün bunların hepsine kocaman anlamlar yükleyen, bu evde benimle birlikte nefes alan, hayatı benimle deneyimleyen ''saf ruhlar''ımı çok seviyorum, aşkla seviyorum:) Her vesileyle şükürler OLsun...

(Konu mankenleri; ''atılması an meselesi olan belgeler kutusu''nda uyuklayan Krema, bana göre yeryüzünün en muhteşem Picasso kedilerinden biri olan ufacık ve tek bacağı sakat Pakize, mekân gene bizim ev, fon müziği bu kez Johann Sebastian Bach'dan bir konçerto, an itibarı ile TRT Radyo 3'de çalmakta... Hepsine gönülden teşekkür ederim:)

27 Kasım 2012 Salı

Yarın önemli, hatırla!..

 
''28 Kasım’da gümüş dolunay Zodyak’ta İkizler’de, haberci Merkür Akrep gizeminden geçerken parlıyor ve parlarken tutuluyor.Aydınlatan dolunay, halkalı ay tutulmasında sahici olana, eskisi gibi olmayacak olana, başlamak için bitmesi gerekene, dönüm noktası finallere, kadersel yüzleşmelere, kadersel karşılaşmalara eşlik edebilir. İkiyi bir etmek, iki seçenek arasında akıl tutulması deneyimleri, saçma ve ihtiyaç olunan bilgi dahil, itiraf edilecek sözler, mahremiyet ile sınırlar arasında kalmak deneyimleri gelebilir. Keskin Merkür zekası veya diplomatik Merkür iletişimi, ruh ya da bilinç katılmayan deneyimlerde yetmeyebilir. Zihinsel olarak emin olunamayan kararlar, netlik ihtiyacı  büyük olasılıkla değişebilecek durumları analiz etmekle sağlanacaktır. Sezgisel olarak bu karışıklık hislerine, “eskisi gibi olmayacak  herşey” için doğru yerde durma, doğru kararı verme gereği içinde en iyisi dengeyi bulmak ve dengeyi korumaktan geçiyor. Karanlıkta görebilen, farkında olan, kaostan çıkabileceğine inanan, kaostaki düzeni ortaya koyan, gayretiyle aracı olandır. Rüyalarda daire, yarım daire sembolleri, konuşma, para ile ilgili rüyalar, geçmişle ilgili semboller, özellikle söylenmek istenen sözlerin söylendiği/söylenebildiği rüyalar, haberci olasılık rüyaları, rehber figürlerin(ağaçlar, hayvanlar dahil) “bir şey demeye çalıştığı rüyalar”  bu tutulma zamanının önemli rüyaları olacaklardır. Doğa olayları ile ilgili rüyalar, hatta doğa olaylarını hissi kablel vuku ile  hissedebilmek mümkündür. Akik, Ametist, Akuamarin, mor renk destekleyici olacaktır. Zihin her duyduğuna inanmak, katıp karıştırmak rüzgarına kapılmak eğiliminde iken, sezgiler ''hatırla!..'' diyor, korkuda, kaosta savrulmak yerine seçeneğimiz var: Hatırla! Her sonda başlangıç vardır, hatırla!
Hatırla! Uyan! İnan!.. 
Doğumdan önce eşikten geçerken rüyalar berrak OLsun…
Kardeşlikle, dostlukla, ışıkla…''

Zeynep Felix Ergen Pekmen'e sevgi ve şükranla...

''Kedili akşam'' ve ölü bir şair...

 
bir mum yanmasından 
ve bir kedi oyunundan
kaldı sonunda
bir gecenin tam ortasında
bir evin bir odasında
göz-göze susan 
iki insan...

mum yandı bitti
kedi büyüdü gitti.
oyunlar karıştı gecelerde
suskun uykusuzluklara. 
o iki insandan, sonunda
birinin anılarında kedi,
birinin dalmalarında mum
kaldı gitti...

nerede bir mum yansa şimdi,
nerede oynasa bir kedi,
birbirine yansıyor, karışıyor gölgeleri...
bugün dün gibi oluyor,
dün bugün gibi.
mum ellerimi tırmalıyor,
belleğimi yakıyor kedinin elleri.


Özdemir Asaf'dan bizim evdeki ''kedili akşam''a denk düşen bir şiirdir. O Asaf ki; öyle uzun cümlelerin değil, tek tek seçilmiş ve yanyana dizilmiş harflerin usta şairidir. Hürmetle hatırlanır, sevilir...


(Konu mankeni ''Sadıka J.R.'', mekân ''bizim ev'', fonda  ''TRT Radyo 3'' ve ''Miles Davis''...)

Kendi kendine:)

 
Akşamları parka çıkmaktı 
En büyük eğlencesi 
Şair Orhan Veli'yi 
Melih Cevdet'i severdi hayatında 
Ağaçlardan kavağı severdi 
Yıldızları da severdi 
Ve en rahat 
Anasının serdiği döşekte uyurdu 
Şimdi burada yatıyor...


Çok sevdiğim şairlerden Oktay Rifat'ın ''Karacaahmet'' şiirini hatırlattım kendime kendim, kendi fotoğrafıma bakarken, kendi halimde... Tüm sahip oldukları bu kadar olsaydı insanın; bir şilte, bir ufak yastık, bir battaniye, bir çift pabuç ve bir çantadan ibaret bir servet, hani meselâ diyorum, ''oh be, dünya yansa yorganım yok içinde!..'' mi derdi acep kendi kendine?:)

Tanıdık...

 
''Sanıyoruz ki başarılı olduğumuzda, insanların istediği gibi davrandığımızda, istedikleri şekle girdiğimizde, güçlü olduğumuzda daha değerli olacağız, daha çok sevileceğiz. Bu yüzden işlerimizde, hedeflerimizde kaybolurken, diğer yanda sevdiklerimizi kaybediyoruz. Bunlar için bizi sevdiğini sandıklarımız da sabun köpüğünden öteye geçemiyor. Ürettiklerimiz, onlara verdiklerimiz bittiğinde onların sevgileri de bitiyor. Seni gerçekten sen OLduğun için sevenler gerçek sevenlerin... Peki sen kaç kişiyi sadece OLduğu haliyle gerçekten sevebiliyorsun? Gerçek sevgi özgürdür. Görev için sevemezsin, söz verdiğin için sevemezsin, istediğin gibi olduğu için sevemezsin, sadece sevdiğin için seversin...'' diyen sevgili  Aret Vartanyan'a şükranla. Çok ciddî bir yanılsamaya dikkat çekiyor gene, onun yazdıklarını okumayı ve üzerinde düşünmeyi çok seviyorum. O kadar sahici ve tanıdık ki... 

26 Kasım 2012 Pazartesi

Kendi bencilliğim:)


Geçenlerde, yurtiçi uçuşlardan birinde, İzmir'e dönerken olmuş bir şeydir, hatırladıkça beni gülümsetir:) Yiyecek-içecek servisi bitip ortalık toplanırken, ben de gözlüğümü takıp kitabıma dalmışken yanımdan geçen hostes bana doğru eğildi ve ''pardon, sormadan duramadım, parfümünüz Black Orchid mi acaba, çok hoş kokuyorsunuz da...'' dedi. Okuma gözlüğümü burnumun ucuna doğru itip hostese döndüm ve ''hayır'' dedim, ''o bahsettiğiniz Black Orchid nasıl bir kokudur bilemem ama benim şu an üzerimde olan koku Versace Blue Jeans, aslında bir erkek kokusudur lâkin bana hiç farketmez, çok severim ve senelerdir kullanırım...''
 
