31 Aralık 2011 Cumartesi

İlk fotoğraf geldi:)

Bu defa Brezilya'ya yolladığımız olay yeri inceleme ekibimiz ilk görüntüleri geçti. Bu dev İsa heykeli Rio de Janeiro'nun simgesidir mâlûm, daha detaylı bilgiye buradan ulaşılabilir. Gülsün ve Halûk da, Rio'yu ziyaret eden pekçok turistin yaptığı gibi  Corcovado Dağı'na tırmanıp bu devasa heykeli oldukça yakından fotoğraflamışlar. Hayli etkileyici bir fotoğraf, sisler içinden yükselen Kurtarıcı İsa, yani orijinal adı ile ''Cristo Retendor'' ve ayaklarının dibinde de dünyanın farklı taraflarından kalkıp gelmiş onlarca insan... Ekibimize teşekkür ediyor ve bizden dört saat kadar sonra karşılayacakları yeniyılın tüm hayırlı niyetlerini gerçekleştirmesini diliyoruz:) Bu vesile ile, herkese iyi seneler OLsun elbette, 2012'de de hayatın içinden herşeyle gene bu sayfada birlikte OLmak ve BİRliği paylaşmak dileği ile...

28 Aralık 2011 Çarşamba

Bir yıl sonra yeniden...

Dile kolay; tam 32 yıl... TRT tarihinin en uzun süre devam etmiş, artık efsane olmuş programlarından biri olan ''Müzik Bahçesinden'' bu akşam son kez seslendi dinleyicisine.TRT'nin başarılı program yapımcılarından sevgili Tülay İlter Sunar'ın 32 yıl boyunca kesintisiz hazırladığı bu program,TRT İzmir Radyosu canlı yayın stüdyosunda bu akşam gerçekleştirilen bir canlı yayınla dinleyicisine veda etti. Yayın hayatı boyunca farklı zamanlarda ''Müzik Bahçesinden'' programına seslerini veren TRT'nin tecrübeli spikerleri bu veda yayını için biraraya geldi, aralarında artık emekli olmuş olanlar da vardı...


Bu programın benim için bambaşka bir anlamı daha vardı;TRT Radyo 3'te yayınlanan ''Müzik Bahçesinden''programını ilkgençlik yıllarımda dinlemeye başlamış ve o zamanların pek çok genç insanı gibi müdavimi olmuştum. Aradan yıllar geçti, ben TRT spikerlik sınavlarına girip kazandım ve profesyonel meslek  hayatım başladı. Bir zamanlar hayranlıkla dinlediğim bu programı sunmak bana da nasip oldu. Bu çok özel ve güzel bir duyguydu:) Buradan hareketle; ''Müzik Bahçesinden''in final yayınına katılma çağrısı geldiğinde elbette biraz hüzünle ama öte yandan çok da sevinerek, hemen kabûl ettim. Yapımcısı, bir anlamda annesi olan sevgili Tülay İlter Sunar'ın da bizzat katıldığı bu son program hepimiz için unutulmaz nitelikteydi, çok hoş anılar paylaştık, eskilerden güzel müzikler çaldık, unutulmaz arşiv kayıtlarını yayınladık ve yıllarca bu programa emek vermiş kişiler olarak sevgiyle bitirdik''Müzik Bahçesinden''i... Müteşekkirim, gönülden kutluyorum, henüz gencecik, çiçeği burnunda yayıncılarken başladığımız bu serüveni, orta yaşlarını geride bırakmış, artık hemen hepsi yakın gözlüğü kullanan, meslekî anlamda ''ustalık'' mertebesine erişmiş, yılları devirmiş yayıncılar olarak başarıyla tamamlamak öyle herkese nasip olmasa gerektir. Allah sağlık verdikçe daha nice programlara diyor, bu programda emeği olan bütün yayıncı arkadaşlarım kadar sadık dinleyicilerine de içtenlikle teşekkür ediyorum...


Demiştim bundan tam da bir yıl evvel.  TRT Radyo 3'ün unutulmaz programı ''Müzik Bahçesinden''in yapımcısı sevgili Tülay İlter Sunar bu sabah aradı, sohbet ettik, geçen yıl bugün yayın hayatına veda eden  programı ve yeni çalışmaları konuştuk.  Sevgili Tülay Abla ''senin o yazı hakikaten çok anlamlı ve güzeldi'' deyince geçen yıl bugün ''Final'' başlığı ile yayınladığım bu yazıyı  yeniden  yayınlama kararı aldım. Şimdi hep birlikte, bundan tam bir yıl evveline dönelim ve ''Müzik Bahçesinden'' programının veda yayınını tekrar hatırlayalım. Emek verenlere ve dinleyenlere de bu vesile ile bir kez daha şükranlarımızı sunalım...

26 Aralık 2011 Pazartesi

Bu defa...

Olay yeri inceleme ekibimizden sevgili Gülsün ve Halûk Demiralp bu defa rotalarını bu çok ünlü dünya kentine doğru belirlediler ve bu sabah yola çıktılar:) Yeniyıla burada girecek olan ekibimize hayırlı yolculuklar ve harika bir seyahat diliyor, biriktirdiklerini bizlerle paylaşmak üzere, inşallah bir hafta sonra yurda dönmelerini heyecanla bekliyoruz... Karnavallar kenti Rio'dan izlenimler ve kimbilir daha da neler neler, pek yakında, bu sayfadaaaaaa:)

Şimdi...

Şimdi tam da vaktidir kendimizi akışa teslim ederek ve tam bir güvenle OLmasını arzu ettiklerimize odaklanmanın... Artık eskitmiş olduğumuz yılda her ne olduysa oldu, şimdi önümüzde yenisi var, onu şekillendirme zamanıdır.

Genel olarak vaziyet bu; kendi enerjimizi diğer enerjilerle birleştirerek sinerji oluşturma, kendimizin ve bütünün en yüksek hayrı için niyetleri belirleme, sipariş listesini oluşturma ve bunu yaparken hedefleri gayet net koyma hali yani... Parçası olduğumuz evren kaos ve karmaşıklığa bunu aynen yansıtarak cevap verir çünkü, bilen bilir. Seçin, belirleyin, net olun, durmadan fikir değiştirmeksizin, nihaî karar ve istikrarla verin siparişlerinizi, paketlenip kurdelesi bağlandıktan sonra tekrar açılmaz o artık, ona göre:) E o zaman? Fazla vakit kalmadı gibi, haydi bakalım, kolay gele... Şimdi'nin gücünü kullanmak size kalmış birşeydir, değil mi ki  herşey herkesin niyetine göre? :)

19 Aralık 2011 Pazartesi

Konuk...

Asıl mesleği eczacılık ve fizyoterapistlik, bitkisel ilaç ve tedavî üsûlleri ile ilgili olarak ''fitoterapi'' eğitimi de almış ayrıca, uzun yıllar hastanede çalışmış. ''30'lu yaşlarıma kadar ben de uyanamamıştım, şimdi bu yaşta böyle göründüğüme bakmayın, ben de benzerlerine çok rastladığınız o göbekli, hareketsiz ve mutsuz  genç adamlardan biriydim vaktiyle'' diyor gülümseyerek. Değerli Vedat Akar şimdi  66 yaşında, olur da kendisi ile bir medikal yoga çalışmasına katılırsanız eğer, bedeninin hiçbir noktasında gram fazla yağ bulunmayan bu Ege insanının gayet rahat ve esnek şekilde yapabildiği yoga hareketlerine şaşırmayın ve siz neredeyse onun yarı yaşlarında olmanıza rağmen bunları yapamadığınız için kendinizi suçlamayın diye söylüyorum bunu:) Onun bu yaşam tarzı çocukluğundan gelen birşey değil yani, orta yaşlar sınırında düşmüş kafasına tuğla ama geç kaldığını düşünmemiş hiç. Hindistan'dan gelen bazı yaşam ustaları ile karşılaşması ve onlardan aldığı bilgileri daha da derinleştirmek üzere çalışmaya koyulması ile değişmiş hayatının yönü, ritmi, herşeyi... ''Tek derdim insanları medikal yoga öğretisi ile tanıştırmak, bu yolu onlara öğretmek ve hayatlarının kalitesini avuç avuç ilacın, zorlu tedavî süreçlerinin değil, bizzat kendilerinin yükseltmesini sağlamak'' diyor, Vedat Hoca burada bizim de üzerinde ısrarla durduğumuz kavramın altını çiziyor yani: ''Sadece bedensel iyileşme olmaz, olamaz. Zihnin iştirâk edip desteklemediği hiçbir tedavî biçimi insanı tam sağlığa ulaştıramaz. Sağlık bütünsel bir olgudur, hastalıklar çıkıp gelmeden hayat biçiminizi değiştirirseniz ne ilaçlara, ne doktorlara, ne ameliyatlara, ne de şifacılara hiç ihtiyacınız olmaz. Kilo problemleri yaşamaz, bedeninizle barışınızı giderek  kaybetmek sûreti ile  ortalığı saran bin türlü sahte ve gûya çözümden, zayıflama-şişmanlama haplarından, saçma-sapan diyetlerden, şundan-bundan medet ummazsınız! Bunun yolu basittir, size doğru olarak öğretilen ve hâttâ dayatılan beslenme, düşünme ve hareket alışkanlıklarını kökten değiştirmek. Doğuşta varolan ama giderek bozulan doğal yaradılış dengesi ile yeniden aynı frekansa gelmek, öze dönmek yani. Üstelik bu ezberbozma diğer tedavî biçimlerinden çok daha zahmetsiz ve ekonomiktir. İstemeniz, öğrenmeniz ve uygulamanız yeter...''

