31 Ekim 2010 Pazar

Directo/ Düz...


Yüzleşmek istedim; en az doğum kadar tabii bir durum olduğunu ve bizim bu hakikati hep bilerek, baştan kabûl ederek yaşayabilecek kadar mucizevî varlıklar olduğumuzu ruhuma bir defa daha hatırlatmak istedim. Üzeri o çok tanıdık yeşil örtü ile örtülü oymalı sanduka camii avlusunda, diğerleriyle birlikte ikindi namazını bekliyordu. Yaklaştım, başucunda bir masa ajandasından koparılıp raptiye ile tutturulmuş kağıt akşam esintisi ile havalanıp duruyordu. Üzerinde isim yazılıydı, ben o ismi taa ilkgençlik zamanlarımdan sevgiyle hatırlıyordum. En son karşılaşmamız birkaç ay önceydi, o artık hayli hasta ve yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ o günlerdeki kadar zarif, kibar, inceydi...

Sonra ezan okundu, cemaat namaz için camiye girdi. Bu esnada, içimde haber bültenlerinde belki yüzlerce kere okuduğum o cümle dönmekteydi: ''Cenazesi ikindi namazını müteakîben...'' Bu ''müteakîben'' kelimesinde aslında müthiş bir veda sızısı saklandığını ben ancak dün farkettim. Çünkü sonrası artık fazla uzun sürmüyordu, namazdan çıkan cemaat tabutların başında duran imamın karşısında saf tutuyor, namaz sûrelerinden Sübhaneke sadece cenazelerde eklenen bir kısım olan ''ve celle senaüke'' ile birlikte okunuyor, imamın ''nasıl bilirdiniz?'' sualine herkes bir ağızdan ''iyi bilirdik'' diyor, üç defa sorulan ''hakkınız helâl midir?''e gene üç defa ''helâl olsun'' dendikten sonra o bir namazlık saltanat da sona eriveriyordu. Bundan sonrası kısa ve çok sessiz bir yolculuk, katlanan yeşil örtü, üzerine çörekotu serpilmiş hüzünlü beyazlık ve küreklerden ince bir toz bulutuyla boşalan topraktı ve işte hepsi o kadardı...

Okunan Kur'an-ı Kerîm'e içimden usulca eşlik ettim, tuhaf bir şekilde okunan kısımları ezbere biliyor olduğumu farkettim, yâhû ben bunları ne vakit öğrenmiştim? Artık vazifesini tamamlamış oymalı sandukayla kimsenin ilgilendiği yoktu, orada kapağı öylece yana bırakılmış vaziyette ve bomboş duruyordu. Yaklaştım, başucunda hâlâ dalgalanan isim yazılı kağıdı çekip aldım, sonra cenaze mezara yerleştirilirken üzerinden içine dökülen çörekotlarını gördüm. Bir tutam da ondan alıp kağıdın içine yerleştirdim, özenle katlayıp ufak bir paket yaptım, cebime koydum. Bunu niçin yaptığımı sormasın kimse, çünkü ben de bilmiyorum. Bir müddet daha üzerine ince toz bulutu çökmüş o kıraç tepede dikildim, başımdaki siyah namaz örtüsünü havalandıran esintiye fısıltıyla ''yavaşşş'' dedim. Herşey çabucak olup bitmişti belki ama, galiba insanın biraz yavaşlamaya ihtiyacı oluyordu o dakikada. Karşıda uzanan başkente baktım, hayatla ölüm arasındaki çizgi kadar düz göründü gözüme. İçim de bir o kadar düzdü, yüreğim bir daha asla geri dönüşü olmayan o son vedanın tanımsız acısını imbikten geçirdi, zihnim düşüncelerimi süzdü. Arabaya oturup şoföre ''öndekileri takip edeceğiz'' dedim, ''sağa sola hiç sapmadan, dümdüz...'' 


Ben vedaları hiç sevmedim ki; o yüzden elveda demeyeceğim, bütün akıbeti aynı olanlar gibi, zamanın bir yerinde muhakkak görüşürüz...

.....................................................................................................

