28 Nisan 2010 Çarşamba

Sustukların büyür içinde...

Dün geceki programda çalınan bir şarkının ismi bu; zihnimde dönedurmuş demek ki saat tam 15.00'te, bu cümleyi tekrarlayarak  uyandım genel düzene gayet militan ve  mecburen geceden sabaha ertelenmiş uykumdan... Sersem-sepelek kalktım yataktan, rotamı banyoya çevirmişken karşıma geçen Pazar yeşillendirdiğim sevgili duvarım çıktı, gülümsedim:) ''Boya ustalarına derhal hara-kiri yaptırması muhtemel olan duvarım beni mutlu edebildiğine göre, gerisinden kime ne?..'' şeklinde bir ruh haliyle önünde bir müddet durup seyrettim. Yeşillenmiş duvarıma ve halen boyalı duran ellerime teşekkür ettim...

Derken, ufak arka odadaki pencere ilişti gözüme, güneş ne de güzel dansediyordu çok sevdiğim o şirin, hayvanlı perdenin eteklerinde... Canım gecea ile beraber almıştık bu çocuk odası perdelerini İstanbul'un IKEA'sından seneler önce, al işte sana ikinci bir gülümseme:)

Geçen Cumartesi cümbür-cemaat gidilen semt pazarından alınıp getirilen çilek yavrusu hemen askılı bir saksıya yerleşmiş ve salon kapısı üzerindeki yerini almıştı ya; gözüm hep onun üzerinde... Sevgi sözcükleri, temiz niyetler, süzülmüş ışık ve dinlendirilmiş suyla besliyoruz onu ama, hani gene de soralım, var mıdır acep başka bir isteği-arzusu falan diye. ''Yokmus, yokmus...'', o halinden memnunmuş, iyiymiş böyle. Dolayısı ile üçüncü gülümseme:)

Kahve ve kurabiye; hemen devreye girmesi ile tanınır bu ikili zaten düzene ters, ertelenmiş uykuların bittiği yerde... Saf ruhlardan Fadik kurabiye yemez, kahve içtiğini de görmedim şimdiye dek, uykuyu deli gibi seven varlıkların arasında büyüdüğünden sorgulamadan uyur garibim habire, mutasyona uğramış bir köpeciktir kendisi bana göre:) Ama gene de bilirim; gönlünce koşup oynayabileceği, kirpileri, kaplumbağaları koklayabileceği, kelebek kovalayabileceği, büyüdüğü gibi bahçeli bir ev saklanıyor hayâlinde. Sonrası; tarihi epey geçmiş, bir-iki bayat gazete... 14 Şubat 2010 tarihli Haber Türk'ün röportaj bölümünde ''Güzel değilim ama çekiciyim, karizmatiğim. Hepsi farklı şey buluyor. Kadınlar birlikte olduğu adamdan (evlenelim, şurada oturalım) gibi şeyler ister, ben istemedim. Her an anaç bir kadına dönüşebilen özgür ruhum da çekici gelebilir...'' diye cevap vermiş ''Sizin neyiniz çeker, erkekler sizde ne bulur?'' sorusuna hoş fotoğrafçı kadın Bennu Gerede...

Ve aynı gazetedeki Pazar yazısından bana bakıyor bir başka hoş kadın  Elif Şafak, dupduru yüzünde gene o belli-belirsiz, zarif, kırılgan gülümseme... ''Bütün kadınları yaralayan bir çifte standart var bu toplumda...'' diyor. ''Ve ne yazık ki çoğu zaman gene biz kadınlar bu çifte standardın devam etmesine önayak oluyoruz. Çünkü biz birbirimizin alehyine çok konuşuyor, ileri-geri lâflar ediyor, dedikodular üretiyor, gene bizler kem söz kazanının altındaki ateşi canlı tutuyoruz. Birgün gelir, bugün başkasını yakan dedikodu ateşi bizi de yakar, bunu hiç düşünmüyoruz. Ne kadar kolay damgalıyor, nasıl da tereddütsüz yargılıyoruz. Kendimizi tepede bir yere yerleştirip, başkasına yukarıdan bakıyoruz...'' Bayılıyorum bu kadının kendisi gibi zarif ve abartısız, sahici yüzleşmelerine. ''Gripin''in şarkısı sözleriyle gene dönmeye başlıyor zihnimde:

Her nereye gidersen,

Kendinle yüzleşirken kimse duymaz yalan söyle
Terkettiğin şehirler, yarım kalmış şiirler,
Sustukların büyür içinde...

