30 Nisan 2014 Çarşamba

La invitare (Davet)- 2. Bölüm...


Mezopotamya'nın kutsal topraklarında, kadim bilgilerle donanmış eski kâhinlerin soyundan gelen ve Maya rahipleri tarafından çok özel bilgilerle eğitilmiş  yüksek tekâmüllü şaman bir rehberin, merhum Duran Türkoğlu'nun en kıymetli öğrencisi olan ruh kardeşim Sevgi Alis Yıldırım, gözlerini hiç açmadan ve gayet sakin bir sesle ben bahsedinceye dek hakkında en ufak bir malûmatı olmayan bu Sicilyalı küçük kızla ilgili konuşmaya başladı: ''Annesinin üç adı var. Bir başka kız var, ya kız kardeş ya da ikizlik gibi bir benzerlik sözkonusu. İçinde (Anna) geçen bir isim var, aileden biri bu. Cam tabutun kapağı sabitlenirken yumurta akı gibi bir madde kullanılmış. Rahatsızlık sözkonusu, huzursuzluk anlamında rahatsızlık var. Huzur istiyor artık, rahat bırakılmak istiyor. Git ve onu gör, ortak karmanız var, bundan çağırıyor seni, git de tamamlansın bu, git oraya, sen de rahat et, o da rahat etsin...''

Sonra gözlerini açtı. ''Daha fazla bilgiye ihtiyaç var mı?'' diye sordu bana, yoo, hayır, gerekmiyordu. Yemeğimizi yemeye ve sohbet etmeye devam ettik. Sevgili Sevgi'nin kurduğu bağlantıda aktardığı bilgilerin devamını ben yemekten sonra eve dönüp, araştırma için internetin başına oturduğumda getirecek ve ne yalan söyleyeyim, elde ettiğim her belgeli bilgide biraz daha hayrete düşecektim?! Zira; Rosalia Lombardo'nun annesinin kocasının soyadı hariç, gerçekten üç adı vardı: ''Maria di Cara''. Küçük kızın 1920 yılındaki vefatından beş sene sonra, ailenin bir kız çocuğu daha dünyaya gelmişti ve bilin bakalım halen hayatta olan bu ikinci kız çocuğun adı neydi? Evet, ''Rosalia Lombardo'' diyenler yanılmadı, aile 2. kız çocuklarına da aynı ismi vermişti. Sevgi'nin bahsettiği ''ikizlik gibi bir benzerlik sözkonusu'' durumu buydu. Gelelim içinde ''Anna'' geçen isme, Rosalia öldükten beş sene sonra dünyaya gelen ve şu an 89 yaşında olan 2. Rosalia Lombardo'nun bir kızı vardı ve adı da Rosanna La Ferla idi. Kendisi artık son derece yaşlı olan annesinin ve Lombardo ailesinin sözcülüğünü yapmaktaydı. Basın açıklamalarını Rosanna hazırlıyor ve röportajlarda da genellikle o konuşuyordu. 2 yaşında ölen teyzesi üzerinde yapılan bilimsel çalışmalar ile alâkalı ailevi rahatsızlığı o dile getiriyordu. Çünkü Lombardo ailesinden geriye kalanlar ve bilhassa da 89 yaşındaki kızkardeş, gûya Rosalia'nın bozulmasını önlemek adına yapılan uygulamaların tam tersi etki yarattığını, aslında kumral olan küçük kızın saç renginin oksijenle açılmış gibi tuhaf bir şekilde sarardığını, eskiden öldüğü günkü gibi gergin ve canlı görünen cilt yapısının bu uygulamalardan sonra tamamen bozulduğunu, tabutun içindeki mavi kumaş ve metal dua tabakasının karardığını ve en önemlisi, 94 yıl önce Dr. Alfredo Salafia tarafından mumyalandığında gözleri tamamen kapalı olan Rosalia'nın uygulanan işlemlerden sonra gözlerinin açıldığını söyleyerek bilimsel çalışmalara savaş açmış durumdaydı! Aileye göre mevcut mumyanın artık eskisiyle hiç alâkası yoktu, bütün bu bilimsel zımbırtılar Rosalia'yı mahvetmişti...




Bu fotoğraflar Rosalia'nın eskiden tamamen kapalı olan gözlerinin artık alenen açılmış olduğunun en bariz ispatı tabii. Bu durumu ortamdaki ısı ve nem değişikliklerine bağlayanlar olduğu kadar,  paranormal bir vaka olarak değerlendirenler de oldu elbette. Onlara göre Rosalia bazı kutsal dini günlerde gözlerini açıp sonra tekrar kapatmaktaydı. Aslında Rosalia'nın tabutunun cam kapağının açılmasına ailesi ve din adamları tarafından asla izin verilmemiş ve şimdiye kadar yapılan bütün çalışmaların tabutun üzerinden olması şartı koşulmuştu. Küçük kızın mumyası, bulunduğu yere mobil tıbbi inceleme cihazları taşınarak yerinden kaldırılmadan hem röntgen, hem de daha ileri bir teknik olan CT görüntüleme yöntemi ile defalarca incelenmiş, beyni de dahil bütün iç organlarının gayet düzgün ve hasarsız şekilde halen durduğu, en ufak bir bozulma olmadığı belirlenmişti. Evet, Dr. Salafia bu küçük kız üzerinde, neredeyse yüz yıla yakın zaman önce babasına vaat ettiği gibi hakikaten harikalar yaratmıştı... Ama, işte sonsuza dek süreceği umulan bu hikâyede halen bazı ''ama''lar vardı?







