31 Ocak 2010 Pazar

Yeterli...





Sen oyun istiyorsun, oyun

Çok kedin var galiba

Tevekkeli değil, kediye benziyorsun

Sevimli, bencil, hovarda…

Ve her kedi gibi,

Sıcağı çok seversin.

O nedenle duacıyım ben sana

İnşallah cehenneme gidersin...

Ahmet Altan Ekşioğlu/KEDİ

Sade, içten bir şiir, evet, hâttâ hayli sevimli:) İlle de yıvış yıvış sevgi tütmek zorunda hissetmiyor kendini, bu yüzden bir kedi gibi sevdirdi bana dizelerini, biraz alaycı, cesur, dikbaşlı, mesafeli... Kısa, iyi ve yeterli...

''İlişkinize olumsuzluk ve zarar veren herşey korkudan doğar. Korku kıskançlığı getirir, öfkeyi besler ve acımasız sözler doğurur. En zor zamanlar, en fazla korkuyu barındıranlardır. Size saldırı olarak yansıyan şey, aslında bir korku ifadesidir. Eğer siz de saldırıyla karşılık verirseniz korku çoğalır. (Gerçekte korktuğum ne, niçin bu kadar korkuyorum vb.) gibi soruları kendinize korkmadan sorabilirseniz kilidi açacak anahtar size görünür, yoksa korkularınızın kapısı ardında kendi sonsuzunuza dek kilitli kalırsınız...''
William Martin/Modern Çiftlere Bilgece Öğütler

(Bazen büyük marketlerin indirimli kitap sepetlerini karıştırmalı insan, bir dolu ıvır-zıvır kitap arasında tevazu ile saklanan ve asıl fiyatının neredeyse üçte birine pazarlanan sağlam eserlere de takılabiliyor eliniz. Tavsiye ederim; arada karıştırın o sepetleri, böyle durumlarda kendinizi, yağmurlu bir pencere önündeki basit bir kavanoza ıslanmış güzel kır çiçekleri gibi hissedebilirsiniz...)

- Mümkün olanın ortaya çıkabilmesi için, tekrar tekrar olanaksız olana girişmek gerekir...(Herman Hesse)

- Cesaret yoksunu kişi, daima kendini ve hareketlerini aklayacak bir felsefe bulur...
(Albert Camus)

- Bir çift yumuşak terlik giymek, tüm dünyayı halıyla kaplamaktan daha kolaydır...
(Anthony De Mello)

Yukarıdaki alıntılar da Barcelona'lı yazar Álex Rovira'nın ''İyi Hayat'' isimli kitabından... Bilhassa son cümleden hareketle ''Yalınlıktaki Konfor'' kısmını sevdiğimi eklemeliyim. Ve de şu sözü: ''Korku, üzerini kapladığı herşeyi donduran bir gölgedir; aşkımızı, gerçek duygularımızı, mutluluğumuzu, hayatımızı...'' Şu aralar ''temizlik'' kavramına takılmış vaziyetteyim, ancak bu habire türlü deterjanla yıkadığımız, silip, ovalayıp parlattığımız dışımızdaki hayatla ve ona dair şeylerle alâkalı bir temizlik değil, ''karmik temizlik'' ten bahsediyorum. Müdavimler bilir; yazılarımda sık sık ''Karma Yasası'' ifadesini geçiriyorum. Bana göre asıl temizlik karmalara dair olmalı, içsel varlığımızdaki çer-çöp, geçmişte yaşananların acıtıcı ve rahatsız edici toz yumakları, bağışlanamayan herşeyin, ruh gömleğimizin yakasında ve manşetlerinde inatla sırıtan kirleri, bir türlü yüzleşemediğimiz korkularımızın içimizin aynasına sıçramış, kireç tutmuş lekeleri öylece dururken, dışımızdaki sanal dünyayı köşe-bucak süpürmek, yıkayıp çitilemek, hohlayıp tekrar tekrar silmek  acaba ne kadar gerçekçi? Bana hep bunu düşündürüyor bu kasvetli görünen ama fonunda gene de kuş sesleri olan, yağmurlu Pazar günleri... Düşüncelerime eşlik eden iyi kitaplara, güzel kahvelere, etrafımdaki saf ruhlara ve yağmur altında bile ötmekten vazgeçmeyen o kuşlara teşekkür etmeli. Evet, teşekkürler Tanrım, herşey böyle iyi ve gayet yeterli...

.............................................................................

LÛTFEN DİKKAT...

28 Ocak 2010 Perşembe

İpucu...


Efendim; şimdi şöyle bir ipucu vermek istiyorum: ''Saatler 20.53'ü gösteriyor Türkiye... Programımız devam ederken, şimdi hep birlikte biraz geriye gidecek ve Yeni Türkü zamanlarına döneceğiz. Ve eminim bu şarkıyı özellikle orta yaşlarda olan çoğu kişi hemen hatırlayacak...

Yaredir sinede eski sevgili
Eski sevgili eski günler
Hayata baksana takmıyor kimseyi
Hiçbir şey diriltmez artık geçmişi
Yaredir yine de...

Yaktın gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri...

Yaredir sinede eski sevgili
Ne yapsan kolay unutulmaz
Ağlama geçmişe yaşadık bitti
Anılar bizi yalnız bırakmaz
Yalnızız yine de...
 
Diyordu şiirinde Murathan Mungan. Mikrofonda hiç eskimeyen ''Yeni Türkü'' ve şarkıları ''Maskeli Balo''... E ben ipin ucunu uzattım, onu yakalayıp gerisini getirmek ise artık sizlere kalıyor:)
...............................................................................................