(Bu yazı 04.08.2008 tarihinde, eski blog sayfam ''Tırmık İzi''nde ve daha sonra aynı isimle basılan kitabımda yayınlanmış, okurlardan en fazla geri dönüş alan yazılardan biri olmuştu. Çok değerli bir aile dostumuzun vefatı üzerine Ankara'da kaleme alınmıştı. Bugün gene bizleri çok eşit kılan o acıda, ''ölüm acısı''nda buluştuk. Bu defa canım arkadaşım Füsun Ünsal'ın annesi Muazzez Teyze'mizi sonsuzluğa yolculadık. Yolu ışıklı olsun, huzurla uyusun. Bugün bu acıyı bölüşmek üzere bir aradayken, bu yazıyı ilk yayınlandığı hali ile arşivden çıkarıp tekrar yayınlamam gerektiğini düşündüm, orada karar verdim ve şimdi bu kararımı uyguluyorum. Füsun'cuğum; bu da geçecek, hayat elbette eski ritmine dönecek ama senin yüreğindeki o bir tek mum hiç sönmeyecek, aynı yoldan defalarca geçtim, oradan biliyorum. Söyleyecek fazla söz ve söyleneceklerin de fazla bir anlamı yok ki, bu sebeple sabır ve metanet diliyorum canım arkadaşım, seni seviyorum...)

28 Ekim 2010 Perşembe

Cıvıltı...

Kelime anlamı bu, evet, ''cıvıltı'', ''cıvıldamak''... Bu nedenle sembolü sevimli, mavi bir serçe. Bana göre ise Twitter diğer sosyal paylaşım alanlarını çoktan sollayıp geçmiş, kendisinin söyleyecek ya da yapacak, yani bütüne ekleyecek  birşeyi olmadığı halde başkalarının hayatlarını sessiz-sedasız dikizlemek isteyenleri pek de cezbetmeyecek, şimdilik gayet faydalı bir düşünce paylaşımı ortamı. Bu gibi kişileri niçin cezbetmez; zira fotoğraf ve video paylaşımları sayfada ancak link olarak yer alabiliyor, ortalıkta fotoğraflar, videolar alenen dolaşmıyor yani, ayrıca Twitter'da ''cıvıldamak'' isteyenler bunu 140 harfle sınırlı olarak yapmak zorunda, fazlası kabûl edilmiyor ve çok da iyi ediliyor elbette. Bu sınır insanı net ve direkt ifade geliştirmeye teşvik ediyor, ''kanonik anlatım'' konusunda eğitiyor, derdini 140 harfle sınırlı olarak anlatmayı öğretiyor. Söyleyecek şeyi olmayanlar diyelim ki başkalarının söylediklerini görmek için Twitter hesabı açmış olsun, önemli değil, buyursunlar, neticede bu ortam zevzek videolar, internette beşyüzmilyon defa dolaşmış ve artık iç baymaya başlamış sıradan özdeyişlerin, şiirlerin müzikâl sunuları ya da elâlemin tatil, düğün, nişan, sünnet, doğum, ebelek-gübelek fotoğrafları gibi görselliğe yönelik bir cazibe içermiyor. Twitter'da evvelâ ''okur'' olmanız gerekiyor, ''bakar'' olmanız bir yere kadar ve altalta uzayan yazılara bakmak bir müddet sonra sıkar yani, ayrıca bu ortamda herkesin kendince ''yazar'' olduğunu da belirtmek gerek...

Burada Facebook'daki gibi saçma-sapan ve lüzûmsuz bilgilerle profil oluşturmanız hiç gerekmiyor, aslında kimseyi ilgilendirmemesi gereken dinî inanç, ilişki durumu, siyasî görüş vb. zımbırtılar hiç sorulmuyor, zaten bu gibi kıvır-zıvırlar profil oluşturma sisteminde yer almıyor. Twitter'da sürekli akan ve güncellenen bir yazı/fikir/durum trafiği mevcut ve gerçekten çok sağlam fikirleşmeler var. ''Follower''larınızı, yani takipçilerinizi alenen görüyorsunuz, takipçi listenize eklenen her yeni kişiden haberdar ediliyorsunuz, bunlardan istemediklerinizi bloklamanız mümkün. Yani Twitter'da kimsenin kimseyi rahatsız etmesi falan mümkün değil bence, isterseniz durmadan yazabilirsiniz, istediğinizde durabilir, sadece okuyabilirsiniz. Yazılanlara fikirlerinizle katılabilirsiniz ya da eleştirebilirsiniz. Tiryakisi olduğum kişiler var, bayılıyorum onların ''tweet''lerini okumaya. Ve en güzel tarafı kimsenin kimseye karşı kendini sorumlu falan hissetmemesi belki de, yazıyorsunuz, sizi okuyorlar, yazıyorlar, siz onları okuyorsunuz. Bilmemkim bunu beğendi, öteki buna bayıldı, diğeri yerlere yayıldı gibi şeyler yok, insana ''şimdi ben buna cevap yazmazsam ayıp olur mu ki...'' hissini yaşatacak bir durum yok. Yani bu Twitter olayı, benim gündelik hayatım içinde haberdar olmak, yazmak, okumak, gülmek, eğlenmek, düşünmek, fikirleşmek adına artık Facebook vb. sosyal paylaşım ortamlarını çoktan tarihe gömmüş vaziyette. Bilemiyorum sonrası ne olur ama şu anki gidişattan gayet memnun olduğumu ifade etmeliyim. Bilgisayar başında geçirdiği zamanı hiç olmazsa biraz anlamlı kılmak, azıcık zihnini yormak, okumak ve yazmak isteyenlere tavsiye ederim. Kına, sünnet, gelin başı, bebek poposu, dağda, deniz kenarında ya da yurtdışındaki tatil fotoları ile ucuz popüler kültürün ürettiği türlü zımbırtıdan içi sıkılanlara tabii, blog yazarlarının çoğunun da üyesi olduğu Twitter bu gibi şeylere meraklı olanları hiç açmaz der, müsaadenizle şimdi  ''tweet'' yazmaya giderim efendim:)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sıcacık bir çorba hikâyesi...