O ''ama''lar 2. Rosalia Lombardo ve National Geographic TV adına çalışan bazı bilim adamları arasında ciddi bir savaşa dönüşmüş durumdaydı. Hâttâ; yaşlı kızkardeş 2012'de ablası ile alâkalı bir mektup yazarak konudan rahatsızlığını dünya basınına duyurmuş ve Lombardo ailesinden izin alınmadan kullanılan bilgi, belge ve fotoğraflardan, asılsız söylentilerden cidden bıktıklarını, bilimsel çalışmaların ablasının eski güzel görüntüsünü alıp götürdüğünü, bu konuda kesin şart olmasına rağmen kendilerinden izinsiz şekilde tabutun açılmış olduğunu düşündüklerini, muhtemelen bunun ciddi bir bozulmaya sebep olduğunu, bu nedenle kesinlikle yeni bir uygulama istemediklerini, buna karşılık kendisine susmasının söylendiğini ve bildiklerini anlatmaması için ciddi tehditler aldığını, artık Lombardo ailesine ve 2 yaşındayken ölmüş ablasına saygı duyulmasını rica ettiklerini net bir dille belirtmişti. Aradan geçen son iki yılda da aile ve National Geographic TV bilimsel ekibi arasındaki sular durulmayacak ve karşılıklı avukatlar, hukuk danışmanları devreye girecekti...







Antropolog Dario Piombino Mascali ve Biomoleküler antropolog Prof. Albert Zinc, National Geographic'in Rosalia ile alâkalı çektiği belgeselde ön plânda olan bilim adamlarıydı (YouTube'da tamamını izlemiştim bu belgeselin, şu sıra gûya ulaşım engeli olan bu kanala tıpkı Twitter'da olduğu gibi hemen herkesin ulaşabildiğini bildiğimden, izlenmesini tavsiye ederim, birkaç bölüm olarak halen var, bütün bu anlatılanlara katkısı büyük olacaktır, eminim). Küçük kızın hangi formül kullanılarak mumyalandığını uzun araştırmalardan sonra ortaya çıkaran da genç antropolog ve araştırmacı Mascali idi zaten. Bu ikili, aileyi ve Rosalia'nın 94 yıldan beri evi olan Catacombe dei Cappucchini manastırının yöneticisi yaşlı din adamlarını bozulmayı durdurmak üzere yapılacak bilimsel çalışmalar konusunda zor da olsa ikna etmişti. Kesin olan iki şart vardı, tabutun kapağı asla açılmayacak ve tabut bulunduğu binanın dışına kesinlikle çıkarılmayacaktı. Yani her ne yapılacaksa yerinde yapılacak, bunun için gerekli kolaylıklar ekibe manastır yetkilileri tarafından gösterilecek olsa da, işin asıl zor kısmını gene onlar halledecekti. Tabutun üzerinden çalışmak zorunda olduklarından metal bir hidrojen tankı tasarladılar, bu tank ince hesap ve ölçülerle sırf Rosalia için üretildi, halatlarla omuzda taşınarak tarihi binanın dar merdivenlerinden güçlükle aşağı indirildi, koridorlardan geçirildi ve Rosalia'nın bulunduğu bölüme getirildi. Tabut din adamlarının gözetiminde büyük bir dikkatle yerinden kaldırıldı, sarsmadan, sallanmadan metal bir beşiğe benzeyen hidrojen tankının içine yerleştirildi. Bu çalışma, doksan küsur yıl içinde tabutta oluşan bakterilerin, bozulmaya sebep olan mikro-organizmaların, mantar ve küf benzeri oluşumların yok edilmesini amaçlıyordu. Küçük kızı uzun yıllar önce büyük bir başarıyla mumyalayan Dr. Alfredo Salafia'nın formül sırrı ortaya çıkmış olsa da, bu kimyasal karışım bunca sene sonra ceset üzerinde kullanılamayacaktı çünkü aile ve din adamları tabutun kapağının katiyen açılmaması kaydı ile bilimsel çalışmalara izin vermişti...

''İşte her ne olduysa bu hidrojen banyosundan sonra oldu'' diyordu Lombardo ailesi, bilimsel ekip ise bunu asla kabûl etmiyor, yaptıkları çalışmanın tam tersine Rosalia'nın bozulmasını durdurduğunu savunuyordu. Söylentiler, tartışmalar, iddialar, basın üzerinden atışmalar giderek büyüyecek ve ablasıyla aynı adı taşıyan yaşlı kız kardeş, National Geographic ekibi ile bilim adamlarının ablasının sırtından para kazanma hevesine onu kurban ettiklerini ifade ederek ''Yeter, ablam Rosalia Lombardo'yu artık sonsuz uykusunda rahat bırakın!..'' diye haykıracaktı. 

Peki, bu saatten sonra ne olur? Rosalia'nın artık eski görüntüsünden çok uzak olduğu açıkça görülüyor. ''Uyuyan Güzel'' 94 yıldan sonra zamana direnmekten vazgeçmiş olabilir mi? Aileden geriye kalanlar bana göre yapılması en uygun olan şeyi, Rosalia'yı iyice bozulmadan bunca yıl sonra toprakla buluşturmayı göze alabilir mi? Sicilya'nın Palermo şehrine ve elbette meşhur Catacombe dei Cappucchini'ye şimdiye kadar milyonlarca insanı çekmiş olan bu çok ünlü figürden aile vazgeçse dahi, manastır yetkilileri vazgeçebilir mi? İşin bir de para boyutu var tabii, Rosalia turistik ve romantik bir figür olarak şimdiye kadar çok para kazandırdı bulunduğu yere ve kazandırmaya da devam ediyor. Küçük kızın mumyası iyice bozulup çürürse bu ilgi gene sürer mi?  Bu soruların cevabı şimdilik yok. Ancak; sevgili Sevgi'nin ifade ettiğine göre, Rosalia Lombardo'nun ruhsal varlığı artık bu kadar ilgi, kavga, tartışma, adı üzerinden huzursuzluk, itişme-kakışma, yorum, araştırma, deney vs. istemiyor. Bütün bunlardan hoşnut değil  ve kesinlikle rahat bırakılma arzusunda, herkes tarafından... 