Bilhassa beslenme üzerinde ısrarla durmasına hiç şaşmadım elbette, günümüz insanının yaşadığı ciddî sağlık sorunlarının ardında aslında bu var. Kötü beslen, kötü düşün, endişe, kaygı, korku, öfke ve mutsuzluk içinde yaşamayı zaten garanti etmiş durumdasın, gerisi de çorap söküğü gibi gelecektir tabii, sonra şikayet neden? Bunu sen yaratıyorsun zaten. Bu kadar basit. Değerli Vedat Akar'la ''Yaşam Vadisi''nde gerçekleştirdiğimiz kısacık bir çalışmanın bilgisi dahî bizim daha evvel farkında olmadan beslediğimiz sağlık sorunlarını halletmeye yetti. Şimdi kendi ellerimizle, kendi karnımıza masaj yapıyoruz meselâ, şişkinlik, gaz, kabızlık, ishal, hazımsızlık, karın ağrısı vs. sorunlar kendiliğinden çekilip gidiyor hayatımızdan. Öğrendiğimiz ve uyguladığımız bazı temel hareketler sayesinde omurlarımızın arası olması gereken doğal açıklığa kavuştukça, sırt, bel, boyun, kol, bacak, ayak ağrılarımız giderek azalıyor. Doğru nefes almaya devam ettikçe içorganlarımıza da güçlü bir masaj yapıyor olduğumuzu artık biliyor ve o şekilde nefes alıyoruz. Sadece hücrelerimize değil, zihnimize de bol oksijen lâzım elbette, en büyük çöplük orada çünkü, onu temizlemek kesinlikle şart. Kaplumbağa duruşu, köpek duruşu, kobra duruşu... Bunlar uyduruk şeyler değil ki, 7000 yıllık çok eski öğretiler zaten. İlhamını tamamen doğadan/doğadaki varlıklardan alan ve etkisi binlerce yıldır görülen, gözlenen bilgiler. Modern hayatın saçma dayatmaları bize bunları unutturmaya programlı, olabilir, ancak bu dayatmaları koşulsuz kabûl etme zorundalığımız hiç yok. Alışkanlıklarımızı değiştirmeye gönüllü olmamız ve kendimizi bilgiye açmamız kâfî. Başka hiçbirşeye ihtiyacımız yok...

''Bildiklerimi, biriktirdiklerimi insanlara öğretebilecek fırsat ve zaman diliyorum'' diyerek tamamlıyor sözlerini Vedat Akar, ''başka birşey önem taşımıyor benim için, daha fazla insan gelsin, öğrensin ve öğrendiklerini hayatına geçirsin, bu bilgiler sadece benim değil, evrenin, herkesin...'' Bütünüyle katılıyoruz onun bu dileklerine, aylara bölerek, zamana yayarak, ince eleyip sık dokuyarak geliştirdiği eğitim programına katılıp, sertifikalı ''medikal yoga+masaj'' uygulayıcısı olma niyetimizle, şükranla uğurluyoruz kendisini yayın stüdyomuzdan. Yolu açık, dilekleri gerçek OLsun, uzun yıllardır üzerinde çalışıp emek verdiği bilgi ve pratikler değerini bilecek olanlarla buluşsun:) 

13 Aralık 2011 Salı

Öyle böyle değil:)

Çakma plastik kış domatesi değil, Antakya'dan ev yapımı domates+biber salçası karışımı, bol kuru soğan, doğranmış değil dişleri hafifçe patlatılmış sarmısak, Kazdağları'ndan toplanmış defne yaprağı, biberiye, tane karabiber, hindistancevizinin ufak versiyonunun rendesi, deniz tuzu, Hindistan'dan yıldız anason, biraz kimyon, mutfakta ele geçen iki ufak mandalinanın suyu, geriye kalan mandalinaların şerit soyulmuş kabuğu,  Küçükkuyu'dan halis zeytinyağı, çeşme suyu değil iyi su ve... Bunların tamamı için sonsuz şükür, sevgi, aşk eklenir  geceden suya, uykuya yatırılmış bildiğiniz kurufasulyenin üzerine, şifa/afiyet niyetiyle gülümseyerek kapatılır düdüklü tencerenin kapağı:) Beş dakika sonra fısırdamaya başlar mor kulaklı güzel tencere, mutfaktan eve yayılan o sihirli koku içe çekile çekile... Eli kulağındadır, ''ben piştim'' der birazdan, bir eve değil, kaç eve yeter, yetişir bereketi, bolluğu, lezzeti:) Yemek dediğin öyle iş olsun diye değil, aşkla, tutkuyla, farklılığa cesaretle, neticeden korkmadan, güle-oynaya pişirilmeli. E daha ne OLsun? Şükürler OLsun, afiyet OLsun demeli... :)

O kadar...

İşte bütün mesele, ve o kadar...

Yaşasın :)


2011 senesinin sonunda gelen en harika haberlerden biri bu, yaşasınnnn! :) HAYTAP'daki sevgili yol arkadaşlarımı bir kez daha kutlama vesilesi, bir nevî yeniyıl hediyesi:) Yolları daima açık OLsun. Heyecanla bekliyoruz sitenin faaliyete geçmesini, haydi bakalım bol alış-verişler, daha nice güzel işler:)

12 Aralık 2011 Pazartesi

Yaşam...


Burnumuzun dibinde böyle bir yer olduğunu yeni keşfettik, ''Yaşam Vadisi'' Bornova'yı geride bıraktıktan sonra  Kemalpaşa istikametinde, orman içinde harika bir yer. Kurulacağı yer Hindistan'dan gelen üstadlar eşliğinde, güneşe, rüzgâra, hava akımlarına,  zemin eğimine göre hesaplanmış, mekân ahşap ağırlıklı olarak, gayet sade bir üslûpla tasarlanmış.   
Gözü, ruhu yoracak ayrıntılar yok. Hava tertemiz, dumandan, isten, kurumdan uzak. Mutfak kısmında daima aşık olduğumuz döküm kuzineyle karşılaşmak ve etrafına doluşup ellerimizi ısıtmak çok keyifliydi:) Doğadan toplanmış şifalı otlarla demlenen çayı yudumlarken Yaşam Vadisi'nin kurucusu Sn.Vedat Akar'la sohbet etmek ve engin tecrübesinden faydalanmak da öyle elbette...



Doğanın göbeğinde olup da, hayvan dostları bu tablonun dışında bırakmak (ki; örneklerine rastlamışlığımız çoktur!) Vedat Bey'e göre değil, ne iyi ki değil:) Mekânın kedileri, köpekleri var. Özgür ve mutlu, bu hoş ortamda kış güneşinin tadını çıkarıyorlar. Meyve ağaçlarının dallarına üşüşüp meyve didikleyen rengârenk kuş kardeşleri de unutmayalım tabii. Burada herşey olabildiğince doğal, herşey öyle yalın, sade, kendisi ve olduğu gibi...



Sevgili Gülsün ve Halûk; senelerdir titizlikle uyguladıkları sağlıklı yaşam pratiklerine yenilerini ekleme peşindeler. Meditasyon, Birlik Bilinci, yoga derken; şimdi ''medikal yoga&ayurveda'' konusunda derinleşiyorlar. Geçen sene bu sıralar yollarını Hindistan'a düşürmüş olan olay yeri inceleme ekibimiz, bu sene bizlere gene müthiş bir sürpriz yapmaya hazırlanıyorlar:) Gene çoook uzaklara gidecekler ve oradan bize kimbilir ne fotoğraflar, ne bilgiler, ne ilginç deneyimler getirecekler:) Şimdilik bu kadar ipucu vermekle yetinelim ve devamını bekleyelim bakalım...