Ekleme: Değerli dostlarım; yazıyı yazarken verdiğim ipucuna dair fikirlerinizi aldım, hepinize teşekkür ederim. Ancak ben ''elimdekine dikkat'' derken mikrofonu kasdetmiştim:) Yani özetle; iki seneyi aşkın zamandır ara vermiş olduğum asıl mesleğim spikerliğe ve kurumum TRT'ye geri dönüyorum. Kısa bir zaman sonra yeniden, TRT mikrofonları üzerinden çok özlediğim sevgili dinleyenlerime sesleneceğim. Çalışma programım içerisinde televizyon da olabilir, bu henüz netleşmiş değil. Neticede öyle de olsa, böyle de olsa, çalışmalarıma eskiden olduğu gibi TRT çatısı altında devam edeceğim. İpin ucu aha da budur, merak eden herkese sevgimle ilân ederim:)

25 Ocak 2010 Pazartesi

Şu Afyon'dan soğuk gelir, kar gelir...

Böyle bir türkü yok tabii, ben uydurdum:) Afyon sucuğu, lokumu, kaymağı, Zafer Abidesi, Karahisar Kalesi ve şifalı termal suları ile tanındığı kadar soğuğu ile de meşhurdur, mâlûm... Biz DSİ'nin 150 tesisinin toplu olarak açılacağı merasimden evvel Afyon Atatürk Spor Salonu'nun yolunu tutmuşken kar atıştırıyordu ve belli ki hava kendince bazı sert sürprizlere hazırlanıyordu! Önce boş salona şöyle bir baktık, herşey yolunda görünüyordu ve artık son hazırlıklar yapılıyordu...

Sonra; merasim boyunca sahne üzerinde olacağımdan çantamı, fotoğraf makinemi ve benim ''Çokomel'' olarak adlandırdığım pembe, şişman paltomu koyabileceğim emniyetli bir yer bulmak gerekir. Bu genellikle tonmaysterin görev yapacağı mikser masasının bulunduğu mevkîdir, sahneye yakındır, gerektiğinde ulaşılabilir, göz önündedir. Bu noktada program akışı ihtiyaten son bir kez kontrol edilir, notlar düzenlenir. Az sonra halk içeri alınacak ve salon kalabalığın enerjisi ile ısınacaktır...

Ses ve görüntü ekibiyle son görüşme de mühimdir; herkes karşılıklı olarak taleplerini sıralar, oluruna-olmazına bakılır, bir orta noktada buluşulur, o şekilde başlamaya ve bitirmeye karar verilir. ''Ses kontrol, bir-ki, bir-ki, ses kontrol'' vaziyeti de o sırada halledilir, sorun varsa giderilir. Artık sıra ''Çokomel''i sırttan çıkarıp birkaç saatin geçirileceği sahnedeki yeri almaya gelmiştir...

Bana göre bütün telâş başlayana kadardır, işe başladıktan sonrası artık kolaydır. Eğer çok kayda değer bir aksaklık yaşanmaz ise, program başlar, su gibi şırıl şırıl akar ve biter. Bu yüzden program esnasında bana müdahale edilmesini sevmem, ben elime mikrofonu almışsam gerisi artık benimdir, çıkabilecek olası sorunlar da zaten tarafımdan halledilir. Elektrik kesilebilir, tanıtım filmi zamanında girmeyebilir, muhtelif aksaklıklar yaşanabilir ama ''sunucu''luk mesleği bütün bunlara baştan hazır olmayı ve her hâlükârda vaziyeti toparlama ustalığını gerektirir, bu işin tabiatı böyledir. Mikrofonun elimde olduğu zamanları severim, o zamanlar bütünüyle benimdir, sözcükleri ve zamanı yönetmek mesleğimin kendine has keyfidir. Afyon'daki program başından sonuna yolunda gitti, maşallah hiçbir aksaklık yaşanmadan başladığı gibi bitti. Aslen Afyon- Emirdağ'lı olan sanatçı Kubat'ın verdiği konser de programa müzikâl bir lezzet ekledi. Sahnede, işimle meşgûlken hiç üşümedim ama sahneden indiğimde hissettiğim ilk şey üşümekti zira program müddetince dışarıdaki hava daha da soğumuş, adamın iliklerine iyice işlemeye niyet etmişti! Hemen benim pembe ''Çokomel''i koyduğum yere koştum, sırtıma geçirdim, dışarı çıkar çıkmaz yüzüme çarpan tipik Afyon soğuğuna içeriden hazırlıklı şekilde gülümsedim:) Sucuk benim kapsama alanıma girmiyor haliyle ama itiraf ediyorum, evet, arabada birkaç kaymaklı lokum yedim, ve bundan hiç de pişman değilim... Özetle; gittim, gördüm, sundum, karlı-buzlu yolları aşıp geri geldim efendim...

Ek ve de dip: Fotoğrafları çeken ve kendi muhabirlik görevi yanında  ''olay yeri foto muhabirliği''ni de üstlenen Meteoroloji'nin Sesi Radyosu ekibinden Murat Doğan'a teşekkür ederim...

21 Ocak 2010 Perşembe

Sudan şeyler...


Genellikle tek bir kitap okumam; hele Burak Özdemir gibi bir yazarın ''Tanrı'nın Doğumgünü'' gibi bir kitabı varsa elimde, muhakkak bunu destekleyecek başka kitaplar da araya girmelidir. Yukarıda fotoğrafı görülen Japon amcamız Dr.Masaru Emoto, su kristallerine kafayı takmış olmasıyla tanınan bir araştırmacı yazar... Ben onunla ve ilginç tezleriyle ilk kez ''What Do Bleep Do We Know/ Ne Biliyoruz ki?'' isimli filmin birinci bölümünde karşılaşmıştım. Birtakım kitaplar yazmış olduğunu biliyordum ama ''Sudaki Mucize'' isimli kitabı elime geçene kadar özel bir ilgi duyduğumu söyleyemem. Ben nicedir sevgili Burak'ın tuğla ebadındaki kitabıyla yatıp kalkarken araya girmiş olmasının sadece bir tesadüften ibaret olmadığını rahatlıkla söyleyebilirim ama...