Hostes yüzündeki şaşkınlığa karışmış hafif bir küçümsemeyle birlikte ''aaa, öyle mi?'' dedi, ''ne kadar benziyor Black Orchid'e, bir erkek kokusu demek ha, hayret doğrusu...'' Gülümseyerek tekrar kitabıma döndüm. Neyse efendim; bende de bir merak hasıl oldu tabii haliyle, acep bu ''Black Orchid'' nasıl bir şeydi, kaça satılırdı, benim kullandığım kokuya hakikaten denk miydi falan... Araştırma sonuçlarımı açıklayayım, bu hostesin benim üzerimdeki koku sandığı parfüm, bu da benim kullandığım. Hafif baharatlı ama asla ağır olmayan, enerjik ve taze bir kokudur kendisi, ben yağmur sonrası orman kokusuna benzetirim, herhalde bir on senedir hayatımdadır, halen bıkmamışımdır, pek severim, bir erkek kokusu olarak tasarlanmış ve pazarlanmış olmasına da hiç aldırmam, acımadan kullanırım yani:) Popüler/moda parfümlerin, kısa süreli benzer etki yarattıktan sonra giderek berbatlaşan ve ucuz oda spreyi kıvamına dönüşen o çakmalarını kullananlara da belki bu yüzden hayret ederim. Free-shoplarda bile sağlam fiyatlara satılan bazı kadın parfümlerinden 100 ml. bir şişeye sayacağınız parayla bundan üç şişe falan alabilirsiniz çünkü, üstelik gayet kalıcıdır, püf diye uçup gitmez, fiyatı da senelerdir aynı ortalamayı korur, fazla değişmez. Black Orchid ise okkalı bir fiyata satılıyor gördüğünüz gibi ve kokusu ana tema olarak benzer tonlar taşısa da, bana göre Versace Blue Jeans'ı geçemez, çok fazla kadınsı, hayli de yoğun, bence taşınması zor bir koku... Evet, şaka gibi:)

Son yurtdışı seyahatimden dönerken, evde halen iki şişe Blue Jeans'ım olduğundan bazı siparişler dışında Lizbon Havaalanı free-shopunun parfümeri reyonlarıyla ilgilenmek niyetinde değildim ama, hayranı olduğum Japon tasarımcı Issey Miyake'nin bölümüne geldiğimde elimde olmadan duraksadım. Zira seneler evvel bu adamın tasarladığı ''L'eau D'issey'' adlı parfümle tanışmış ve epey uzun bir süre onu kullanmıştım. Hafif ama çok etkileyici, basit görünen ama çok derin kokuların sihirbazıdır kendisi, ambalaj tasarımlarının sadeliğine de bayılırım zaten. Arkadaş ''A Scent by Issey Miyake'' adı altında yeni bir şey çıkarmış, her zamanki gibi öyle dümdüz, şatafatsız, sade, suya benzer, çok uçuk yeşil, şeffaf, her haliye saf. Bu saf sadeliğiyle, rafları dolduran o püsküllü, süslü-püslü, taşlı-tüllü ve hâttâ tüylü (!), ''ben çok seksî, büyülü, fettan ve adamı yere yapıştıran bir kadın kokusuyum ey ahalîîî, görün beniii, alın beniii!..'' diye bas bas bağıran ötekilerin arasında sessiz bir başkaldırı gibi duruyor, tek başına, dik, zarif ve fecî özgüvenli. Tester şişesi bana, ben ona baktım, bir müddet düşündüm, sonra denemeye karar verdim. Sol dirseğimin iç kısmına sıkıp bekledim, koku biraz yerleşince tüm dikkatimi vererek kokladım ve...

Sonra kendimi kasada, elimde bir şişe Issey Miyake iksiriyle ödeme kuyruğunda buldum:) Taze biçilmiş çimen kokusuna karıştırılmış çocukluk günleri, dalgalara kapılıp kıyıya vuran yosun kokusuyla elele tutuşmuş ince bir hüzün, iddiasız, çocuksu bir zarafetin üstüne ustaca giydirilmiş hınzırlık gömleği, küçük bir kızın dupduru ve henüz kirlenmemiş gülümseyişi... Gibi, sanki... Anlatması zor geldi şimdi. Uzun zaman sonra ilk defa Versace Blue Jeans'den başka bir koku, üstelik bir kadın kokusu aklımı çeldi ve kendini bana kabûl ettirdi diyebilirim. İlk sürüldüğünde başka bir hikâye anlatırken, biraz bekleyip eskidiğinde çok farklı bir başka hikâyeye geçiş yapıyor, insanı başarıyla şaşırtıyor! Parfüm öyle başka şeyler gibi tavsiye edilmez, sürüldüğü tene göre konuşur çünkü, ayrıca seçmesi de, kullanması da incelik ister, bu mânâda gayet kişiseldir bilirim ama, gene de bu masal tadındaki parfümün alanı, kullananı çok OLsun isterim. Ve farkındayım tabii; bu tamamen kendi bencilliğim:) 

Yeni haftaya hayranı olduğum bir başka adamın, Eddi Anter'in şu cümlesiyle giriş yapmak da en az bu parfüm kadar kalıcı bir etki yaratır düşüncesindeyim:

''Hayatında yapmak istediklerinle yaptıklarının arasındaki fark; göze girmekle göze almak farkına eşittir...''

Evet, şimdi herkese iyi ve dopdolu haftalar efendim:)

22 Kasım 2012 Perşembe

Nedir, ne değildir?..

 
"Sevgi bir tutku değildir. 
Sevgi bir duygu değildir. 
Sevgi birisinin, bir şekilde seni tamamladığının derinden anlaşılmasıdır..."


♥ Osho


Bütün o karmaşık anlam arayışlarının ardında, aslında gayet basit ve sade bir ifade yatar. Mühim OLan bunu bulup ortaya çıkartabilmektir belki de, değil mi?.. 


Kahvenizi nasıl isterdiniz?..


Uyuyanları ve halen kasıtlı şekilde uyutulmakta olanları uyandırma, mevcut ezbere düzenleri değiştirme ihtimâli öngörülen her kim ve ne varsa suçlanmış, kötülenmiş, saldırıya uğratılmış, tehdit edilmiş, yargılanmış ve bir şekilde ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır, bu hep böyle olmuştur ve insanlık tarihi buna dair sayısız örnekle doludur. Zira çoğu insanın belki de en büyük zaafı ''değişim'' korkusudur. En son ''Bulut Atlası'' ile karşımıza çıkan Wachowski kardeşlerin 2005 yılında yaptıkları bu film yani ''V for Vendetta'' da bu anlamda müthiş rahatsız edici bir film olsa gerektir diye düşünüyorum. İzlemiş olanlar sebebini bilir. Yoksa artık eskimiş bir film olduğunu mu düşünüyorsunuz? Yanılıyor olmayasınız? Bazı filmler hep yeni kalır, aradan değil 7, 77 yıl da geçse hiç eskimez, tekrar tekrar izlenebilir. Yeniden düşünün derim naçizane ve bu filmi arşivinize muhakkak ekleyin, dursun bir kenarda, hiç beklemediğiniz durumlar karşısında gücünüzü hatırlamak adına yeniden izlemeye ihtiyacınız olabilir meselâ...

Natalie Portman bu filmdeki rolü için sırma saçlarından vazgeçmiş ancak güzelliğinden pek de birşey kaybetmemiştir gördüğünüz gibi; çünkü güzellik dediğimiz o meşhur hikâye aslında fena halde görecelidir, bele kadar uzanan saçlardan, bir çift dolgun memeden, biçimli kalçalardan ibaret değildir. İçi sağlam bir şahsiyetle dolmadıkça da hakikâtte yalnızca ve kocaman bir ''hiç''tir...

''Ama bir fikre dokunamaz, tutamaz hâttâ öpemezsiniz. Fikirler kanamaz, acı çekmez ve sevmezler. Ve özlediğim şey bir fikir değil, bir adam. 5 Kasım’ı bana hatırlatan adam... Asla unutmayacağım adam...'' sözleriyle filmi başlatan da gene Portman'ın canlandırdığı karakter Evey'dir, bilhassa ezberlerini tek tek bozan ana kahraman V'nin sert ama çok etkili yöntemi sayesinde artık korkmamayı öğrendiği, yepyeni ve farklı biri OLduğu o terastaki yağmur sahnesinde harikadır, muhteşemdir...
 
