29 Eylül 2010 Çarşamba

''Dur!'' noktası...


Herkesin hayatında, bir yerde muhakkak gerekecek birşeydir bu, lüzûmu halinde hem kendini durdurmak, hem de kendisine karşı şu ya da bu bahaneyle uygulanmakta olan kimi tatsız durumları sonlandırmak için... Ha bu noktaya aslında çok daha evvel gelinmiştir de, siz bunu görmemeyi, yoksaymayı seçmişsinizdir, bunun için kendinize türlü gerekçeler uydurmuşsunuzdur falan-filan, bu evrenin işleyiş sistemini hiç alâkadar etmez. O sistem içinde herşey olması gerektiği şekilde ve olması gereken zamanda olur, erkeni-geçi yoktur. Buradan hareketle; insan dediğin saçma-salak mantıklara sığınarak kendini ''kurban'' görmek, mütemadiyen kendine acımak ve mevcut şartları+başkalarını suçlamak yerine özdeğerlerine ve özvarlığına her koşulda sahip çıkmalı, bu kavramları yaralayan, örseleyen, inciten, aşağılayan, kendi kalıplarına göre değiştirmeye, sistemli bir şekilde ezip öğütmeye çalışan her kim ve ne varsa bunlara ''DUR!'' demelidir. Gerisini Echart Tolle getirsin:

''Acı bedenden yayılan duygu, kısa süre içinde düşünce sisteminizi etkisi altına alır ve zihniniz acı bedenin kontrolü altına geçtiğinde, düşünce sisteminiz de olumsuz hale gelir. Kendinizi tamamen o sesin söyledikleriyle tanımlar, bütün bozuk düşüncelerine inanırsınız. İşte o noktada, mutsuzluk bağımlılığı yerleşir... (Varolmanın Gücü'nden alıntı)''

Ve yeniden ben alayım sözü; böyle bir bağımlılığa asla lüzûm yoktur. İnsan hayatında hiçbir bağımlılığa lüzûm olmadığı gibi. Yani ''herşey çok güzel olacak'' falan değil kardeşim, bu çok gerzekçe bir ezber, ötelemeye hacet var mı, herşey zaten şu ''an'' itibarı ile çok güzel ve çok iyi...

26 Eylül 2010 Pazar

Hava...

İzmir ''lodos'' tesiri altında sabahtan beri, hava hem bunaltıyor insanı, hem de sıcak sıcak esen, tuhaf, huysuz bir rüzgâr etrafta uçuracak sıklette ne bulursa önüne katıp oraya-buraya yığıyor! Yapraklar, poşetler, gazete kağıtları, türlü ıvır-zıvır ve elbette beraberindeki toz habire yer değiştiriyor. Sinir bir havadır lodos havası, İstanbul'da yaşadığım zamanlardan beri hiç sevmem. Ancak; ''lodosun gözü yaşlıdır'' diyen balıkçıların tecrübesine hürmeten, peşine takılıp gelmesi muhtemel olan yağmur hatırına katlanılır belki, bilemem...

Hayvanlar ve bitkiler de pek sevmiyor lodosu, sanırım bu rüzgârın taşıdığı elektrik canlılara iyi gelmiyor. ''Lodos balığı gibi'' nitelemesini bilenler bilir, bu havada avlanan balığın etinin gevşek ve lezzetsiz olduğu, hele hele lâkerdaya hiç gelmeyeceği söylenir. Çünkü balık lodosun tesiriyle aptallaşmış, şaşırmış vaziyettedir, kolay avlanır ama lezzeti artık yerinde değildir. Alık, sersem, şaşkın, ne yaptığını bilemez haldeki insanlar için de kullanılır bu niteleme. Lodos eserken kediler balkonda ya da pencere önünde durmaktan hoşlanmıyor, saksılardaki bitkiler ise yapraklarını salıveriyor, bir tuhaf, keyifsiz oluyor. Bu yüzden, içeri alabileceklerim varsa alıyorum. Fesleğenler zaten geçmek üzere artık, gitgide daha çok sararan yaprakları tohumlarla beraber dökülüyor. Tohum toplama zamanındayız. Mevsimlik bitkiler yavaş yavaş veda ediyor...