Yıllarını bu işe vermiş, çok tecrübeli bir eğitmenle medikal yogayı deneyimlediğinizde; daha evvel yapmış olduklarınızın aslında ne kadar az, eksik, yetersiz olduğunu farkediyorsunuz desem?.. Bedenlerimizi farketmeden taşıdığımızı, içorganlarımızı ağrımadıkları sürece unuttuğumuzu, nefesimizi öylesine alıp-verdiğimizi yani. Gündelik hayat curcunasına dalıp, kendi mevcudiyetimizi bir kenara attığımızı, beden+ruh bütünlüğünden uzaklaştığımızı, zihnimizde düşünce çöplükleri oluştururken, midemizi de hiç düşünmeden ağzımıza tıktığımız yiyeceklerle ayrı bir çöplüğe dönüştürdüğümüzü? Bu döngünün sonunda, kaçınılmaz olarak bazı hastalıklar çıkıp geldiğinde de kendi kendimizin doktoru olabileceğimizi hiç düşünmeden, hemen tıbbî ilaçlara, uzun ve zahmetli tedavî yöntemlerine ya da sonucu değiştirmeyen bazı zorlu operasyonlara sığındığımızı? Oysa ''sağlık'' dediğimiz o kavram ne sadece bedene, ne de sadece ruha endeksli, günümüz insanı genellikle berbat bir beslenme programı içinde yaşarken, spor salonlarını doldurup saatlerce ter dökerek sağlıklı ve fit olabileceğine inanıyor ya! Zihinsel arınma bedensel arınmaya eşlik etmedikçe fazla yol katedilemeyeceği apaçık ortada hâlbûki. Sağlıklı bir yaşam için bunların tamamı elele yürümek zorunda, çünkü insan yalnızca bedenden ibaret değil, sadece ruh da olmadığına göre? Buyrun; gerisini buradan, Sn.Vedat Akar'ın geliştirdiği alternatif yaşam programından öğrenin...


''Ben çok hareketli yaşıyorum zaten, bütün gün hiç oturmuyorum ki ayol, hep hareket halindeyim, hem öyle fazla kilolu falan da değilim!..'' demenin aslında  nasıl bir kendini kandırma olduğunu, oturduğunuz yerden kalkmak için off-puff diye çaba harcarken anlıyorsunuz. Evet, fazla kilolu değilsiniz belki ama, olması gereken doğal esneklikte de hiç değilsiniz. Beliniz ayrı, sırtınızla boynunuz ayrı alarm veriyor! Yoga yapmayı şak diye amuda kalkmak ya da tuhaf şekillerde kıvrılıp bükülmek olarak görenler varsa, ''medikal yoga''yı deneyimlemelerini özellikle tavsiye edeceğim. Ve bu mühim konuya daha sonra tekrar dönmek üzere, herkese gönlünce bir hafta dileyeceğim efendim:) Daima sağlıkla...


MERAKLISI İÇİN: ''Yaşam Vadisi''nin kurucusu, medikal yoga eğitmeni, eczacı ve fizyoterapist Sn.Vedat Akar önümüzdeki Pazar gecesi, saat 23.15'de başlayacak TRT Radyo- 1/Gecenin İçinden programının konuğu olacak. Konunun meraklılarına şimdiden duyurmakta fayda var. Bir de kendisinden dinleyin bakalım...  

7 Aralık 2011 Çarşamba

OLur...

Yüzde ısrar etme, doksan da olur.
İnsan dediğinde noksan da olur.
Sakın büyüklenme, elde neler var,
Bir ben varım deme, yoksan da olur...



Mevlâna Haftası kutlu OLsun. Işığı ile hâlâ alemi aydınlatan o bilge ruha 2011 senesinin sonundan ve bir kez daha gönülden selâm OLsun... 

2 Aralık 2011 Cuma

Çok farklı...








William Shakespeare'ın çok tanıdık oyunu ''Romeo ile Juliet''in imkânsız bir aşkın hazin hikâyesi olduğunu bilmeyen yoktur sanırım. Birbirine düşman iki ailenin çocukları olan Romeo ve Juliet aşka düşünce ortalık fena karışır, aileler birbirine girer, neticede her iki aşık da ölür ve ancak öyle kavuşabilirler, olay Verona'da geçer falan... Ancak; İzmir Devlet Tiyatrosu'nda bu sezon Malcolm Keith Kay tarafından sahneye konan ''Romeo ile Juliet'' izleyeni irkiltecek kadar farklı, hakikaten çok farklı...


Değerli dostum Gürol Tonbul'un da önemli rollerinden birini üstlendiği bu oyunu nihayet izlemeye gidebildik. Daha evvel ''Gecenin İçinden'' programında başrol oyuncuları ile röportaj yapmıştım ve karşıma hayli farklı bir yorum çıkacağını biliyordum ama, gene de izlemek bambaşka tabii. Malcolm Keith Kay tamamen farklı bir dekor, kostüm ve reji ile yorumlamış bu Shakespeare klasiğini, baştan sona ciddî bir aksiyon içinde buluyorsunuz kendinizi. Meselâ; Juliet'in aşığı ile konuştuğu o meşhur çiçekli balkon bu oyunda çelik bir kafes olarak çıkıyor karşınıza, orasından burasından kalın zincirler sarkıyor. Savaş Çevirel'in tasarladığı dekor sürekli inip kalkan geniş platformlardan oluşmuş, ses, ışık ve başka görsel efektler ile desteklenmiş, oldukça etkileyici buldum. Düello ve kavga sahnelerini izleyince, sevgili Gürol'un sürekli konuk olduğu hemen her Gecenin İçinden'e neden ufak tefek yaralarla geldiğini daha iyi anladım! Hakiki kılıçlarla alenen birbirlerine giriyorlar çünkü. Oyunun metni elbette aynı ama yönetmenin yorumlayış biçimi oyunun klasik kalıbını çatır çatır yıkmış, geçmiş denebilir. 


Üzüldüğüm tek nokta; bu kadar emek ve masrafla hazırlanmış olan bu modern dekorun sahnenin darlığı nedeni ile zorlanıyor olması idi, ayrıca oyunun görsel etkisine çok şey katan dumanlar gene salon ve sahne küçüklüğü sebebi ile zaman zaman seyirciyi öksürtüyor, göz yaşartıyordu. Derinliği çok daha fazla bir sahnede, şöyle geniş geniş oynanması gereken bir oyun bu. Ancak İzmir'de buna imkân verecek bir sahne ne yazık ki halen yok. Bunu sevgili Gürol Tonbul ile de hep konuşuruz zaten. Funda Çebi Bozdoğan'ın kostüm tasarımlarını sevdim, yönetmenin farklı yorumuna yakışmış. Bazı oyuncuların sesleri zayıf kalıyor ve replikler gürültülü efektte boğuluyordu. Bunun dışında herşey yolunda idi. Mercutio rolünün üstesinden başarı ile gelen sevgili Gürol'u oyun sonrası kuliste tebrik etmek ise ayrı bir keyif oldu bizim için:) Oyun bir süre daha Karşıyaka Ragıp Haykır Sahnesi'nde devam edecek, imkânınız olur ve çok farklı bir Romeo ile Juliet izlemek isterseniz gidin derim. Emin olun, televizyonda sizlere kakalanan o birbirinin karbon kopyası, pekçok aptal diziden daha çok şey katacaktır kültürünüze. Bu oyuna emek veren herkese ve bütün popüler kültür dayatmalarına karşı halen ayakta olan Devlet Tiyatroları'na teşekkür ile...

28 Kasım 2011 Pazartesi

Sessiz...

Konuşma isteğimin fazla olmadığı zamanlardan geçiyorum; canlı yayınlarım hariç tabii. Daha doğrusu; sesli konuşma isteğim yok pek, bu sebepten daha ziyade yazarak konuşmayı tercih ediyorum sanırım. Zaten yazmak sessiz ama daha yoğun ve derin bir konuşma biçimi değil midir aslında?..

Yayın sonraları stüdyolar sessizleşir, sadece elektronik aygıtların ışıkları görünür karanlıkta. Severim bu hali, bilemediniz bir saat öncesine kadar buradan türlü sesler, cümleler, tınılar dünyaya frekans olarak yayılmış, hâttâ sadece dünya ile de sınırlı kalmayıp evrenin sonsuz boşluğuna salınmıştır ama şimdi ortalık sessizdir. Stüdyo içindeki bütün elektronik ıvır-zıvırla beraber artık dinlenmeye çekilmiştir. Karanlık stüdyonun ortasında durup, uyuyan bir insanın nefesini dinler gibi dinlerim o sessizliği. Açık pencere varsa kapatırım, yerinden oynamış, dağılmış şeyleri düzeltir, kalemleri, kağıtları toplar, yerine koyarım. Sonra; uyurken farkında olmadan üzerini açmış bir çocuğun yorganını örter gibi sessizce kapıyı çekip çıkarım...

Stüdyoların uykusu fazla derin olmaz, her an uyandırılmaya hazır, tetikte bir uykudur bu. Öyle rahaaat, geniiiş bir uyku değildir yani, biraz huzursuz, terli ve umulandan kısadır. Bu nedenle hürmet etmek gerektiğini düşünürüm, gürültü-patırtı çıkarmam, kendi uykum gibi görürüm. Bütün yayıncıların uykusu gibi... Görünürde derin ve sessiz ama aslında bir çıtırtıyla bile bölünmeye hazır, biraz huzursuz, üzeri açılmış, alnı terli. 