Bu adamsa Wachowski'lerin en sevdiği aktörlerden biridir zaten, onların çektiği filmlerde farklı karakterlerle karşımıza çıkması bu yüzden kaçınılmazdır. Evet; Hugo Weaving, Matrix serisindeki 
berbat şahsiyet Ajan Smith olarak hatırladığınızı umuyorum onu, bu filmde yüzünü tek bir karede bile göstermeden oynamış ve herhalde yüzü hiç görünmediği halde, dünyada en fazla hayranı, fanatiği oluşmuş oyunculardan biri olmuştur. ''V for Vendetta''daki maskeli kahraman bizzat kendisidir. ''Bulut Atlası''na giderseniz onu gene göreceksiniz, hâttâ hem erkek, hem de kadın kimliğini başarıyla canlandırırken göreceksiniz, şaşırmayın diye baştan söylüyorum:) 

"Bu maskenin ardında etten fazlası var. Bu maskenin altında bir fikir var, ve fikirlere kurşun işlemez!.." Ana karakter V'nin filmin özetini çıkardığı cümledir bu, hani şu yürek soğutan, insana iyi gelen cümlelerden biri ancak; ''V for Vendetta''da buna benzer daha çok cümleye rastlarsınız, kitap gibi bir filmdir yani, oku oku bitmez, lezzeti, anlamı tükenmez. Meselâ:
''Hareketinizden suçlanacak biz değiliz... Bunu kanıtladınız... Bu yüzden kötülüğün üstüne şeker serpeceğiz...'' diyerek kötülerin hakkından gelmeye başlar V, ve gülümseyerek ekler: 
''Şiddet iyi yönde de kullanılabilir...''
Ama benim için filmin en vurucu cümlesi, maskeli kahraman V'nin hiç ummadığı halde aşık olduğu ve korkularıyla yüzleştirip ruhunu temizlediği Evey'e söylediği şu cümledir:

''Artık korkun kalmadı, özgürsün...''

Hazır muhteşem Wachowski'ler ''Bulut Atlası''yla tekrar gündemdeyken hatırlayayım ve hatırlatayım istedim. Ya birilerinin sizin bilmenizi istediği ve uygun gördüğü kadarıyla yetinir, fazlasına asla cesaret edemez ve dayatılan sistemlere ikna olmasanız da razı olursunuz, ya da korkularınızı, ezberlerinizi bir kenara bırakıp ''yeter be, artık korkutamıyorsunuz beni, çekilin yolumdan!..'' diyerek cesaretle kendi gerçekliğinizin peşine düşersiniz. Birincisi kolaydır, konforlu bir uyku biçimidir, ''çünkü herkes öyle yapıyor'' kandırmacasından beslenir, sizi garantili şekilde ''aynılaştırır'' ve sürüye dahil kılar, hep aynı çember içinde, sıradan biçimde yaşayıp sonunda da o ''herkes'' gibi ölürsünüz. İkincisi içinse aynı şeyleri söylemek sıkar biraz ama seçimler demiştik daha evvel hatırlarsanız, seçimleriniz geleceğinizi belirler, kaderinizi oluşturur ve kendi hikâyenizin kahramanı OLmak üzere uyanıp uyanmamak da tamamen sizin seçiminize bırakılmıştır. Bedelini göze almadan seçim yapılmaz. Zaten ''V for Vendetta''yı izledikten sonra düşüncelerinizde hiçbir değişiklik olmamışsa, izlemeden önceki sizle aynıysanız, boşverin derim, yormayın hiç o güzel kafanızı böyle mevzularla, bir bardak ılık süt için ve gidip yatın, yorganı başınıza çekin ve uykunuza kaldığınız yerden devam edin. Yok öyle değilse, o zaman ''günaydın, kendi gerçekliğinize hoşgeldiniz, kahvenizi nasıl isterdiniz?..'' :)

20 Kasım 2012 Salı

Kitap ayracı sözü:)

 
Günde en az beş kere, ara öğün olarak atıştırmalık, çok sağlıklı, katkı maddesi yok, kalorisi az, besin değeri fazla... Stefano'nun sözünden bahsediyorum elbette, suya gelince, onu da bol bol için tabii canım, sakıncası yok bence:)

19 Kasım 2012 Pazartesi

Hadi geçmiş OLsun...


İkiyüzbilmemkaç sayfalık iddianamenin geriye kalan son kısmını da okuyarak Adliye'deki işimizi tamamlamak üzere sabahın seher vaktinde düştük yollara... Evet; kuşkusuz ki günü ve haftayı başlatmak için pek sevimli sayılmazdı sabah sabah karşılaştığımız ilk ifadenin yukarıdaki oluşu ama, değerli Sami Hoca'mızın hep söyleyegeldiği gibi: ''Business is business/İş iştir...'' ve bu da bizim işimizin bir parçasıydı. Bu duvara ve Adliye'deki diğer iş arkadaşlarımıza ''günaydın'' diyerek  başladık yeni haftaya. Hal böyleyken, ''mahkeme duvarı gibi...'' deyimini hatırlamamak olanaksızdı tabii, hatırladık.

Karizmanın kitabını yazmış olan ortağım sevgili Hakan Urgancı'ya duruşma arasında avukat cübbesi giydirerek bir karizma yoklaması yaptık, doğrusu netice sağlamdı:)
 
Ardından aynı cübbeyi ben geçirdim sırtıma ama, ı-ıhh, bence olmadı, bu meslekî giysi benim ruhuma uymadı. Zaten; sırtımızdaki avukat cübbeleriyle düşündük ve şöyle bir yokladık kendimizi, hani biz bu işi yapabilir miydik acaba hesabı, meslek erbabına sonsuz hürmetimiz olmakla beraber, hiç de bize uygun bir iş olmadığına karar verdik. Çok zor ve zahmetli yâhû, meslek literatüründen tut çalışma şartlarına, iş icabı mütemadiyen içinde bulunulan ''suç'' ve ''suçlu'' enerjisine kadar! ''Aman kalsın, biz tüm hukuk çalışanlarına başarılar dileyelim ve aslımıza dönelim, nemize lâzım, herkesin işi, mesleği kendine...'' dedik ve tekrar duruşma salonuna dönerek son bir gayret, bu uzuuuun iddianameyi okumayı nihayet bitirdik.

Duruşmaların bundan sonraki kısmına artık sadece muhatapları katılabiliyor, bizim görevimiz tamamlandı. Gerisini ve ''gereği düşünüldü'' ifadesiyle netleşecek neticesini biz de herkes gibi basından takip edip öğreneceğiz. Asıl yargılama ve hüküm kısmı bundan sonra gerçekleşecek. Bizler adına çok farklı ve ilginç bir deneyimdi hakikaten, sonrası için de ''hayırlısı OLsun'' demekten gayrı bir şey gelmez elimizden. Adliye'den ayrılırken Hakan'a ''Karma Yasası zaten işliyor ama, gene de dünyevî yasalara ihtiyaç var işte, düzen böyle...'' dedim, o da bana ''orasını hiç karıştırma, biz bu kadarıyla bile KARMA-karıştık, anladık ki bu işler bize göre epey karışık, boşver, gel biz kendi dünyamıza dönelim artık...'' dedi, haklıydı. Adliye'den çıktığımızda dönüp duvardaki ''Ağır Ceza Mahkemeleri'' yazısına son bir kez baktık ve birbirimize ''hadi geçmiş OLsun ortak'' diyerek dışarıdaki hayata karıştık...


18 Kasım 2012 Pazar

Tabii, tabii, amin:)


Dün izlediğimiz ''Bulut Atlası''nın, onun düşündürdüklerinin ve işaret ettiklerinin üzerine cilâ gibi geldi bu karikatür, gönderen dostuma teşekkür ederim. O gönderi başlığına ''oooldu, gözlerim dolduuu:)'' yazmış, ben de ''tabii, tabii, amin:)'' diyerek tamamlıyorum... Kendinden güçsüz gördüğünü ezme, yardıma ihtiyacı olanı görmezden gelme, dedikodu, alay, ötekileştirme, kınama, önyargı, farklılıklara hürmetsizlik, merhametsizlik ve sonra  bütün bu kötü karmaların ardından dindarlık ayakları, sözde ibadetler, en üst makamdan talepler falan ha? E tabii canım, zaten öyle OLuyor bu işler.  Hadi Allah versin:)

Vicdan...