Bana gelince; ancak çok yakınımdakilerle paylaşabileceğim bazı tezahürlerden yola çıkarak ortak bir karmayı tamamlamak üzere seneler evvel niyet etmiş olduğum Sicilya-Palermo seyahatini daha fazla gecikmeden gerçekleştirme kararı aldım. Yakın zamanda Rosalia Lombardo'yu ziyarete gideceğim inşallah. 10 yıldan fazla zamandır süren bu ruhsal davete artık icabet etmem gerektiği kanâatindeyim. İlk bölümde de demiştim ya; herşeyi somut kavramlarla açıklayabilmek her zaman mümkün olmayabilir, insan bazen bir hissin de peşine düşebilir. İnanan inanır, inanmayan inanmaz, beğenmeyen dinlemez, bunlardan bana ne ki?  Bu hikâye içinde aktardığı bütün bilgiler çok kısa süre içinde takır takır doğrulanan sevgili Sevgi Alis Yıldırım, bu ilk değildi tabii, ben alışkınım zaten de, hakikaten büyüksün yani! Tüm kalbimle teşekkür ediyorum sana ve ruhsal rehberlere, kadim bilgilere... Bir de sevgili kardeşim Halûk'a teşekkür etmek isterim, zira bana geçenlerde bu konuyla alâkalı göndermiş olduğu bir e-postada ''Bunun için TL 3.000.- kadar para döküp hafifleyince karman yerine gelmiş olur...'' diyerek yaptığı espri ile beni sabah sabah gülmekten yerlere yatırmıştır, sağOLsun :) Gökten üç elma falan düşmedi henüz ama, ben gideyim şu Palermo'ya da ruhlar ersin muradına, alay edip dalgasını geçenler çıksın kerevetine, orada devam etsinler deriiin uykularına diyerek bitirelim hikâyemizi efendim. Selâmlarla, şükranlarla... 

Ek ve de dip: Bilhassa çocuk kıyımlarının, ölümlerinin belki de hiç olmadığı kadar arttığı şu son zamanları sevebilmek zor, evet. Ama hiçbir şey sebepsiz ve boşuna değil. Ruhsal seçimler var, tekâmül ve kader plânları var. Ağır, çok ağır karmalar var, ödenecek borçlar var. Bütün bunların ''insan olmak''la bağlantısını sorgulamak çok tuhaf geliyor bana, ''insan olamaz!'', ''insan değil!'' falan gibi söylemlerden bahsediyorum. Hep söylemişimdir ve gene tekrarlıyorum, bunları yapabilenler asıl İNSANdan başkası olamaz, kavramları karıştırmayalım yani. Başka hangi canlı türü kötülüğü bu şekilde kullanabilir ki? Küçük Rosalia'nın yazı dosyası tam da bu çocuk kıyımları zamanına denk geldi, tasarlanmış değildi. Yüce yaradan hepsine rahmet bahşetsin, melekler ellerinden tutmaktadır zaten, bundan hiç kuşkum yok...


24 Nisan 2014 Perşembe

La invitare (Davet)-1.Bölüm...


 13 Aralık 1918'de, İtalya'nın Sicilya bölgesinde, Palermo'da dünyaya gelmişti bu küçük kız. Bayan Maria di Cara ile general Mario Lombardo'nun kızlarıydı. Ne ki; küçük Rosalia dünyada öyle fazlaca kalmak üzere gelmiş değildi, bazı kaynaklara göre zatüree, bazılarına göre o dönemde salgın olan İspanyol gribi sebebiyle, şiddetli öksürük krizlerine ve yüksek ateşe dayanamayarak geldiği gibi gene soğuk bir kış ayında, 6 Aralık 1920'de, 2 yaşındayken kısa hayatını tamamladı ve gitti. Buraya kadar her şey son derece normal, bu herkesin yaşayabileceği bir durum elbette. O yıllarda şimdi olduğu gibi antibiyotikler, türlü türlü ilaçlar, tedavi yöntemleri yok, basit hastalıklar sebebiyle dünya kadar insan ölüyor zaten. Lâkin; kızını kaybetmenin acısını çok derinden yaşayan General Lombardo'nun aldığı bir karar, Rosalia'yı dünyanın en tanınmış ve en fazla ziyaret edilen çocuğu yapacak, 94 yıldır Palermo'da, Catacombe dei Cappuccini'de bulunan cam tabutunun önünden, dünyanın her tarafından kalkıp sırf onu görmek için gelen milyonlarca insan geçecek ve Rosalia Lombardo bütün dünyada ''Sleeping Beauty-Uyuyan Güzel'' olarak bilinecekti...



Küçük kızının yüzyıllar sonra bile öldüğü günkü gibi görünmesini isteyen kederli baba, o dönemde başarılı tahnit-mumyalama çalışmaları ile dikkat çeken Dr. Alfredo Salafia'nın kapısını çaldı. Salafia zaten deneylerinde adamakıllı derinleşmiş ve bu konuda ciddi çalışmaları olan, bazı din adamlarını ve siyasetçileri tahnit başarısı Amerika'da dahi konuşulan biriydi. Doktor bu fırsatı kaçırmayacak ve çalışmaları içinde en göz kamaştırıcı neticeyi küçük Rosalia Lombardo'nun cesedinde elde edecekti. Bu ona hem bol para getirecek, hem de kariyerine büyük parıltı ekleyecek bir çalışmaydı. Rosalia'nın babasına o güne kadar yaptığı işleri geride bırakacak mükemmellikte bir sonuç vaat etti. General Lombardo varlıklı bir adamdı, paradan kaçınmıyor ve o yılların şartlarına göre hayli pahalı sayılacak bu işlemin kızı üzerinde yapılması konusunda ısrar ediyordu. İstediği oldu, Rosalia mumyalandı ve annesi tarafından cam tabutuna yerleştirilmek üzere son kez giydirildi. Küçük kız tabutuna yerleştirildikten sonra cam kapak bir daha açılmamak üzere sabitlendi. Aile için son derece kutsal sayılan ünlü katakombun içinde, çocuklara ayrılmış bölümdeki yerini aldı. O sırada 51 yaşında olan Dr. SalafiaRosalia'nın damarlarına zerkettiği kimyasal karışım formüllerini asla kimseye söylemedi, bilim dünyasıyla paylaşmadı ve sırrını 31 Ocak 1933'teki ölümüyle mezara götürdü. Salafia'nın ''başyapıt''ı olan Rosalia Lombardo ise dünyanın en mükemmel görünümlü mumyası olarak kayıtlara geçti. Rosalia'nın ölümünden sonra 60 yıl daha yaşayacak olan General Lombardo'nun arzusu böylece yerine gelmişti, küçük kızı artık hep 2 yaşında kalacak ve başındaki saten kurdelesiyle, saçındaki bukleler bile bozulmadan, öylece, yatağında huzurla uyur gibi görünecekti...