Yukarıda görülen bir kâse  ''ramen''dir, bir çeşit Japon şehriye çorbası olarak da tanımlanabilir.  İçinde türlü sebzeler (ıspanak, soğan, havuç vs.) , baharatlar, ince dilimlenmiş et ve ''noodle'' denen özel ince makarnalar bulunur. Bu malzemenin tutulabilecek olanları çubukla (chopstick) yakalanıp yenir, geriye kalan ve asıl lezzeti saklayan suyu ise ya porselen kaşıklarla, ya da çanağı direkt ağıza götürmek, tabiri caiz ise alenen hüüüürppp diye ''kafaya dikmek''  sureti ile içilir, güzel olur, afiyet olur...

Bu da Robert Allan Ackerman'ın yönettiği, başrollerinde sevimli Brittany Murphy ve en az onun kadar sevimli bir sürü Japon'un oynadığı, 2008 yılı yapımı ''The Ramen Girl'' adlı filmdir. Evet; genel özellikleri itibarı ile belki sinema tarihine geçecek bir şaheser değildir ama, gerek karakterleri, gerekse hikâyenin işlenişi ile insana çok üşümüş ya da fena üşütmüşken içilen anne işi çorba sıcağı duygusunu gayet başarılı şekilde verir. Dün gece izlenmiş ve izleyenlerce takdir edilmiştir. ''Yemek yapmak da hayat gibidir. Sevgi eksikse mükemmel olmaz.'' anafikrinden yola çıkan ve  aslında bize hayli yabancı, karman-çorman bir Uzakdoğu çorbası olan ''ramen'' aracılığı ile, insana hayatı boyunca yapacağı herşeyde evvelâ ''tutku'' olması gerektiğini ustaca anlatan bu film izlemeyenlere önemle tavsiye edilir. Kendisini eğiten Japon ''ramen ustası''nın aklı bir karış havada Amerikalı genç kadına durmadan söylediği şu cümleler ise zannımca mutfakta zaman geçirmeyi, pişirmeyi, yemeyi, yedirmeyi seven herkesin temel ilkesi olmalıdır:

''Kafanın içinde bin türlü şey var, bla, bla, bla, bla, hepsi habire dönüp duruyor. Hâlâ kafanla yapmaya çalışıyorsun yemeği. Hayır, öyle olmaz! Bu yüzden beceremiyorsun. Asıl lezzeti yakalayamıyorsun. Zihnini sustur. Ezberlerini unut. Bu kutsal bir törendir. Yemeği hisset, malzemelerin tamamını hisset, hepsindeki  evrensel gücü farket, yemeğine onlardan önce tutkunu kat, pişirdiğin yemeğin onu yiyecek olanların varlığına ekleyeceği şeyleri düşün. İşte o zaman ona göre pişirecek ve farkı göreceksin...''

Dün gece yediğimiz ''ramen''i biz çok beğendik, bu yüzden herkese tavsiye ederiz efendim, afiyet olsun şimdiden... Haa, unutmadan, bu işin en keyifli kısmı ramendeki ince makarnaları  hüürrrp diye ses çıkararak ağıza çekmektir, eğlencelidir, çekinmeyin, herkeş öyle yapıyor, siz de yapın :)

Ek ve de dip:  I am on Twitter now, bye Face, hello twitty:)


21 Ekim 2010 Perşembe

Köşe...