 
''Aydınlanma yolunda ilerlerken, ilişkileriniz çoğu zaman dramatik şekilde değişir. İlişkileriniz artık duygusal bağımlılığa dayanmaz. Artık insanları duygusal olarak manipule etmeye çalışmazsınız ve başkalarının sizi manipule etmesine de izin vermezsiniz. Alt boyutsal realitenin duygusal kordonunu keser, itme-çekme dansına son verirsiniz. Dualitenin oyunları böylece bozulur ve ilişkiler değiştiğinde her şey değişir...''
(Bir kanal mesajından alıntı)

''Relationships'' yani ''ilişkiler'', Birlik Bilinci ve başka pekçok spiritüel felsefenin en önemli ayağıdır. Burada bahis konusu olan yalnızca ikili ilişkiler değildir, her şeye ve herkese dair ilişkiler bütünüdür. Zira; insan doğduğu andan ölene kadar bu ilişkiler bütününün içindedir. Bilincin yerleştiği zamandan başlayarak devreye giren seçimler, hayatın sona erdiği zamana kadar kesintisiz sürer. Her seçim bir ilişki biçimini de tanımlar aslında, sebepleri ve sonuçları itibarıyle OLanları tarif eden ve dahî OLacakları belirleyen ana unsurdur. Sözgelimi; bir parkta dolaşırken orta yerde kırılmış bir cam şişe gördüğünüzü varsayalım. Sizden sonra oradan geçecek olan insan ya da hayvanlara zarar verme ihtimâlini düşünerek kırık cam parçalarını dikkatle toplayıp az ilerideki çöp kutusuna atmak da bir seçimdir, ''bana ne be, elâlemin yediği haltı ben mi temizleyeceğim, bana mı dert yani, boşveeer, çöpçüler süpürsün işte, işleri ne?!..'' deyip görmezden gelmek de. Her iki seçimin de karmik sonuçları vardır ve bunlar muhakkak yaşanacaktır. Söylenen her yalan, atılan her iftira, kasıtlı kötülük içeren her davranış, maddî ya da manevî her nevî hırsızlık bir ''karma döngüsü'' oluşturur, yağmur sonraları yollara çıkan salyangozları ayak altında ezilmesinler diye alıp bir kenara koymak yâhût önünüzden yürürken farkında olmadan cüzdanını düşüren kişiye yetişip ona ait olanı iade etmek de öyle... Karma durumlar karşısında yapılacak seçimlere bağlıdır, seçimler de karmik sonuçlara elbette. Bu mantıktan hareketle; değerli hocamız Akif Manaf derslerinde ''mütemadiyen şikayet etmeyin ve bunu yapan insanlardan uzak durun'' der, ''aydınlanma yolunda yürüyen kişi şikayet etmek yerine, şikayetine sebep oluşturan nedenleri ortadan kaldırmaya çalışır, sorunun değil, çözümün bir parçası OLmayı seçer, gücü nisbetinde elinden geleni yapar ve sonra gerisini ilahî akışa bırakır, hiç birşey yapmadan habire şikayet etmek, dış etkenleri suçlamak, eleştirmek ve yakınmak alt tekâmül seviyelerinin işidir, ortak bilinci aşağı çeker,  karma yükü oluşturur...'' Şiddet, yalan, çalmak, aldatmak, öldürmek ve bütün bunlara göz yummak da birer seçimdir ve elbette ağır karmik sonuçları olacaktır. ''Bulut Atlası''nı izleyenler bu evrensel sistemi çok daha iyi anlayabilecektir diye düşünüyorum. Hayatımızın akışı ilişkilerimize ve bunlar içindeki seçimlerimize bağlıdır ve bu seçimleri bizden başka hiçkimse yapmaz, yapamaz, bizzat biz yaparız. Bu nedenle; dünya gezegeninin ve içinde tekâmül ettiğimiz bu boyutun en yüksek mahkeme sistemi öyle dışımızda bir yerde, bizden ayrı ve yüksek bir makam falan değildir, yaradılıştan varlığımızda mevcuttur zaten, adını da herkes bilir: ''VİCDAN''... Kullanılırsa çalışır, işler, yol gösterir ve işe yarar, kullanılmadığındaysa  zamanla dumura uğrar, işlevini yitirir, bozulur, körelir. O sebepten; herkesin geleceğini çizen, akıbetini belirleyen kalem aslında İlâhî OLan tarafından gene herkesin kendi eline verilmiştir, başkasının değil. Kendi çizdiğini beğenmiyorsan bu sadece senin sorunundur, seçimlerin senindir, sonuçları da tamamen öyle. İşte ''Karma Yasası'' deyip durduğumuz o şey de basitçe budur, en ufağından en büyüğüne, en mükemmelinden en berbatına kadar her eylemin bir karma karşılığı mevcuttur. Seçersin, yaparsın ve sonuçlarını yaşarsın, sadece ektiğini biçersin, ekmediğini değil. İlâhî sistem içinde öyle tatsız şakalara, tuhaf sürprizlere yer yoktur zira, her şey gayet net ve basittir aslında...

Anlatabildiğimi umarım ve artık ''karmalarınız gıcır gıcır OLsun inşallah, herkese hayırlı Pazarlar'' der kaçarım:)

17 Kasım 2012 Cumartesi

Bu kadar...

 
Tahmin ettiğim gibi; muazzam bütçeli, yapım-yönetim ekibinin daha evvelki filmlerine ve karakterlere göndermeler içeren, çok sayıda eski tanıdıkla karşılaştığınız, görsel açıdan sağlam, hayli zor bir kurgunun içinden başarıyla çıkabilmiş, oldukça kaotik görünen hikâyenin içinde kaybolmamış, altında ezilmemiş bir film. Kitapları sinemaya uyarlamak çok kolay bir iş değildir, hele eser David Mitchell'in bu kitabı gibiyse hiç değildir ama olmuş işte. Gene de seyircinin dikkatini gerektirdiğini söylemek faydalı olur sanıyorum, bence tek bir cümle dahî atlanmamalı, insan hepsini zihnine yazmalı, buna değer zira...  ''Everything is connected/her şey birbiriyle bağlantılıdır'' ana kuralı üzerinden (çünkü öyledir evet, farkında OLanlar için bunu tartışmak zaten çok lüzûmsuzdur...) ''Karma Yasası'' omurgasına eklemlenmiş, kâinat içinde gerçekleşen her iyilik ve kötülüğün geleceği doğurup şekillendirdiği anafikrine vurgu yapılmış, bizler gibi spiritüalite ve aydınlanmaya kafayı takmış olanlara pek yeni bir şey söylemiyor olsa da ''karma''yı hâlâ ''makarna''yla karıştıranlara en baba tarafından mesajlar veren bir film. O çok tanıdık alaycılar ise her zaman olduğu gibi, bununla da bolca dalga geçip eğlenecektir eminim, aman hiç ellemeyiniz, bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler:) Her zamanki kokuşmuş ezberleri gereği, meselâ Lana'ya ''hadi len, dönmüş i..e!'' falan desinler, tekâmül ve kalite seviyelerini ortaya döksünler, nasılsa zamanı gelince onlar da ''büyüyecekler'', hiç sakıncası yok bence, iş ortada, gerisini salla!..