Su hayatımızın olmazsa olmazlarından, mâlûm. Zaten bedenî varlığımızın neredeyse tamamına yakını da sudan oluşuyor. Yukarıda gördüğünüz bir su kristali, ne kadar hoş ve zarif görünüyor, değil mi? İnsan her Allah'ın günü defalarca kullandığı, elini-ayağını, ağzını-burnunu yıkadığı, çaya-çorbaya kattığı ve her gün muhakkak bir miktar içtiği bu sıvının hücresel boyutunu pek aklına getirmiyor tabii, sıradanlaşmış bir kimliği var suyun bizler için... Ancak ondan yoksun kalınca oflayıp puflamaya başlıyoruz, başka pekçok şeyde olduğu gibi ama suyun yokluğu o kadar basit değil tabii, çünkü varlığı neyse ne de, yokluğunun neticeleri hayli hayatî. Şimdi; bu Emoto amcamız diyor ki, su öyle durduğu yerde duran birşey değil, şişede, bardakta, nehirde, kovada ya da vücudumuzda, her nerede olursa olsun etraftaki enerjilerle rezonansa (titreşime) girebilen iletken bir oluşum. Buradan hareketle, pozitif enerjilere tabî olduğunda kristalleri buna göre şekil değiştiriyor. Negatif enerjiler için de geçerli bu tabii. ''Sevgi'', ''minnettarlık'', ''şükran'' gibi etkilere derhal tepki veren kristaller adetâ güzellik yarışına giriyor ve göz kamaştırıyor. ''Öfke'', ''kin'', ''nefret'',''düşmanlık'' gibi dış uyaranlar ise su kristallerini tanınmaz, acaip ucubeler haline getiriyor!..


Yukarıdaki fotoğraflar da Dr.Masaru Emoto'nun araştırmaları sırasında çekilmiş. İlkinde ''teşekkür'' etkisini alan su kristalini görmektesiniz, ikincisinde ise suya ''seni öldüreceğim!'' etkisi verilmiş. Sonuçlar çarpıcı, değil mi? Kitapta daha pekçok farklı etkiye marûz bırakılmış su kristali fotoğrafları var. Bir başka dikkat çekici taraf ise televizyon, bilgisayar, cep telefonu gibi elektromanyetik dalgalar yayan kaynakların etrafında tutulan suyun bu tür etkilerden rahatsız oluşu zira su kristalleri elektromanyetik dalgalara marûz kaldığında da çirkinleşiyor. Emoto okuyucusuna çok basit bir soru soruyor aslında: ''Bedeninizin bu kadar önemli bir kısmı sudan oluşmakta ise, bırakın direkt etkiyi, sadece düşünceleriniz dahî acaba nelere kadîr olabilir, acep hiç düşündünüz mü?..'' Bunu hiç düşünmemiş zihinleri haliyle epey bulandırdıktan ve ''hadi ya, hiç aklıma gelmemişti'' dedirttikten sonra da ekliyor: ''Su ilahî bir elçidir, suya buna göre davranmak gerekir. Negatif duygular ruha ve bedene nasıl zarar veriyorsa suya da aynı zararı verir. Pozitif duygular ise elbette tam tersidir. Özellikle içmek sureti ile varlığınıza katacağınız suya bu anlamda dikkat edin ve büyük kısmı sudan oluşan bir varlık olduğunuzu da sık sık aklınıza getirin, eminim eski düşünce ve davranış kalıplarınızı değiştirme gereği duyacaksınız...''

Emoto, zihinden yükselen negatif düşüncelerin kime ve neye dair olursa olsun muhakkak çıktığı kaynağı aynı şekil+şiddette etkileyeceğini de belirtiyor ve ''dünya üzerinde yaşayan herkes kâinatın bütünüyle uyumlanarak pozitif rezonans üretmek zorunda, aksi halde ne hastalıklar, ne savaşlar, ne bireysel kavgalar, ne de global felaketler son bulmayacak'' diyerek sözlerini bağlıyor. Yani aslında ''su''dan birşey olarak başlattığı konuyu o hepimizin bildiği ''etki-tepki kanunu'' ya da ''Karma Yasası''na ilikliyor. Kitap bitmek üzere, sona geldim sayılır. Ha, ben ne mi yapıyorum bu durumda? Uyumak üzere gözlüğümü çıkarıp okuma lâmbasını söndürmeden evvel her zaman içtiğim suya otomatik bir alışkanlıkla uzanmıyorum artık,  bardağı elime alıp ''seni seviyorum'' diyorum, ''varlığıma huzurla katıl, varlığına şükran doluyum'' diyorum ve öyle içiyorum. Güzel oluyor valla, herkese tavsiye ediyorum:)

Ek ve de dip: Haftasonu ''suya dair'' bir görevle Afyonkarahisar'da bulunacağımdan mûtad Pazar yazısını yazamayabilirim, meraklılarına şimdiden bildiriyorum...

17 Ocak 2010 Pazar

Paquito El Turco...

Eski okurlar ''hah işte'' dediler muhtemelen, ''gene İspanyolca başlıklar başladı, epeydir yoktu''... Ve bu doğru; çünkü o gelenek ''Tırmık İzi''ne aitti, ''Uygunsuz Vaziyet''e değil. Ancak; bu defa böyle bir başlık gerekti çünkü yazının konusu Türkiye'nin en başarılı Flamenco gitaristlerinden arkadaşım sevgili Ezgi Anıl ve onunla epey zaman sonra yeniden buluşup görüşme imkânımız oldu... ''Paquito'' ise Flamenco sanatçılarında yaygın bir geleneğin yansıması olarak, bizim Ezgi'nin takma adı (*)... 