Evimde özellikle sevdiğim ve aslında özellikle sevmek için oluşturduğum kimi ''köşe''ler vardır. Mutfağımdaki bu ''mavili köşe'' de bunlardan biridir. Fincan takımı anneanne yadigârı, Hollanda'dan gelme, incecik porselenini pek severim. Üzerindeki resim ise Ankara'daki iki kıymetlimin armağanı, bu yüzden hep gözümün önünde olsun isterim. Evimdeki bu ''köşe''ler gibi, bazı gazetelerdeki yazar ''köşe''lerini de bilhassa severim. Kedilerin çiş kabına gazete döşerken elime geçer kimi, tarihi geçmiş gazetelerden böyle epey sevdiğim ve kenara ayırdığım ''köşe''ler çıkar yani. Dün gece olduğu gibi...

''Öyle bir zihniyet var ki'' diyor Elif Şafak Haber Türk gazetesinin 26 Eylül 2010 Pazar günkü köşesinde, ''sarkıntılık yapana ceza vermek yerine adeta sarkıntılığa uğrayandan kendisini aklamasını bekliyor.'' Ve devam ediyor: ''Önce bir ispatla bakalım, ahlâklı kadın mısın, ahlâksız mı?..'' Yazının sonrası da şöyle geliyor:

''Ve biz kadınlar ne yazık ki bu haksız ikiliğin devam etmesine katkıda bulunuyoruz. Sadece erkekler değil, kadınlar da birbirlerini iyi kadın-kötü kadın diye damgalıyor, kategorilere ayırıyor. Ona göre muamele yapıyor. Unutmayalım ki; biz anneler oğullarımızı nasıl yetiştirirsek onlar da öyle öğreniyor. Biz oğullarımıza kadınlardan daha üstün olduklarını, herşeyin ellerinin kiri olduğunu, yıkasalar geçeceğini öğretirsek onların hatalarından bizler de mesûlüz demektir. Oğullarımızın günahları bize de yazar. Yok şayet biz oğullarımıza, kız kardeşlerinden başlamak üzere, her kadına eşit ve saygılı davranmalarını öğretirsek işte o zaman bir fark yaratabiliriz. Daha insanca, daha yumuşak, daha muhabbetli bir gelecek için...

Masallarla büyüdük, masallar anlatıyoruz birbirimize. (Cadı üvey anne) diye birşey nasıl yoksa, (kötü kadın) diye birşey de yok! TV dizilerinin köhne bir masal kalıbını ısıtıp ısıtıp önümüze sürmesinden yorulduk. Kötülük dediğin şey kalptedir, görünüşte, giyinişte değil. Ve bir insanın kalbinde ne kadar fesat taşıdığını biz öyle uzaktan bakarak bilemeyiz. Yargılayamayız...''

Efendim; Ankaragücü taraftarlarından bir grup çok yaratıcı errrrkekk (!)  popüler TV dizilerinden beslenen yeni bir slogan üretmiş çünkü, Elif Şafak da oturup bunun üzerine yazmış. Slogan şu: ''Fatmagül'ün suçu yok, biz onu Bihter sandık!..''

Eee şimdi, biz bu çok yaratıcı arkadaşlara niçin kızalım ki kardeşim, direkt analarına gitmek lâzım şu noktada. ''Benim rahmim var, ben doğurganım, anayım, dünya rahmim ve vajinam arasındaki tünelde döner, gerisi hikâye, pehhhheeee!'' altfikri ile yaşamış, doğurduğu oğulları ancak ''hanimiş de pipisi benim aslan oğlumun, yermiş onu annesi, mını mını mınıııı'' pratiğiyle sevebilmiş, kendisinde olmayan, kendisinin başaramadığı şeyleri yapabilmiş, onlara sahip olabilmiş her ''öteki'' kadını dedikodu, pislik atma, iftira ya da laf sokmalarla incitip yenmeye çalışmış (kendisi ile aynı ezberi paylaşan kadın kankaları, yani kabilesi hariç olmak kaydı ile elbette:) ama aslında hep bir-sıfır yenik ve o bok attıklarının ancak ''kötü bir taklidi'' olarak kalacağını bilmenin acısıyla anlatılamayacak kadar mutsuz olmuş/mutsuz etmiş o pek muhterem ''analar gürûhu''nun serî üretimleridir bunlar bayanlar, baylar! Niye şaşırıyorsunuz ki? Hani iki lâfından biri ''ben sizler için saçımı süpürge ettim, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, kendim için değil, sizler için yaşadım, herşeye sizin için katlandım, bu reva mıdır bana, böhühüüüü!..'' olan, zavallı hayatlarında ortalamanın bir kademe üstüne asla çıkamayacağını bilen ve bu yüzden hep aynı bayat ''kurban olma'' mantığından beslenerek varolabilen o muhteremler, o fedakâr+cefakâr, daima full namus o  ''çok iyi kadınlar'' (!)  vardır  ya, aha da onlar diyorum. Yoksa ne Fatmagül bacımızın bir suçu mevcut, ne de kafalarını futboldan başka birşey adına yaratıcı anlamda kullanabilme özelliğinden mahrum bu arkadaşların. Sorun ana rahmi ile oğul pipisi arasında bir yerlerde, özel bir ''köşe''de saklı durmakta yani, fazla düşünmeye ne hacet? :) O oğulcuklar da şimdi ancak ''pipileri'' ile alabiliyorlar intikamlarını etraflarındaki bütün vajinalardan ve kendilerinden daha aciz gördüklerinden işte, daha ne? Yok efendim aldatmaymış, ihanetmiş, yok tecavüzmüş, yok küfürmüş, sarkıntılıkmış, tacizmiş, aile içi şiddetmiş, ensest ilişkiymiş, cinsel/duygusal istismarmış falan, geçin bunları geçin hele, doğurmakla bitmiyor iş, hayvanlar da yapabiliyor onu biteviye! Asıl mesele doğru yetiştirip önce ''erkek'' veya ''kadın'' değil, önce ''insan'', önce ''adam'' etmekte, koktu o her ahval ve şeraitte ''kendine acıma'' ayakları, sorumluluk alma zamanıdır artık, pehhhheeee!..

