28 Haziran 2010 Pazartesi

Uğurlar olsun-2...

20 Mart 2006 Pazartesi günü, İstanbul'un Çengelköy'ünde başlayan bir hikâye 27 Haziran 2010 Pazar gecesi İzmir'in Karşıyaka'sında bitti. Üstteki fotoğrafta, bundan dört yıl-üç ay kadar önce henüz yeni geldiği hayata böyle merakla bakmakta olan saf ruhlarımızdan Ülkü kız dün gece artık hayata bakmaktan vazgeçti, gözlerini tek bir noktaya dikti ve hepimizle vedalaşarak sessizce ışığa doğru gitti...

Şimdi düşünüyorum da; bu kısacık görünen zaman dilimi içine ne çok anı sığdırmışız. Şehirler, evler, insanlar, yolculuklar, neler neler geçmiş ortak hikâyemizden. Üstteki fotoğraf da Ankara'da, Ülkü bebeklerini dünyaya getirdikten sonra bizi ziyarete gelen sevgili dostlarımız Nazlı&Canip tarafından çekilmişti. Benim canım kızım ortak hayatımıza hep neşe, kahkaha ve hareket getirmişti:)

Ankara'da, bu fotoğrafın çekildiği gün de epey gülmüştük:) Ülkü de her kedi gibi çok kendine özgüydü, cesur, samimi, inatçı, muzip, bazen yaramaz ama hep sevgi dolu bir kediydi. Ve bu hayata veda ettiği dün geceye kadar hiç değişmedi...

Dört yıl, birkaç aylık kısa ömrü süresince pekçok insanın hayatına dokundu, hatıralarda yer etti, dün geceye kadar bizi hemen hiç üzmedi, daha çok güldürdü, eğlendirdi, kendini sevdirdi herkese, çok sevdirdi. Son nefesini verdikten sonra karakteriyle uyumlu komando desenli tasmasını çözdüm boynundan, gözlerini sevgiyle kapadım, sonra bu çok sevgili saf ruhun artık cansız bedenini kucaklayıp uzun uzun ağladım. Acıyı ertelememeyi, anında ve nasıl hissediliyorsa o şekilde yaşamayı öğreneli uzun zaman olmuştu. Bu yüzden istediğim kadar, istediğim gibi ağladım, kendime engel koymadım. Ona acımadım, gitmeyi seçtiği için kızmadım, kimseyi suçlamadım, seçmiş olduğu kader plânına saygı duyarak ve onun cansız bedeniyle konuşarak sadece ağladım. Ankara'da hayata veda eden felçli kardeşi Umut'la ve ışığa gönderdiğimiz diğerleri ile buluştuğunu, ''Göçmüş Kediler Bahçesi''nde şimdi çok mutlu ve huzurlu olduğunu biliyorum. Ve düşünüyorum; dünyada belki herşeyin bir çaresi var ama işte ''ÖLÜM'' her zaman insanın çarptığı en yüksek duvar. Ülkü'den geriye kalan da artık yetim olduğunun farkında olmayan sarman oğlu Oralet, isim kısmında sevgili arkadaşım Vet.Hek. Didem Bacanlı'nın güzel elyazısıyla ''Ülkü Demiralp'' yazan sağlık karnesi ve hiçbir zaman unutulmayacak hatıralar. Birazdan son kez çıkacak evinden, sonra birkaç gündür süren tedavisinde kullanılan çarşaflar, havlular, örtüler yıkanacak, enjektörler, ilaçlar, flasterler, hasta alt bezleri, özel toz mama paketleri, taşıma çantası, dün gece üzerinde cansız vaziyette, evimizdeki son ve artık sonsuz uykusunu uyuduğu şiltesi ortadan kalkacak, hayat tekrar ritmine sokulacak. Ama biliyorum; herşey yerine konsa, eskisi gibi olsa da Ülkü'nün yeri hep öyle boş kalacak. Ama alışılacak, çaresiz buna da alışılacak...

Ülkü'm, güzel kızım, yolun ışıklı olsun, sen hakkını helâl et, benim hakkım sana sonsuza kadar helâl olsun. Hayatıma kattığın bütün güzellikler için sana teşekkür ederim, iyi ki hikâyeme girdin, iyi ki varoldun. Sonsuzluğun bir yerinde tekrar buluşuncaya kadar; uğurlar olsun sevgili Ülkito'muz, UĞURLAR OLSUN...