Masanın üzerindeki yeşil seramik çanaktan bir zencefilli/limonlu şeker alıp atıyorum ağzıma bütün gece konuşmaktan yorulmuş sesimi açsın, parlatsın, soluğumu ferahlatsın diye... Derken cep telefonum sevimli küçük kemancı Alexander Rybak'ın ''Fairytale'' şarkısı ile çalıyor, biraz bıdı bıdı edip kapatıyorum. Sahi; tersyüz olmuş günün hangi kısmındayız acep deyip saate bakıyorum. Bu defa iki gün önce Karşıyaka'da, denizin kıyısında oturup halleştiğimiz aykırı ve sevgili Mina'nın mûtedil dalgalı mavi gözleri+sözleri aklıma düşüyor ve yeniden gülümsetiyor beni: ''Ne tuhaf? Siz konuştukça rûzgâr hızlanıyor sanki...'' :) İşte böyle; hayat bazen de sebepsiz ve kendiliğinden bir gülümseme hali, değil mi yani?.. Şimdi artık dünden kızartılmış patlıcanlarla ''imam bayıltmaya'' koyulma vakti...

26 Nisan 2010 Pazartesi

Çekim Yasası...


100.yazıyı okuyup adreslerini içeren e-postaları gönderen okurlarımız arasında yapılan çekilişle, isme imzalı ''Tırmık İzi'' kitabı kazanan okurumuz Almanya/Münih'ten değerli  Zeynep Hoedlmoser oldu. Sözkonusu çekiliş; daha evvel de belirttiğim gibi evdeki saf ruhların en safı olan ve ''Türk sinemasının altın çocuğu'' dediğimiz, iki senedir  ''feline ürolojik sendrom'' (FUS) hastalığı ile türlü sıkıntılara göğüs gererek yaşayan Oralet oğlumuz tarafından gerçekleştirildi. E-posta gönderen okurların isimleri ufak kağıtlara yazıldı ve Oralet'in önüne döküldü. Kısa bir süre düşünen tombul sarmanımızın patisini uzatıp kendisine doğru çektiği ilk kağıtta ismi yazılı olan okurumuz çekilişi kazanmış oldu. Aynı zamanda enteresan bir başka durum da yaşandı, zira bizi Münih'ten takip eden bu değerli okurumuz 19 Nisan 2010 tarihinde, saat 22:59'da e-posta göndermişti ve bu kura çekilişi için posta kutumuza ulaşan ilk e-posta idi:) Kendisine tebrik ve teşekkürlerimizi iletiyor, en kısa zamanda imzalı kitabını adresine postalayacağımızı belirtiyoruz. ''Uygunsuz Vaziyet''i takip ederek e-postaları ile bize ulaşan diğer okurlarımıza da gönülden teşekkür ediyoruz. Herkese iyi haftalar dileklerimizle...

23 Nisan 2010 Cuma

Yirmiüç...

İzmir Halkapınar'daki Atatürk Spor Kompleksi'nde bugün ''yirmiüç'' coşkusu vardı. Dünyanın dört köşesinden sesler, renkler, motifler çıkıp gelmiş ve ortalığı hakiki bir bayram yerine çevirmişti...

Oradan gerçekleştirdiğimiz naklen yayında da belirttiğim gibi; çocuk olmanın rengi, ırkı, dili, dini, milliyeti falan yoktu, çocuk dünyanın her yerinde çocuktu. Ama, Türkiye'de çocuk olmanın bir artısı vardı ki; işte o her dünya çocuğuna nasip olmuyordu. Çünkü Atatürk, bir ulus için çok önemli olan bu günün, ''ulusal egemenlik'' gününün aynı zamanda çocuklara ait bir bayram olmasını da istemiş ve onlara armağan etmişti...

Herkes heyecanlı ve sevinçliydi. Birazdan sahneye çıkacak olmanın telâşına iki arada-bir derede yapılan  naklen yayın da eklenince haliyle heyecan arttı. Ama ne olursa olsun; ortalıkta gerginlikten eser yoktu, sanki bütün bunlar dünya çocuklarının bir arada oynadıkları keyifli bir oyundu. Bu sebeple herkes böyle tatlı tatlı gülümsüyordu:)

Konuk Tayland ekibinden sevgili Pet, naklen yayından önce boynumda sallanan ''Om'' kolyesini farketti ve hemen ellerini birleştirip başını öne eğerek ''namaste'' selâmı verdi. Ne ben Taice biliyordum, ne de o Türkçe, ama işte anlaşmamız için herhangi bir dil gerekmedi. O anda dünyadaki bütün sınırlar ortadan kalktı, mesafeler hiçlendi, bir başka deyişle birbirimizin dünyasına girebilmek için bizden hiçbir resmî damga, vize ya da pasaport istenmedi; ki zaten bu benim en özel hayâlimdi. Yetişkinlere kalsa bu hayâl daha çoook beklerdi ama çok şükür, dünya çocukları bunu bir çırpıda halletti:) Mutlu olsun, kutlu olsun, Nisan'ın yirmiüçü işte böyle şen-şakrak, gene mikrofon başında çalışarak ve gayet evrensel bir şekilde geçti...

Ek ve de dip: Kitap kurası için e-posta gönderme süresi bu Pazar akşamı sona erecek, şu ana kadar gelen e-postalar için okurlara teşekkürle...