18 Ekim 2010 Pazartesi

Islak...

Heryer ve herşey ıslak... Camlar ıslak, çamaşırlar ıslak, kedilerin tüyleri, balkon demirleri, dallarda mandalinalar, yerde salyangozlar ıslak. Pabuçların burunları, çantadaki kağıt mendiller, sesler, sözler, kelimeler ve hâttâ düşünceler ıslak. Fena mı? Yoo, hayır, iyi... ''Kurunun yanında yanacak yaş'' falan yok işte, herşey gayet adilâne, her kim ve ne varsa etrafımda tamamı ıslak...

15 Ekim 2010 Cuma

Mum...

Bazı mumlar yatsıya kadar yanar, bazıları da bitesiye kadar... Bazı mumlar en ufak bir esintide sönüverir, bazılarını da söndürme gayesiyle ne kadar üflerseniz üfleyin, söndüremezsiniz bir türlü. Hani doğumgünü pastalarının üzerine dikilmiş o renkli mumlar vardır ya, onların kısmeti dibine kadar yanmak değildir genellikle, biraz yanıp sonra üflenerek sönmektir kaderleri. Ama işte; bazen pastanın üzerindeki diğer mumlar nefesin rüzgârıyla hemen sönüverirken, içlerinden biri dirençli çıkar, sönmez. Oysa gelenek pastanın üzerindeki bütün mumların üflenerek söndürülmesidir, alkış sesleri arasında üflenecek ve sonra hevesleri kursaklarında kalmış sönük mumlar toplanıp pastanın kesilmesine geçilecektir. Ben eğer varsa başkaldıran, sönmemeye inat eden o tek mumun gayretine hürmet edilmesi gerektiğini düşünmüşümdür hep, diğerleri sönerken o yanmaya devam ediyorsa artık tükenene kadar yanmalıdır bana göre, söndürmeye uğraşılmamalıdır. O mum nefesle imtihanını geçmiş sayılmalıdır yani. Hakkıdır artık, bitesiye kadar yanmalıdır...

Eğer hayatlarımızda ne kadar üflersek üfleyelim, bir türlü söndüremediğimiz bir mum varsa artık onun dibine kadar yanma hakkını teslim etmemiz gerekir. Hâttâ; alevin çevresini ellerimizle kuşatıp o sıcak ışığı muhafaza etmeli, tükenene kadar yanmaya hak kazanmış mumu koruyup gözetmeliyiz belki de... Ki; o nefesle imtihanını geçmiştir, artık eriyip bitene, fitili kıvrılıp kendiliğinden sönene kadar bir daha asla üflenmemelidir. Zira bu da kendi içinde bir serüven, bir tür zaferdir. ''Son''u neresiyse, oraya kadar sürmelidir...

11 Ekim 2010 Pazartesi

Rüzgâr gülü...


Dün gece, geç vakit Karşıyaka'ya tam karşıdan bakan o ofisin açık penceresi önünde durup düşündüm. Yumuşak, insanı incitmeyen bir hava vardı dışarıda. İçeride ise seneler evvel Ankara'ya tepeden bakan bir başka ofiste, gergin zamanları paylaştığım, aynı yüke omuz verdiğim insanlar vardı. O zamanlar da konuşmaların orta yerinde kalkıp ofisin penceresini açar ve bir müddet önünde dikilip dışarı bakardım. Bazen yağmur olurdu ağaçların dallarında, bazen de kar. Kimi zaman da Ankara'nın sert ve uzun kışlarından sonra hayli ürkerek çıkagelmiş, yampiri, tuhaf bir ilkbahar...