Bana göre ise ''lodos havası'' insana daha çok düşünme fırsatı veriyor. Lodosta açık havada olmaktan hoşlanmadığım için kapalı mekânlarda, evin içinde vakit geçirmeyi seçiyorum ve niyeyse, daha fazla sessizlik istiyorum. Dış seslere tahammülüm azalıyor, buna karşılık iç sesim yükseliyor. Öyle bir kenara çekilip uyuklamak da tarzım değil, lâkin bu havada insanın genel enerjisi düşüyor, içinden pek birşey yapmak gelmiyor. Daha doğrusu yapılacak birçok şey olsa da, insan bunlardan kolayca vazgeçiyor, erteliyor. Zaten istemeden, gönülsüz yaptığın her ne varsa, ondan da bir hayır gelmiyor. Bu havada yapılacak en iyi şey düşünmek gibi geliyor bana, evet, başka zamanlarda düşünme fırsatı bulamadığınız şeyler üzerinde yoğunlaşmak için uygundur bu hava...

Düşünceye sağlam bir kahve eşlik edebilir meselâ, fotoğrafta görülen ufak kahve pişiricisini İspanya'dan aldıydım. Benzerleri burada da var. Bu nesnenin farkı, dilediğiniz koyulukta kavurup biraz kalınca öğüttünüz kahve çekirdeklerinden bir tür ''demli kahve'' meydana getirmesi. İki bölümü olan bu aletin alt kısmına su dolduruyorsunuz, süzgeç kısmına kahveyi biraz sıkıştırarak, bastırarak koyuyorsunuz, daha sonra ocağa oturtuyorsunuz. Su kaynamaya başlayınca süzgeçteki kahveyle buluşuyor, ardından demini almış kahveniz üst kısımdaki demlik bölümüne dolmaya başlıyor. Alttaki su tamamen bitince nefis kahve içilmeye hazır demektir. Bu şekilde kahve daha yavaş, daha keyifli pişiyor, kokusu, rengi, tadı daha bir güzel oluyor. Elektrikli filtre kahve makinelerine tercih ederim doğrusu, onlarda biraz telâş hakim çünkü, tik-tak, faşır-foşur derken, iki dakikada kahve hazırlıyor o makineler, kahvenin tadı sanki biraz acemî kalıyor, insanın damağına şöyle adam gibi yerleşmiyor. Zaten bu yüzden, bizim geleneksel kahvemiz de soğuk ve iyi su, bakır cezve ve hafif ateş istiyor, köpüğünü, lezzetini tam verebilmek için biraz zaman talep ediyor,  öyle ''beş dakkada beşiktaş'' pişiriliveren kahvelerin hatırı gibi, hikâyesi ne yazık ki yarım kalıyor...

Lodos ayrıca kafa karışıklığına da sebep oluyor, insan ''lodos''u yazacağım diye oturduğu yazıdan işte böyle ''kahve''ye sapmış bir şekilde ve ''öfff-püfff'' nidaları eşliğinde kalkıyor...


23 Eylül 2010 Perşembe

Teferruat...

Ki; gayet mühimdir, katiyen küçümsenmemelidir. Bazen bütününe baktığınızda göremedikleriniz, teferruata indiğinizde sizi irkiltecek vaziyetlere dönüşür, ruhunuzda ''parça tesirli bomba'' halleri yaratır, öylece kalakalırsınız. Tecrübe ile sabittir. Mümkündür...

Dinî bir vecd halini anlatma gayesi ile yapılmış bir heykelin dünyanın en erotik eserlerinden biri sayılıyor oluşunun temelinde de şüphesiz gene bu hınzır ''teferruat'' kavramı vardır ve aslında bunda şaşılacak fazla birşey de yoktur, çünkü doğrudur. Gittim, bizzat gördüm. İtalyan sanatçı Gian Lorenzo Bernini'nin zihninden ve elinden çıkma ''Ecstacy of Saint Teresa/Azize Teresa'nın Vecdi'' halen Roma'da, Santa Maria Della Vittoria Kilisesi'ndeki Cornaro Şapeli'nde bulunmaktadır ve 1647-1652 yılları arasında yapılmıştır. Buraya kadarki hikâye ''eee, n'olmuş, ne var yani bunda?''yı haliyle haketmektedir, tamam. Ancak; eserin bütününü algılayıp teferruata daldığınızda ünlü sanatçının gayet dinî bir hadiseyi basit seksüalite kavramlarını kullanarak nasıl baştan çıkarıcı bir hale büründürdüğünü görebilirsiniz ki, asıl mesele (hâttâ belki başarı da)  zaten budur. Bu meşhur heykeldeki azizenin ağzı ve ayaklarının bükülüşü sanat tarihinin en hararetli tartışmalarına mevzu olmuş, Bernini'nin bunu koyu dinî geleneğe ve baskıcı  kalıplara estetik bir kazık atma gayesiyle, taammüden yaptığı da söylenegelmiştir...