22 Kasım 2011 Salı

Bizden söylemesi:)

Pırasa, karnıbahar, kereviz, ıspanak, turpotu, cibez; ne ararsan var bir tabak bu. Bunların tam da mevsimi zaten ya, bir vejetaryen için mevsimi olmasa da nur nimettir zaten hepsi, öyle her lokantada bulunmaz ayrıca... Bu sebzeleri yiyecekten saymayan çok kişi vardır, içinde öyle ya da böyle ''et'' olmayan yemeğe burun kıvıranları haliyle pek açmaz ama bizim yüzümüzü güldürmeye, karnımızı doyurmaya yeter de artar bile :)

Sevgili yol arkadaşım, meslekdaşım, ''Ezberbozan Atölye'' müdavimlerinden ''ışık kadın''  Leylâ Özgür ile tuttuk Alsancak'daki ''Organik Yer''in yolunu,  uzun bir toplantıdan çıkmıştık, karnımız açtı ama bize uygun birşeyler bulmak öyle her zaman kolay olmaz, talimliyizdir bu konuda,  o yüzden başka yerlerle oyalanma gereği hissetmeden direkt oraya gittik. Pek de iyi etmişiz, bu harika otlar, sebzeler kocaman bir karışık  zeytinyağlı tabağına doluşup geliverdi önümüze. Çoğu sadece haşlanmıştı, limon ve zeytinyağından başka bir süsü-püsü de yoktu ama  olsun, iki otcul başka ne isterdi ki zaten? Varlığımızı ve ruhumuzu şifalandırmasına niyet ederek daldık tabaklarımıza, sildik süpürdük çabucak, ooh, ne bir ağırlık, ne bir rahatsızlık, hafif, ince, lezzetli, sağlıklı, keyifli, misss gibi. Hintlilerin meşhur ''ne yersen osun'' deyişi geldi aklımıza, gülümsedik :) Kendimizi toprağın, havanın, suyun ve ''ilâhî olan''ın kutsal enerjisi ile beslenmiş bu güzel sebzeler gibi hissettik, kimilerinin dalga geçme ifadesi olan ''ot gibi!'' yani :) Şükrettik, spiritüel sohbetler ettik, ''iyi ki varız, iyi ki buradayız, iyi ki şimdiki andayız'' dedik... 

Eğer yolunuz Alsancak tarafına düşer ve içinde ''et'' olmayan, hem lezzetli, hem de sağlıklı  birşeyler yemek isterseniz bu mütevazı lokantaya uğrayabilirsiniz. Yemekler öğleden sonraya pek kalmıyor gerçi ama olsun. Burada pişen herşey ev mutfağı özeni ile, geleneksel usûllerde ve az miktarda hazırlanıyor. Yemeklerin çoğunu ''Organik Yer''in sahibesi sevgili Nevin Hanım pişiriyor. Hepsinin içine sevgisinden de kattığını bilerek, gönül rahatlığı ile yiyebilirsiniz onun yemeklerini. Hani derler ya; ''bizden söylemesi'' :) Gerisini neşeniz bilir tabii. Afiyet olsun...

21 Kasım 2011 Pazartesi

Şimdi size haklarınızı okuyorum...


- Kendimi güvende hissetmeye hakkım var.
- Desteklenmeye hakkım var.
- Arzularımı gerçekleştirmeye hakkım var.
- Duygularımı hissedip onları serbestçe ifade etmeye hakkım var.
- Kendimle ilgilenmeye, kendimi geliştirmeye ve şımartmaya hakkım var.
- Sınırlar koyup ''HAYIR'' demeye hakkım var.
- Kendim için birşeylere karşı çıkmaya hakkım var.
- Kendi doğrularımı söylemeye hakkım var.
- Hayâllerimi gerçekleştirmeye hakkım var.
- İçsel rehberimi dinlemeye hakkım var.
- İleriye bakmaya hakkım var.
- Ait olmaya hakkım var.
- Başarısız olup yeniden başlamaya hakkım var.
- Kalbimi dinlemeye hakkım var.
- Bir birey olmaya hakkım var.
- Eşit enerjiye, eşit desteğe ve eşit sorumluluğa dayanan ilişkiler kurmaya hakkım var.
- Kendime durma izni vermeye hakkım var.
- Evrenin kıymetli çocuğu olarak görülmeye hakkım var.

(Margaret Ruby/İyileşmenin Dili'nden alıntı...)

Yazının başlığı bir miktar Amerikan polisiyesi tadında oldu, farkındayım. Lâkin; etrafımızda dolanan bir sürü insanın ve hâttâ bizzat kendimizin yukarıda belirtilen hakları içselleştirmediğinin, çoğunu bir ''hak'' olarak görmediğinin, bu sebepten kendini ''mütemadiyen haksızlığa uğramış bir mağdur'' olarak gördüğünün de farkındayım. ''Özsaygı'' denen o şey geliştirilmedikçe, hayatın bütününe duyulacak saygı da hayli eksik kalacaktır oysa, bu ''özsaygı''yı egoizmle, benmerkezcilikle karıştırmak ise artık çok bayat ve küften görünmeyen, bir köşede unutulup gitmiş ekmeğe benziyor, yenmiyor yani. Tazelemek lâzım, yerine yenisini koymak lâzım. En çok farkında olduğum şey ise,  bireyin kendisi için hak olarak görmediği, göremediği şeyleri başkaları için de hak sayamıyor oluşudur ki; işte bu hayatları daraltan, sıkıştıran, zorlayan en baba sebeptir zaten!


Geleneksel eğitim ve terbiye pratikleri size neyi, ne şekilde dayatıyor olursa olsun; evvelâ siz kendinize neleri ''hak'' olarak gördüğünüzü bir sorun bakalım, Margaret Ruby'nin ''İyileşmenin Dili'' isimli kitabı gerisini getirebilir. Tabii isterseniz, istemezseniz aynı kalıplarla yola devam edebilirsiniz, siz bilirsiniz, kim karışır değil mi a canım? :)

14 Kasım 2011 Pazartesi

Ne olur? :)

Kendini sevmeyi, kendine saygı duymayı, başkalarından önce kendi öz/varlığını onurlandırmayı ve takdir etmeyi ''bencillik'', ''kendini beğenmişlik'' olarak öğrenmiş, öyle ezberlemiş olanlar, bunu yapabilenleri, bir şekilde becerebilenleri  mütemadiyen bu kavramlarla yargılasalar ne olur?.. Meselâ diyorum, en fazla ne olur?..

Hiçbirşey olmaz tabii, ne olabilir ki?:) Evvelâ havuçlarımızı tencereye atıp zeytinyağında çeviririz, biraz yumuşayınca üzerine yıkanıp doğranmış pırasalarımızı ekleriz, sonra ''şükür''le kutsanmış suyumuzu miktarınca koyarız, tuzunu-baharatını-limon suyunu unutmayız tabii, en son da bir avuç karabuğdayımızı bolluk, bereket niyetlerimizle birleştirip serperiz üzerine, kısarız ocağımızın alevini, sevgiyle pişmeye bırakırız yemeğimizi. Pek hafif, sağlıklı ve de lezzetli  olur, yiyene afiyet/şifa olur:) Yani olsa olsa ancak bu kadar olur...


DİP: Uçaklarda bildik güvenlik anonsudur ya, hostesler yolculara oksijen maskelerinin kullanım şeklini gösterirken ''lûtfen önce kendinizin, sonra çocuğunuzun oksijen maskesini takınız'' diye ikaz ederler. Bu ikazı duyunca bozulanları, hâttâ sinirle söylenenleri çok gördüm, o da şimdi aklıma geldi bak:) 

Kısmet?..

Bu fotoğrafı geçen sene, İspanya seyahatimi tamamlayıp Türkiye'ye dönme hazırlıkları yaptığım son akşam çekmiş ve blogda yayınlamıştım. Köşe lâmbasının yanında duran bronz uşak heykelciği fazla dikkat çekmiyor belki ama ben elindeki tepside tealight mum taşımak üzere tasarlanmış bu heykelciği çok beğenmiş ve bir eşini alıp getirmek istemiştim. Hâtta satın alındığı dükkân kapanmadan yetişip alayım ve valizime yerleştireyim diye epey acele de etmiştim ancak; Madrid-Pinto'da, harika ev aksesuarlarının satıldığı Casa Con Duende/Perili Ev isimli bu dükkânda artık bu uşak şamdandan bulunmuyordu. Sahibesi istersem getirtebileceğini söylemişti ama bunun için de beklemek gerekiyordu ve ben ertesi gün İspanya'dan ayrılacaktım, dolayısı ile ''kısmet değilmiş'' diyerek onun yerine başka şeyler aldım, yani bu sevdadan vazgeçtim... Hâlbuki?..