Wachowski kardeşler ve Tom Tykwer, beyazperdenin ünlü ve başarılı oyuncularını aynı film içinde birden fazla karaktere büründürüp seyirciyi şaşırtmanın ötesinde bir iş çıkarmışlar hakikaten, final jeneriği akarken hemen ayağa kalkıp çıkışa yönelme alışkanlığı olanlara bir miktar beklemelerini öneririm, o kadar saat oturmuşsunuz, az daha oturun da film sırasında kaçırdığınız bazı detayları yakalayın, meselâ yani... İzleyenlerden bir kısmına bile bayat inançlarını, kalıplarını sorgulatsa, kafasını karıştırıp düşündürse yeter diyorum. Çünkü ben ortak bilincin yükselmesini çok önemsiyorum, bu filmin zamanlaması da bu anlamda gayet manîdardır, hani derler ya ''tam da zamanıdır'', işte aynen öyle. En ufak bir iyilik, ya da en ufak bir kötülük, hiçbiri karma örgüsünün dışında kalamaz, yapıldığı anda evrensel kayıt sistemine eşzamanlamayla işlenir, karşılığıyla birlikte elbette... Buradan hareketle; insan ne yaparsa kendine ve geleceğine yapar aslında, dostuna ya da düşmanına değil. ''Ne de güzel plânlayıp yaptım lan, kimse görmedi, kimse farketmedi, hiç iz bırakmadım, yutturdum valla enayilere, gerçeğin ne olduğu asla ortaya çıkamaz, yanıma kâr kaldı, ben yaptım oldu, oh işte!..''ciler bilhassa izlemeli, ihtimâl onlara bir kere de yetmeyecektir üstelik, mümkünse şifa niyetine, birkaç defa üstüste izletilmeli. Bu ''karma'' işi şakaya gelmez zira, mazallah adamın yedi sülâlesine yayılır bedeli! Bunun farkında OLmak yeterli diyerek ''Bulut Atlası''nı herkese tavsiye ediyorum, dalgacılar/alaycılar tayfası da dahil:) Bu kadar...

''Seçimlerin çoğu ne yapacağınızı seçmekmiş gibi gözükse de, aslında her seçim kim OLacağınızı seçmektir...''
Darel Rutherford'a hürmetler...

Yüreği yeter!..


Nicedir beklenen bu film aslında geçen hafta vizyona girdi ancak; üç tam günlük yoga eğitimi sebebiyle vakit ayırıp gidemediydik. Aklımızın bir köşesindeydi, en müsait zamanı bekledik. Nihayet herkesin işi-gücü dengelendi, hizalandı ve bu akşam seyirci koltuğundayız inşallah. İzleyen dostlarımızın hararetli tavsiyeleri elbette önemli ama, gene de ben izleyip bende bıraktığı ''iz''lere göre ölçerim filmleri, hele bir seyredelim bakalım, ona göre konuşuruz, değil mi?..
 
Hoş kadın evet, farklı, canlı, alışılmadık bir enerjisi, kendine özgü bir güzelliği, duruşu, rengi-ahengi var. Öyle ki; eskiden bir erkek olduğuna, dünyaya er kişi olarak geldiğine inanmak zor. Öyle göze sokulan bir dişilik algısı yok zira, abartılı makyajlar, takılar, fecî dekolteler, ''kadınlığın''ın altını çizme, seksî ve arzulanır olmanın zirvelerine vahşîce tırmanma kaygısı falan yok görüldüğü gibi. Her anlamda kalıpları zorluyor zaten Lana Wachowski. Kardeşi Andy'yle birlikte Matrix serisinin yapımcı ve yönetmenleri olarak bilinirler. Şimdi kadın olanı benimle yaşıt 47, halen erkek olanı ise 44 yaşındadır. Sinema dillerine bakıldığında da, bu iki kardeşi klasik kalıplar içinde tarif etmenin olanaksızlığı anlaşılır zaten... ''Sürü''den ayrılma riskini göze alamayanın hayatında böyle başarı hikâyelerine de rastlanmaz, başarı risk alabilme katsayısıyla elele yürür çünkü, korkak işi değildir. Bayılırım farklı ve yürekli insanlara, bildik kalıplara göre ''anormal'' oluşları başkalarının tartışma konusudur, benim değil. Kırmızı saçlı Lana için şuraya bakabilirsiniz. Ödül alırken yaptığı konuşmayı izledim, ''bravo Lana!..'' demekten gayrı sözüm yok. Özel hayatıyla alâkalı seçimleri kendisini ilgilendirir, asıl mühim olan genel hayata dokunuş biçimi ve ortak bilince ekledikleridir. ''Bulut Atlası'' belki söylendiği kadar olağanüstü bir film değildir, olmayabilir ama, benim algımda Lana'nın bu dik ve sahici duruşu sebebiyle maça bir-sıfır önde başlamış durumdadır. Seçimlerinin sorumluluğunu taşıyamayıp dayatılan sistemlere pes eden, ''sıradan''laştırılmaya ve ''tektip''leştirilmeye boyun eğip razı olan nice erkek ve kadın kimliği düşünüldüğünde, sonradan neresini kestirip neresine ne eklettiğinin ve şimdi nasıl göründüğünün hiç önemi yoktur bana göre, yüreği yeter!.. 

Wachowski'lerin bu son işini de izleyelim bakalım hele, ''iz''lerini sonra konuşuruz elbette. Herkese mutlu Cumartesiler:)

16 Kasım 2012 Cuma

Bülbüllere selâmımdır...


The Nightingale and the Rose from Yelenloud on Vimeo.

Ne vakit bülbül sesi duysam, bu hikâye gelir aklıma, hüzünlenirim... Ama sonra, bülbülü bülbül yapanın yaradılıştan güle duyduğu aşk olduğunu hatırlar, hürmetle gülümserim:) Bu vesileyle çocukluğumun unutulmaz romanlarından birini de anmasam olmaz tabii, babacığımın hediye ettiklerinden biriydi ve çocuk ruhumu çok etkilemişti, bu yaşıma geldim ama hâlâ unutmadım, unutamadım. Eskiler her ne kadar ''bülbülün çektiği dili belâsı...'' demişlerse de; ben anlamam kardeşim, bülbül dediğin ötecek elbette, ötecek ki dökecek derdini ortalığa kendi meşrebince... Bilhassa sabaha karşı saatlerde iyice coşup, uzun uzun dem çekerek hepimizi büyüleyen bizim arka parkın bülbüllerine selâmımdır, şehrin orta yerinde yaşarken mütemadiyen bülbül sesiyle uyuyup uyanmak var ya, paha biçilmez bir armağandır. İyisi mi; ''Bülbülü Öldürmek'' sadece bir roman ismi olarak kalsın, bülbüller ötmekten hiç vazgeçmesin, korkmasın. Öyle OLsun ki; güller yalnız kalmasın. SağOLsunlar, varOLsunlar, hep OLsunlar, bahçemdeki gül dalına buyursunlar konsunlar:)

15 Kasım 2012 Perşembe

Yorum farkı...

 
''Huzur içinde ellerimi kavuşturuyor ve bekliyorum. Rûzgâra, gel-gite ya da denize aldırmıyorum. Artık zamana ya da kadere isyan etmiyorum, bana ait OLan bana gelecek çünkü...''

Bu sözlerin sahibinin şu bizim meşhur İngiliz William Shakespeare olduğu zannedilir ama, kayıtlara göre asıl sahibi John Burroughs'dur. Güzel şeyler yazmış, 1837-1921 yılları arasında yaşamış doğa tutkunu Amerikalı bir yazardır. Balık tutmaya da çok meraklı olduğu bilinen sanatçı, bana kalırsa bu cümleleri oltasını suya salıp, hep yakalamayı hayâl ettiği o en büyük balığın  vurmasını beklerken yazmıştır ama, çoğu kişi bunu romatik bir olumlama olarak okumayı seçmiştir:) Olabilir, sakıncası yoktur. Herkes herşeyi kendi algısına göre okuyup yorumlayabilir. Bu açıdan bakınca; aslında yazarın neyi ne için yazmış olduğunun pek de önemi yoktur, önemli olan okuyanın onu nasıl anladığı ve ne şekilde yorumladığıdır. Ve öyledir:)

14 Kasım 2012 Çarşamba

Üç günlük çalışmadan derlemeler...

Neşter...