Eserin bütününe baktığınızda gördüğünüz, yüzünde manîdar bir gülümseme ile elindeki altından oku azizenin yüreğine saplamaya hazırlanan sevimli, tombul bir melek ve yüzü, elleri ve ayakları dışında bütün bedeni örtüyle kaplı (yani kapalı) olan Azize Teresa'dır. Bu sahne zaten azizenin bizzat kaleme aldığı kitabında, kendisi tarafından anlatılmış ve yüksek frekansta bir dinî vecd, kendinden geçme hali ifade edilmiştir. Mühim olan Bernini'nin bu hadiseyi kendi üslûbu ile anlatış tarzıdır ki; halen hararetli tartışmalara sebep olan da budur. Zira sanatçı (ki; benim kanâatim de bunu tamamen kasıtlı olarak yaptığı yönündedir) sözkonusu vecd halini gayet belirgin orgazmik bir ifadeyle mermere nakşetmiş ve böylece Roma gezginlerinin görmeden kentten ayrılmayı ciddî eksiklik saydıkları bu esere babalar gibi imzasını atmıştır! Santa Maria Della Vittoria ufak bir kilisedir, merkezde sayılmaz üstelik ama halen ziyaretçisinin bu kadar fazla oluşunu bahis konusu ''Azize Teresa'nın Vecdi'' heykeline ve elbette yaratıcısı Gian Lorenzo Bernini'ye borçludur...

Buradan hareketle, teferruatı küçümsemek icap ettiğini, hâttâ bazen teferruatın ''bütün''ün önüne geçebildiğini söylemek hata olmaz zannederim. Ezcümle; ''bütün''e hürmetim bakîdir ammavelâkin, ''teferruat'' avlamayı  bilhassa severim:)

18 Eylül 2010 Cumartesi

Bizim eve de gelsin:)

Yeni IKEA kataloğu geldi, dün sabah kapıyı açtığımda tokmağa asılı vaziyetteydi. Bu dönem ''her gün ev keyfi!'' sloganı ile yayınlanmış, ürünlerde belki pek bir değişiklik yok ama IKEA mağazalarından birine, gece vakti salınmış 100 kedinin görüntülerinden oluşan reklâm filmi bana göre en başarılı tasarım olmuş. Kediler tamamen serbest, nasıl istiyorlarsa öyle davranmalarına izin verilmiş. Raflarda dolaşmaları, masalardan atlamaları, koltuklara, yataklara kurulmaları görüntülenmiş. Ortalıkta hiç insan olmamasına rağmen, ''evdeki sadelik, huzur ve sıcaklık'' hissi gayet güzel verilmiş. Evimi tepeden tırnağa IKEA'dan döşemek ve donatmak istemem belki ama, bazı tasarımlarını çok sevdiğim bir gerçektir. Doğal reçellerini ve şurup özlerini de seviyorum, özel köftesini sevenlere de buradan selâm ediyorum:)

Değerli spiker arkadaşım Füsun Ünsal Londra seyahatinde, BBC Türkçe Yayınlar Servisi de dahil olmak üzere pekçok yeri gezip dolaştı ve fotoğraflarını paylaştı. Hayranı olduğumuz aktör Johnny Depp ile buluştuğunu da bu sayede gördük:) Dönerken fotoğrafta olduğu gibi, kendisini bir zahmet kolundan tutup  buraya getirmesini rica ediyoruz. Hâttâ; ünlü aktörün balmumu heykelinin bir müddet TRT FM yayın stüdyosunda, spiker koltuğunun yanındaki konuk koltuğunda oturmasında da genel motivasyon açısından büyük fayda vardır, herkesin ortak kanâati budur. Evet ya sevgili Füsun, yap şunu lûtfen, valla hepimiz adına iyi olur:)

 ''Bütün hareketlerimde, şimdiki anın farkında olma gerekliliğini kendime hatırlatacağım. Engellerin dikkatimi dağıtmasına izin vermeyeceğim. Şimdiki zamanı olduğu gibi kabul edeceğim ve geleceği, el üstünde tuttuğum niyetlerim ve arzularımla gerçekleştireceğim...''