Ve fakat; birkaç yıl önce Rosalia'nın görüntüsü değişmeye, yanak ve dudaklarında kararmalar, çökmeler olmaya başladı. Cam tabutuna yerleştirildiği gün göğsünün üzerine bırakılan metal dua plakası hızla oksitleniyor, üzerindeki ipek örtü  siyahlaşıyordu. Ten ve saç rengindeki değişimler de dikkatten kaçacak gibi değildi. Acaba Salafia'nın 90 yıla meydan okumuş gizli formülünün artık sonu mu gelmişti? Bu konuyu kafaya takmış genç bir İtalyan antropolog, Dario Piombino-Mascali işte tam da bu noktada devreye girecek ve doktorun kendisiyle beraber mezara götürdüğü kimyasal formüllerin sırrını çözmek üzere araştırmalara başlayacaktı. İnterneti didik didik etti, kütüphaneleri taradı, Salafia'nın ailesinden hayatta olanların kayıtlarına ulaştı ve nihayet beklediği haber geldi. Rosalia'yı mumyalayan Alfredo Salafia'ya ait bir not defteri bulunmuştu ve çoktan ölmüş tahnit uzmanı, küçük kızı tahnit ederken kullandığı karışımları oraya kendi el yazısı ile not etmişti...



Bu konuyu anlatmak benim için tek bir yazıda mümkün değil. Zira ben Rosalia ile uzun zamandır ilgileniyorum,  10 sene kadar önce, eski blogumda gene bahsetmiştim ondan. Palermo'ya, onu ziyarete gitmek hep istediğim bir şey oldu, bozulmaya başladığını duyduğumda da ayaklanmıştım ama kısmet olmadı işte. Bu küçük kızla benim bir bağım olduğunu hissediyordum, elbette bunu açıklayabilmem mümkün değil, bir histen bahsediyorum çünkü... Onunla ilgili uzun araştırmalar yapmamın, makaleler okumamın, farklı zamanlarda çekilmiş fotoğraflarını karşılaştırmamın, bu konuda çekilmiş belgeseller izlememin belirgin bir sebebi yoktu, bir hissin peşine düşmüştüm sadece. Bu his yıllar içinde daha da artacak ve Rosalia beni giderek yükselen bir frekansla çağırmaya, tesadüf-müş gibi görünen şekillerde habire karşıma çıkmaya devam edecekti. Nihayet bundan iki gün evvel, yoga eğitmenliği eğitimimi tamamlayışımı kutlamak üzere beni yemeğe davet eden ruh kardeşim sevgili Sevgi Alis Yıldırım'a yemek sırasında bu konuyu açtım, fotoğrafları gösterip hikayeyi anlattım, dinledi, baktı, gözlerini kapattı, derin bağlantılar sırasında her zaman olan o bildik sessizliğine gömüldü ve... 

Devam edeceğiz elbette ama şimdi değil:) Filme biraz ara verelim ki, heyecanı artsın, değil mi efendim? İkinci kısım tekmili birden pek yakında, gene bu sinemada...

20 Nisan 2014 Pazar

Sülalenin yediği hurmalar, ailenin kaderini nasıl hırpalar?!..


* Öfke çoğu zaman sevgiden daha bağlayıcı bir duygu. Muhatabı olanlarla gerçek anlamda bir yüzleşme, sahici bir ''etek taşı dökme'' durumu yaşanmadan ilişkiler şifalanamıyor ve ölü ya da diri, öfke duyulan insanlar ruhen serbest bırakılamıyor. Bu yüzden; çoktan ölmüş ana-babasıyla, aile fertleriyle ya da eşleriyle halen yakıcı bir öfke ilişkisi içinde olan çok insan var, serbest bırakılamamış, tıkanmış bir enerji biçimi bu ve elbette çok rahatsızlık verici...

* Bir kadının hayatı boyunca erkeklerle olan ilişkisini umulduğu üzere ''baba'' figürü değil, ''anne'' figürü şekillendiriyor. Tamamen anne kanalı ile ilgili bir durum bu. Anne evliliğinde mutsuz, umduğunu bulamamış, aldatılmış, küçümsenmiş, dikkate alınmamış, şiddet görmüş, yalan söylenmiş, ezilmiş, terkedilmiş vs. bir kadın ise, genellikle alt benliğinde erkeklerden nefret ediyor ve asla güven duymuyor. ''Erkekler kötüdür, onlara güvenilmez, aldatırlar, terkederler, değersiz hissettirirler vb.'' gibi kalıplar var alt benlikte. Bu gibi annelerin kızları da kendilerine benzer şekillerde davranacak,  aldatacak, yalan söyleyecek, değersiz hissettirecek ve güvenilmeyecek erkeklere doğru çekiliyorlar. Çünkü kız çocuğu annesine farklı bir genetik ve duygusal kodla bağlı, farkında olmadan onu kopyalamaya, onu taklit ederek mutsuzluklarını paylaşmaya ve böylelikle annesinden onay almaya çalışıyor. Şimdi sıkı durun; ülkemizde de umulanın çok üzerinde bir sıklıkla yaşanan ''aile içi cinsel taciz'' olaylarının arka planında gene erkeklerden çeşitli sebeplerle nefret eden, hatta tiksinen kadın modelleri bulunuyor! Kocalarıyla yakın olmaktan hazzetmeyen, cinsel ilişkiden tiksinen, bunu görev gibi yapan yahut hiç yapmayan, şartlarından razı ve de memnun olmadığı bir evliliği bitirmek yerine senelerce ayrı odalarda, ayrı yataklarda yatan, çok öfkeli olduğu erkek figürünü cinselliğinden mahrum bırakmayı bir nevi intikam ve ceza aracı olarak kullanan, içten içe kin ve nefret dolu eş, abla, teyze, hala, yenge, kız kardeş, anneanne, babaanne gibi kadın modellerinin korkunç bir yaratımı diyebiliriz bu konuya, apayrı bir yazıya konu olacak kadar detaylı aslında, ben sadece bu kadar bahsediyorum...