Genç yaşına rağmen sanatında çok değerli başarılara imza atmış olan Ezgi Anıl aslında kökten müzisyen. Zira annesi ve rahmetli babası belki Flamenco'ya değil ama Türk Sanat Müziği'ne uzun yıllar emek vermiş olan iki değerli sanatçı, sevgili Ayşe Yazgan Batıgün ve rahmetli Avni Anıl. Ayşe Abla ile TRT İzmir Radyosu'nda çalışma şansım oldu, kendisi artık emekli bir sanatçı ve Bodrum'da yaşıyor. Son derece başarılı bir yorumcu ve koro şefi olmasının yanında, zarafeti ve hanımefendiliği ile de yeri bambaşkadır. Bodrum'da da musîki çalışmalarına devam ediyormuş sevgili Ayşe Yazgan Batıgün, memuriyetten mümkün belki ama, sanattan emekli olunmuyor tabii:) Rahmetli Avni Anıl için ise fazla birşey söylememe gerek yok zannediyorum, unutulmaz şarkılara imza atmış, son nefesine kadar musîki ile içiçe yaşamış çok özel bir insandı. Hürmet ve rahmetle anıyorum Avni Baba'yı, ışıklarda olsun...

Ezgi ile İspanya tutkumuz ortaktır, o özellikle uzun süre yaşadığı Madrid'i sever, ben de daha ziyade Barcelona'yı... Bol bol İspanya muhabbeti yaptık tabii, haliyle Türkçe kelimeler İspanyolcalar ile karıştı:) Bir başka ortak noktamız da kedilerdir, bana çok sevdiği kedisinin fotoğraflarını gösterdi, sevimli marifetlerini anlattı. Zaten kitabım ''Tırmık İzi''ni tesadüfen bir kitapçıda gördüğünde ''bu kitabı bizim Handan'dan başkası yazmış olamaz'' deyip hemen aldığını ve yanılmadığını görüp sevindiğini de sohbetimizin bu ''kedili'' kısmında bana aktardı:) Anneciği de kedileri çok sever, bu sırada Bodrum'dan arayan Ayşe Abla ile yaptığı telefon konuşması ve kedisinin halini-hatırını soruşu da objektifime işte böyle takıldı...

10 seneyi aşmış dostluğumuzun zamanla yıpranmadığını görmek gerçekten güzeldi, eski günleri andık, ortak arkadaşlarımızın kulaklarını çınlattık, ikimizin de çok sevdiği kahve ile bu hoş akşamı noktaladık. Babası büyük bestekâr Avni Anıl'ı da yâdettik elbette ve ben Ezgi'nin, giderek babasının gençlik haline daha çok benzediğini, adetâ rahmetlinin karbon kopyası haline geldiğini bir defa daha hayretle farkettim. Ezgi Anıl'ın konser programı hayli yoğun bu sene, fırsat bulursanız onu gitarıyla birlikte, sahnede muhakkak izleyin derim. ''Eskiden daha ziyade parmaklarımın işlekliği ile ilgiliydim ve bu konuda çalışırdım ama zaman ve yaşım ilerledikçe çaldığım eserlerin özüne odaklandım, şimdi bulunduğum noktayı daha çok seviyorum, içimdeki herşeyi yerleştirdim, olgunlaştım'' diyen sevgili  Ezgi Anıl'a ben şakacıktan ''Ezgişko'' diye seslenirdim, o da bana ''karizmamı çiziyorsun, ne o öyle Ezgişko falan, ben Paquito'yum!'' diye takılırdı:) Sanatındaki ustalığı sadece kendine saklamayan, bugüne kadar bir sürü öğrenci de yetiştirmiş olan arkadaşımın başarıları artarak sürecektir, biliyorum, bu vesile ile sevgili Paquito El Turco'yu şükranla selâmlıyorum...

(*) Ünlü İspanyol Flamenco gitarcısı José Fernández Torres'i  asıl adı ile fazla tanıyan çıkmaz ama ''Tomatito'' derseniz işin rengi derhal değişir. İspanyolca ''küçük domates/domatescik'' anlamına gelen bu kelime José biraderimizin sanat hayatındaki takma adıdır ve bütün dünya onu hakiki ismi ile değil, bu lâkapla tanır...

13 Ocak 2010 Çarşamba

Asî-metrik bir hikâye...

Ufacık bir bebekken alınmıştı anasının karnından, muhtemelen çok sevimliydi tabii, bütün bebek canlılar gibi... Ama büyümek kaçınılmaz bir gerçekti, o da hep bebek kalmayacak, elbette serpilip büyüyecekti. Onu alanların kafasında en başından bir soru işareti olmalıydı ki; köpecik büyüdükçe o soru işareti de büyüdü, giderek daha zor, daha katlanılmaz gelmeye başladı varlığı. Hâlbûki; o vaktiyle kendisini alan bu insanları sevmişti, onları sahip, yaşadığı yeri de yuva bilmişti. Onun kafasında soru işareti falan yoktu, o sadece olması gerektiği gibi büyüyor ve yaşıyordu. Bildiği dünya oydu, başka dünyası yoktu...