25 Haziran 2010 Cuma

''Uğur''lar olsun...

''Uğur'' kavramı hayatımıza girmiş bir kere, bize erken yaşlarda öğretilen bazı kalıplar zihnimize yerleşmiş. Daha doğar doğmaz bir taraflarımıza iliştirilen nazarlıklarla, ''maşallah''larla başlamışız bu işe. Tersi de malûm, ''uğursuzluk'' oluyor, pozitif anlamlarda yoğunlaşmayı daha çok severim, yaradılmış en harika varlıklardan olan ''kara kedi'' ya da ''baykuş''u uğursuz saymak, ''13'' gibi bizim inanç sistemimizde yeri boş olan sayısal uğursuzluk kalıpları, ayna kırılması, merdiven altından geçilmesi, dik dik bakan mavi göz vb. hikâyelere kulak asmam doğrusu. ''7'' rakamını severim, burcuma göre de uğurlu sayımdır ama bu da takılınacak bir konu sayılmaz bana göre. Zaten bunların tamamına inanacak olursak hayatımızı anlamsız bir çember içine alırız, gerek yok. Bu sebepten; karşıt anlamına fazla kilitlenmeden, ''uğurlu'' sayılan şeyleri incelemeyi daha uygun bulmaktayım. Sizi bilemem...

Yukarıdaki fotoğrafta boynumda görülen bir ''Llamador de Ángeles'' yani ''melek çağıran'' oluyor. Nakışlı bir metal topun içine yerleştirilmiş, sallandıkça çok hoş bir ses çıkaran bir tür çıngırak da denebilir buna. Bir sürü farklı çeşidi var, ben en sade görüneni seçtim. İspanya'da pek yaygın şu sıralar, hemen herkesin boynunda bir tane var. Sadece kadınlar takmıyor üstelik, erkeklerde de sıkça gördüm. Bu özel takıya sizden başka kimsenin dokunmaması gerekiyormuş, yani ''aa, kolyen ne güzelmiş, dur bi bakayım'' diyerek boynunuza uzanan elleri kabûl etmeyecekmişsiniz, kim olursa olsun... O sizin enerjinizle çalışırmış, kendinizi zorda hissettiğiniz, sıkıntılı ya da kararsız olduğunuz durumlarda siz tutup hafifçe sallayacakmışsınız, benim bayıldığım o yumuşak, hoş çıngırak sesi sizin koruyucu meleğinizi çağırırmış hikâyeye göre. Herkesin kendi meleği kendine özel olduğundan, bu takıya da yalnızca sizin dokunmanız, zaman zaman parmakuçlarınızla tutup ona pozitif enerji, dilek ve dualarınızı yüklemeniz tavsiye ediliyor. Ben İspanya'dan beri boynumdan çıkarmadım ama şu ''ayy kolyen ne güzelmiş, dur bi yakından bakayım'' vaziyeti ile uğraşmak biraz zor, evet, itiraf edeyim. En sade olanını seçmiş olmama rağmen hayli dikkat çekiyor ve görenler mutlaka dokunarak incelemek istiyor, dolayısı ile bu enteresan tılsımın hikâyesini ikide-bir anlatmanız gerekiyor. Benim taşıdığım 27 Euro civarında satılıyor ancak üzerindeki nakışlara, içindeki topun rengine ve açılır-kapanır olma özelliğine göre fiyatı 45 Euroya kadar çıkabiliyor...