* Alkol, uyuşturucu, tütün, kumar, yalanı bir çözüm aracı olarak kullanma yani yalan bağımlılığı, aşırı yemek, kontrolsüz seks, internet, ilaç gibi bağımlılıkların temelinde ise ''baba kanalı'' var. Her nevi bağımlılığı, çocuğun vaktiyle babasıyla olan ilişkileri belirliyor. Kimi takıntılar ve obsesif durumlar da bu dairede, evet. Maalesef...

* Endişe ve suçluluk duyguları, sevginin olmadığı alanlarda hakim duygular. Sözgelimi; mütemadiyen endişeli, vesveseli, huzursuz ve huzur vermeyen bir anne modeli çocuğuyla çok ilgili gibi görünse de aslında çocuğunun temel sevgi gereksinimini göremiyor. Kendi kaygı ve endişeleri içinde kaybolmuş olduğundan, çocuğunu aşırı korumacı olmayı onu çok sevmek olarak algılıyor. Halbuki durum böyle değil, fazla korumacı annelerin çocukları ileride genellikle derin duygusal boşluklar yaşayan, yanlış partnerler seçerek ilişki sorunlarında boğulan, hayattan hiçbir şekilde tatmin alamayan, çok çabuk sıkılan, her şeyi çok çabuk tüketen, mutsuz ve huzursuz yetişkinler oluyor...

Bolluk-bereket-kazanç kanalı da gene annenin kodlarıyla ilgili, anne temel inanç olarak kendisini bolluğa, zenginliğe layık görmüyor, hayatında daha fazlasının zaten olamayacağını düşünüyorsa yetiştirdiği çocukların da bolluk-bereket kanalları tıkalı oluyor, para kazansalar dahi tutamayan, yönetemeyen, bereketini göremeyen insanlar oluyorlar... Ayrıca; anne ve babanın ekonomik-psikolojik ve duygusal olarak ulaşabildiği tavanı geçmek çocuğa bir nevi ihanet gibi geldiğinden, daha ötesini zaten haketmediğini düşünüyor, yetişkin olduğunda kendisi için daha fazlasını isteyemiyor, kurgulayamıyor ve dolayısı ile hayatında ebeveynlerinin ulaşabildiğinden daha fazla para, başarı ve mutluluk da olamıyor. O seviye her ne ise ancak oralarda dolaşabiliyor, üzerine çıkmak adına bir gayret göstermiyor. Bu yokluk-zorluk çekmiş, kötü evlilik yaşamış ana-babasına ihanet-haksızlık gibi geliyor, onların her anlamda oluşturabildiği standartlarda bir hayatın üzerine çıkabilecek potansiyeli olsa dahi bunu kullanmamayı seçiyor. Evliliği, ekonomik seviyesi, seçtiği işler, oturduğu ev, psikolojik ve duygusal durumu ebeveynlerininkine çok benzer bir hayat kurguluyor farkında olmadan...

* Sülalede, bir ya da birkaç nesil evvelinde işlenmiş bir cinayet ya da çok ciddi bir suç mevcut ise, yeni nesillerde genç ve orta yaşta intihar vakalarına çok sık rastlanıyor. Ailenin geçmişinden gelen karmik borç, duruma göre birkaç nesile kadar aktarılabiliyor. Karma konusu hakikaten çok ciddi bir konu, ''benden önceki sülalemin kime ne yaptığından bana ne be kardeşim, ben mi yaptım, Allah Allah!'' fikrinin feci şekilde çürüdüğü çok bariz örnekler var. Bir türlü içinden çıkılamayan borç batakları, şiddetli geçimsizlik yaşanan evlilikler, ailenin çocuklarına da sirayet eden zihinsel ve bedensel hastalıklar, aile içinde hiç bitmeyen ve tekrarlanan problemler, cinnetler, akraba kavgaları, bereketsizlik, işverenle çatışmalar, işlerdeki başarısızlıklar, sık sık işten atılma, iş değiştirme, işlere-eşlere-hayatlara tutunamama, sorumluluk alamama, sahip olduğu hiçbir şeyden memnun ve tatmin olamama, ağır psikolojik travmalar, sinir krizleri durumları bu nevi geçmiş karmik hesaplara bağlı olabiliyor...
.............................................................................................................................

Buraya kadar yazılanlar bugün sevgili Zeynep Aksoy ile yaptığımız derste aldığım notlardı. Pekiii, şimdi sadede gelelim. Geçmiş zaten çoktan geçmiş, onu değiştirebilmek elbette mümkün değil. Ancak; ailenin geçmişinde yaşanan bazı olaylara bağlı olarak oluşan travma düğümlerinin bazen yüzyıllar sonra bile çözülüp, o noktada sıkışan ve nesilden nesile aktarılan blokajın kaldırılması ''Family Constellation-Aile Dizimi'' çalışmaları ile mümkün. Biz dünkü ve bugünkü yoga derslerimizde bu çalışmanın iki örneğini izledik, hakikaten çok etkileyici idi. Bazı profesyonel ve uluslararası özellikli yoga eğitmenleri ''Aile Dizimi Terapisi'' konusunda da eğitim alarak bütünsel bir şifalandırmaya yönelik çalışmalar yapmayı seçiyor. Benim hocalarım Zeynep Aksoy-David Cornwell ve kardeşlerim Gülsün-Haluk'un hocası Faruk Kurtuluş bu eğitimi almış ve uygulama yapan hocalar mesela... 