Kısmetmiş ama biraz zamanı varmış, zamanı o zaman değilmiş meğer. İzmir Devlet Tiyatrosu sanatçılarından değerli dostum Gürol Tonbul ve TRT'den yapım asistanı arkadaşım sevgili Özgür Yardımcı geçenlerde Ezberbozan Atölye'yi ziyarete geldiklerinde, beraber seçtikleri bir armağan paketini uzattılar bana, içinden ne çıkacağını hiç bilmeden sevinçle açtım ve açınca şaşkınlıkla karışan sevincim daha da çoğaldı. Zira paketin içinden çıkan armağan, benim birbuçuk sene evvel İspanya'da çok beğenip bulamadığım, alamadığım bu heykelciğin birebir aynısıydı:)

Bana hediye edilen şeylerin niteliği ile ilgilenmem, beni düşünerek alınıp getirilmiş ya da gönderilmiş olması kâfidir ve elbette hepsi teşekküre değerdir benim için ama; bu hediyenin içinde böyle de bir hikâye saklıydı işte ve bundan bana bu uşak şamdanı hediye eden sevgili dostlarım da habersizdi. Anlattığımda onlar da hayret etti ve bana bu hediyeyi seçmiş oldukları için daha çok sevindiler tabii:) Sevgili Gürol ve Özgür'e bir kez daha teşekkür etmek isterim, farkında olmasalar da bana çok hoş bir sürpriz yapmış oldular, sağolsunlar...

Ve işte hayat bazen de böyle gülümsetir insanı; siz akışa teslim olur, ''demek kısmet değilmiş, n'apalım'' der geçersiniz, hâlbuki sizin o ''AN''da evrene gönderdiğiniz içsel niyet mektubu yoluna devam etmiş ve neticede makamına ulaşmıştır, siz bunu bilmezsiniz. Mektubun cevabı hiç ummadığınız bir anda, hiç beklemediğiniz bir yolla pat diye önünüze düşüverir. Çünkü herşey tam OLması gereken zamanda ve tam OLması gereken şekilde OLur. Bu sebepten; evrensel sistem içinde ''erken'' ya da ''geç'' diye birşey yoktur. Bilmem anlatabildim mi? :) Herşey niyetinize göre OLsun efendim, mutlu haftalar...

6 Kasım 2011 Pazar

De mi? :)

Ege TV'de,  yakın zamanda yayınlanacak olan ''Gökkuşağı'' programına ''meme kanseri'' ve bağlantılı olarak ''kemoterapi'' ile tanışmış bütün kadınlara selâm olsun diye bu uzun kızıl perukla çıktım. Bu hali Amerikalı sinema oyuncusu Demi Moore'a benzetenler çıktı çıkmasına da, pek bir alâka yok bence.   Onun saçları orijinal, benimki çakma, onun yakın gözlüğü daha geniş çerçeveli, benimki dar, o benden üç yaş büyük ama ben ondan daha yaşlı gösteriyorum falan yani:) Ama tabii her kadının Demi Moore ile uzak ya da yakın bir benzerliği bulunabilir aranırsa, orası da ayrı... De mi? :))) 


DİP: Ege TV tarafından az önce bana aktarılan bilgiye göre, evvelden çekimi yapılmış bu program 8 Kasım 2011 Salı ya da 9 Kasım 2011 Çarşamba günü, sabah saat 10.00'da yayınlanacakmış. Biraz tuhaf bir geribildirim ama olsun, benden söylemesi. Aynı programın tekrarı gece saat 02.00'de yapılıyormuş. İnternet üzerinden izlemek isteyenler için müracaat buraya lûtfen...

3 Kasım 2011 Perşembe

Sürpriz:)

Atölye adresine gelen ufak karton kutudan yükselerek burnumu/ruhumu okşayan hoş sabun kokusu, bu zarif ''hayırlı OLsun'' hediyesini gönderen değerli dostun kimliğini gösteriyordu zaten:) Erguvan rengi şifon kurdele ile bağlanmış dilek kartını okuduğumda bu yüzden hiç şaşırmadım. Seneler evvel,  İstanbul'un Çengelköy'ünde yaşarken, çok yağmurlu bir günde onunla ilk karşılaşmamızı, ikimizin de çok sevdiği ortak dostumuzu sevinçle farkedişimizi ve yağmur altında keyifle sohbet edişimizi hatırladım... İçim ısındı, gülümsedim:)

Kutunun içi tamamen elde üretilmiş, misler gibi, tertemiz kokan doğal sabunlarla doluydu. Biberiye, süt, sakız, ipek, bebek; hani aklınıza ne gelse vardı neredeyse. Ama bunların yanında kahveye olan tutkumu da unutmamış ve kahveli olandan da eklemiş ya sevgili Mine Hanım, öyle de ince düşünceli bir hanımefendidir işte. Kutudan çıkan kalp şeklindeki lâvantalı sabunun incecik mor kağıda sarılmış olması bile ayrı bir zarafettir bana göre. Kasvetli ve kanserli  Ankara günlerinde de unutmamıştı bizi, o zor zamanlarımızda da aynen böyle zarif bir sürprizle sevindirmişti, varolsun, sağolsun...

Harika sürprizine teşekkür etmek için aradım daha sonra, ondan içimi ferahlatan güzel haberler de aldım:) E daha ne olsun, sevgili Mine Flora'nın elinden-emeğinden çıkma bu güzelim sabunlar derhal hayatımdaki yerini alsın, benim içimden yükselen şükran ise buradan kanatlanıp taaa İstanbul'a uçsun, bolluk, bereket ve hayır dileklerimle beraber bu hoş kadının omuzuna konsun:) Ayrıca tavsiyemdir; benim gibi el yapımı doğal sabunlardan vazgeçemeyenlerin yolu bir şekilde sevgili Mine Hanım ve sabunları  ile buluşsun...  

2 Kasım 2011 Çarşamba

Torpilli:)



Aykut her zamanki gibi; kendini gayet açık ve iyi ifade ediyor, ''bunlar benim doğrularım, önermelerim'' diyor, dayatmıyor. Gülben? :) Eh, daha büyümesi ve hayli yol katetmesi  gerekiyor ama umutluyum, olacak, olacak...




Sevgili Aykut Oğut; hayata çok lâzım bir adamsın sen:) Tanıdığım en sağlam ''ezberbozan''lardan birisin, bu yüzden de taşa tutanın çok tabii. Hem; yapıp ettiklerinin sorumluluğunu ve doğal sonuçlarını kendisinden başka herkese+ herşeye yüklemeyi, mütemadiyen şikayet edip kendine acıyarak daima ''ötekiler''i suçlamayı ezber edinmiş (üstelik de bundan zevk alan, adetâ bu durumun bağımlısı olmuş) zavallılar seni nasıl sevsin a canım, hiç işlerine gelmez ki?Varlığına sağlık, kazandığın paraya bolluk, bırakalım konuşanlar konuşsun, beğenmeyen dinlemesin kardeşim, değişe-dönüşe yola devam...

1 Kasım 2011 Salı

Eşit...

Bu iki güzel varlığın arasında tam 83 yaş fark oluşu ya da birinin İzmir'li, diğerinin Ankara'lı olma hali neyi değiştiriyor ki? Bu durumda ''aa, zaten bunlar aynı türden de değil ki...'' diyecek olanlar ise hiç boşuna yormasın kendini:) Onlar geçtiğimiz günlerde Ezberbozan Atölye'de saf sevgi ve ''Birlik Bilinci'' ruhu içinde biraraya geldiler, her türlü ''fark'' ve ''ayırım'' ezberine mükemmel bir cevap verdiler. Saf sevgi yaşlılık, Alzheimer, kedilik, insanlık falan tanımaz, ''Birlik Bilinci'' de öyle elbette. Tüm varlıkların aynı eşitlik içinde kucaklaştığı bu felsefeyi onları izlerken bir kez daha sevdik ve şükrettik, bu iki sevgili varlık ''BİR''likte ne kadar güzeldiler ve biz hep ''BİR''likte ne kadar güzeldik:)

30 Ekim 2011 Pazar

OLsun...

Biliriz ki; daraltılmaları deneyimlemek ve sabrederek akışa güvenmek, ardından gelecek ferahlıklara, genişliklere şükredebilme fırsatıdır aslında... O halde; önce daraltıp sonra genişletene şükürler OLsun, şimdi, ANda ve daima...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Oysa...

Oysa; basit bir arama-kurtarma eğitimi verilerek şimdi deprem bölgesinde can kurtarıyor olabilirdi. Olmadı, olamadı çünkü pekçok türdeşi gibi o da Çandarlı'da zehirlenerek katledildi! Onun varlığında da tabiatın kutsal bilgileri/sezgileri kayıtlıydı. Sesleri, kokuları varlığındaki bu kadim bilgiler aracılığı ile pekçok teknolojik cihazdan daha çabuk ve kesin olarak hissedebilir, şu an enkaz altında hayat mücadelesi veren ama sesini kimseye duyuramayanların imdadına koşabilirdi. Olmadı, olamadı. Havaalanı zarar gördüğünden, deprem bölgesine karayolu ile ulaşmaya çalışan kurtarma ekipleri  ve yanlarında getirdikleri  eğitimli köpekleri umutla bekleniyor şimdi. Muhtemelen sabah bölgeye ulaşacak ve kimbilir kaç can kurtaracak türdeşlerinin ondan bir farkı yok ki, onlar eğitimli ve kahraman ilân edilmeye aday, o kadar. Enkaz altında seslerini insanlara duyuramayan kaç kişi umutla bir köpek havlaması duymayı bekliyor şu an dersiniz? Ama kurtarma köpekleri henüz bölgeye gelmedi, oysa onlar için geçen bir dakika bile ölümcül değerli! Bazı sesleri ''insan'' duymaz, duyamaz. Tabiatın evrensel bilgi ve sezgisiyle donanmış varlıkların ise çoğu kez sese bile ihtiyacı olmaz, kendiliğinden bilirler zaten yıkıntılar altında hâlâ nefes alan bir can bulunduğunu! Bol bulduğunu, nefesini fazla gördüğünü bu şekilde geberten insanoğlu şimdi eğitimli türdeşlerinin deprem bölgesine çabucak ulaşması için dua ediyor işte, eee, insanoğlu bu, her halükârda kıymet ancak işi düşünce!.. 