19 Nisan 2010 Pazartesi

Bu defa nakka!../ 100.yazı...

''Geldi bahar ayları, gevşer gönül yayları'' diye bir söylem vardır ya; bizim saf ruhlara bakınca aklıma geliverdi. Kış boyunca, kırık-dökük birkaç kış güneşi hariç pencere önlerine uğramamış olan hane halkı havalar ısınınca derhal tavır değiştirdi. Hele de yavaş yavaş inen akşamı pencere önlerinden seyretmek bizimkilerin şu sıralardaki en özel keyfi...

Bu defa da Yağmur oğlan seyrediyor İzmir'in akşamını, ya da akşamın İzmir'ini... Bu işte sanki sessiz bir hiyerarşi var gibi:)

Ben bu manzaraya ''madalyonun öbür yüzü'' diyorum ve evimin arka tarafına bakan penceremdeki akşamı ön taraftakinden daha çok seviyorum. Zaten gittiğim ülkelerde, uğradığım şehirlerde, kaldığım otellerde de bu ''arka pencere'' tutkumu sürdürüyorum. Oralardan  yansıyan hayat daha sahici, daha içten, daha mütevazı geliyor bana; ön taraflardaki çoğu göstermelik şablonları bu yüzden pek tercih etmiyorum. Zannederim yeterince samimi bulmuyorum...

.....................................................................................................

Çok, günahın çok, derdim zaten çok

Gez, dolaş, gül, seni tutan yok!
Sakın sorma, yeniden açma, ah ne olur
Yok şakam yok, bu defa nakka!..


Düşe kalka, zar-zor kanıverdim aşka
Ama gel gör ki şefkati az
Bu defa son, bu defa asla!


Öğren kalbim öğren
Artık sen de uzatma
Bu sitem bile fazla...


Öğren kalbim öğren
Artık sen de utanma
Yeni bir rüzgara
Binelim gitsin...

Yeni Türkü'nün bu şarkısını da seviyorum; bestesi Derya Köroğlu'ya ait olan şarkının sözlerini Mete Özgencil yazmış. ''Nakka'' sözcüğüne gelince, hoş vurgulu ve söylemesi keyifli bir sözcük olup ''kesinlikle hayır, yok artık, oh-ha, çüşş, buraya kadar güzelim!..'' gibi bir anlamı var. İzlanda'daki yanardağ hikâyesinden yola çıkarak, tabiatın da artık insan türüne+pek övündüğü gelişmiş teknolojilerine  ''NAKKA!'' demekte olduğunu varsayalım ve sözcük kutumuza atalım derim, yeri gelir, ihtiyaç halinde çıkarır kullanırız, işe yarar:) Herkeslere blog sayfamızın 100.yazısından selâmlar ve iyi akşamlar. İmzalı ''Tırmık İzi'' kitabına talip olanlar, unutmayın, kura çekilişi için bekleniyor e-postalar... (Daha evvel verdiğim e-posta adresi yanında uygunsuzvaziyet@gmail.com adresi de kullanılabilir, her iki e-posta adresine gelen mektuplar birlikte değerlendirilecektir. Teşekkürle...)

15 Nisan 2010 Perşembe

Şipşak/ 99.yazı...

Acıdan, mutsuzluktan, ıstıraptan vazgeçmek kolay olmalı. Zor olmamalı, mutsuz olmak istemiyorsun, demek ki arkasında karmaşık bir şeyler var. Bu karmaşıklık da şudur; ta çocukluğundan beri mutlu, neşeli, coşkulu olmana izin verilmiyor...


Ciddî olmaya zorlandın ve ciddîyet de kederin göstergesidir. Hiç istemediğin şeyleri yapmaya zorlandın. Çaresiz, zayıf ve başkalarına bağımlıydın; doğal olarak onların dediklerini yapmak zorundaydın. Bunları istemeden, mutsuzlukla, direniş içinde yaptın. Kendi kendine karşı o kadar çok şey yapmak zorunda kaldın ki zamanla birşey sana çok açık gelmeye başladı; senin aleyhine olan herşey doğrudur ve senin aleyhine olmayan herşey de yanlış olmalıdır. Bu yetiştiriliş tarzı seni mütemadiyen mutsuz etti, bu hiç doğal değil...


Neşeli olmak doğaldır, tıpkı sağlıklı olmanın doğal olduğu gibi. Sağlıklı olduğunda doktora gidip "Niye sağlıklıyım?" diye sormuyorsun. Sağlığınla ilgili herhangi bir soruya gerek yok. Ama hastalandığında hemen kendine sormalısın, "Niye hastayım? Nedeni nedir, hastalığımın nedeni nedir?.."