 
''Gerçek; neşter gibidir. Gerçek acı verir çünkü yalan iltihabıyla kaplı bütün yaraları deşer ve temizler. Yaraları neşterin geçici acısına katlanarak iyileştirebiliriz. Bu yaralara yadsıma sistemi ya da savunma mekanizmaları diyoruz. Yadsıma sistemi, yaraların üzerini örten kabuk gibidir. Yaraların daha fazla zarar görmesini bir şekilde engeller. Böylece hâlâ ego merkezli işlevselliğimizi sürdürebiliriz. Ama artık yaramız ve zehrimiz kalmadığında yalanlara da ihtiyacımız kalmaz çünkü sağlıklı bir zihne, tıpkı sağlıklı bir cilt gibi rahatlıkla dokunulabilir. Zihin temiz olduğunda dokunulmaktan da haz alır. Artık birisi yaralı yerinize dokunduğunda acı hissetmezsiniz, çünkü yara iyileşmiştir. İşte o zaman gerçekten affetmiş olduğunuzu anlarsınız, kendiniz de dahil herşeyi ve herkesi...''

Don Miguel Ruiz/''Toltek Bilgelik Kitabı''-Dört Anlaşma (Sayfa 106)

Savunma ve karşı saldırı bittiğinde, yol taştan, dikenden, tuzaktan, mayından temizlenmiş demektir. Elleriniz cebinizde, güvenle ve keyifle yürüyebilirsiniz artık. O kabuklu, zırhlı, gergin, sürekli tetikte olma, olanların sorumluluğunu karşıya yansıtma, karşı suçlama halinin, anlamsızca kendini güvende tutma ve daima haklı çıkma gayretinin ağır halatını ayağınızdan çözmüşsünüz demektir. ''Farkında OLanlar'' bu şekilde yaşamanın hiçbir halta yaramayan, ne kadar boşuna bir savaş olduğunu da bilir çünkü denenmiştir. Kaldı ki; bu onu, bunu, şunu, ötekileri, başkalarını değil, sadece sizi ilgilendiren, gayet kişisel bir haldir. Ve bu halin tek bir adı vardır: ''ÖZGÜRLÜK''... 

Yani; Toltek Bilgelik Kitabı'nı başucu kitabı yapmakta büyük fayda vardır der, hürmetle kenara çekilirim:)

13 Kasım 2012 Salı

Hem güneş, hem ay, vay vay vay!..

 
Evet; bugünün enerjisi hayli farklı demiştik, gece yarısından sonra da gene Akrep burcunda güneş tutulması gerçekleşiyor. Peki; hem gökyüzündeki yeni ay, hem de güneş tutulmasının aynı zamana denk geldiği bu dönem bizi nasıl etkileyecek? Merak edenler için istikamet aha da burasıdır. Dikkatle okuyup üzerinde düşünmenizi tavsiye ederim. Niyet çalışmalarınızı da unutmayın bu gece, bedeninizi temizleyip (bir duş alarak birikmiş günlük korsan enerjilerden, negatiflerden ve kirden-pastan arınmak gibi...) daha sonra basit bir meditasyonla içsel temizliğe başlayabilirsiniz sözgelimi, şekli, tarzı, müddeti size kalmış. BİR'liğin, bütünün ve cümle parçalarının en yüksek hayrına OLsun... Haydi bakalım, şimdi hayâl edebileceğimizin çoook ötesinde, büyük ve derin değişimlere, dönüşümlere, içsel devrimlere hazırlanalım ve durumlar, olaylar, iç-dış şartlar bizi zorla hizaya getirmeden, baştan gönüllü OLarak paşa paşa bu köklü dönüşümlere hizalanalım...

Acaba?..

 
Bizim çok sevdiğimizi düşündüğümüz ve çok sevdiğimizi hissettiğimiz kişilere karşı duyduğumuz hisse gerçek sevgi denebilir mi acaba?

Sevgi bir zorunluluk mu? Sevginin içinde kullanmak, yönetmek var mı? Zorlama var mı? “Onu çok seviyorum, o yüzden benim dediğimi yaparsa mutlu olacağını biliyorum” diye baskı yapmak var mı? “Ailende herkesi sevmelisin ve iyi geçinmelisin” öğretisi var mı? “Beni annen veya baban olduğum için sevmelisin” var mı? “Benim çocuğum, istediğim gibi yetiştiririm”deki sevgi nasıl bir sevgi? Elinden kaçıp gidecek korkusuyla korkutarak, baskı yaparak, kendini acındırarak davranmanın içinde gerçek sevginin kırıntısı dahi var mı? “Ben sensiz yapamam, seni çok seviyorum” cümlesinde gerçek sevgi mi yoksa yalnız kalma korkusu mu var?

Karşındaki kişiye acıdığında orada sevgi var mı aslında? Acımak, üstün olduğunu kabul etmek değil midir? Çocuğunu “ seni dinlediği, iyi öğrenci olduğu, saygılı olduğu, toplum kurallarına uyduğu “ için mi seviyorsun? Ya bunların hiçbirini yapmazsa, gene sever misin? Beklentinin olduğu yerde gerçek sevgiden ne kadar bahsedebiliriz? Beklentilerimiz karşılanmazsa o kişiyi eskisi kadar sevebilir miyiz acaba? Etrafımızdaki kişilere fazla korumacı, baskıcı davranarak kendi olmalarına “sevgi “ adına izin vermediğimiz her olayda gerçek sevgi var mı acaba?..


Violet Alalof

Günün en net ve sağlam yazısıydı diyebilirim sevgili Violet'in bu yazısı için, tamamını okumak isteyenleri şuraya alalım lûtfen. Şimdi bütün bu ''acaba?''ları oturtup karşımıza, bir miktar düşünelim. Kimbilir, tam zamanıdır belki de...

12 Kasım 2012 Pazartesi

Öğrendim...

 
''Her yaşananın sadece bir deneyim olduğunu kavradım. Değmeyenlere çok anlam yüklemenin ruhuma verdiği zararı nihayet keşfettim. Kendim olmayı seçtim, başkalarından alınmış parçalardan oluşmayı değil... Kendi hayatlarını yönetemeyenlerin diğer hayatlara müdahalelerine güldüm sadece:)  Kokuşmuş zihniyetlerin, yalan gülümsemelerin içinde yer almaktansa uzaktan onlara seyirci kalıp insanlığımı korumayı öğrendim. Varlığımı hakedenleri hayatıma dahil etmeyi, haketmeyenlere ''hoşçakal'' demeyi, bu uzun yolda yalnız yürümeyi öğrendim...''

Safiye Hale Adar Bayramoğlu'nun Facebook sayfasından alıntıdır, yazının tamamının kime ait olduğunu bilemiyorum, e-posta kutumdan önüme düşüverdi. Yazana da, paylaşana da şükranlar...

11 Kasım 2012 Pazar

İyi uykular:)

''Uyuyanlar, kendilerinin kim ve ne olduklarını bilmeyenler, zihinsel algının ötesine geçemeyenler, kendilerini sadece zihinleriyle dar ve kısıtlı bir algıdan tanımlayanlar, egosal benliklerini kendileri zannedenler, sürüde koyun olanlar... Mekanikleşen insanlar. Tüm varoluşun her zerresi yeniyi, değişimi, dönüşümü ve hakikati her an müjdelerken; apaçık işaretleri ve mucizeleri göremeyen gözleri egolarının, zihinlerinin, önyargılarının ve kibirlerinin perdesiyle bağlı olanlar...

Hepimize düşen görev, var gücümüzle hakikate olan uyanışımıza, yükselişimize devam etmek, kendi özleri ve gerçekleri olan hakikate, ışığa, aydınlığa uyanmak isteyen ve uyanmaya hazır olanların uyanışlarına yardımcı olmaktır... Unutmayalım ki uyanmak istemeyeni kimse uyandıramaz. Herkesin ışıklanacağı bir an gelecektir... Her insan elbet bir gün özünün, hakikatinin farkına varacaktır...''