Masada oturan kırmızı kravatlı genç adam yorgun ama mutluydu. Gözlerinden ölçülü  bir sevinç okunuyordu. Ben zaten çok sevinçliydim, belki seneler sonra ama nihayet sonunda olması gereken olmuştu. O vakitler kırgınlıkları,kaygıları, şaşkınlıkları bölüştüğümüz insanlarla bu kez sevinci bölüşmek için biraraya gelmek, içten ve uzun uzun kucaklaşmak güzeldi, eşsizdi. Mekân çok farklıydı artık, öyle devasa, geniş, başedilemeyecek kadar büyük değildi. Bir oyun evine benziyordu daha çok, küçük, iddiasız, samimi ve belki de bu yüzden sıcacık, huzurlu, sevimli... Fertleri oraya-buraya savrulmuş bir ailenin yeniden biraraya gelmesi gibiydi buluşmamız, çaylı, börekli, sohbetli, özlemli. Ortada dolaşan iki çocuğun neşesi ise herkese iyi geldi:) Deniz manzaralı küçük ofisin penceresi önünde durup düşündüm ve sonra arkamı dönüp dedim ki; ''eskiler eskide kaldı, bırakın, boşverin, artık onlardan hiç bahsetmeyelim...'' Duvarlar gülümsedi, dışarıda İzmir gülümsedi, bardaklarda çaylar, çocuklar, herkes gülümsedi. Kırmızı kravatlı genç adam da gülümseyerek ''evet, çok haklısınız'' dedi...

Pencereden girişteki büyük ve eski tabelanın sadece ''METE...'' kısmı görülebiliyordu ama bu yeterliydi. Evrenin kutsal işleyiş sistemi içindeki o ilahî adalet bizlere bazen gecikiyormuş gibi geliyordu ama aslında öyle değildi. Sadece zamanı bekleniyordu,  o ''hayırlı'' olan zaman. Karma Yasası hep olduğu gibi kusursuzca, tıkır tıkır işliyor ve durmadan sabrın sonundaki selâmeti+asla şaşmayacak adaleti  işaret ediyordu kader plânının içindekilere... Çok mutluydum, etrafımdaki herkes ve herşey mutluydu. İçimden gökyüzüne şükürler yükseliyordu. Rüzgâr gülü hafifçe dönüyordu. Eskiye dair ne varsa buruşturup attım yeniden kapının ardındaki kağıt sepetine, arabaya binerken rüzgâr gülüne gülümsedim gene, ardımdan sallanan ellerin hakiki, yalansız sıcaklığı ve benzersiz  bir huzurla dönüp geldim evime...

İzmir Meteoroloji Bölge Müdürü sevgili dost Murat Şahin ve güzelim ailesine tebrikler, sevgiler ve sonsuz teşekkürle, ve sevgili ''Oturan Budha''mız, elbette sana da öyle:) 

9 Ekim 2010 Cumartesi

Tuhaf...

Gün böyle günlük-güneşlik başlasın, parmakarası terlikler, ince elbiseler falan, herşey yolunda yani...

Aynı günün akşamında ayakta kalın çoraplar, çizmeler, sırtta mont olsun, aman bir soğuk, bir ayaz, anlatılır gibi değil! Zaten yedekten de nöbet gelmiş, acele yetişilecek diye üst-baş değiştirmeye zaman kalmamış, öyle elbise/terlik şeklinde çıkılmış, yayın bitimi eve yarı donmuş dönülmüş ve derhal kışlık hale geçilmiş! Hayır, Ümit Davala biraderimin  işlettiği benim eve yakın cafede yemek+maç için de rezervasyon  mevcut öte yandan, orada da üzerimizdekiler yetmedi, battaniyelere dolandık be kardeşim!..

Galiba hepsi Ankara'dan misafir gelen bu pembe peluş battaniyeli Tibet rahibinin yüzündendi! Zaten evden çıkarken maçın skorunu verdiğimde bana kızmıştı, maçtan sonra gene kızdı ve ''şom ağızlı!'' dedi. N'apayım yani, içime doğuyor, ben de söylüyorum, Allah Allah, burada suç benim mi? Uzun lâfın kısası efendim; her yönüyle tuhaf, çok tuhaf bir gündü, önce yandık, ardından donduk, oraya koş, buraya yetiş, işte öyle, nefes nefese geçip gitti...