Niye mutsuz olduğunu sorman gayet normaldir. Niye mutlu olduğunu sormak doğru değildir. Sen sebepsiz mutlu olmanın delilik olarak görüldüğü çılgın bir toplumda yetiştirildin. Hiçbir neden yokken gülümsüyorsan insanlar kafadan çatlak olduğunu düşünürler, '' Neden gülümsüyorsun?.. Neden o kadar mutlusun?..'' "Eee, şeyyy, bilmem, sadece mutluyum işte..." dersen, cevabın onların sende bir tuhaflık olduğuna dair inançlarını pekiştirir...

Ama eğer mutsuzsan kimse sana niye mutsuz olduğunu sormaz. Mutsuz olmak doğaldır; herkes öyle zaten. Bu sana özel bir durum değil. Özgün bir şey yapmış olmuyorsun...


Bilinçaltında bu fikir seni rahatsız etmeye devam eder, mutsuzluğun doğal ve mutluluğun doğaya aykırı olduğu fikri. Mutluluğun ispat edilmesi gerekir. Mutsuzluğa kanıt gerekmez. Yavaş yavaş iyice içine siner – kanına, iliğine, kemiğine – aslında doğal olarak aleyhinde olduğu halde. Böylece şizofren olmaya zorlanırsın; doğana aykırı bir şey sana zorla kabul ettirilir. Kendi benliğinden alıkonulup hiç olmadığın bir şeye dönüşürsün...
......................................................................................................


Bu sapına kadar doğru ve bu sebeple okuyanı irkilten lâfları eden kim midir? Tabii ki ölü ve huysuz Hintli düşünür OSHO'dur efendim. Kendisiyle tanışık olanlar zaten iyi bilir; OSHO klasik, eski, bayat öğretilerin, etik kalıpların ve toplumsal tektipleştirme plânlarının ihtimâl en dirençli+ inatçı protestidir. Yani, o da bir nevî Burak Özdemir'dir, hem kendisiyle çatır çatır yüzleşir, hem de okuyanı yüzleştirir. Şu halde objektife bakıp, ciddîyet iplerimizi salıp gülümseyelim hep birlikte, belki de  mutluluk bize anlatıldığı gibi Kafdağı'nın ardında bir yerlerde ve asla haketmeyeceğimiz birşey değil, şipşak çekilmiş, basit, öylesine bir karede ve zaten hep bizimledir:)

Ek ve de dip: ''Uygunsuz Vaziyet''in 100.yazısına bir adım kaldı. Yayınlanacak 100.yazıyı okuyan ve şu adrese e-posta gönderen (yorum değil bakınız; dikkat, geldiği yer, gönderen vs. adam gibi belli ve açık olan bildiğimiz e-posta...) okurlar arasından kura ile belirlenecek bir okurumuza (kura çekimi evimizdeki saf ruhlar tarafından yapılacak, seçtikleri isim tartışmasız kazanan olacaktır) kitabımız ''Tırmık İzi'' derhal imzalanacak ve vereceği adrese teşekkürle gönderilecektir. Hadi bakalım, madem ''dalya'' diyoruz, o halde şu işe kalıcı bir anlam katalım:)

14 Nisan 2010 Çarşamba

Ankara rûzgârı/ 98.yazı...

Kentlerin içinden bir nefes gibi esip geçmeyi severim ya; son birkaç defadır bu kent Ankara... Sabah uçağı ile uçup, son uçakla dönüyorum, hani tabiri caiz ise ''Ankara'nın taşına'' şöyle bir bakıp, ''ceeeee'' deyip gidiyorum. Sevgili öğrencilerimizden ve doktorasını tamamlayıp artık alnının akıyla doktor olan Halit Sivük, Meteoroloji'nin Sesi Radyosu'nda yaptığı ''Köşe Atışı'' isimli spor programının 100.sünü gerçekleştirdi bu arada, kutlama partisine katılmak da nasipmiş meğer bana:) Kendisini bir müddettir TRT'nin hava durumu hallerinde uzman olarak izliyorsunuz, yani memleket hava durumunu artık bir ''doktor meteorolojist''den öğreniyorsunuz. Meteoroloji'nin Sesi Radyosu'nu bugünkü başarı noktasına taşıyan ve genel yayın yönetmenliği görevini halen devam ettiren bakan danışmanı arkadaşım, meslekdaşım değerli Fatih Öznur da elbette haklı bir sevinç yaşamaktaydı. Patlayan flaşlar eşiliğinde pastamızı kestik, güle oynaya yedik. ''Aman desinler, desinler, şeker yesinler...'' türküsü dilimizde, maşallah ve daha nice başarılara inşallah dedik...