Dr.Deepak Chopra (7 Kutsal Kural'dan ''Niyet ve Arzu'' kuralının bir maddesi)

14 Eylül 2010 Salı

Yuh lan, hayvan!..

Bu fotoğraf İzmir-Karşıyaka Bostanlı semtindeki bir park yakınında çekildi. Ufak bir park burası, hemen yanında bir basket sahası mevcut. Ortada çocukların oynaması için kum dolu bir alan ve üzerinde salıncak, kaydırak vs. şeyler var. Kumlu alanın kenarı da çepeçevre taş döşeli, bu kısma insanlar oturup dinlensin diye madenî banklar yerleştirilmiş. Çevresinde çeşitli ağaçlar da bulunan bu parkta nadiren çocuk oynadığını gördüm ama bilhassa geceleri bu parkta oynayan kimi kazık kadar çocuklara (!) çok sık rastlıyordum. Bu kazık çocuklar bira ve cola içmeyi, yanında da envai çeşit cips, kuruyemiş vb. yemeyi çok seviyor bir kere, burası kesin ve buna diyecek birşeyimiz de yok. Yalnız; bu arkadaşlar yenen-içilen türlü zımbırtıdan geri kalan atıkları bebelerin oynaması için yapılmış o kumlu alana deliler gibi saçarak çekip gitmeyi de çok seviyor! Hâttâ onlara göre, cam ambalaj içinde olan her türlü şey tüketildikten sonra o camların, şişelerin  parkı çevreleyen taşlara fırlatılıp tuzla-buz edilmesi bir tür ayrıcalık! Öyle olmalı ki; bunu mütemadiyen yapmaktalar. Ayrıca madenî bankları eğip bükerek yerinden sökmek, diplerindeki taşları kırıp un-ufak etmek, devamında iyice gaza gelip poşet, şişe, içecek kutusu, kağıt falan ayırdetmeden ürettikleri olanca pisliği ateşe verip bu bankları da ateşin ortasına taşıyarak simsiyah olmalarını sağlamak gibi başka hobileri de var! Zaten onlar gözlediğim kadarı ile, insanoğlunun bankta oturma pozisyonunun kıçla değil, ayaklarla olması gerektiğine inanıyor ve bu tarzı uyguluyorlar. Ellerinden iki şey eksik olmuyor, cep telefonu ve sigara. Dillerinden eksik olmayan şey ise, alâkalı-alâkasız her cümlenin başına ya da sonuna ekledikleri ''..na koyiim'' nitelemesi. Konuşmayı anlamlı ve dinlenilir kılmanın yegâne yolu bu olmalı onlara göre, yani arkadaşlar (kız ya da erkek, farketmiyor, bu da kişisel tespitimdir ne yazık ki) habire ''koyuyor''lar!..

Son icraatları da parkın kenarında, kendi halinde yaşayan bu palmiyeyi cayır cayır yakmaya teşebbüs etmek olmuş. Dibine vermişler ateşi bu seçme tohumlar, gövdenin o tarafı yanmış! Hemen yanda olan ve demir borular içinde sokak lâmbasına doğru yükselen kalın elektrik kablolarının açıkta olan kısımları da ateşten etkilenmiş, erimiş, yamulmuş, bravo! Lâkin; ne olduysa artık, ağacı tamamen yakamamışlar, bu mânalı faaliyetleri yarım kalmış, yazık:( Bunun acısını sokak kedisi kuyruğu keserek, uyuyan köpek tekmeleyerek, park halindeki otomobil kapılarına işeyerek, çöp konteynırı devirerek, otomobillerin kaportaları üzerinde tepinerek bir şekilde  muhakkak çıkartmış olmaları muhtemeldir ki; bunlar benim hâyâl gücümün neticesi değildir, tamamına tarafımdan şahit olunmuş ve sonrasında da çatır çatır, küfür-kıyamet nice  kavgalar çıkmış, bazılarında karakolluk da olunmuştur!..