5 Ekim 2010 Salı

Boşanma...

Bazen de kopya çekmek istiyor insanın canı, hani bir nevî ''zihin tatili'' gibisinden. O yüzden bana dün gelen bir e-postadan alenen kopya çekeceğim bu yazıda, baştan söyleyeyim... Şu sıralar ben de dahil, etrafımdaki hemen herkes ve herşeyde bir silkinme, değişme, dönüşme, hızla değişen şartlara uyumlanma gayreti+huzursuzluğu mevcut, farkındayım.  Ve tabii bu öyle kendiliğinden, acısız, sıkıntısız, hooop diye oluveren birşey de değil, bildik, tanıdık ve gûya güvenli (!) kabukları kırıp artık dışarı çıkmak anlamına geliyor. Bu ''kırılma noktası'' da evvelâ ciddî bir karar ve bir dizi boşanma gerektiriyor. ''Boşanma'' deyince akla hemen yürümeyen bir evliliğin sonlandırılması sürecinin gelmesi de sadece bir ezber aslında, zira insanın değişebilmesi, dönüşebilmesi ve kendinden evvel değişmiş kimi şartlara uyumlanabilmesi için önce eski alışkanlıklarından, bağımlılıklarından, tozlu kalıplarından, ''mecburiyet'' saydığı nice şeyden ve kimi faydasız ezberlerinden de boşanması gerekiyor. Bu boşanmayı gerçekleştiremeyen, sürekli erteleyen, şu ya da bu zamana öteleyen mantık, bir yerde muhakkak tıkanıyor, sonra herşey fena düğümleniyor...

Şimdi ''kopyala/yapıştır'' kısmına gelelim:

Hepimiz durmak istiyoruz.

Durmak ve dinlenmek. Yalnız ve özgür. Almadan ve vermeden. Sadece durmak.

Bir süredir ruhumuz halden hale geçiyor. Üstelik bizim kontrolümüz dışında, çoğunlukla bize ''rağmen''. Kendisine en çok sözü geçenlerimiz bile, eski çizgi filmde olduğu gibi “değiş tonton” deseler de, bir türlü tam istedikleri yeni ruh haline geçemiyorlar.

Bir önceki notta yazmıştım, artık bize yarar sağlamayan alışkanlıklar, işler, insanlar, ilişkiler, şehirler hayatımızdan zaten çıkıyor. Ama geçen ayın ortalarında, durumda şöyle bir değişiklik oldu, eskiden bu arınmayı dışarıdan izlerken, artık yararsız alışkanlıklara tahammülümüz kalmayıverdi bir anda...

Toleranslar dip yaptı. Bize hizmet etmeyen her şey ve herkesten kopmak istedik. Bazen konuşarak ve çatışarak, bazen karşımızdaki düşünce ya da insan bilmeden, sessiz vedalarla, bazen ağlayarak, bazen şükrederek, yeniden doğabilmek için, acı verse de, kendi göbek bağlarımızı kestik. Çünkü “artık” dayanamıyorduk!..

Bu bencilce bir terk ediş, bir özgürlük arayışı değildi. Sadece artık, vermemize alışılan şeyleri, yapmamıza alışılan özverileri devam ettirmek istemiyorduk. Defansif bir bencillik belki, ama kesinlikle karşı tarafla ilgisi olmayan bir şey, sadece kendimizle ilgili. Yine de üslubumuz biraz sertleşti. Kırıcı olmaya çalışmasak da, olabildiğimizi fark ettik.

Ciddi bir gecikme duygusu geldi sonra. Değişimin hızı ve ivmesi yetmemeye başladı. Ani ve radikal kararlar almak istedik. Aslında gerekmediğini bilsek de kaçmak istedik. Her şey ve herkesten... Kaplumbağalar gibi, içimize saklanmak istedik. Bu aşamada hem yalnız olmak istedik, hem de yalnızlıktan korktuk, o yüzden kaçamadık.

Hatta bazılarımız, henüz ölmemiş olsa da, bayılmış ilişkilerini 2. (ya da kimbilir kaçıncı?) bir denemeyle ayıltmayı umdular. Kendi kabukları yetmeyince, o kabuğa saklanamayınca, nicedir bildik, tanıdık insanlara saklanmayı bir seçenek olarak düşündüler. Aşmış oldukları alışkanlıkları, kopmak istedikleri yeni alışkanlıklarına tercih ettiler. (Aferin, tebrikler!.. Görünüşte gayet pratik bir kısayol tabii, peki ya sonra?.. kısmına hiç girmeyelim en iyisi...)