''Cabello de Ángel'' yani ''melek saçı'' benim en sevdiğim tılsım objesi oldu diyebilirim. Bu aslında bir kristal türü, bazen beyaza yakın, uçuk limon sarısı renkte, doğada bulunduğu yerdeki sıkışma oranına göre taşın içinde saç tellerine benzeyen düzensiz çatlaklar, çizikler meydana geliyor. Özellikle ışığa tutarak baktığınızda muhteşem görünüyor. Aslında yarı değerli bir taş olan ''El Cuarzo Rutilado'' pek kolay bulunmuyor ve bu yüzden epeyce pahalı fiyatlara satılıyor. Tabii fiyatı taşın şeffaflığına, içindeki çatlak ve çizik oranına ve büyüklüğüne göre değişiyor. Etrafı incecik gümüş bir çerçeveye alınmış su damlası şeklindeki bu ''melek saçı'' taşını yatağımın başucunda tutuyorum, zaman zaman yağmur suyunda bekleterek temizliyor ve yeniden yerine yerleştiriyorum. Özel enerjili kristal türleri doğal usûllerle temizleniyor, musluk suyu ya da deterjanla yıkanmıyor yani, ya yağmur suyunda biraz bekletilecek, ya da toprağa gömülüp birkaç gün sonra çıkarılacak. Güneşe tutularak temizlenen ya da tuzlu suda bekletilen türler de var. Bu temizlik dediğim zaten fiziksel anlamında değil, negatif enerjileri emerek toplayan ve yerine içindeki pozitif enerjiyi koyan bu tür taşları belli aralıklarla dinlendirmek, bir anlamda doğal kaynaklarla yeniden şarj etmek gerekiyor. ''Venüs'ün Saçı'' da denen bu özel taşın bilhassa aşk, sevgi, muhabbet enerjisini çoğalttığına, üzerinde taşıyana güzellik, dinçlik, zihin parlaklığı ve sağlık verdiğine, kötü düşünce, korku, kaygı ve saplantıları uzaklaştırdığına  inanılıyor. Bedeni çevreleyen ''aura''yı onaran, başka auraların olumsuz enerji akışlarına (kısaca bizim ''nazar'' dediğimiz şey işte) karşı koruyucu kalkan oluşturduğu söylenen bu güzel taşla günde birkaç kez  haşır-neşir olmayı çok seviyorum, ışığa tutup güzelliğini seyretmek, onu avucumda, alnımda ya da yüreğimin üzerinde bir süre tutmak hoşuma gidiyor...

Bu da Güney Amerika'dan gelme bir tılsım, içi su dolu birkaç santim boyunda küçük bir cam tüp, istenirse kolye olarak kullanılabilecek boyutta yapılmış. Gördüğünüz koyu renk şeyler ''pirit'' parçacıkları, altın madeninin tabii haline çok benzer birşeymiş bu. Arada görülen kara benekli kırmızı nesne ise bir tohum, Venezuela ve Peru'da yetişen özel bir ağacın yerliler tarafından uğurlu sayılan ve hemen toplanan tohumu ''huayruro''. Pirit spiritüel felsefede zenginliği, bolluğu çağıran bir malzeme, huayruro tohumu ise ''lucky bean'' olarak adlandırılıyor, yani ''şans fasulyesi''. Yerli halk bu tohumları toplayıp çeşitli takılar yaparak üzerlerinde taşıyormuş, kolyeler, bilezikler, küpeler vs. Hiçbirşey olmasa bile, bir kese içine yerleştirilmiş huayruro tohumlarını evin bir köşesinde bulundurmayı ihmal etmediklerini öğrendim. Zira çok eski inanışa göre bu siyah benekli, sevimli kırmızı tohumun enerjisi kem gözlere karşı koruyucu olduğu gibi, bolluk, bereket ve zenginliği davet edermiş. Hani bizim mutfaklarda bazen içi fasulye, nohut, buğday, pirinç dolu ufak kavanozlardan oluşan bereket tılsımlarına rastlanır ya, ona benzer bir inanış işte. Amaç aynı, kullanılan malzemeler farklı sadece. ''Huayruro''nun evlerin ana giriş kapısı üzerine asılabilen türleri var, anahtarlık formunda olanları var, türlü çeşit takısı zaten var. Var da var yani... Hoş birşeydi, öyle çok pahalı da değildi, hikâyesini dinleyince sevdim, aldım getirdim. Evrenin aslında hepimize, herkese yetecek kadar sınırsız olan bolluk-bereketini, zenginlik enerjisini bir de bu şekilde, şükür ve sevgiyle evime çağırmaya niyet ettim...