Bu kazık çocuklar  bu toplumun genç bireyleridir, her türlü teknolojiyi yakından takip eder, futboldan başka spor tanımaz, iletişimlerinde kendi geliştirdikleri acaip bir lisan kullanarak ''anadil'' kavramını katleder, bilgisayar oyunları, chat ortamları ve sosyal paylaşım sitelerinin tozunu attırır, cola, hamburger, dondurma, çikolata ve cipsle beslenir, okumayı, yazmayı, bir şeyler üretmeyi zaaf sayar, çevresini korumayı, hayvanları, bitkileri sevmeyi (içinde kimi duygusal hassasiyetler olduğundan herhalde) ''..nelik''  addeder, ne kadar çok ve hızlı tüketirse varlığının altını o kadar fazla çizeceğine inanır, arkadaşlar arasında genel havaları ile daima ''en bi erkek''ken (hoş bu yavru maganda cemaatleri içinde mebzûl miktarda genç kız da bulunmaktadır ya, neyse artık) ''höööt!'' dendiğinde bir yandan yakası açılmadık küfürler savururken, öte yandan dörtnala tırsakça kaçar ve mütemadiyen ortak hayatın ''..ına koyar'' cinsten, özel üretim varlıklardır! Üretim kavram olarak iyi birşeydir elbette, ancak bunların üretici mercileri ortaya çıkardıkları ürünün kalitesini de gözetmek durumundadır kuşkusuz. Yoksa piyasa defolu olduğu için fiyatı daima düşük kalacak ürünlerden geçilmez bayanlar-baylar! O hep aşağılanan, küfürlere malzeme edilen hayvanlar da sürekli çiftleşiyor ve ürüyorlar, üstelik tipik ''yuh lan,hayvan'' (!) olmalarına rağmen, yavrularına evrenin temel varoluş bilgisinden beslenen bir edeple, doğru, düzgün hayat pratikleri aktarabiliyorlar, dikkatinizi çekerim yani!..

Yanık palmiye yeniden hayata tutunabilir mi, bilmem. Bugün biraz konuşmaya çalıştım onunla, kavrulmuş gövdesine dokunup teselli etmek istedim kendimce ama cevap vermedi, kırgın ve yaralıydı çünkü. Umarım içinde sakladığı o kutsal varolma enerjisine tutunarak toparlar kendisini, küsüp bırakarak, vazgeçerek oracıkta kuruyup kalmaz. Ona bunu yapanlara dair tavsiyem ise , bulunmaları halinde kendilerine son derece görkemli bir törenle ''Yüzyılın Umut Veren Gençlik Projesi'' ödülünün takdim edilmesi ve bu törende onları üretip yetiştiren ve ortak hayata salıveren ebeveynleriyle birlikte öğretmenlerinin de muhakkak eşsiz bir  gururla bulunması olacaktır, gerisi lâf-ü güzaftır efendiler!..

Bir de; şu yazının okunmasında, yalnızca okunmasında değil üstelik, zihinlere kazınmasında da büyük fayda vardır. Serî üretimle meşgûl mercilere ve bu ürünleri eğitmekle mükellef değerli meslek erbabına önemle duyurulur. Belki de asıl mesele, ''halkımızın acep yüzde kaçı aptaldır?'' veya ''neden evet, niçin hayırdır?''dan ziyade bir evveliyetle budur!..

11 Eylül 2010 Cumartesi

Ferah...

''şimdi bir kadın ve bir limon ağacının dalları,
şimdi bir kedinin oyunları ve bir sürü insan sıcaklığı...''

demiş ya şiirinde Murat Kayalı, ''limon''un sadece adı bile içimi ferahlatmaya yetiyor diye düşünüyorum. Ömrümün elkitabında önemli fasıllar oluşturmuş dostlarla limon ferahlığında birşeyler yerken ''iyi'' şeylerden bahsetmeyi, çayı, kahveyi bu bahislere ortak etmeyi ve birlikte gülümsemeyi seviyorum:) Tıpkı sıcak günlerde buzdolabından çıkarılıp avuçlara serpilen  limon kolonyası gibi. Evet, aynen öyle. Serin, ferah ve iyi...