Konu öyle basitçe anlatılabilecek kadar yüzeysel asla değil, bir aile dizimi çalışmasını izlediğinizde ya da katıldığınızda aile karmalarının taaa nerelere gittiğini ve insanların hayatlarını nasıl etkilediğini çok daha net, çok daha sarsıcı şekilde görebiliyorsunuz. Bizim hocalarımızı da bu konuda yetiştirmiş olan asıl eğitmenden ve sisteminden bahsedilen şu röportajın belki konuyu anlamaya daha çok faydası olacaktır. İlk fırsatta bu eğitimi de alıp, çalışmalarımda uygulamayı  düşündüğümü ise söylememe gerek yok zannediyorum. Bütünsel çalışmaları her zaman daha faydalı buldum ve daha severek yaptım. Öğrenmenin sonu yok, değil mi efendim? :) Mutlu haftalar OLsun...


Ve bu fotoğraf da bir sonraki yazımın ipucu OLsun... 94 yaşındaki bu küçük kızın hikayesi pek yakında burada...

17 Nisan 2014 Perşembe

Matın üzerinde çırılçıplak...


Kendini yazı ya da sözle ifade etmekte güçlük çeken tek bir yogi veya yoginiye rastlamış değilim şimdiye kadar. Yoga bireye ''kendini ifade etme'' konusunda da alan açan, uygulayıcısını da, öğreticisini de mütemadiyen genişletip geliştiren, aştıran bir kavram çünkü… Sevgili Çiğdem Toskay da ifade konusunda mükemmel yoginilerden biri, yazılarını ailece takip ediyor ve deneyimlerinden içinde bulunduğumuz bu eğitim sürecinde çok faydalanıyoruz. ''Bazen kendimi yalnız hissediyor muyum? EVET.Yalnızlık bir hediye. Kimisine zor ve almak istemediği bir hediye kimisi içinse hazine!..'' diyen ve hem kendisiyle, hem de hayatla dobra dobra, çatır çatır yüzleşen bu sevgili yogininin son yazısını okuyup içselleştirdikten sonra, olabildiği kadar çok insanın okumasını istedim ve bloguma sevgimle dahil ettim. İnsan kendini kalabalıklar içinde dahi çok yalnız hissedebilir ya bazen, yoga yapmak üzere matın başına geçtiğinizde bu yalnızlık hissi iyice derinleşen bir hazza dönüşüyor, ister tek başınıza yapın, ister kalabalık bir sınıfla, farketmiyor. Ve üzerinizde her ne olursa olsun, aslında çırılçıplaksınız, bedeninizin tüm defoları, tüm korkularınız, hamlığınız, ağrılarınız, ruhsal yaralarınız, kendinize ve başkalarına olan kızgınlıklarınız, affedemedikleriniz, zamanında afiyetle yediğiniz ve belki halen hazmedemediğiniz kazıklar, saflıklarınız, her nevi sakatlığınız ve egonuzun zihninizin içinde dönüp duran o bitmez-tükenmez gevezeliği eşliğinde kabuğundan çekilip çıkarılmış bir salyangoz gibi cıscıbıl, savunmasız, kaygan, şeffaf, çırılçıplak

 Biz uygulayıcıların, eğitmenlerin ve eğitmen adaylarının asıl söylemek istediğimiz ise belki şu; bu yazıları okuyup anlamak ve içselleştirmek için illâ yoga yapıyor olmak gerekmiyor. Yoga hayatın her ''an''ında OLmakta zaten, bunu farkedin yeter. Sevgiye ve bilgiye kendini içtenlikle açabilen herkese sevgiler... ❤️

14 Nisan 2014 Pazartesi

Ama artık dayanamıyorum!..


Yarım saat kadar önceydi, arka bahçe kapısından çıkıp sokağın başındaki çöp bidonuna kadar gittim, hem çöpleri atmak, hem de sokak kedilerinin yiyeceğini bırakmak için. Köpeğim Fadik serbest şekilde yanımdaydı, bazen gece geç vakitlerde tasmasız olarak parka çıkmasına izin veriyorum. Çünkü o orta Anadolu bölgesinden gen almış bir ''Anadolu çoban köpeği-Kangal'' kırması ve yaşadığı bölgeyi sahiplenme, koruma konusunda pek çok ''popüler marka'' köpekte olmayan genetik içgüdülere sahip. Her neyse, ben sokağın alt tarafından evimin baktığı parka doğru giderken, sokağın üst tarafından siyah blûzlu, tombulca, sarışın, ayağında kot pantalon olan genç bir kadın bizden önce parka doğru döndü, Fadik ve ben onun birkaç adım arkasında kaldık. Yürüyüşünde bir tuhaflık sezdim, hafif yalpalayarak yürüyordu, alkollü olabileceğini düşünerek fazla üzerinde durmadım. Ama Fadik benden evvel hızlı şekilde koşarak genç kadının etrafında dönmeye başladı, o vakit farkına vardım, üzüntü ve gözyaşına hiç dayanamayan köpeğimin ısrarlı teselli hallerinden anlaşıldığına göre, bu genç kadın hem yürüyor, hem de omuzları sarsıla sarsıla, arada iç geçirerek ağlıyordu…