Bu da ''Llamador de Ángeles''in bir başka türü... Bu ortadan açılabilen model, yan tarafında ufacık bir kilit var, çıngırağı içinde taşıyan metal kafes bu şekilde açılıyor, içinde şarabî kızıl renkli, neden yapıldığını bilmediğim bir top var ve sallandıkça çınlıyor. ''Melek çağıran''ların en pahalı modeli sanırım bu zira bu kolyelerin hepsi tamamen elde yapılıyormuş ve haliyle epeyce emek istiyor olmalı. Bulunması hayli zor olan ''melek saçı'' kristali hariç, farklı kültürlere ait diğer bütün ''uğurlar''ı bulabileceğiniz, inceleyebileceğiniz ve dilerseniz satın alabileceğiniz dükkân burası. Ne yazık ki şimdilik sadece İspanyolca, sanıyorum Facebook şubesi de açılmış. Özellikle şu reyon meraklılarına gayet faydalı bilgiler aktarıyor. Hindu, Mısır, Kelt, Musevi, Türk, Arap, Uzakdoğu, Afrika ya da Güney Amerika, dünyanın dört bir yanından ve farklı kültürlerden derlenmiş uğur objelerini, tılsımları incelemek, tanımak ve satın almak isteyenler buyurabilir efendim, sadece bakıp çıkmak da mümkün elbette:) Ben sizleri tanıştırdım, inanıp inanmamak, gülüp dalga geçmek ya da eğer isterseniz kaynaşmak, gerisini getirmek size kalmış birşey. (Daha detaylı ve Türkçe malûmat için şu kitap gayet faydalıdır, seneler önce almıştım, halen piyasada varmış, onu da ekleyeyim.) Hadi herkese ''uğurlar olsun'', dilerim içinizdeki saf ve temiz niyetlerin hepsi tutsun, şimdi bana müsaade...

Meraklısı için: ''İş çevrenizde, evinizde, yaşadığınız yerlerde bulunması oldukça önemli olan doğanın bir başka unsuru da kristallerdir. (Öteki unsurların hayvanlar ve bitkiler olduğu evvelce belirtiliyor.) Kristaller de tamamen yaşayan, canlı enerji kaynaklarıdır ve yaydıkları titreşimler bitkilerinkinden yüksek frekanstadır. Bu yüzden; kristaller de bitkiler gibi beslenmeye ve desteklenmeye gereksinim duyar. Çok hassas enerji frekansında olan kristaller pozitif ya da negatif, etraftaki enerjileri emerler ve daha sonra kendi içsel enerjileri ile karmalayarak geri yansıtırlar. Bundan dolayı kristallerinizi en az haftada bir defa arındırmanız çok önemlidir.(Burada bahsedilen elbette uyduruk kristal küllük, vazo ya da avizeler değil, zaten hiç sevmem onları!) Kristaller evinize yıldız titreşimi getirir, hücresel seviyede bilinçlilik değişimini destekler ve iskelet yapınızda enerji+bilgiyi bütünleştirmenize yardım eder. Çünkü onlar dünya ananın iskelet yapısının semboliğidir. Buradan hareketle, onlar temel gerçeğe uyumlanmanıza ve kemiklerinizde DNA boyutunda depolanmış olan (geçmiş yaşam ve deneyimlerinizin kayıtlarını tutan) bilgiye erişmenize kanallık ederler...''

Sevgili Hatice Kapudere aracılığı ile bana ulaşan bir kanal bilgisi raporundan alıntıdır, kendisini şükranla selâmlarım...

21 Haziran 2010 Pazartesi

Kahve ve korku...


 
Kahvenin kokusu uyku sırasında yayılıp dağılmış, türlü rûya kareleri ile gerçeklik boyutunu şaşırmış zihni toparlar, hafızanın gece boyunca buruşmuş çarşafını silkeleyip havalandırır, tekrar yerine serer, düşüncenin yastıklarını kabartır, tiryakisi için iyi birşeydir bu. Olmayanı bilemem, beni büyüleyen bu eşsiz koku belki kimilerinin içini bulandırır, bana göre kahve kokusu güne başlamak için elzem bir motiftir, hayata lâzımdır...