10 Eylül 2010 Cuma

Az şekerli...




Milletin bayram vesilesi ile şekere, tatlıya, çikolataya abanma katsayısı beni her zaman olduğu gibi dehşete düşürüyor! Bu sebeple ballı-ağdalı tatlılara alternatif, hafif ve ince tatlar peşindeyim. Mümkün olsa beyaz rafine şekeri hepten kaldıracağım ortalıktan ama, ''stevia'' bitkisinin kurutulmuşundan elde ettiğim o yeşil tozla pişirdiğim dibek kahvesinden damağım pek hoşnut olmadı doğrusu. Belki miktarı tutturamadım, olabilir, denemeye devam edeceğim, bakalım...

L-Manyak dergisinin Eylül sayısında, ''Islak Köpek'' isimli köşesinde yazmış Bahadır Boysal biraderim:

''Boyuna anasından bahseden erkeklerden sakınınız. Tıpkı anası gibi bir kız arayan adamlardan da sakınınız. Kendine acıyan ve kendini başkalarından küçük gören erkeklerden, kendinden kaçan beyhûdelerden de koşarak kaçınız! Zaten bu gibiler ekseriyetle kumar ve içki müptelâsı olurlar. Oyunda kaybeden bu adamlar, içkiyi de içip iyicene zavallılaşırlar ve kendilerine acımaktan zevk duyarlar. Beraberken kendilerine merhamet duymanızdan zevk alırlar ve sizi acındırmak için arka arkaya, hata üstüne hata yaparlar. En tehlikeli denyolar bunlardır. Kesinlikle zayıf karakterli diildirler ve süper oyuncudurlar. Bunları bir şekilde punduna getirip ağzına sıçtıktan sonra anasının evine yollamakta büyük fayda vardır...''

Ben demiyorum, Bahadır Boysal diyor:) Bayram işte böyle kitaplar, dergiler, kediler ve hafif tatlılar eşliğinde, sakin ve sessiz geçiyor. Telefonlar durmadan çalıyor, habire mesajlar falan geliyor ama doğrusu hepsine bakmıyorum. Çünkü; özel anlamlar yüklenen bu gibi  günlerde bunaltıcı seviyelere yükselen iletişim trafiği beni yoruyor. Halamın şu sözünü bu bayrama ve bütün bayramlara ithaf ederek çekiliyorum:

''Sağlığı yerinde olana nasılsa her zaman bayram...''

Delilik mi dediniz? Pardon, neye göre, kime göre? :)
E o halde iyi bayramlar Türkiye...


6 Eylül 2010 Pazartesi

Bitiyor...

Evet bitiyor; başlayan herşeyin elbette biteceği bir yer de var. Tatiller bitiyor meselâ, yaz mevsimi bitiyor, Ramazan bitiyor, başlarken ''önümüzde upuzuuun, yedi saatlik bir yolculuk var'' dediğim gece nöbetleri gibi bitiyor birşeyler. Artık son patlıcanlar, son karpuzlar dolaşıyor ortalıkta, pikesiz, örtüsüz,  ardına kadar açık pencereler önünde öyle olduğun gibi sereserpe yatma zamanları bitiyor. Köpek kız Fadik için de böyle açıkhavada, çayır-çimen üzerinde geçen vakitler bitiyor...

''Ana'' yurdumuz Küçükkuyu'nun Çanakkale yolu üzerindeki ''Turistik''ten görünen bu manzarası ise yalnızca değişiyor sanırım, çok şükür ki henüz bitmiyor. Çocukluğumdan hatırladığım bu manzara üzerine bazı şeyler ekleniyor, bazıları ise eksiliyor. Manzaradaki yeşilin ve mavinin tamamen bitip tükeneceği zamanlar varsa eğer, ben o zamanda yaşıyor olmamayı tercih ederim. Artık asla çocukluğumdaki gibi olmasa da, bu manzara beni kısmen tesellî ediyor...