Oysa, oysa, oysa... Gene Karma Yasası, işte gene o acı karma!.. Göz göre göre, yazık be:(


BAKINIZ: DEPREMDEN 17 SAAT SONRA KURTARILDI 
Depremde en fazla hasar gören Erciş İlçesi’nde kurtarma çalışmaları devam ederken, eğitimli köpeklerle enkazda arama yapan Jandarma Arama Kurtarma (JAK) ekipleri, Halil Özdemir’i depremden yaklaşık 17 saat sonra bu sabah 06.30’da enkaz altından kurtardı... 


(İşleri bittikten sonra bu arama-kurtarma köpeklerini de zehirleyiverin gitsin, kalabalık etmesinler şimdi ortalıkta, ne gerek var ki onlara, değil mi ya?!!.)

20 Ekim 2011 Perşembe

Bir/lik...

Benim görevim olabildiği kadar çok kişiye anlatmak, anlayıp devamını isteyenlere de öğretmek. Yolumun ''bir''leştiği kişiler ve mekânlar bunun altını kendiliğinden çizmekte zaten. Bu Cumartesi akşamı, varoluş sebebi ve dahî açılış tarihi  Ezberbozan Atölye ile denk olan Stüdyo Bir'de, isteyen herkesin katılımına açık ve ücretsiz bir seminerde  ''Birlik Bilinci''ni ve aktarıcısı olduğum ''Deeksha Enerjisi''ni anlatacağım. Ne olduğunu, ne olmadığını, niçin varolduğunu, neye yaradığını, nasıl çalıştığını öğrenmek isteyenler buyursun gelsin efendim. Rezervasyon yaptırma gereği var. Müracaat ise bana değil, lûtfen buraya, bu çok hoş kardeş mekânın sahibi değerli Sevcan Hanım'a... Şükranlarla...

19 Ekim 2011 Çarşamba

...................................

Ortak bir acı varken... Bazı şeyler yapılmaz. İçinden gelmez insanın. Sanki bilip de söylemişim gibi oldu; gayet ciddî ve acı bir gerekçe  ile pekçok canlı yayın iptal edildi bugün:( Benim konuk olduğum programın yayınlanacağı tarihi bilâhare bildireceğim. Şimdi şiddetin artık bir son bulması ve evrensel barış için dua zamanı... Gerisi boşluk...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Haber-cik...

Evet, inşallah öyleyiz. ''Evimin dördüncü odası'' diye nitelendirdiğim  Ezberbozan Atölye'den, hayatımı aydınlatan Birlik Bilinci'nden, yogadan, meditasyondan, çakralardan, niyetin gücünden, negatif düşünce kalıplarından, bana nice eşikler atlatan meme kanserinden, kitabım Tırmık İzi'nden, bana ışık tutan diğer kitaplardan, blog yazılarımdan, çevre&hayvan haklarından ve diğer herşeyden bahsetmek üzere genç meslekdaşım Berna Ergin'in program konuğu olacağım. İzlemek isteyenlerle 19 Ekim Çarşamba sabahı, saat 10.00'da, Ege TV ekranında, Gökkuşağı programında, bu çok canlı yayında buluşalım mı? İlâhî olan sağlık verir ve bir manî çıkmazsa elbette buluşalım:)

10 Ekim 2011 Pazartesi

Karışmak...

''Tıpkı cama vuran yağmur damlaları gibi... Hani tek başına aşağı doğru kayan bir damla bir diğeriyle birleşir ve daha büyük bir damla olur ya, ötekine karışarak güçlenir. İşte öyle. Ben de sana karıştım aşkım. Artık daha güçlüsün...''
(İncir Reçelfilminin finalinden...)


İnsan kimin hikâyesine, ne vakit karışacağını bilemez önceden, yani aslında bilir de, ruhsal seçimlerini bu boyutta hatırlaması imkânsız kılınmıştır. Hiçbirşey basitçe tesadüf değildir ki; olan herşeyin muhakkak bir anlamı, bir lüzûmu vardır. Bu temel bilgi insanı ''Allah Allah, çok tuhaf, bu insanlar da kim, benim bu eski hikâyenin içinde ne işim var şimdi ya?'' diye düşünmekten de kurtarır ayrıca, olması gerekiyordur ki olmuştur, bunu heyecan verici, gizemli, hüzünlü ya da sıkıcı bulmak ise tamamen sizin seçiminize bırakılmıştır. Dilediğinizi seçersiniz; ya ''öfff be, eski-püskü bişey işte, hem bana ne ki!'' deyip döner arkanızı gidersiniz, ya da geçmiş zamanlardan sizin önünüze düşürülen hikâyenin aralık kapısını itip içeri girersiniz. Siz bilirsiniz...

''Üzerinize vazife olmayan işlere karışmayın siz!'' kalıbı, her anlamda sağlam bir sürüleştirme, itina ile tektipleştirme plânının o çok tanıdık ezberi değil midir zaten? Neyin üzerinize vazife, neyin değil olduğuna sizin adınıza karar veren sistemlerin gücünü işaret eden, sizi daima sizden başka ve kimi üstün (!) bilinçlerin yöneteceğine dair ikaz ihtiva eden, aba altından sopanın ucunu gösteren, sizi olmanız istenen kalıplara sokup şekillendirirken öte yandan da aslında ''hiç''leştiren bir vaziyettir. Çocukluğunuzdan beri bu bilincin aşılandığı bireyler olarak, ''kendiniz''i kademeli şekilde bir kenara itmiş ve sisteme çoktan teslim olmayı seçmişsinizdir muhtemelen... Çünkü bu kolaydır, baş ağrıtmaz, uslu olacaksınız, öyle fazla soru sormayacaksınız, mevcut düzenlerin cici birer parçası olup size uygun görüldüğü kadar yaşayacaksınız işte, daha ne? Doğacaksınız, derhal kalıba sokulup büyütüleceksiniz, başkalarının seçtiği ve dayattığı yiyeceklerle besleneceksiniz, başkalarının istediği makbûl eğitimleri görüp gene o isteklere uygun makbûl işlerde çalışacaksınız, etrafınızdakiler hangi dinden ise siz de koşulsuz ona inanıp uyacaksınız, evleneceksiniz, çocuk yapacaksınız, içinizde her ne yaşarsanız yaşayın bildik düzenleri değiştirmeye asla kalkışmadan, birilerine ya da birşeylere mütemadiyen katlanarak yaşayıp ööööyle de yaşlanacaksınız. Çünkü herkes öyle yapıyor. Değil mi?.. E âlâ tabii.

Oysa karışmanın içinde bir cesaret vardır, iyidir karışmak, insana yeni kapılar açabilir, o açılan kapılardan karanlığınıza farklı ışıklar düşebilir. Daha evvel tanımadığınız, bilmediğiniz yollarda yürürken başkalarının tespit edip şekillendirdiği düzene aykırı da olsanız, kendinizi kendiniz gibi hisseder, size sizin dışınızdan yüklenen korkulara ve kurallara cesaretle başkaldırırsınız. Bedelini şikayet etmeksizin ödemeyi de göze almak kaydı ile elbette. O güvenli ve tanıdık ''sürü''den ayrılmışsınızdır, kurtla nasıl başedeceğiniz bütünüyle sizin meseleniz olmalıdır artık...

Ezcümle; ben severim karışmayı, bana eski zamanlardan uzatılan ipin ucuna yapışıp takip etmeyi, hikâyenin aslını hiçbir zaman bilemeyecek olsam da, elimdeki taslak üzerinden yeni hikâyeler yazmayı severim. Karışmak güçlü kılar insanı, o yüzden kenarda durmamalı, karışmalı. Küller küllere, tozlar tozlara, damla damlaya, insan insana, dün bugüne... Karışmalı...