Ben eve girdim. Fadik genç kadınla beraber parkın diğer tarafına doğru uzaklaştı. Ben evde ve bahçede birkaç işimi daha hallettim. Park bu gece sessizdi, kuduruk ergen vandallar, sarhoş ya da esrarkeş serseriler falan ortalarda yoktu. Bahçede etrafı dinlediğimde basketbol sahası tarafından gelen hıçkırık seslerini işittim. Fadik de ortalarda yoktu, herhalde ağlaması daha da şiddetlenmiş olan genç kadının yanında onu teskin etmeye çalışıyor olmalıydı. Bahçe kapısından çıktım, seslerin geldiği tarafa doğru yürüdüm. Genç kadın parkı aydınlatan lâmba direklerinden birinin altındaki banka oturmuştu, ayaklarını bağdaş kurar gibi toplamıştı, cep telefonunun kulaklıkları da kulağındaydı, sanırım bir yandan müzik dinliyordu. Yüzü sırılsıklamdı, mütemadiyen ağlıyor ve inleme benzeri sesler çıkarıyordu. Köpeğim de tahmin ettiğim gibi, bankın yanında yere oturmuş, genç kadının kederini aynen paylaşarak onu koruma çemberine almıştı. Arkası bana dönük şekilde oturan genç kadını korkutmamak için beni görebileceği şekilde öne geçerek yaklaştım, yoğun şekilde hissedilen acı alanına girdim ve eğilerek yardıma ihtiyacı olup olmadığını sordum. Kulağındaki kulaklıkları çıkardı ve ağlamasına ara vermeden ''efendim?'' dedi, söylediğimi tekrarladım. Bu sırada bankın önünde diz çöktüm, yüzüne baktım, en fazla 19-20 yaşlarında olsa gerekti, güzel bir yüzü vardı. Gene ağlayarak teşekkür etti ve yardım istemediğini belirtti. Böyle durumlarda kimseye zorla yardım etmeye çalışmayız, yardımın kişi buna açıksa ve istiyorsa yapılması gerektiği öğretilmiştir, ortada herhangi bir varlığa ya da kişinin kendisine direkt zarar verecek bir durum mevcut değilse yaşanana hürmet edip kenara çekilmek icap eder. Ben de öyle yaptım, genç kadının omuzuna hafifçe dokunarak ayağa kalktım ve yürümeye başladım. Çok geçmeden arkamdan seslendi: ''Siz doktor musunuz?..'' Bu soru evvelâ tuhaf geldiyse de çabuk uyandım, sabah Alis'in Bahçesi'nde bir şifa çalışması yapmıştım ve üzerimde ayurveda masajında kullandığım mavi ameliyathane üniforması halen durmaktaydı. Her çalışma sonrası muhakkak yıkanması gereken bu üniformalardan gardrobumda birkaç set mevcuttu ve ben bugün mavi olanını giymiştim…

Dönüp tekrar yaklaştım ve ''hayır'' dedim, ''doktor değilim, ancak şifa çalışmaları yapan bir enerji uygulayıcısıyım…'' Ağlamaya devam ederek başını onaylar şekilde salladı. ''Niçin ağladığınızı bilmiyorum ve bu önemli de değil zaten'' diye devam ettim, ''lâkin şu anda acı bedeniniz fazlasıyla aktif ve bu alanda çok uzun süre kalmamanız daha iyi olacaktır sizin için…'' Başını kaldırıp yüzüme baktı, ''ama artık dayanamıyorum!..'' diye hıçkırdı yeniden. ''Dayanamadığınızın ne olduğunu da sormayacağım size'' diye cevap verdim, ''bunun da hiç önemi yok çünkü. Bir ilişki problemi yaşıyor olabilirsiniz, ailevi bir sorun olabilir, belki bir yakınınızı kaybetmişsinizdir, belki işinizde sıkıntı vardır ya da başka bir şey. Bunların hepsi olağan, olabilir şeyler. Bilmenizi istediğim tek şey var, o da bu durumu öyle gerektiği için yaşamakta olduğunuz. Ayrıca bunu yaşayan yegâne kişinin siz olmadığınız. Bir de şu var tabii, dayanamayacağınız hiçbir şey karşınıza çıkarılmaz. Sorun her neyse o, bunu yaşamanız ve aşıp geride bırakmanız için var. Şu an yaşanıyor ve geçiyor, asla bu şekilde kalmayacak, bunu farkedin…'' Bir an duraksadı, ağlama şiddeti azalmıştı. ''Adınız ne sizin?'' diye sordu, söyledim. ''Hande?..'' dedi, düzelttim ve tekrarladım. Ben ona ismini sormadım, bunu bilmem gerekmiyordu. Kendisinden kısa bir şifa çalışması için müsaade istedim, onayladı. Alnı, 3.göz noktası, göz altı, burun altı, çene ve göğüs kemiği üzerinde ufak parmak darbeleriyle çalıştım, sağ elinin parmak kökleri ve avuç içiyle de çalıştıktan sonra genç kadının acı bedeni çözülüp dağılmaya başladı, burundan aldırdığım üç derin nefesi sesli ve güçlü bir şekilde ağızdan verdirdim ve kısa çalışmayı tamamladım. Omuzuna dokunarak ona çok değerli olduğunu, kendisini herkesten önce sevmesi ve önemsemesi gerektiğini hatırlattım, çalışmaya izin verdiği için teşekkür ettim ve iyi geceler dileyerek hiç arkama bakmadan evime döndüm…