İnsanız ya; kimi tasarlanmış eksikliklerimiz haliyle vardır, bunlardan biri de korkularımızdır. Farkına varana dek onları yanıbaşımızda tutarız, yeni korkularla besler, sular, çoğaltırız. Öğretilmiş ve öğrenilmiş korkularımızla koyun koyuna, bir gerilim filmi tadında yaşarız. Oysa korku da bir kozmik şakadır, insan yüzleşmekten kaçtıkça daha bir inatla, ısrarla peşine takılır, korku korkuyu çağırır, korktuklarınız her ne ise aynanız tamamını size yansıtır. Ne zaman kaçmayı bırakır, durup ''bi dakka ya, n'oluyoruz, niçin kaçıyorum ki ben, nedir asıl mesele?'' diye sorarak ardınıza bakarsanız  işte o zaman korkularınız şaşırır, çünkü onlar yüzleşmeye değil, kovalamacaya programlıdır. Bunu yapabilecek noktaya gelmek pek kolay sayılmaz, insan buraya varana kadar epeyce korkmalı, korkuları tarafından bir hayli kovalanmış olmalıdır. Ama arkaya dönüp korkularınızın yüzüne bakmaya cesaret ettiğinizde hakikati görür ve farkedersiniz ki; bu aslında müthiş bir yanılsamadır. Hayat sürekli savunma halinde yaşanmaz, zaten siz saflarınızı güçlendirdikçe aslında korkularınızın ordusuna yeni askerler de eklemektesinizdir farkında olmadan... O yüzden arkaya+aynaya korkmadan bakmak ve korkuları şaşırtmak bu ezberi bozar, ordular dağılır, savaş biter. İşte asıl o zaman parçası olduğunuz evrenin temel ritmi ile uyumlanır, onunla beraber akmaya başlarsınız. Evren ''korku'' değil, ''sevgi'' ritmi ile döner, devinir, dönüşür. Gücünü korkudan alan bütün duygudurumlar (öfke, nefret, kıskançlık, düşmanlık, intikam vb.) ummadığınız kadar yüksek enerji frekanslarıdır ve bütün bunlar sizin zihninizdeki ana santralden beslenmektedir. İnsan korktukça ve bu duygudurumları içinde yaşattıkça bizzat kendi baraj gölünü zehirleyecek, giderek daralan bu çemberin içinde adetâ kapana yakalanmış talihsiz bir fareye dönüşecektir. Ve her zaman olduğu gibi, burada da seçim size bırakılmıştır, kaçmak ya da durup yüzleşmek... Bu sebepten, yüzleşmek de genellikle korkulan, kaçınılan, ertelenen birşeydir zira kaçmak çoğu kişiye daha kolay gelir. 

İzlediğiniz en ürpertici korku filmini hatırlayın, korkudan buz kestiğiniz bir karede bunun aslında sadece bir film olduğunu, o sırada etrafta kameraların, çekim ekibinin bulunduğunu ve yönetmenin kahvesini içerek monitörden sahneleri takip ettiğini, sahnenin çekimi tamamlandığında da keyifle ''stop'' dediğini ve oyuncuları tebrik ettiğini düşünürseniz aynı şekilde korkabilir misiniz? Durup düşünün, korkularınızın ne kadarı acaba gerçekten size ait, yoksa onları başka zihinlerden, başka hayatlardan mı kopyaladınız? Size böyle öğretildiği için mi korkularınızın kurbanısınız? Peki; aslında size ait olmayan kimi ezberlerden niçin korkasınız? Cevabı sizlere bırakıyorum, herkese iyi haftalar diliyorum:)

Ek ve de dip: ''Llamador de Angeles/Melek Çağıran''ı hiç duydunuz mu? Peki Peru'da yetişen bir ağacın uğurlu sayılan tohumu ''huayruro''yu? Ya ''el cuarzo rutilado'' da denen ve doğada içindeki sarı saç tellerine benzeyen çizgilerle bulunan uçuk sarı kristal türü ''cabello de angel/melek saçı''? Ben bunların her üçüyle de son İspanya seyahatimde tanıştım. Dünyanın pekçok farklı yöresinde iyi şans, bolluk-bereket ve nazar savıcı olarak kullanılan objeler vardır, kendi kültürümüzden de bilirsiniz ya... İşte bunlar da farklı kültürlere ait bu tarz ''talisman'' yani ''tılsım'' objeleri. Etkileri şüphesiz inançla ilgilidir ama beni bundan önce vuran tarafları güzellikleri oldu, hikâyelerini dinlediğimde onları daha da çok sevdim ve hemen birer tane alıp beraberimde getirdim. Şu an boynumda ben hareket ettikçe çok tatlı, adetâ büyülü bir sesle çınlayan bir ''melek çağıran'' kolyesi var, ötekiler de şimdilik yatağımın başucunda, benimle gayet yakın göz ve enerji temasında duruyor. Bu güzel objelerin henüz ülkemizde bulunduğunu, tanındığını sanmıyorum. Bu yüzden gelecek yazımda sizi onlarla tanıştırmaktan ve meraklısı için alınabilecekleri  adresi göstermekten mutluluk duyacağım:) Biz de tanıyalım, öğrenelim ve eğer istersek alıp İspanyolların ''ojo Turco'' dedikleri bizim klasik nazar boncuğunun sınırlarını azıcık zorlayalım, değil mi? Hele bekleyiniz bakalım...