Geçen sene Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü personeline verdiğimiz ''Yayıncılık/Etkili Konuşma ve İletişim'' eğitiminin sertifika töreni de dün akşam gerçekleştirildi. Değerli öğrencilerimize katılım ve başarı sertifikaları aha da bu şekilde verildi. Fotoğrafta gördüğünüz Meteoroloji'nin Sesi Radyosu'nun tecrübeli ''romantik abisi'' sevgili Faruk Cenap Erdoğan beyefendidir ve işindeki başarısı övgüyle belgelenmiştir:) Biz bu yola çıkarken inanmayıp burun kıvıranlara belge vermedik tabii, zira  önemli olan herşeye rağmen inanarak ve çalışarak yola devam etmektir. Arkadaşlarımız bunu başarmıştır, gerisi, ötesi-berisi artık mühim değildir. Hepsini gönülden tebrik eder, başarılarının devamını dilerim...

Belki de en büyük övüncümdür, sevincimdir... Ben 1986 senesinde sınavları kazanıp mesleğime adım atarken tarafından yetiştirildiğim değerli hocam, sevgili ablam, usta spiker Mehpare Çelik ile aynı eğitim programında ''hoca'' olarak yer almak ve yeni öğrenciler yetiştirmek elbette çok özeldir, kıymetlidir. Prensipleri ve tecrübesi ile bana daima ışıklı bir yol göstermiş olan sevgili ablama da teşekkür ediyorum, onu ve ona dair herşeyi (gözleri görmeyen şeker kedisi Kimyon da dahil olmak üzere) kucaklıyor, Mehpare Çelik'in öğrencisi olmaktan büyük bir onur duyuyorum:) Bu meslekte pişip yetiştikten ve emeklilik müddetimi doldurduktan sonra, hocamla beraber hocalık yapmak o kadar değerli birşey ki benim adıma, bunun gururu yeter, saygı ve sevgiyle selâmlıyorum...

Uçağa yetişme telâşı olmasa sesler, sözler, anılar daha da uzardı tabii ama ne çare, gitmek gerekti. Ayakkabısının tekini yolda düşüren Külkedisi misali paldır-küldür kalkıp Esenboğa Havalimanı'nın yolunu tuttum, ismim anons edilmek üzereyken beklenen son yolcu olarak uçağa bindim ve ohhh, yerime oturdum. Evet, belki yorgundum ama niyeyse bunu hissetmiyordum, sevgili dostlarımı, eski çalışma arkadaşlarımı, öğrencilerimi görmekten mutluydum. Uçak içi İngilizce anonslarda bu telâfuz ile beni hep gülümseten ''Enıdolu Cet''in 7008 sefer sayılı 22.45 İzmir uçağı tekerleklerini yerden kesip Ankara üzerinde havalanırken pencereden kırık bir hüzünle baktım. Zira ben bu şehirde benim için önemli birçok şeyle beraber, ufacık lojmanımın arka bahçesinde yanyana yatan üç küçük saf ruh da  bıraktım. Ölüm sıralarına göre canım kör kızım Köri, yürüme özürlü/yaşama özürsüz felçli oğlum Umut ve yıllanmış yol arkadaşım, ailemizin nine kedisi sevgili Müge kızım; sizleri hiç unutmadım, yüreğimin en mûtena köşesinde oturuyorsunuz ve biliyorum, sizleri sevgiyle gömdüğüm Ankara toprağında huzur içinde uyuyorsunuz.  Mevsimler geçiyor üzerinizden, karlar, yağmurlar yağıyor, çiçekler açıyor, otlar yeşeriyor, nerede yattığınızın aslında hiç önemi yok, ışıklı saf ruhlar olarak hep yanıbaşımızda dolaşıyorsunuz. Nice anlamlar kattınız hayatıma, halen de katıyorsunuz. Sizleri çok özlüyor ve seviyorum, ölmüş saymıyorum, hatıralarımızla yaşıyorsunuz...

Nihayet İzmir gecenin koyu karanlığında, uçağın altında belirir. Bu haliyle dağınık, telâşlı bir kadının takı kutusu gibidir; parıltılı kolyeler yüzüklere, teki kaybolmuş küpeler iri taşlı tokalara karışmış, sanki hepsi alt-üst olmuş haldedir. Sonra iniş takımları açılır, uçak süzülerek alçalır, tekerlekler piste değer, bu hep aynıdır, sadece havalimanlarının ismi farklıdır. Ne vakit koptuğu hatırlanmayan bir kolyenin boncuğu gibi yuvarlanırsın  şehrin köşelerine, yorgunluk işte belki o zaman hatırlanır. Belki sen bir rûzgârsındır artık Ankara'nın içinden geçen, ve kimbilir, belki de senin içinden esip geçen o tanıdık ''Ankara rûzgârı''dır...

9 Nisan 2010 Cuma

Bugün günlerden Cuma'dır Cuma/ 97.yazı...

Binali Selman'ın Bayburt yöresinden derlediği bu türkü şöyle devam eder ve beni gülümsetir: ''Hamama gidersen yüzünü yuma...'' :) Niye ya, Allah Allah, değil mi ama? Neyse efendim; sadede gelelim, TRT FM'deki yayın saatlerimle ilgili pekçok mesaj almaktayım, sabit bir sistemim yok, daha ziyade geceleri canlı yayındayım. Sözgelimi; yarın gece saat 24.00/07.00 arasında, ''Geceden Sabaha'' programında mikrofon başındayım. Genel isteğe uyarak yayınlarımı bazen buradan duyurmaktayım...