DİP: Nicolai Andriomenos İstanbul'un en eski fotoğrafçılarından, saray fotoğrafçısı. Son Osmanlı şehzadelerinin fotoğraflarını çeken ve onlara fotoğrafçılık eğitimi de veren kişi. İlk fotoğrafhanesini 1867'de Beyazıt'da açmış, daha sonra Pera'ya taşınmış. Özellikle İstanbul'lu Rum ve Ermeni ailelerin özel günlerini fotoğrafladığı biliniyor. Özel kolleksiyonlarda ve mezatlarda çektiği fotoğraflara rastlamak halen mümkün. Kendisinden sonra işi mahdumu, yani oğlu devralıp devam ettirmiş. 1940 senesinden kalma bu nikâh fotoğrafı da bu mahdum tarafından aynı yerde, Foto Saray'da çekilmiş. Mimoza mevsimi imiş, gelin çiçeğindeki taze mimoza dalları ne hoş görünüyor, o uyduruk-kıydırık yapma ve çok sahtekâr gelin buketlerinden değil, gayet sahici. Gelin de, damat da çok zarif zaten, sade ve ince bir şıklık var hallerinde, 1940 senesinin 28 Nisan gününde kalan belli-belirsiz gülümsemelerinde... Fotoğrafın karton çerçevesi, arkasındaki elyazısı not falan duruyor durmasına da, belli çok yağmur yemiş, sonra kurumuş, hâttâ güneşte kavrulmuş, sonra gene ıslanmış. Üzerinden çoook mevsim geçmiş. Bu sebepten; karton çerçeve dokununca un gibi ufalanıyor adetâ, fotoğraf ise 71 yıllık hikâyesini anlatmadan yok olmamaya kararlı, yorgun, lekeli, kenarları yırtık ve kıvrık olsa da vazgeçmemiş. Zamana ve unutulmuşluğa direnmiş. Sit alanı ilân edilip nicedir çökmeyi bekleyen çok eski bir evin yıkıntıları arasında, hüzünlü bir evrak-ı metrûke olarak sonunda bir kamyona yüklenip, hatıraların enkazıyla birlikte toza dönüşmeyi seçmemiş yani. İnatçı çıkmış. Cesur çıkmış. Beni beklemiş. Günün birinde onu savrulduğu yerde bularak eğilip alacağımı, göğsüme bastıracağımı ve hikâyesine karışacağımı bilerek beklemiş. 
Teşekkür ederim ona, bunca zamana direnmesini sağlayan cesaretinin ve bunca insan arasından yalnızca bana anlatmayı seçtiği hikâyesinin önünde hürmetle eğilirim. Daima...

8 Ekim 2011 Cumartesi

-memeli...


Önceliği hangisine vereceğiniz sizin bileceğiniz iş; ancak türünüz ve cinsiniz gereği  bir ''memeli'' iseniz bu organlarınızı sadece emzirme ya da seksi görünme vasıtası olarak değerlendirMEMEnizi, onları iyi tanımanızı ve herhangi bir değişimi derhal yakalayabilmek için memelerinizle iyi geçinmenizi tavsiye edeceğim. Gene şahsî tecrübelerimden yola çıkarak diyeceğim ki; aslında değişikliği sizin yakalamış olmanız da tek başına yeterli değil, farkettiğiniz o değişik şeyi fazla bekletmeden, o mudur, bu mudur tartışmalarına girmeden hemen ultrason ya da mamografi yolu ile tespit ettirmeyi ve tedavî şekli her ne ise hemen, derhal  başlamayı seçin. Tabii memelerinizi kaybetmek istemiyorsanız, aksi durum geçerli ise birşey diyemem. İç ya da dış protezlerle hayata devam etmek elbette mümkün ama, doktorların, ameliyatların size sağladığı görüntü mükemmele yakın olsa da hiçbir zaman kendi doğal dokunuzu yakalayamayacaktır. Küçük, büyük, sarkık, dik, diri, pörsük falan demeyin, önce kendi memelerinizi olduğu hali ile sevin, sonra onlara dokunun, parmakuçlarınızı kılavuz edip yoklayın, avuçlayın onları, sıkın, bırakın, elleyin yani, uzak durmayın, çekinmeyin, utanmayın... Bazı şeylerin çokluğundan yakınmak, yokluğu halinde size söz hakkı vermeyecektir, ilahî sistem böyle işler. Löpür löpür sallanan ya da fincan kadar, ufacık memeleriniz olabilir, olsun, bu sizin doğal halinizdir, bu halle barışın. Silikon-milikon derdine düşmeyin, sandığınız kadar konforlu olmadığını söylemek benim için hiç de zor değil. Bırakın memeleriniz nasılsa öyle kalsın, sizinle birlikte yaşlansın, sarkıyorsa sarksın, pörsüsün, gevşesin. Günün birinde doktorunuz size ''üzgünüm, meme kanserisiniz'' derse o zaman o beğenmediğiniz memeleriniz daha önce hiç olmadığı kadar kıymetli olur, kesilip alınmasın diye türlü yol denemeye razı gelirsiniz ama?..

İnsan olan her memeli, memelerini zinhar ihmâl etMEMEli, benden bir kez daha söylemesi. Sağlık diliyor ve hatırlatıyorum...


DİP: Bir de şu ''göğüs kanseri'' söylemi hayli yaygın ama yanlış, burada bahsettiğimiz adlı adınca ''MEME'' kanseridir. MEME demek, diyebilmek bu kadar ayıp olmasa gerektir. Göğüs tek başına bir organı tanımlamaz ki, vücudun bir kısmını ifade eder. Kalp de göğüs kısmımızda yer alır, akciğerler, kaburgalar ve kimi başka şeyler de... ''Göğüs kanseri'' dendiğinde hangisini anlayacağız? Böyle bir kanser türü yok ayrıca. Ama ''MEME KANSERİ'' var, olduğunu ben biliyorum:) İfadeler konusunda da rahatlamak lâzım, nedir bu özenti mahremiyet şeysi yâhû? Alın yazıyorum işte; MEME, MEME, MEME... Göğüs kanseri de neymiş be kardeşim, tövbe, tövbe!


3 Ekim 2011 Pazartesi

Reçel bulaşmış yazı...

''İncir Reçeli''ni zaten severim, bu film hakkında söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden falan haberdar olmaksızın ismi ilgimi çekti ve izledim. Hakkında hiçbirşey bilmeden, tarafsız izledim yani... Daha sonra araştırdım, meğer epeyce ciklet olmuş da benim haberim yokmuş. Neyse, Aytaç Ağırlar hem senaryoyu yazmış, hem yönetmiş. Filmi kıyasıya eleştiren, bayık ve klişe bulanlara sözüm yok tabii ama zannederim  onlara tamamen katılmak zorunda hiç değilim. Dileyen dilediğini söyleyebilir, bence herkesin ''İncir Reçeli'' kendine göredir kardeşim. Bırakın olsun zaten, müdahaleye ne lüzûm var ki?..

Bir kere; fonda çok güzel İstanbul'lar var, kareler güzel, renkler, ışıklar güzel, insanın berbat ruh halleri içinde bile kimi estetikler bulunabileceği, bu hallerin her zaman çirkin olması gerekmediğinin farkında oluşu ile sevdim senarist-yönetmenin bakış açısını. Çekilen her yerli filmi derhal üstün sinema öğretileri ile kıyaslayıp mahkûm edenlerden değilim, bende yarattığı hisse göre nitelemeyi seçerim. Tökezleyen tarafları mevcut, tamam ama bayık, sıkıcı, saçma, zaman kaybı, yarısında çıkılacak film şeklindeki yorumlara iştirâk edemeyeceğim, kimse kusura bakmasın...


İmkânsız aşk hikâyeleri edebiyatı, sinemayı ve başka sanat dallarını her zaman beslemiştir ve beslemeye de devam edecektir, bu bir gerçek olduğuna göre bunu geçelim. Halil Sezai Paracıkoğlu'nun oyununu, ifade kullanımını, tavrını çok tuttum. Bildik ''yakışıklı jön'' kalıbını başarı ile yıkanlardan olmuş, öyle bir kasıntısı olmayışı bilhassa hoşuma gitti. Acısını erkekliğinin ardına saklamayan, köpek gibi aşık olup dağılan, dağılabilen, icabında salya-sümük ağlayabilen adam sahiciliğini hissettirdi mi bana, evet, hissettirdi, e o zaman geçmiş olsun, bana ne başkalarının yazıp-çizdiklerinden? İzlemeyen varsa izlesin, herkes kendi ''İncir Reçeli''nin tadına, kıvamına kendi karar versin kardeşim der konuyu kapatırım...

Ve dün geceki ''Gecenin İçinden'' programında konuğum olan bu elleri tuhaf dövmeli adam acaba kim? Aslında çoook eskiden tanırım kendisini, ikimizin de henüz üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlardan yani. Oyuncudur, öğretmendir, yönetmendir ama en mühimi ''insan''dır, etrafına daima pozitif enerji dağıtan, gülümseyen, bilgi ve sevgi dolu çok değerli bir dosttur. Şu sıralar William Shakespeare'ın meşhur ''Romeo ve Jüliet'' eserinde oynuyor ve bu sebeple, rol icabı elleri  dövmeli dolaşıyor...