Asla eve sokulmadı, onu alanların yaşadığı apartman dairesinin balkonundan baktı hep dışarıdaki ve içerideki hayata. Doğal ihtiyaçları için dışarı çıkarıldığında duyduğu sevinç anlatılmazdı ama sahipleri onun sağa-sola koşuşturmasını, hoplayıp zıplamasını hiç anlamadı, onlara göre o bağlı bulunduğu zincirin ucunda uygun adım yürümeli, edebiyle davranarak (!) köpekliğinin gerektirdiği hiçbir taşkınlığı zinhar yapmamalı, sessizce ve çabucak işini görüp bir an evvel balkonuna geri dönmeliydi. Bunu da denedi köpek kız Asî, kırgın, küskün ve korkuya karışmış bir uslulukla ondan isteneni yapmaya çalıştı, ama olmadı işte, insanoğlunun gönlü gene olmadı. Herşeyi battı onlara, zor geldi ona dair ne varsa ve sonunda bir gece onu zincirinden çözüp sokağa terketmeye karar verdi sözde ailesi!.. O sırada Asî'nin arada kaçamak oyunlar oynadığı köpek kız Fadik'le birlikte oradan geçmekte olan biri olmasaydı, bugün muhtemelen hiç tanımadığı o kocaman dünyada, yağmur altında, çaresiz ve tek başınaydı...

Hikâyenin geri kalanı can sıkıcı; uzun konuşmalar, ilgili kanuna dikkat çekmeler, bazen hayli sertleşen ifadeler, sözde aileden talep edilen ve taraflarından lûtfedilen (!)  kısa zaman, sonra arka arkaya çalmaya başlayan telefonlar, internet yazışmaları, öfke, kaygı, iç sıkıntısı... Herşey onun sokağa terkedilmemesi içindi, zaten sokakta doğmuş bir köpek olsaydı durum asla bu kadar vahim sayılmazdı ama ne çare, vaziyet öyle değildi. Vaktiyle bir heves uğruna anasının karnından çekilip alınmış bu saf ruh artık istenmiyordu, nefesi ağır geliyordu, üstelik bu gayet açık şekilde, hiç utanıp sıkılmadan ifade edilebiliyordu! Barınaklara sorulmuştu, hepsi doluydu, o zaman geriye tek seçenek kalıyordu, gecenin ıssız bir vaktinde zincirini çözüp kıçına tekmeyi basmak! Ama dedim ya; Allah'ın buna rızası yoktu ki o sırada oradan Handan Demiralp geçiyordu!..

Asî artık güvende, bebekliğinden beri yaşayamadığı özgürlük duygusunu iki küçük köpek kardeş ve bir sürü güvercinle, dolu dolu paylaşıyor olmanın haklı sevinci içinde:) ''Al sana hayat, daha ne, idare et işte!'' diye içine tıkıldığı ve günler, geceler boyu zincirle bağlı şekilde ağladığı o balkon zihninin kısacık tarihine çoktan karıştı bile. Komşular tarafından, sahiplerince sık sık dövülüp sürekli azarlandığı da ifade edilen bu saf ruhun vebali ilgili şahıslarındır kuşkusuz, o kısmına biz ne karışırız? İnsan sûreti yanıltıcıdır, hep söylerim ya, görünüşe aldanmayacak, kılıfa kanmayacaksınız. Biri için dahî olsa birşeyleri değiştirebilmiş olmanın eşsiz huzuru bizimledir şimdi, gerisini herşeyin o yüce sahibine bırakırız. Köpek kız  Asî'nin hikâyesine karışıp, onu sokağa terkedilmekten kurtaran sevgili canlar; Yonca Heper, Özgül&Burak Turunçoğlu ve Arif Çiçek, yâhû iyi ki varsınız:) Ve ey güzel Allah'ım; o gece hava yağmurlu diye Fadik'i çıkartmakta epeyce oyalandım ama, beni tam zamanında, olmam gereken yere yolladığın ve herşeyin akışını değiştirmeye vesile kıldığın için sana şükranım sonsuz, çok büyüksün, çok yücesin... Bütün varlığımla teşekkür ediyor ve Asî için çizdiğin kader plânı önünde hürmetle eğiliyorum...

Ek ve de dip: Bakamayacağınız, hayatı ve hayatınız boyunca sorumluluğunu taşıyamayacağınız, ille de kendi doğularınızı dayatacağınız, varlığına sadık kalamayacağınız ve sevginizi kimi şartlara bağlayacağınız  hiçbir canlıyı (buna her türlü hayvanat ve nebatat yanında sevgili, eş, çocuk, arkadaş vb. de dahildir tabii) geçici ve aptal bir heves uğruna hayatınıza sokmayın! Yeterince vefalı, bağlı, saygılı ve sevgili kalamayacaksanız ''ne var yani, bir ben miyim, herkes öyle yapıyor!'' bahanesine saklanarak acı bir hikâye başlatmayın! Gerekirse ömür boyu yalnız kalın ama lûtfen bunu yapmayın! Can ve ruh taşıyan varlıklara asla eski eşya muamelesi yapmayın! Terkedilmek tüm canlılara aynı acıyı verir, unutmayın. ''Allah'ın sopası yok'' denir halk arasında, O'nun cezalandırmak için değneğe-sopaya falan ihtiyacı da yoktur zaten, ''kul hakkı''nın hırkası ağırdır, taşıyamayacaksanız hiç giymeyin sırtınıza, sonra mazallah neye uğradığınızı şaşırırsınız! Benden söylemesi, varın artık siz düşünün taşının...

10 Ocak 2010 Pazar

Seyircinin gözüne gözlük, hayâline şenlik...