''Evren'de iki enerji vardır, korku ve koşulsuz sevgi. Gri bölgeler yoktur, bunları yaratan biziz. Koşulsuz sevgi olmayan şey korkudur. Ve korku pekçok şeyi kapsar; şüphe, iman yokluğu, kendini sabote etme, inkâr ve bir sürü başka şey... Korkunun geçmişten geldiğini hatırlarsak – şu anda veya gelecekte korku içinde olmayız, çünkü hiçbir şey olmamıştır – başımıza daha önce gelmiş olan şeylerden korktuğumuzu anlayabiliriz. Hatırlayın; mucizeler yaratmak için zihin halimizi değiştirme üzerine çalışıyoruz, öyleyse korkmak için bir neden yok, çünkü korku geçmişin parçasıdır...'' Sevgili Hatice Kapudere arkadaşımın bugün göndermiş olduğu e-postadan bir bölüm bu, kendisine teşekkürü borç bilirim, çok güzel şeyler paylaşıyor bizlerle. Özellikle kadın camiâsında çok yaygın ve adetâ bir çeşit ''moda'' olan ''fare korkusu''na bir çözüm getirebilir mi, bilemem? Bana göre fare, korkulacak şeyler listesinde yer alması haksızlık olan, sevimli bir mâhlûktur. Özellikle bu mevsimde, posta kutularında kalabalık yaratan ''ev ilaçlama, ortalığı bir güzel zehirleme ve fareyi, börtü-böceği öldürüp temizleme!!!!'' garantisi veren şu bildik ilânları derhal yırtıp atıyorum, üstüne bir de kahkaha atıyorum:) Fareli terliklerimle keyfime bakıyorum...

Hz.Fatıma'nın eli kutsal bir semboldür. Gezip dolaştığım yerlerde rastgelirsem hemen alırım. Bu anahtarlığı da son Almanya seyahatimde, Dachau'daki toplama kampının hediyelik eşya bölümünden satın aldım. Sevgili Çitos ile Batos'un Mardin seyahatinden getirdikleri gümüş Fatıma elini de epey zaman kolye olarak boynumda taşıdım. Birbaşka harika örneği de sevgili arkadaşım Atçalı Mine'min boynundadır. Ayrıca; bu mübarek elin salonumun duvarında tablo versiyonu vardır. Yani; bu sembolü nerede görürsem bende hemen alıp hayatıma katma isteği uyandırır, alırım, biriktiririm, severim. Üstelik bir tane de almam genellikle, birkaç tane alıp kıymetlilerime hediye ederim:)

Bu da her sabah mutfağımın kapısı üzerinden beni selâmlayan, çok özel bir armağandır. Değerli hocam, sevgili ablam Mehpare Çelik'in Datça'dan getirdiği hatıradır. Talibi çoktur ama kimseye vermemmmm, ''en sevdiklerim'' listesinde üst sıradadır. Anadolu kültüründe yeri olan ''üzerlik'' farklı şekillerde karşımıza çıkabilir. Bu da bana göre en güzellerinden biridir. Çok sevgili dostlarımın yurdun ve dünyanın dört bir tarafından benim için seçip aldıkları bu gibi hoş şeyler sayesinde evim adetâ bir ''medeniyetler müzesi''dir:)

''Ne olduğunuzu tümüyle sevdiğiniz an, toplumsal bilinci aşarsınız. Onaylanma arzusunun üstüne çıkarsınız. Yargıyı aşarsınız. Zaman illüzyonunun ötesine gidersiniz...'' Ramtha/Beyaz Kitap'tan alıntı... Bu da bu Cuma'nın reçetesidir efendim, dileyen okuyup kendince dalgasını geçebilir, isteyen günde üç defa, yemeklerden sonra bir bardak su ile içebilir, herkesin kendi paşa gönlü bilir:)

Ek ve de dip: Bayıldım şu yazına, bilhassa  ''çok da fi fi!..'' kısmına halen gülüyorum valla, büyüksün be Vintage Biscuit'im, helâl sana:) 

7 Nisan 2010 Çarşamba

Bugünlük/96.yazı...

''Dik dur. Yenilgi yenilgi büyüyen zaferler vardır...'' demiş 26 Ocak 2010 tarihinde kitabım ''Tırmık İzi''nin yayıncısı, şair Rasih Yılmaz. Ruhuna yağan şiirleri sıcağı sıcağına, cep telefonu mesajı şeklinde paylaşır benimle bazen, severim ifadelerini. Selâm ederim ona... Levh-i Mahfûz'lu hayatımız da görüldüğü gibi, aynen devam ediyor bu arada:)

Ve sen yine denendiğinde,

Ve yine kalbin daraldığında,
Ve yine bütün kapılar yüzüne kapandığında,
Ve yine ne yapman gerektiğini bilemediğinde,
Uzun uzun düşün,
Ve hatırla yaradanını!
Allah kuluna kâfi değil mi?..