David Doğan Beyo


(Gene de derin uykusuna devam etmek isteyenler varsa; ki varolduğunu en iyi bilenlerdeniz, en çok onlar alay edip dalga geçer bizlerle ve çalışmalarımızla zira, hiç ellemeyelim artık bence, bırakalım mışıl mışıl uyusunlar, şimdiden sonra onlar için en iyi dileğimiz ancak ve sadece ''iyi uykular''... :)

Tamamladık, uğurladık:)


Çalışmalar arası Yoga Academy ürünü sağlıklı atıştırmalıklar iyi gidiyor, bunlar genellikle kurutulmuş meyveler ve kavrulmamış, tuzsuz, şekersiz, yağsız badem, ceviz, fındık, ayçiçeği çekirdeği gibi faydalı tohumlardan oluşuyor. Bir ek bilgi; yoga tamamen tok karınla yapılmıyor, yoga yapmadan evvel, en fazla birbuçuk saat önce hafif birşeyler yemiş olmak yeterli. Fazla sıvı da almamak lâzım tabii, zira bu durumda çabucak dolan mesaneniz yoga çalışması sırasında sizi zorlayarak konsantrasyonunuzu bozacak ve şiş mideniz rahatsızlık verecektir. Tıka-basa doymuş şekilde yoga yaparsanız bazı hareketler sizi kusturabilir hâttâ, bu nedenle yogadan önce fazla birşey yenmez ve içilmez, gaz yapıcı, şişkinlik verici, hazmı zorlayıcı yiyecek ve içecekler tüketilmez...

Arada Akif Hoca'yı bulmuşken, fırsattan istifade imzalatılan kitaplar...
 
Ve ardından; çalışmaların tamamı için teşekkürle kısa sohbet... Gerçekten çok güzel ve faydalı bir üç gündü bizler için, emeği geçen herkese ve bu değerli çalışmaya mekânlık eden Soyer Kültür Sanat Fabrikası'na şükranlar. Burası İzmir için hakikaten bir şanstır, armağandır, değerinin bilinmesini dilerim. Bu hoş mekânda başka spiritüel çalışma projelerinin de temeli atıldı elbette, parlak fikirler üretildi bu vesileyle, hayırlısı OLsun diyelim. ''Sağlıkla, farkındalıkla daha başka çalışmalarda buluşmak üzere...'' dedik ve Akif Hoca ile birlikte kalabalık ekibini İstanbul'a uğurladık, yolları açık, gayretleri verimli OLsun. Şimdi çalışma boyunca kullanılan ve bizlerle beraber hayli yorulan, terli değil ama bol çimen lekeli beyazları çamaşır makinesine yerleştirme ve yeni haftaya hazırlanma vaktidir. Bu arada; bu hafta 13 Kasım'da hem Akrep burcunda yeni ay, hem de 14 Kasım'da güneş tutulması gerçekleşecek. Yeni başlangıçlara niyet etmek için çok uygun ve önemli bir zaman dilimi, hayırlı niyetlerinizi şimdiden hazır edip kâinatın bu yüksek enerjisiyle hizalanın derim. Herkese iyi haftalar:)

10 Kasım 2012 Cumartesi

Daima...


Bugün dünden daha serin, hâttâ alenen ''soğuk''  bir gündü ama, ikinci grup çalışmalar gene açık havada yapıldı. Yoga Academy'nin beyazlar giyinmiş ışık hizmetkârları günü düne oranla kısmen daha kalınca giysilerle başlattı, akşama doğru kapüşonlar, bereler, atkılar, şallar, battaniyeler, uzun çoraplar, birkaç kat takviye giysiler devreye girdi, millet durduğu yerde birkaç saat içinde şişmanladı sanki:)
 

Yogada beden kadar nefsin terbiyesi de esas olduğundan, kimse ''üşüdük, donduk, elimiz-ayağımız buz kesti, kapalı mekâna geçelim!..'' demedi, yoga eğitimini Himalayalar'da gerçekleştirmiş ve üstadlık ünvanları almış hocamıza karşı İzmir'in Kasım serinliğinden şikayet etmeyi herhalde milletin gözü yemedi:) Akşam çalışmasının sonunda katılımcılar beyaz ve hayli kalın kütlelere dönüştüyse de; soğuk karşısındaki bu nefsanî imtihan başarıyla geçildi, böylelikle bedende bulunan dört çakra üzerindeki yoğun çalışmalar tamamlandı, geriye üç çakra çalışması kaldı... 
 
''Şiddetsizlik, şikayetsizlik, ihtiyaçsızlık ve kendimiz dışındaki kişileri, olayları, durumları kontrol etme kaygısından uzaklaşma, kâinatın ilâhî akışına kabûlle uyumlanma'' omurgası üzerine oturtulan çalışmaları her zamanki gibi güler yüzüyle ve hiç bırakmadığı pozitifliğiyle yöneten, toplu çalışmalar sırasında katılımcılara ve mekâna özel enerji aktarımları yapan hocamız Akif Manaf'a gönülden teşekkür ederiz. Hemen her konudaki soruları bıkmadan, usanmadan, ''bu da sorulur mu yani şimdi?..'' demeden, adil bir sistem içinde ve herkese eşit zaman vererek cevaplaması da ayrıca takdire şâyandır, kolay iş değil çünkü... Yarın son çalışmalar yapılacak ve İzmir eğitimi tamamlanacak. Soyer Kültür Sanat Fabrikası'ndaki bu yoga eğitimlerine 10-75 yaş arası çok sayıda kişinin katılması da, kollektif bilinç/farkındalık sistemindeki olumlu değişimin göstergesidir zannediyorum. Bizlerin ve bütünün en yüksek hayrına OLsun, OLmuştur ve öyledir. 

Helikopter kazasında hayatlarını kaybeden şehitlerimize rahmet dileğimiz, 74 sene evvel ilâhî ışığa yolculadığımız o büyük ruha da şükran ve hürmetimiz sonsuzdur. Bu boyutta vazifelerini tamamlayarak gidenlerin tekâmül yolları apaydınlık OLsun, hayır dualarla, ışıklarla, daima...

İyilikler, sağlıklar...


Pırıl pırıl, güneşli bir İzmir sabahında, Soyer Kültür-Sanat Fabrikası'nın bahçesindeki yerimizi aldık. İlk çalışma Cuma gününe denk gelmiş olmasına rağmen kalabalıktı, çoğu katılımcı işlerinden izin alıp gelmişti, orijinal yoga sistemini ilk kez deneyimleyenler de epey fazlaydı...

İlk çalışmanın ardından Yoga Academy'nin kurucusu ve çalışmaları bizzat yöneten hocamız Paramahamsa Yogaçarya Maha Yogi Akif Manaf kitaplarını imzalamak ve bazı sualleri cevaplamak için katılımcılara özel zaman ayırdı...
 
 

İlk gün çalışmalarının tamamı açık havada, bahçede yapıldı. Gündüz çalışmasında güneş vardı ve kimse üşümedi ama, akşam 19.30'da başlayan çalışmada hava artık hayli serinlemişti. Giysi ve battaniye takviyesi gerekti, neyse ki buna evvelden hazırlıklıydık, yoga çantalarımızı ona göre hazırlamıştık. Havanın serinlemesine rağmen yıldızların altında, kalabalık katılımcı grubuyla birlikte yoga yapmak hakikaten harikaydı:) Nefes çalışmalarının ardından uyguladığımız yoga asanaları sayesinde serinliği unuttuk ve kendi içsel enerjilerimizle ısındık. Neredeyse tüm kaslarımızı çalıştırdık, gerdik, esnettik, ilk gün çalışmalarını toplu meditasyonla bitirdik. Bu çalışmalara iştirâk eden çoğu kişinin vejetaryen beslendiğini, yoga yapan kişilerin fazla yemek yeme ihtiyacını zaten hissetmediğini, bu nedenle çoğumuzun sabahki hafif kahvaltı ve basit vejetaryen öğle yemeğinden sonra teferruatlı bir akşam yemeğine hiç gerek duymadığını, bazı ağrı-sızılardan yakınanların da çalışmalar sonunda kendilerini çok daha iyi hissettiklerini belirterek ilk gün izlenimlerini burada bitireyim. Bütün gün kendi bedeni ve ruhu üzerinde çalışmış olan bizler için şimdi artık keyifle ve huzurla dinlenme vakti:) Herkese mutlu geceler, iyilikler, sağlıklar...