Herkesin aynı tip gözlükleri takarak, tuhaf bir kabile halinde izlediği fazla film yok dünya sinema tarihinde, mâlûm... Ben seneler önce ''üç boyutlu film'' diye heyecanla izlemeye gittiğimiz, gözümüze karton çerçeveli, acaip, uyduruk gözlükler taktığımız ve akıllara zarar maliyeti sebebiyle sadece bir  sahnesi üç boyutlu çekilebilmiş olduğundan, o sahnede nefeslerimizi tuttuğumuz tek bir film hatırlıyorum, o da korku klasiklerinden ''13.Cuma''ydı. Filmin yaratığı gariban Jason birilerine mızrak mı ne fırlatıyordu o sahnede, herkes ''amanin!'' deyip kafayı öne eğmişti, bütün olay buydu! Ama ''Avatar'' ı bununla kıyaslamak fena halde haksızlık olur, baştan söyleyeyim yani...

James Cameron abimiz (ki; bana göre parıltılı sinema kariyeri kadar, beş defa evlenmesi ile de sonuçta mutlaka başarmaya dair inancını+inadını ispat etmiş bir çatlaktır kendisi:) Buradan hareketle; son ve de halen eşi olan Suzy Amis ablamıza da bir adet Oscar takdim edilmeli...)
bundan epey zaman önce ''Titanic'' ile gişe hasılatlarının ortalama rakamlarını alt-üst etmişti, Avatar'ın henüz başlangıç sayılabilecek hasılatına bakıldığında arkasında ''tek rakibim Türk Hava Yolları!'' yazan kamyonlar gibi, bu filminin de tek rakibi gene kendi filmi olmuş, e bu durumda ''bravo hocam, tebrikler!'' demeli... Bence bu senelerce sürmüş bir emeği hiçe sayarak ''parayı basan hem düdüğü, hem de seyircinin aklını çalar tabii!'' demekten daha adil ve daha isabetli...

Ha, hiç mi klişe yok filmde, yooo, var... Kahramanlığı üstlenen başka türden, başka dünyadan asker eskisi, bacakları sakat bir yabancı, sıkıcı bir görev gibi başlayan mevzunun sonradan kahramanımızı fena halde sarması, kendi türünden olmayan bir varlığa aşık olup bağlanması (bkz.''aşk adamın aklını alır, surete değil, yüreğe bağlıdır'' maddesi) , çok değerli olan bilmemne madeninin dünyalılar tarafından ne pahasına olursa olsun ele geçirilme hırsı (''nıhahahaaa, hepsi bizim olucak, paranın dibine vurucaz lan!..'' vaziyeti) gezegenlerinde mutlu-mesut yaşayan varlıkların düzenine bu hırsla çomak sokulması, kıyım, savaş, kötülerin daima iyilerden sonra ve bir hayli zor ölmesi, seyirciye ''gebertin lan artık şu nokta nokta çocuğunu, acımayın, parça-pinçik edin!'' dedirtilmesi, sonunda dünyalıların bozguna uğratılıp gezegenden kovulması falan... Bir tür Kızılderili  ya da daha gelişmişler tarafından acımasızca keşfedilip (!) sömürülen o bildik yerli halklar hikâyesi gibi gelebilir kulağa ama burada ifade şekli hayli farklı. Çünkü bu hikâye bütünüyle fantastik ve haliyle çok daha zor+pahalı...

3 D tekniğine sahip bir sinemada ve orijinal altyazılı olarak izlenmesi önemle tavsiye olunacak tarafımdan, aksi halde bir tür bilgisayar oyunu izleniminden öteye geçemeyebilir. Bilet bulabilmek için bir hafta kadar beklemek gerekiyor, gözlüklere ayrıca ufak bir bedel ödeniyor, girişte dağıtılan gözlükler çıkışta iade ediliyor ve film üç saat kadar sürdüğünden gözler biraz yoruluyor. Peki değer mi bütün bunlara; benim cevabım ''evet'' olacak. Çünkü ister-istemez taraflı davranacağım, filmdeki ana mesajları zihniyetime gayet yakın bularak sevdim. Tabiatın dişil kimliğine vurgu yapılması (''doğa ana'' söylemi) , tabiattan kopmanın evrenin temel bilincinden kopmak demek olduğunun ifadesi, pozitif enerji ve kollektif iyilik+bilinç kavramının kuvvetle desteklenmesi, anaerkil sisteme ve ''şaman kadınlık'' bilgisine yapılan başarılı göndermeler, hakiki aşkın devreye girmesiyle önceliklerin bütünüyle değişmesi ve gözlerin kararması, asıl zenginliğin kapitalist anlamından sıyrılarak, zarar vermeden, manyak gibi yok etmeden ve varoluşa saygı içinde yaşamak (yani FARKINDALIK) olduğunun gözlüklü gözlere sokulması gayet yerindeydi. Pandora gezegenindeki fantastik hayvanat ve nebat türleri ile kurulan kozmik enerji iletişimi ve bu sayede sağlanan iş+güç birliği takdire şâyandı. Bilhassa hayat enerjisinin tabiattan ödünç alınan birşey olduğu, zamanı geldiğinde asıl sahibine iade edileceği ve enerjinin şekil değiştirse de hep varolacağı mesajı fevkâladenin fevkînde idi... Sevdiğim repliklere gelince:

- Sen onlardan korktun diye ölmeleri gerekmiyordu!.. (Çünkü dünyalı kahramanımız görünüşlerine bakarak tırsmak sureti ile bazı gezegen hayvanatını çata-çuta öldürüyor, gezegen kızı ve çok geçmeden sırılsıklam aşık olacağı Neytiri de bu yüzden onu sıkı fırçalıyor, aferin...)

- Bizde olup da onların sahip olmak istediği hiçbirşey yok ki, anlaşma karşılığında onlara ne vaat edeceksiniz?.. (Bilmemne madenini ele geçirmek için sahte anlaşmalar peşinde olan ve aslında herşeyi yakıp-yıkmayı plânlayan kapitalist ve de militarist sistemin temsilcilerine, artık duruma uyanmış olan kahramanımızın sorduğu sual, tabiatla çoktan uyumlanmış şekilde ve bundan hoşnut halde yaşayan bir topluluğa ''modern'' dediğiniz o salak dünyanın nesi cazip gelebilir ki? Ayağa kalkıp alkışlama isteği uyandırdı bende, aferin-2...)