                                                     

17 Haziran 2010 Perşembe

Şükür...


Sıcaktan bunalmış halde arka odanın penceresi önünde oflayıp puflarken komşu apartmanın bahçesinde onu gözüme iliştiren, beni derhal buzdolabına koşturup kırmızı yanaklı bir domatesi ufak ufak doğratan, sonra aşağı indirip soğuk ve lezzetli domates parçalarını onun önüne bıraktıran, o keyifle domateslerini yerken beni onun rızkına vesile kıldığı için huzurla şükrettiren büyük kudret elbette bilmektedir; sırf vicdan rahatlatmak için belli zamanlarda ibadete gömülmek değil, hayatın bütününü ibadet edercesine yaşamak asıldır, sahicidir. Türü, sınıfı, cinsi ne olursa olsun, bir yaradılmışın rızkına vesile olmak ise bana göre her zaman muhteşemdir. Yaradana, rızkı bağışlayana, bağışladığı rızkı bölüşmeye vesile kılana herşey için, daima sonsuz şükürle. Bütünün hayrına olmasına niyet ettiğimiz daha nice kandillere, dualar, şükürler ve iyi dileklerle. Dört bir yandan yağan güzel kutlamalara ise gönülden teşekkürle...

Meraklısı için: Bu gece saat 24.00'te, TRT FM'de ''Geceden Sabaha'' programında buluşmak, geceyi paylaşarak daha bir anlamlı kılmak üzere...

14 Haziran 2010 Pazartesi

Taş...

Üzülme...
Bir yanında korku, bir yanında ümidin varsa iki kanatlı olursun.
Tek kanatla uçulmaz zaten.

Sopayla kilime vuranın gayesi kilimi dövmek değil, kilimin tozunu almaktır.
Allah sana sıkıntı vermekle tozunu, kirini alır.
Niye kederlenirsin?

Taş taşlıktan geçmedikçe parmaklara yüzük olamaz.
Yüzük olmayı dileyen taş, ezilmeyi yontulmayı göze almalıdır.

...demiş Hz.Mevlâna, bunun üzerine söz söylemek haddimiz değildir, hâşâ... Parıldamak için biraz yontulmalı, tıraşlanmalı, gerçekten hissedebilmek için dokunmalı, sevilmek için evvelâ koşulsuz sevmeli, sırra ermek için onu aramalı, hazıra konmaya çalışmamalı. İnsan dediğin sorumluluk almalı, olan-bitendeki payını kabûl etmeli, herşeyi ''öteki''lerin üzerine yıkmamalı. ''Zor''un kıymetli olduğunu, ''kolay''ın işporta işi ucuzluğunu unutmamalı. Emek vermeli biraz, uğraşmalı. Ham taş olarak gelip öyle de gitmek isteyenler varsa, elbette hiç üzerlerine alınmamalı. Yeni hafta için ''iyi''ye, ''güzel''e  niyetlenmeli ve  inşallah öyle olmalı...

11 Haziran 2010 Cuma

Tavsiye mahiyetinde...

Dış hatlardan yolculuk edecekseniz eğer, üzerinize giyeceğiniz ve el çantanızda bulunduracağınız şeyleri dikkatle seçmenizi tavsiye ederim. Bottan, çizmeden, kemerden uzak durmanız ve kol saati takmamanız yararınıza olur. Aksi halde bitmek tükenmek bilmeyen güvenlik kontrollerinin tamamında bunları çıkarmanız ve manyetik kapılardan öyle geçmeniz istenecek. Her defasında soyunup tekrar giyinmek gibi geliyor insana bu ve son derece de sıkıcı birşey tabii! Çizmeleri çıkart, kol saati ve kemeri de öyle, laptopu çantasından çıkart, aç, sonra tekrar kapat. El çantanda tırnak makası, törpü, cımbız vb. şeyler bulunmasın, parfüm, krem, deodorant, uçakta burun kurumasına karşı nemlendirici sprey falan, bunların hepsi belli limitlerde ve ağzı kilitli naylon torbada olmak durumunda, yoksa yanındaki likit malzemelerin hepsi direkt çöpü boylar! Ölç, biç, tart, ona göre koy çantana ne koyacaksan... Külliyen sıkıcı bir vaziyet ama uluslararası güvenlik kuralları gereği uymak zorundasın. İnsan bütün bunları açıp kapatıp, çıkartıp giyerken kan-ter içinde kalıyor ama ne yapalım, ben tavsiye mahiyetinde söyleyeyim de, artık siz nasıl uygun görürseniz öyle yapın. Güvenlik kontrollerinde Chinchõn köyünde rastladığım bu İspanyol ufaklık gibi bir yüz ifadesi kullanmak isterdim doğrusu ama o zaman uçuşlarım tehlikeye girerdi sanırım, tuttum kendimi, yapmadım...