''ÖĞRENCİ HAZIR OLDUĞUNDA ÜSTAD ORTAYA ÇIKAR...'' 
(Anonim)

7 Kasım 2012 Çarşamba

Ona göre...


Adliye'deki duruşmalar 19 Kasım'a ötelendi ya, hayli yorucu geçen bir haftanın ardından biraz dinlenme imkânı bulabildim nihayet... Genel olarak evde, bu şekilde gündelik haller içindeyiz yani, her zamanki gibi kalabalık ve eğlenceliyiz:)
 
 
Cuma günü sabahından başlayarak Pazar akşamına kadar devam edecek bir başka çalışmaya hazırlanmaktayız öte yandan, ailece katılacağımız bir çalışma bu. Yoga Academy'nin kurucusu ve ekolünü takip ederek yoga yaptığımız hocamız Akif Manaf bu haftasonu İzmir'de olacak. Hem sohbet edip fikirlerimizi paylaşacağız, hem de üstadla birlikte yoga yapacağız. Ruhlara ve bedenlere çok iyi geleceğinden hiç kuşkum yok, kalabalık çalışmaların sinerjisi de bir başka oluyor zaten, yoganın keyfi daha ziyade hissediliyor bu tarz çalışmalarda. Eh, o halde bizlerin ve ait OLduğumuz kutsal bütünün en yüksek hayrına OLmasına niyet edelim şimdiden, bilgi edinmek isteyenler için müracaat şuraya lûtfen... Yoga ruhu bir kenara iterek sadece beden üzerine odaklanmaz, o nedenle komik ve acaip eğilme-bükülme vaziyetleri toplamından ibarettir sanmayınız, ısrarla tavsiye etmeye devam ediyorum, hem de her yaştaki herkese, ona göre...

Paparazzi:)

 
Gibi durumların provasını yaptıran gelmiş-geçmiş en güzel paparazziye selâm OLsun:) Geçenlerde birlikte geçirdiğimiz keyifli akşam üzerinin neredeyse her anını fotoğrafladı ya, daha ne diyeyim, helâl OLsun! :) O kendini biliyor nasılsa...

5 Kasım 2012 Pazartesi

Durumumuz budur!..

Evet, günlerden sonra durumumuz budur, haberimiz de aha bu... Allah tamamına erdirsin hayırlısıyla, biz Hakan'la İzmir 12.Ağır Ceza Mahkemesi salonundan sağ ve de salim çıkabilelim yani, ses tellerimizi ve gözlerimizi orada bırakmadan, amiiiin... (Ha gayret ortak, yüzdük yüzdük, kuyruğuna geldik artık, az kaldı, nefesimize kuvvet!..)

Tacones lejanos...

 
İspanyolca ''yüksek topuklar'' anlamına gelir, aynı zamanda hayranı olduğum çatlak ve muhteşem yönetmen Pedro Almodóvar'ın 1991 senesinde çektiği enfes filmlerinden biridir, meraklısına tavsiye ederim, izlememiş olanlar varsa bulunup-buluşturulup izlenmelidir...

Kasım'ın 24'ünde, bir  eğitimi zirvesinde ''yönetici asistanlığı'' üzerine bir konuşma yapmak üzere kraliçe kent İstanbul'da olacağım. Ve işin mahiyeti+ortamı gereği, ne çare, gene ayağımda bu şekil bir  ''tacones lejanos'' ile! Allah aşkına, sevgili ve serseri ruhum mütemadiyen parmak arası şıpıdık terlikle dolaşırken, hakiki varlığım neden hep bu rahatsız şeylerin üzerinde? Meselâ;  Ipanema plajında, ayağımda aha da şöyle birşeyle  turistlere tropik meyve, dondurma ya da dandik mayo falan satan biri olmak varken, ben yanlış meslek mi seçmişim ne? :)

Ek ve de dip: Bütün bir yazı ayağımda onlarla geçirdiğim, Gülsün-Halûk ikilisinin geçen yılbaşında gittikleri Brezilya seyahatinden hediye getirdikleri leylâk rengi Ipanema terliklere müteşekkîrim. Üstelik, mevsim çoktan dönmüş olmasına rağmen, halen canım terliklerimle vedalaşabilmiş de değilim. Ve bana öyle geliyor ki; yoga çalışmalarında kullandığım tek parmaklı özel çoraplardan şöyle elli tane kadar daha alıp, kışı da tiryakisi olduğum bu parmak arası leylâklarımla böyle pıtı-pıtı yürüyen geyşalar gibi geçireceğim:) Sanki... Kuvvetle muhtemeldir yani:)

Atalım mı, satalım mı, yakalım mı?..


Eski eşyanın yeri her zaman tozlu tavanarası, depo ya da çöp kenarı mı olmak zorunda dersiniz? Yâhût; çözüm size uzun yıllar hizmet etmiş bu tip eşyayı üç-beş şahsiyetsiz plastik zımbırtıyla değiş-tokuş edip başınızdan savmak mı? Kırıp parçalayıp sobada yakmak mı? Atmak-satmak-yakmak yerine başka şekillerde değerlendirmek mümkün olamaz mı?  Herkesin farklı fikirleri olabilir bu konuda ama, Lizbon seyahatimizde konakladığımız ''Casa Claudia''nın sahibi bu yollardan herhangi birini seçmemiş ve aile yadigârı hayli eski bir çalışma masasını banyoda değerlendirmeyi uygun bulmuş...

Bu aslında antika bir çalışma masası, ahşap kısımları tamamen orijinal haliyle korunmuş, öyle parlak cilâlara falan gerek duyulmamış, çizikleri, yıpranmış yerleri, mürekkep lekeleri  kapatılmamış. Üzerinde yapılan tek değişiklik  lâvaboyu yerleştirmek için yuvarlak şekilde kesilen kısım, bir de antika görünümlü eski tip musluk için açılan delik. Masanın alt kısmından su bağlantısı yapılmış ve böylece  bu çok eski eşyanın bambaşka bir amaca hizmet etmesi sağlanmış...
 
Beş adet çekmecesi var, bunlardan üst ortada olan lâvabo için iptal edilmiş, diğerleri halen kullanılabilir durumda ama sanırım en alttaki ikisinin kulpları kaybolmuş. Gördüğünüz gibi, masanın üst kısmına da mermer veya benzer başka bir malzeme konmamış, bu orijinal görünümü muhafaza etmek adına akıllıca tabii ama siz lâvaboyu kullanırken ahşaba su sıçramaması imkânsız. Bilemiyorum daha ne kadar kullanılabilir bu şartlarda? Ahşapta herhangi bir kabarma falan yoktu, sudan etkilenmemiş görünüyordu ama? Banyolarda olduğu gibi, yüz yaşının üzerindeki bu evde yapılan hemen her değişikliğin aslına uygun olmasına bilhassa dikkat edilmiş. Tadilât sırasında en çok su tesisatıyla uğraşmışlar ama sonunda başarmışlar, sadece aynı anda birden fazla musluk ya da duş/sifon vs. kullanılırsa suyun tazyiği azalıyor, onun dışında sorun yok. Sahibi halen Mozambik'de yaşayan ''Casa Claudia''nın her köşesinde zevk sahibi birinin izlerini görmek mümkün zaten, ahşabın sıcaklığını çok seven biri olduğu da kesin çünkü evin her detayında ahşap malzeme bolca yer alıyor...

İşte size Lizbon/Portekiz doğumlu çok eski bir çalışma masasının hikâyesi, artık tamamen farklı bir amaca hizmet ediyor olsa da halen yaşıyor ve kullanılıyor. Ben üzerime düşeni yaptım, istek üzerine farklı açılardan fotoğraflarını çekip detayları aktardım. Bundan sonrası artık sevgili Batos'un böyle antika bir masa bulup onun üzerinde benzer şekilde çalışmasına kalıyor:) El becerisine çok güvenirim arkadaşımın, kafaya takarsa birebir aynını  yapar valla, hiç şaşırmam, haydi bakalım kolay gele o zaman...