Kur'an-ı Kerîm (Zümer/36)

Günün kutsal kelâmı budur, elbette kâfîdir. Fotoğrafta gördüğünüz ise evimizin kristal meleğidir:) Farklı renkte iki kardeşi de İstanbul/Kartal gezegeninde, sevgili gecea'nın evindedir. Oradaki canlarımıza selâm uçurmak da gayet yerindedir...

Geçen Cumartesi gecesi, ''Geceden Sabaha'' programında konuğumdu bu adam. Çoook kadın hayranı varmış meğer ama beni ilgilendiren bu değildi. Konuştukça sevdim durup da hayata baktığı yeri... Pekçok şeyden bahsettik, biri de İzmir'di. O böyle bir kentin halen yerleşik bir şehir tiyatrosu olmamasına şaşırdığını ifade etti, ben  İzmir'in güzel ama bakımsız, biraz pasaklı bir kadına benzediğini, bu haliyle meselâ Napoli'ye kötü bir kızkardeş olabileceğini belirttim, o da benim bu nitelememi sevdi:)

Bu gece 21.00/24.00 arası, TRT FM'de, ''Gece Frekansı''ndayım. Hayli uzun zamandır görmediğim sevgili arkadaşım Erhan Konuk'la da bu vesile ile buluşacağım:) Ayrıca; son derece ''sahici'' yazılarını yıllardır takip ettiğim blogdaş ve arkadaşlarımdan Vintage Biscuit'i, zaten çoktan hakettiği, ona lâyık bir aşkın peşine takarak İspanya-Valencia'ya gönderiyor olmanın sevinci ve mutluluğundayım. İspanya ve Voo ile herşey çok güzel olacak, güle güle git, hasta la vista Vintage'ım:) Haaa, bir de vaktiyle senin yaşadıklarını yeniden hatırladım ve o  rengârenk, harika blogunu epey zaman önce yorumlara neden kapatmış olduğunu şimdi daha iyi anladım!..

Bugünlük bu kadar efendim, geçmişi hizaladık, bitti... Hz.Mevlâna'nın dediği gibi: ''Düne ait ne varsa, dünle beraber gitti...'' Ve çok şükür sana güzel Allah'ım, ocakta kaynayan inatçı brokoliler de nihayet pişti!..

5 Nisan 2010 Pazartesi

Sükûnet...

O, yaratıcısından başka kimsesi olmayan, gariban bir sokak köpeğiydi.  29 Mart Pazartesi akşamı Yedikule Hayvan Bakımevi'ne gelen bir ihbar üzerine, sokakta perişan vaziyette bulundu. Kanaması vardı, iç organları parçalanmış vaziyetteydi, belki dili olsa da çektiği ıstırabı kimselere söyleyemezdi. Yapılan bütün müdahalelere rağmen yarım saat içinde son nefesini verdi ve ışığa doğru gitti. Beraberinde yaşadıklarının derin utancını götürdüğünü hiç sanmıyorum, çünkü gittiği yerde bu gibi şeyler artık önemsizdi. O ağır yük bundan böyle onun değil, insan ırkının meselesiydi. İnsan tarafından tecavüze uğramıştı, kurtarılamadı. O hayatı sessizce bıraktı, ayıbı, utancı, acısı bizlere kaldı... Bu fotoğraf ve benzerlerini basında göremezsiniz, zordur bu gibi şeyleri yayınlamak, bunlarla yüzleşmek. Ama ben onun bu son fotoğrafını yayınlamayı insanlığım adına bir görev bildim, hadi bakalım, şimdi bu fotoğrafa bakıp uzun uzun düşünelim, o pek meşhur ''eşref-i mahlûk/yaradılmışların en şereflisi'' kimliğimizle bir güzel yüzleşelim?..

Sonrası sessizlik, sonrası tanımsız, ruha kendiliğinden inip yerleşen bir sükûnet... Zaten neyi çözmüştür şimdiye kadar öfke, lânet, hakaret, varlıklara sığdıralamayıp kusulan nefret, küfür-kıyamet? Ne dersiniz; acep neresidir hakiki ''cehennem'' ve nerededir düşlediğimiz o hakiki ''cennet''? Cevap ne olursa olsun, ''Karma Yasası'' biz istesek de, istemesek de kesin kurallarıyla işleyecektir elbet. Evimin ''sükûnet'' köşesindeki bu görüntüye eşlik eden yagâne altyazı şudur: ''Ey insanoğlu; düşün, düşün ve iyi yap hesabını, zira düşünmeden, neticesini hesap etmeden fırlattığın bütün bumeranglar dönüp dolaşıp gene senin kafana çarpacaktır, unutma bunu ve bu sebeple elinden, belinden, dilinden, zihninden çıkana artık bir zahmet DİKKAT ET!..'' İyi haftalar olsun, o kutsal ışığa uçan cümle canlarımızın yolu huzurla dolsun. Bir parçası olduğumuz, gözümüzü-kulağımızı-ağzımızı-yüreğimizi kapatıp sadece sustuğumuz ya da ödlekçe kaçmayıp yüzleşmeyi seçtiğimiz, düzeltmeyi, onarmayı istediğimiz, yalandan, dolandan, kabahatten, menfaatten, nefretten arıtmayı dilediğimiz herşey adına; İBRET OLSUN...