Madrid Xanadu Alışveriş Merkezi'ndeki bu reyon benim için oradaydı sanki, Türkiye'de bulunması hayli güç olan küçük konik tütsüler burada neredeyse kilo ile satılmaktaydı ve bol çeşit vardı. Her tür tütsü ve tütsülük seçeneğini önüme seren bu reyondan imkânlarım ölçüsünde elbette faydalandım, aldım, aldım, gene aldım...

Bu tabakta görülen bildiğimiz patates kızartması, ''patatas fritas'' bizde olduğu gibi, İspanya'da da kolayca ulaşabileceğiniz bir yiyecek ve haliyle çok seviliyor. Ama üzerinde görülen yiyeceğe ülkemizde rastlamak olanaksız zannederim zira o ''muz kızartması'' oluyor. Bildiğimiz muzu ufak ufak kesip bir harca bulayarak kızgın yağda kızartıyorlar. Bu Brezilya mutfağına ait birşey, denedim ama uğruna ölünecek bir yiyecek olduğu kanâatinde değilim. Eh işte, fena değildi ama muzu bildiğimiz şekilde yemeyi tercih ederim, bir de muz olduğunu bilmeden patateslerle beraber ektim mi üzerine bolca tuzu, muzun tatlılığıyla o tuz tadı damağımda bir güzel savaştı! Savaşı tatlıya her zaman yeğlediğim tuzlu lezzet kazandı, bu tek parça muz kızartması da artık kaderine küserek tabakta öylece kaldı. Muz kızartmasından özür diler, patatas fritasları ise tebrik ederim, gayet kıvamında kızarmış ve lezzetliydiler:) Kendilerine şükranlarımı arz ederim...

8 Haziran 2010 Salı

Eğrisi-doğrusu...

İspanya'da heryerin olduğu gibi, Pinto'nun da bir adet ''plaza mayor''u yani ''ana meydan''ı var ve ben düşlerimdeki eve çok benzeyen bir evi orada gördüm. Oldukça eskiydi ama ben zaten ''hikâyesi olmayan, gıcır gıcır ve henüz anlam biriktirmemiş'' şeylerle mesafeli durmayı seçerim. Burada önemli olan eski-püskü de olsa, yaşanacak yere insanlar tarafından eklenmiş olan anlamlar ve hoşluklardır ki; bu minik evde fazlasıyla vardı. Yeşil ahşap güneş perdelerinden sardunya saksılarına, yerdeki minderlerden duvardaki fenerlere kadar herşey içinde yaşayanların kimliğini yansıtıyordu. Ruhumu arasıra bu evin balkonuna, huzur içinde dinlenmeye gönderme kararı alarak ayrıldım evin önünden...

Beldenin yönetimi ile ilgili her birimin bir arada bulunduğu ''Casa Consistorial'' da tabii olarak bu meydanda yer alıyor. Belediye hizmetleri, çevre koruma, itfaiye, su, elektrik, doğalgaz, sağlık ocağı, postane, parklar-bahçeler, din ve resmî vatandaşlık hizmetleri+ bunlarla ilgili her sorunun çözüm merkezi burası. Çevre koruma hizmetleri için sürüyle gönüllü var ve aktif olarak çalışıyorlar. Sabaha karşı saatlerde parkları, bahçeleri süpüren tırnakları ojeli, saçları fönlü ''hanım'' çöpçülere rastlamak bu yüzden şaşırtıcı değil. Çöpçülük ve itfaiyecilik en gözde mesleklerden zira maaşları, sosyal güvenceleri, iş şartları  çok sağlam, ayrıca bu işlerde kesinlikle göçmen çalıştırılmıyor, İspanyol vatandaşı olma şartı var...