Aşkı uğruna kendi türüne ihanet etme pozisyonuna düşse de yolundan dönmeyen ve ait olduğu dünyanın acımasız sistemlerine karşı savaşan kahraman modelini de sevdim tabii, hele bu neticede insan sûretinden bütünüyle vazgeçerek artık Pandora'lı bir Na'vi olmayı tercih ettirecek kadar cesaret ve kararlılığa dönüşünce tadından yenmiyor, benden haklı bir ''aferin'' daha alıyor. Çünkü her ''vazgeçiş'' gibi bu da güçlü bir cesaret, istikamet ve istikrar gerektiriyor. Genç Sam Worthington ve tecrübeli Sigourney Weaver'ın oyunculukları sağlam, diğer oyuncular da gayet iyi ve dengeli. Günün birinde illâ ki tükenecek olan kimi yeraltı zenginlikleri uğruna, yerin üstünde ne varsa hepsini bir kalemde feda etmek gibi gayet tanıdık bir insanî dangalaklığın yenilgiye uğratılıyor oluşuyla çevreci tarafımı da onore eden ''Avatar'' ın izlenmesinde fayda görmekteyim ama dediğim gibi, bu tekniğe sahip bir sinemada ve orijinal altyazılı olarak... Bir de; bu kadar çok mısır yiyerek filmin sonunda sinema salonunu patlak mısır tarlasına çevirmenin, bir sonraki seansa salonu hazırlamakla görevli arkadaşlara yedi sülaleye rahmet okutmanın alemi yok be kardeşim! 3 D'li ve gözlüklü film izleyeceğiz diye biraz fazla para ödemişsek sinema salonunun tapusunu tümden üzerimize geçirmiş sayılmıyoruz ya! Bak, ben hepi-topu üç-beş tane bitter çikolatalı portakallı draje yedim, ortalığı dağıtmadan, çer-çöp saçmadan o kadar saat idare ettim, seyirciysek seyirciliğimizi bilelim, değil mi ama? Aaaaa...

Ek ve de dip: ...Bu nedenle ayrılıp gidebileceğimiz bir yer ve varacağımız başka bir yer olmadığından, bizden başka da birşey bulunmadığından, ne kurtulma vardır, ne kurtuluş, ne geçmek vardır, ne de kalmak. Hepsi bizdedir. Bizdendir.


Sadece illüzyon alemine yaptığımız seferden uyanmamız gerekmektedir.

Geçiş aslında bilinç eşiklerini geçiştir.

Geçiş; bilinç eşiklerinde nöbet tutan korkuları, endişeleri, öfkeleri geçiştir.

Geçiş; aslında bir vazgeçiştir.

Vazgeçiş; ''kendin olmayan'' her şeyden geçip gidebilmektir. (Değerli Nilgün Nart'a alkış ve şükran ile...)
                              
                               

(Halen yaşadığı İzmir-Karşıyaka/Bostanlı'daki apartman katında bakımının zor olduğu gerekçesi ile sahipleri tarafından artık istenmeyen 7,5 aylık harika Husky-Golden melezi Asî kız huzur ve güven içinde yaşayabileceği yeni bir ev arıyor. Çok uyumlu ve tatlı bir çocuk. Gayet sağlıklı, aşılı, hiçbir problemi yok. Güzel ve sadık bir köpek sahiplenmek isteyenler için ideal. Ücretsiz olarak bütün eşyası ve aşı karnesi ile birlikte verilecek, İzmir içi olması şartı var. Nakliyesi tarafımızdan sağlanacak. İlgilenenlerin tirmikizi@gmail.com adresine ayrıntılı e-posta göndermesi rica olunur...) demiştik; sevgili Asî kız için evrenden yardım ve cevap çok gecikmedi, ona kalbini ve evini açan, dopdolu ve anlamla donanmış hayatında bu kovulmuş saf ruha da yer veren güzeller güzeli, iyiler iyisi, muhteşem enerjisiyle hepimizi sarıp sarmalayan değerli Özgül Turunçoğlu için dileğim şudur:

 ''ÖZGÜL'cüğüm; evrenden ne istiyorsan o OL'sun, hayatında herşey varlığın ve ruhun kadar güzel OL'sun. Kutsal Yaratıcımız ve O'nun ışıklı yardımcıları her zaman seninle OL'sun. Sevgiyle, şükranla, duayla, daima...''

6 Ocak 2010 Çarşamba

Keçi yolu...

Bugün Seferihisar'daydım. Ekibimizle beraber Seferihisar'lı işadamı Sn.Özer Türer'in çiftliğini ziyaret ettik ve oradaki Saanen ırkı keçilerle halleştik. Yukarıdaki fotoğrafta ortada gördüğünüz keçi objektife dönüp gülümsedi, bu güzel ifadeyi kaçırmadık tabii, hemen yakalayıp çektik:)

Bu çiftlik son derece modern şartlarda düzenlenmiş; içeri girerken beyaz bir gömlek giymeniz, ayaklarınıza çizme şeklinde bağcıklı özel galoşları geçirmeniz ve dezenfektan sıvıya basarak içeri mikrop taşımamanız şart. Çünkü bu kapalı bölümde gebe veya lohusa dişiler ile yenidoğanlar bulunuyor. Oğlakçıkların çoğu henüz birkaç günlük, şansıma dünyaya daha yeni merhaba demiş olanlar da vardı, sevdim, sevdim, bi daha sevdim, seve seve bitiremedim bu güzellikleri:)

Bu kuzucuk da ''Sakız'' cinsi imiş, kara kulaklı, kara suratlı, bir de ayakları aynı renkten çoraplı. Öyle minik ve öyle tatlıydı ki; hani ''koy cebine, yürü git'' hesabı:) Ama anacığı telaşlanmasın diye fazla mıncıklamadım onu, zaten o sırada doğumhanede başka hayvanlar da yeni doğum yapmaktaydı, bana göre görecek, izlenecek ve öğrenecek daha çoook şey vardı...