Klasik eserlerin alışıldık tarzın dışında yorumlanması çoğu kişiyi rahatsız edebilir, bu bir yere kadar anlaşılabilir birşeydir. İşte Avustralya'lı yönetmen Malcolm Keith Kay'ın el attığı ''Romeo ve Jüliet'' de öyle, bir hayli farklı, tempolu, aksiyonu yüksek, gürültülü, şiddetli. İzmir Devlet Tiyatrosu sezonu bu oyunla açtı, dün geceki yayında oyunun Romeo'su, Jüliet'i ve ''elleri dövmeli aksiyon  adamı'' ile beraberdik, anlattılar ve hâttâ meşhur balkon sahnesini de kısaca oynadılar. Heyecan verici buldum, oyun sırasında çekilen fotoğraflar, ışıklar, kompozisyon falan muhteşemdi. Tarafların kılıçla birbirlerine daldığı sahnelerden kalma ufak yaralar bacaklarında, kollarında ve henüz tazeydi. Kafamızdaki ''Romeo ve Jüliet'' ezberini çatır çatır bozan bu farklı yorumu muhakkak izlemek istiyorum. Benim değerli dostumun ellerindeki dövmeler geçici tabii ama oyun gereği birkaç günde bir yenilenmesi gerekiyormuş. Oyunun Romeo'su olan Tamer Yılmaz'ın işi daha zor, çünkü onun hayli kısa olan saçları beşbuçuk saat süren bir kaynak operasyonu ile sırtına kadar uzatılmış durumda ve sanatçı buna alışmakta çok zorlandığını ifade etti:)

Bana kalsa; sevgili Gürol Tonbul hep bu dövmelerle dolaşsın isterim tabii ama, o bir oyuncu ve başka rollerde başka kimlikleri de giyinmesi gerekiyor haliyle:) Çok emek verilmiş bu oyunun emeklerin karşılığını bir o kadar çok alkışla almasını diliyor, programıma katılan ekibe teşekkür ediyorum... 

DİP: Şu ''y'' üzerine basılarak ve ilgili-ilgisiz her durumda söylenen ''ayyyyyyyynen öyyyle'' kalıbından artık fecî sıkılmış vaziyetteyim! Modası ne zaman geçecek, mümkünse çabuklaştırabilir miyiz bunu? İşitmeyi hiç sevmediğim birşey haline geldi, sıktı-bayılttı artık, kaşındırıyor beni! Bir zamanların ''canısı''sı, ''hayret bişey''i gibi, çiğnene çiğnene şekeri kaçmış sakıza benzetiyorum ben bu gibi moda kelimeleri! Lûtfen bu hafta ''ayyyynen öyyyyle''siz olabilir mi? Teşekkürler bakî... 

Tanıdığıma sevindim...

                         

Bu genç adamdan haberdar değildim, filmi izleyene kadar. Aslında müzisyen olduğunu da bilmiyordum, meğer sadece oyuncu değilmiş. Bu film içinde en fazla onun üzerinde durulması gerektiği kânaatindeyim. Ayrıca kendisinin, sevgili Ömür Gedik'in gelirinin tamamı hayvanlar için harcanacak olan ''Hop Dedik, Orda Kal!'' çalışmasında bir düetle yer almış olması da ne kadar adam gibi bir adam olduğunun diğer göstergesidir elbette.  Filmden ayrıca bahsedeceğim ama bu vesile ile Halil Sezai Paracıkoğlu'nu tanıdığıma sevindim, çok sevindim...

28 Eylül 2011 Çarşamba

Şahsiyetsiz yeni olacağına...

Evvelâ; zeytinden uzak düşmemek lâzım bir kere, Akdeniz-Ege falan dendiğinde akla ilk onun gelmesi lâzım. Başkasını bilmem ama, benim yaşayacağım yerin kıyısında-köşesinde, bahçesinde, ötesinde-berisinde muhakkak zeytin ağacı olması lâzım. Kutsaldır bu ağaç, hiçbir zaman dimdik ve dosdoğru durmayışından anlarım ki; binlerce yıllık tarihi omuzlamış ve bugüne kadar taşıyıp getirmiştir. Bereketin, barışın, tevazuun simgesidir, ona hürmet edilmelidir...

Ev-eşya dendi mi öyle gıcır gıcır, sıfır kilometre olanını sevmem, şahsiyetsiz gelir bana. Eskici ruhum zaten ötekileri derhal es geçer, ayaklarım beni daima eski ve hikâyesi olana doğru sürükler,  ayaklarıma engel olmak istemem, bilirim ki anlatacak şeyi olan beni kendine çeker. Küçükkuyu'daki bu ev gibi yani... Hernekadar; bana ''aha da benim yaşayacağım ev bu, tam da bu, evet!'' dedirten evlerin çoğu çoktan sit alanı içine dahil edilip artık hüzünle çökmeyi bekliyor olsa da kime ne efendim, ben aslında evlerdeki konforun, modernliğin, güzelliğin falan değil, onların hikâyelerinin peşindeyim. Bu evi çocukluğumdan hayâl-meyâl hatırlıyorum, şimdi girişteki eski demir kapının önünde bir incir ağacı eski günlere hürmeten bekçilik yapıyor. Lâkin biraz konuşup asıl gayemi anlatınca ''tamam o zaman'' diyerek bana geçit verdi sağolsun. Böylece artık paslanmış olan duvar tabelâsında yazan ''izinsiz girmek yasaktır!'' ikazına da riayet etmiş olduğumu düşünüyorum,zira ben bekçi  incir ağacından izin istedim ve de aldım. Evin içindeki zaman 1940'da donup kalmıştı, evin içinde vaktiyle herşeyini Midilli'de bırakıp gurbete yolculanan ve mecburen bu gurbeti yurt edinen insanların gölgeleri dolaşmaktaydı, evin içinde  artık kullanılmayan, eski bir lehçenin kederli fısıltıları duyulmaktaydı. Gerisi? Yazılacak, anlatılacak tabii ama şimdi değil...

O da Girit mübadillerinden, gençliğinde yemyeşil gözleri ve endamıyla göz kamaştıran o muhteşem kadınlardan. Çekirdek ailesinden hemen hemen kimse kalmadı, ablaları, kardeşleri teker teker gitti. Ama o seksen küsûr yaşında hâlâ saklıyor belleğindeki hikâyeleri, eskiye göre epey suskun ancak biraz kurcalayınca açılıp anlatmaya başlıyor, kulakları artık çok az işitse de... Küçükkuyu'daki mütevazı evinin mutfağında el açması otlu börekler, kabak çiçeği, domates, biber dolmaları, yaprak sarmaları yapıp ziyaretine gelenlere yedirmeyi hâlâ çok seviyor. Misafirleri doydukça  onun da ruhu besleniyor sanki, keyifleniyor, hayata daha sıkı tutunuyor. Penceresi daracık bir sokağa bakan mutfağından begonyası, biberiye dalları ve eski bir çanağın içinden mis gibi tüten karanfil taneleri hiç eksik olmuyor. Ankastreli hazır mutfaklardan değil onunkisi, aspiratörü, bulaşık makinesi, üç tepsili süper turbo fırını, mikseri, ketılı, doğalgazı, kombisi falan da yok ama ''mutfak'' kavramının içini tüm şahsiyetiyle dolduruyor işte, daha ne?..

Ailemizin ''İsmoş''u sevgili İsmet Teyze'miz bir taraftan Girit, diğer taraftan eski  İstanbul kültürü ile beslenmiş geleneklerini mutfağı, evi ve yemekleri ile halen muhafaza ediyor. Yoğurdunu keçi sütünden evde mayalıyor, börek açmak için sabah ezanı ile kalkıp hazırlık yapıyor, kabak çiçeklerinin ne vakit ve nasıl toplanıp doldurulması gerektiğini en iyi o biliyor, dolmalarını bazen İstanbul usûlü pişiriyor, bazen de Girit, o gün kişisel tarihinden esen rûzgâr hangi coğrafyadansa ona göre yani:) Ama her halükârda eski alüminyum tencerelerini kullanmaktan vazgeçmiyor. Benim çocukluğumdan hatırladığım renkli çinko kapları mutfak raflarında dizili duruyor. Çekmecelerinde tertemiz, ütülü, nakışlı örtülerini her daim hazırda tutuyor. Mutfak lâvabosunun kenarında el örgüsü bulaşık bezi ve kocaman bir kalıp ev yapımı zeytinyağlı sabun yanında artık konsantre bulaşık deterjanları da duruyor tabii, ama ne olursa olsun onun evinde benim çocukluğumun kokusu halen ve aynen duyuluyor...

Yani nedir; şahsiyetsiz yeni olacağına zamanı varlığına sindirmiş, hazmetmiş, değerli kılmış eski beni her zaman daha fazla cezbediyor. Sevemiyorum o tanımsız, hikâyesiz, içi tımtıkır ama dışı gıcır gıcır, parlak yeniliği! Ne kadar aslını yaşatsa da, o ucuz, sıradan ve zorlama taklitlerin konforu kesmiyor benim eskici ruhumu, bu sebepten hep artık devrini tamamladı, geçti, bitti denen hüzünlü hakikilerin yanında buluyorum kendimi. O yüzden; parlak nikelajlı ve laminant parkeli moderen hayatları isteyene teslim edip, vakitlice taş duvarların kovuklarına kaçmak istiyorum, hani şu cep telefonlarının bir türlü çekmediği. Ne dediniz, duyamadım, demode mi? Haklısınız efendim, tabii, tabii:)