Biraz orada, biraz burada derken, tatilin de sonu geliyor. Foça Mambo Beach Club'ın haşarı kedilerinden bu ufaklık, bütün bir yazın geceli-gündüzlü eğlencelerine, partilere, konserlere bizzat iştirâk etmiş olmasına rağmen hiç de yorulmuş görünmüyor:) Her şezlongu tek tek ziyaret ediyor, herkesle ayrı ayrı oynuyor, kendini sevdiriyor, pekçok kişinin tatil anılarına kendinden birşeyler ekliyor...

Güneş tepelerin ardına doğru çekiliyor, hava artık daha erken serinliyor, ıslak havlular toparlanıyor, terliklerdeki kumlar yıkanıyor, sahil boyundan evdeki saksı dipleri için son taşlar toplanıyor. Lâvabolarda alelacele çalkalanıp ipe asılan  tuzlu mayoların devri bitiyor. Çocuk sesleri kıyılardan çekiliyor. Dergilerin, kitapların sayfalarını rüzgâr artık daha hızlı çeviriyor. Eylül denizi bütün bu bitmelere inat, her zamankinden daha lezzetli, daha ılık, daha güzel oysa. Şarkılar bitiyor, cep telefonlarının şarjı bitiyor, yollar bitiyor, yıldızlar kayıyor durmadan körfez gecelerinde, arkalarında ışıklı izler kalıyor. Yorgun klimalar teker teker susuyor, pikeler, battaniyeler, ince hırkalar yerlerinden çıkıyor, fesleğenler canlı yeşillerinden yavaş yavaş vazgeçiyor, üzümler sararıyor. Yaz veda ediyor, güz geliyor. Birşeyler başlarken, her zamanki gibi birşeyler bitiyor...

3 Eylül 2010 Cuma

Bazen...

Bazen hafif rûzgârda salınan nakışlı perdenin ardındaki çekirge söyler günün son sözünü: ''Aslında hiçbirşey göründüğü gibi değil, senin o bildiğini sandığın şeyler var ya, aslında onların hiçbiri bildiğin gibi değil...'' Çekirge sözünü söyler, uçar gider. Sonra akşam çıkıp gelir. Buralarda akşam çekirge bacağı kadar narin, kırılgan bir yürek gibi incedir...

''An''lar...

''Carpe diem'' Latince bir niteleme olup ''anı yakala, boşver dünü-yarını, günü kaçırma'' gibi bir anlam taşıyor. Carpe Diem Bungalow Hotel'de de gün saçma-sapan beş yıldızlı otellerin tam tersine, horoz ötüşleri ve sade, mütevazı ama çok keyifli bir kahvaltıyla başlıyor...

Burası hayvan dostu bir mekân, misafirler evcil hayvanlarını beraberinde getirebiliyor. Güvercin kardeşlerimiz buranın yerlisi, onlar ''an''lara ve misafir hayvanata böyle yukarıdan bakıyor:)

Maydonozlar, domatesler, patlıcanlar bahçeden. Taze taze toplanıyor, mis gibi sızma zeytinyağı eşliğinde ''an''lara anlam ve lezzet katıyor...

Misafir arkadaşlardan tipik ''yoğurtlu tekir'' kedi oğlan ''Serseri'' Ankara'dan gelmiş, göğüs tasması olduğu halde büyük bir başarıyla ortalığı birbirine katıyor:) Beraber geldiği kedi arkadaşı ''Sapık''tan bu sebeple sık sık pati yiyor ama hiç aldırmıyor. ''Carpe Diem''de her varlık ''an''ları ve içinde bulunulan zamanı yakalıyor...

2 Eylül 2010 Perşembe

Şen ve esen...

Şehir hayatından kafa izni aldım, bir süreliğine aha da buradayım. ''Uygunsuz Vaziyet'' okurlarını İda eteklerinden ve kuzey Ege kıyılarından selâmlarım. Daha ayrıntılı bilgi ve fotoğraflar ise müsaadenizle artık yarın. Ne tuhafıma gitmiştir hep şu bitiriş cümlesi: 
''Efenim, şen ve esen kalın...'' :)

Ek ve de dip: Bu güzel yazıyı benimle paylaşan sevgili Hatice Kapudere'ye binlerce şükran, her zamanki gibi...