Ek ve de dip: Blog sayfamın yorum bölümüne bırakılan ve ''rahatsızlık verme'' temel gayesine rağmen beni yalnızca gülümseten kimi kimliksiz ya da uyduruk kimlikli yorum sahipleri ile yakın zamanda, asıl kimlikleri ile tanışmaktan şeref duyacağımı belirtir, kendilerine hayatta başarılar dilerim. Canım ''çakma okurlar''ım benim, sayfama gösterdiğiniz bu yakın alâka beni çok duygulandırıyor hakikaten, sizin o temiz niyetleriniz varolsun, hani bildik söylemdir ya; hakkımda ne düşünüyorsanız Allah sizlere onun onyüzmilyon katını ihsan buyursun:) En sadık, en tutkulu okurlarım belki de sizlersiniz,  e bu durumda gayet tabii olarak istek şarkınızı memnuniyetle çalıyor, kendinizi fazla özletmemeniz, zekâ ve kültür taşan yeni yorumlarınızla sayfamı renklendirmeniz temennîsi ile teker teker hepinize armağan ediyorum: ''Eeelbet birgüüün buluşacaaağııız, bu böyleee yarııııım kalmaaaayaaacak:)'' Arada bir ortaya çıkıp, yazıp-döşenip sonra sessizliğe gömülüyorsunuz, üzülüyorum vallahi, elinizi korkak alıştırmayın, dilediğiniz gibi, hiç çekinmeden yazın ne olur, bekliyorum bak, e mi?Teşekkürler, sevgiler, hürmetler...

(Demiştik ki; amanın da amanın, bu kadar yakîn (!) alâkaya, ısrara, tezahürata, hayranlığa vallahi yetişemedik, neticede hepsini sildik gitti:) Bir kıymetlimin de az önce ifade ettiği gibi; bu meyanda blog sayfamız lüzûmsuz sivrisinek vızıltısından temizlendi. Yolumuza aynı çizgide devam ediyoruz, Uygunsuz Vaziyet'de 100.yazıya doğru gidiyoruz efendim, bundan böyle yazılara bırakılan yorumları evvelâ keyfimize sorup değerlendireceğiz yani, yayınlayıp yayınlamamak ise tamamen paşa gönlümüzün işi:) Baştan söyleyelim; ''adsız''lar, ''çakma''lar, ''takma''lar derhal kapıdışarı, başka kapıya, Allah versin, kışşş kışşş, hadiii... Gökte yıldız ellidir, bizim hakiki okurumuz zaten edebinden, üslûbundan bellidir:) Gracias, danke, thanks, mersiiiii...)

2 Nisan 2010 Cuma

Mor ve ötesi...

Efendiiiim; şimdi bu ''mor'' renk bilgeliğin, asaletin ve de zaferin rengi olarak diğer renklerin arasından sıyrılmış, özel bir renk olmaktadır. Ruhsal dünyanın rengi olarak tanımlanmakta, ayrıca dengeyi ve kendine güveni de ifade etmektedir. Belki de bütün bu özelliklerinden ötürü öyle herkese yakışan bir renk değildir, bilhassa giyimde ve makyajda çok dikkatli kullanılması gerekir...

Öte yandan; leylâklar ve mor salkımlar açılıp ortalığa saçılmışsa, artık kışın işi bitmiş, derlenip-toplanıp gitmiş demektir. Mor herkese yakışmaz dedik ama; bazıları da pek güzel taşır canım bu rengi, hani şu bildiğiniz ''mor olmak'' söyleminin gereği:) Bugün alış-verişe giderken bu mor çiçekler kahkahalar atarak yolumu kesti ya, kıramadım onları, hemen çekiverdim resimlerini de oradan aklıma geldi. Mor neyse ne de, zaten bana göre önemli olan ötesi... E hadi bakalım hayırlı olsun hepimize bu ''mor ve ötesi'' vaziyeti:)

Ek ve de dip:  ''Seni sen yapan, mükemmel olmayan yönlerini de içinde barındıran mükemmeliğindir...''
Tanrı Tohumu 5/''Mükemmel Olmamanın Mükemmelliği'' bölümünden...