Ülkenin muhtelif bölgelerinde İspanya Krallığı'na ait altı adet saray bulunuyor, ana saray başkent Madrid'de... Fotoğrafta görülen ana saraya 49 km. uzaklıkta olan Palacio Real De Aranjuez, burası kraliyet ailesinin yazlık saraylarından biri. Gül bahçeleri ve havuzlu parklarıyla ünlü, kraliyet ailesinin hemen her ferdi için birer bahçe ya da park yapılmış, her tarafta su sesi ve serinliği size eşlik ediyor. Yalnız; sarayın önünde yer alan geniş meydanı öğle saatlerinde geçmeye çalışmamanız tavsiye olunur, zira saraya ulaşana kadar deri renginiz değişebilir! Kemerli taş holler bu işi kolaylaştırmak için inşa edilmiş, güneş tören meydanında yumurta pişirirken ziyaretçiler bu hollerden geçmek sureti ile saraya ulaşabiliyor. Yoksa vaziyet vahim!..

''Eğri'' her zaman çirkin midir ve nedir aslında ''doğru''?.. Bunlar tartışmalı kavramlar bana göre, o yüzden Pinto'nun ''plaza mayor''undaki bu yapının önünde durup düşündüm. Evet, eğriydi ama çirkin değildi. İkinci katın zemini cetvelle çizilmiş gibi dümdüz ve dosdoğru olsaydı bilmiyorum bu kadar dikkatimi çeker miydi? Yeniliği ve iddiası sırıtan, camdan-çelikten yapılma ultramodern yapılar beni irkiltirken, böyle eski, içinde bir miktar eğrilik-büğrülük olan, dolayısıyla daha sahici yapılara doğru mıknatıs etkisiyle çekilmişimdir daima... Ruhumun eteği eski zamanlarda takılıp kalmış olabilir belki, bilemem ama eskiyle yeninin hoşluk ve uyum içinde el sıkıştığı ne varsa hepsini sevdiğim kesin. Bu sebepten; bu fotoğrafı çektim ve ''eğrisi-doğrusu'' üzerinde yeniden düşünülmesini istedim efendim. Düşünenlere teşekkür ederim...

4 Haziran 2010 Cuma

Çocuk...

Sen ışığa doğru uçalı bir aydan fazla olmuş bile çocuk... Canlı yayınım sırasında öğrenmiştim ya gittiğini, şaka gibi gelmişti o zaman, meğer doğruymuş. Baban seni uğurladıktan sonra bilgisayarından çıkan fotoğrafları derleyip yollamış bana sağolsun, bu fotoğraflar benim arşivimde bile yoktu, unutulmuş, kaybolmuştu. İlâhî, kimbilir vaktiyle nerelerden arayıp bulmuşsun:)

Benim çoktan unuttuğum bir dolu fotoğraf arasında dolaşıyorum şimdi, televizyon programlarımdan, radyo röportajlarımdan, gazete haberlerinden özenle toparlamış olduğun onlarca fotoğraf dizili bilgisayarımın ekranında... Beni o zamanlara götürdün ama ne tuhaf, şimdi sen artık bu boyutta yoksun... Alican, sahi be çocuğum, orası buradan daha iyi ve huzurlu olsa gerek, gece yayınında okuduğum haberlere bakarak bunu söylüyorum, buralar karışık, belki de her zamankinden karışık! Ama biliyorsun, bırakıp gittiğin bu boyut buna zaten alışık...

Çocuk; ben ölümü bir bitiş, bir son olarak düşünemedim hiç, olsa olsa bir kapıdır dedim ve hep parlak bir ışıkla hayâl ettim. Deneyimleyene kadar da öyle hayâl edeceğim ama sen bir adım öndesin artık, çünkü biliyorsun ne olduğunu. Oradan bana mail atıp fotoğraf yollayamazsın, biliyorum ama ben senin için bunları yazabilirim ve diyebilirim: ''Tekâmülünün neresinde olursan ol, bana bıraktığın hatıraları ve seni seviyorum, hayatında bana açtığın bu özel yer için çok teşekkür ediyorum, fotoğrafları gözüm gibi saklayacağımdan emin ol ve daima ışıkla yürü, nasılsa hepimizi buluşturacak sonunda şimdi senin yürüdüğün o sonsuz yol...''

(Genç yaşta ve yakın zamanda kaybettiğimiz  Adana-Ceyhan'lı dinleyicim/izleyicim, kardeşim Alican Ekiz'in  sevgili hatırasına selâm, saygı ve daima duayla... Alican'ın vefatından sonra bilgisayarından çıkan fotoğraflarımı benimle paylaşan babası değerli Mustafa Ekiz beyefendiye ve ailesine de sabır dilekleri ve şükranla...)