Ormana keçi sokmak artık yasak, sağlam cezası var çünkü bizim ülkemizde hayvancılık dendi mi hayvanını profesyonel yemle beslemek, sağlığını-sıhhatini ve verimini gözetmek ilk akla gelen şey değil ne yazık ki... Bilgisizlik ve geleneksel yöntemleri terk etmeye direnmenin yanında, imkânların kısıtlı olması da bunda etken tabii. O sebepten; ''saldım ormana, Mevlâ'm doyura'' mantığı geçerli olmuş hep. E bu da keçi kardeşim, karnını doyurmak zorunda, kabuk kemirecek, filizleri, sürgünleri çıtır çıtır yiyecek, alttakileri halledince ayakları üzerinde dikilip bir üst kademeye geçecek, elbette keçiliğini yapacak. Neticede bu vaziyet orman varlığını tehdit eder olacak ve ormana keçi sokmak haliyle yasaklanacak. ...Tı; yasaklandı da. Şimdi yapılması gereken şu; eldeki yerli keçi ırkını ormanın dalıyla-filiziyle beslemek yerine sağlıklı ve verimli ırklarla melezleyerek+ başka organik yemlere yönelerek  daha fazla süt verimi elde etmek ve bu sayede hem hayvancılığı desteklemek, hem de orman varlığını muhafaza etmek... Gereken genetik kaliteye (eğer bilinçli ve bilimsel çalışılırsa elbette) birkaç senede ulaşmak mümkün. Çünkü bizim yerli ırkların süt verimi düşük, halihazırdaki vaziyetle keçi beslemenin kârlı bir tarafı yok. Ya keseceksin (-ki; bu bana şiddetle ters!), ya öyle kör-topal idare edeceksin, hayvanlar habire düşük yapacak, hastalıktan, bakımsızlıktan devrilip devrilip gidecek, kendiliğinden azalacak  ya da melezleyip verimini arttıracak, kaliteli süt üretiminden para kazanacaksın. Özer Türer Bey'in Saanen melezleri buna açık örnekti, şimdi kolları sıvayıp bunu üreticiye anlatma ve kademeli değişim için her şekilde destekleme vakti. Geleneklerine sıkı sıkıya bağlı üretici göz önünde tutulduğunda hayli zor gibi görünse de, bütünüyle imkânsız değil. Aksi halde keçi ile orman arasındaki ''uygunsuz vaziyet''in neticeleri pek de sevimli olmayacak gibi...

Gittim, gördüm, sevdim, dinledim, öğrendim, döndüm. Ben de mevcuttur o ''keçi inadı'' denen şeyden ya, anlatmaktan, açıklamaktan kolay kolay vazgeçmem gari! Çünkü ortada durmakta apaçık bir mecburiyet hali, öte yanda rahmetli Vasfiye Teyze'mizin pazen sütyenli Maltız keçilerinin sevimli hayâli, ama bir şekilde muhakkak çözülmeli bu ''aşağı tükürsen sakal, yukarı tükürsen bıyık'' problemi... Efendim? Duyamadım? Biri ''meeeee'' mi dedi?..

Ek ve de dip: Bu ''keçili geçmiş zaman'' fotoğraflarını gene bizim olay yeri muhabirlerimizden Arif Çiçek çekti:) Teşekkürle...


3 Ocak 2010 Pazar

Hallaç pamuğu...


Zihnimi hallaç pamuğu misalî kabartıp havalandıran iki şey var şu sıralar; tamamen bu ikisiyle meşgûlüm diyebilirim. Biri bana geçen hafta, İstanbul'da canım gecea tarafından gecenin kayıp bir vakti uzatılan kitap; Burak Özdemir'in kaleminden ''Tanrı'nın Doğumgünü''... Öteki ise Sting biraderimizin son eseri; hakiki biraderim tarafından yurtdışından sipariş edilip yolu gözlenmiş bir DVD, ''A Winter's Night''...



Sting sakalı koyvermiş, bana göre pek de yakışmış. Zaten severim sakalı, test etmeye lüzûm görmeden derhal onayladım ... Bizim saf ruhlardan Bücür kız biraz daha bakmak ve üzerinde düşünmek istedi, ona da hiç karışmadım...



Gecelere noktayı Burak Özdemir'in bahsi geçen kitabı ile koyarken, günün kapısını da Sting'in bu son albümü ile açmaktayım. Bilhassa kapak resmine dönüp dönüp defalarca bakmaktayım. Karlı bir ormanda, yanında köpeği ile yürüyen bu adamın şarkılarıyla ''Tanrı'nın Doğumgünü'' kitabı arasında, projesi bana özel köprüler kurmaktayım. Zihnimin uzun müddettir el değmemiş taraflarını hallaç pamuğu gibi atan bu iki eserin üzerimdeki işi tamamlansın hele, oturup uzun uzun yazacağım. Şimdi gene onlara dönüp biraz çalışacağım, birini okumak, diğerini de dinleyip izlemek o kadar kolay değil çünkü, alışkanlıklarla yüzleşmeyi ve birçoğunu ayırıp kenara koymayı gerektiriyor. Ama; gayet kararlıyım, başaracağım...