Eve gelince ellerimi yıkadım, birkaç yoga asanası ile bahçede bedenimi toprakladım ve adaçayı tütsüsü yakarak koruma çemberi oluşturdum. Bu genç kadının ne adını, ne de hikâyesini muhtemelen hiç bilmeyeceğim, bunların hiç önemi olmadığının farkındayım ve bu zaten yeterli. Benim onun keskin ve şiddetli acı bedeni içine girmemi sağlayan şeyin tam olarak ne olduğunu da o hiç bilmeyecek. Bu genç kadında ben birkaç sene evvelki kendimi gördüm. O acı beden çok tanıdıktı. Gecenin bir vakti, bir kadını evinden çıkartıp sokaklarda ağlaya ağlaya dolaştıran, daralan nefesini açacak, göğsünü genişletecek bir yer aratan sebepler muhteliftir. Bu saatte nereye gider, bu halde ne yapar, ayakları onu nereye götürür diye merak edeni, arkalarından geleni de olmaz genellikle o kadınların, onlar yalnız ve cesur olmak, karanlığın içinde tek başına yürümek zorundadır. Gözlerini ya da burunlarını silecek mendilleri bile yoktur, üzerlerinde ceketleri yoktur, ayaklarında çorapları yoktur, bütün bunları hesaplamadan fırlamışlardır evden çünkü, gene kendimden bilirim. O kadar sahici bilirim. Bir Nisan gecesi, gecenin sabaha devrilmeye niyet ettiği alacakaranlık saatlerde, kendi evimden müthiş bir yabancılık duygusu içinde çok incinmiş şekilde fırlayıp, yani artık kendi evimde kalamayıp, duramayıp ayaklarımda ev terlikleriyle, sırtım hırkasız, cüzdansız, kimliksiz, telefonsuz, gece serinliğinde titreye titreye, öylece, herhangi bir yön belirlemeden savrula savrula yürüyerek mendilsiz ağladığım zamanki o acı bedenimi gördüm ve hemen tanıdım. O tanıdıklıktı beni bankta oturup zırıl zırıl ağlayan bu genç kadının yanına götüren aslında. Ona yardım etme isteğimin derindeki sebebi buydu. Ben ona yardım ederken, farkında olmadan o da bana yardım etti ve geçmişteki o tabloyu, o ''an''ı şifalandırdık bu sayede. Tekâmül ettik birlikte, kendi farklı kader planlarımız içinde. O çekmesi gereken acının ortasından geçerek, ben onda kendi geçmişimi görüp hem onu, hem geçmişteki halimi şifalandırarak birlikte tekâmül ettik...

Sevgili kardeşimin iki gün evvel yoga eğitmenliği yolunda yürüyen bizlere e-posta ile hatırlattığı ''Hint felsefesinin dört altın kuralı''nı paylaşarak bitirmek isterim bu yazıyı. Tekâmül ediyoruz kardeşler, burada, bu küçük mavi gezegende yalnızca bunun için bulunuyoruz. Bu gelip geçici dünya illüzyonuna fazla kapılmadan ve kaptırmadan, asıl yolumuzu ve gayemizi hatırlamamız lâzım. Sık sık hatırlamamız lâzım. Bu sebepten ektiklerinize dikkat edin, vakti geldiğinde biçtiklerinize şaşmamak, kahırlanmamak için, dikkat edin ki; hasat zamanı ağır olmasın sizler için. Herkesin niyetine göre versin kudret-i Mevlâ, ''aslına Hûuu, nesline Hûuu'' diyelim ve de öyledir...

5 Nisan 2014 Cumartesi

Dik… Dimdik...



''Belirsizlikler, kalp çarpıntıları, kaybetme korkuları, kıskançlık, anlatamamak, anlaşılamamak, küçük kırgınlıklar, çok yakın olamamak, hayal kırıklıkları, özlem, var olan veya önünüze çıkan engeller besleyebilir yaratıcılığı şayet hepsinin arasında bir mutluluk, bir heyecan da yaşanabiliyorsa; umutlar büsbütün tükenmemişse. Öfke ve nefretle de bilenir bazen yaratma duygusu, o yaranın açılması acıdan fazla onu açana karşı bir kızgınlık uyandırıyorsa. Mutsuzluğun o dipsiz ve kapkaranlık kuyusuna düşmüşseniz fakat, ümidinizi yitirmişseniz, içinizde kıpırdanan her duygu aynı acıyı canlandırır. Hissetmemek için bütün duygularınızı öldürürsünüz. Artık hiçbir şey doğmaz sizden. Umutsuzluğun olduğu yerde doğum olmaz''
(Yazının tamamı için buradan buyrun…)


''Yalnız başkalarını değil kendimizi de herhalde en iyi bitişlerde tanıyoruz. Hayal kırıklığı, menfaatimizin bozulması, kırgınlık, gönül yarası bizi biz olmaktan çıkarıyor mu; yoksa kayıplarımıza, acılarımıza, kızgınlığımıza rağmen vazgeçmeyi, zarar vermemeyi, itidalimizi muhafaza etmeyi başarabiliyor muyuz... 

Aşk bitince dostluğu da umursamamayı, evlilik sona erince saygısızlığı, arkadaşlıkların ardından düşman olmayı, ortaklıklar çözülünce aleyhte bulunmayı mubah mı görüyoruz yoksa... Hakaretlerle, tehditlerle, mahremiyetleri ve sırları ifşa etmekle, yalanlarla, iftiralarla, sizinle yola devam etmek istemeyeni bırakmamakla, yalvarmakla, onurunuzu hiçe saymakla son buluyorsa ilişkiler ne manası kalır ki en güzel başlangıçların bile... 

Nihayetler de emek istiyor en az başlangıçlar kadar…''
(Devamı için buradan…)


Artık pek sık yazmıyor. Ama yazdı mı da tam yazıyor. İnsanın ''ey benim canımın Cân'ı'' diye  hitap edebileceği kaç kişisi olabilir ki bir ömür içinde? İyi-hoş zamanlarda bir arada olmak marifetten değil, kaç kişi yanıbaşında olabilir ki bir insanın en çıplak, en korunmasız, en acılı, en müşkül, en dar, en bulanık zamanlarında? Adı kalbime nakşolunmuştur, ''en sevgili'' saydıklarım meğer koynumda beslediğim ne muhteşem yılanlar olduklarını tek tek ispat ederken,  benim kalbimin derin ağrısını belki en çok o hissetmiş, o duymuştur. Hayatıma dokunmuştur. Ki; o dokuduğu herşeyi değiştirip dönüştürendir, daha iyiye, daha güzele, daha, daha, daha… İhanet edenler, yalancılar, yüreği kifayetsiz korkaklar birer birer dökülüp savrulurken yolun sert virajlarında, o dimdik durmuştur hep, sessiz, sedasız ama hep orada ve dimdik… Onunla ben birbirimizi en imkânsız gibi görünen hikâyelerin içinden geçerek bulduk, tanıdık ve bu tanıdıklığın aslında çok eski zamanlardan kaldığını anladık, birbirimizi kendimiz gibi bildik, öyle sevdik. Dağılsak da, savrulsak da, sırtımızdan vurulsak da, acıdan kıvransak da dik, hep dimdik...