Bu arada kendimizi desteksiz hissettiğimiz için sırt ve omuzlarda, esnekliğimizi kaybettiğimiz için boyunda, kendimizi kendimize ve herkese zor ifade ettiğimiz için boğazımızda, hayatı bütün keyifleriyle içimize çekemediğimiz için solunum yollarımızda sorunlar, ruhumuz zihnimizle çeliştiği için uyku zorlukları ortaya çıktı.

Koptuğumuz insanlar da gözyaşları olup, öyle çıkıp gittiler bizden.

Şimdi durma zamanı. Durmak ve dinlenmek lazım. Ne yapıyorsun diyenlere, ''hiç yapıyorum'' demek lazım. Buna ihtiyacımız var...

Sürekli ilerlemek ve yükselmek için, bazen beklemek gerekir. Daha da yükselebilmek için, diğerlerinin ruhlarını da beklemek, enerji toplamak için dinlenmek, mola ve teneffüs gerekir.

Şimdi tam o zamandayız işte...

Bunun uzun bir süre olması şart değil, 2-3 gün bile yeter. Uzun sınav dönemlerinden sonra kendinizi boş duvara bakarken yakaladığınız o boşluk hissine ihtiyacımız var. Anadolu’da “yetemediğin köyün berisinde yat” diye bir tabir var. Köye çok yaklaşmış olduğumuzu hissetsek bile, o köy “yuva”mız olsa bile, şimdilik biraz berisinde yatmamız lazım...

O arada detokstu, ruhsal çalışmalardı filan, disiplinli hiçbir şey de yapmamak lazım. Canınız istiyorsa faydalı tabii, ama asla şart değil. Hiçbir mecburiyetin olmadığı bir tampon bölgede, nötr ve bağımsız olma hissi.

10 Ekim’e kadar bunu muhakkak yapın. Ruhen dinlenmiş, güçlü, dengeli ve sağlıklı olarak karşılamamız çok önemli olan 10 Ekim’de ise, sevdiklerinizle bir sinerji oluşturup, yeni dönemin başlangıcını kutlayın. Festivalde herkes eğlenirken, uyumak istemezsiniz sanırım:)

Neşeniz  bilir.

Sevgi ve bilgi, paylaşılarak çoğalır.

Maksat bir, rivayet muhtelif.

Sevgi ve ışık,

Korkut...

E benden de sevgili Korkut Keskiner'e sıkı bir teşekkür tabii, dün geceki jetlag nöbeti sonrası uyanmış, kahvemi içerken beni uzuuun uzuuun blog yazma zahmetinden kurtardığı ve bana kısa da olsa bir ''zihin tatili'' sağladığı için değil sadece:) İçten üslûbu ile, tamamen ''doğru''ları ortaya serdiği için. Hepimizin kendilerimizden boşanma süreci ''bütün''ün hayrına olsun efendim...

2 Ekim 2010 Cumartesi

Cep fotoroman...




Benim değil, halamların falan gençkızlığında vardı bu ''cep fotoroman'' dalgası, hatırlıyorum, acaip yakışıklı İtalyan heriflere mini etekli, apartman topuklu, takma kirpikli hoş gençkızlar eşlik ederdi. Bu fotoromanlar elbette ve daima aşklardan, aşk acılarından, ihanetlerden, ayrılıklardan ya da mutlu sonlardan beslenir, okuyup bitirdikten sonra zihninizde öyle özel bir yorgunluk yaratmazdı:)

Ben de bedenimle birlikte zihnimi dinlendiriyorum şu sıra, yepyeni projeleri hayata geçirerek  oldukça tempolu bir döneme geçiş yapacağımdan kafamı öyle olura-olmaza fazlaca takmak niyetinde değilim yani. Gelecek hafta yurtiçinden, yurtdışından gelecek bir dolu misafirim olacak, toplantılara girilecek, oraya-buraya gidilecek, bunlar için tazelenmiş bir enerji ve şarj edilmiş bir zihin gerek bana, bunu yapıyorum kısaca. O yüzden, fotoğraflara altyazıyı lüzûmsuz buldum, çektim, alt-alta koydum, herkes kendi fotoromanını kendisi yaratsın işte efendim, ben müsaadenizle biraz daha dinleneceğim. Birazdan ''Tanrılar Dağı'' İda'nın önünde güneşin nasıl hürmetle eğilerek battığını görmeye gideceğim:) Bakî selâm ederim...

1 Ekim 2010 Cuma

Yegâne...


Benden evvel yağmur gelmiş buralara, bütün varlığını o yağmurla yıkayıp kutsamış ''Tanrılar Dağı'' İda... Ne kadar bitki varsa, hepsi kokularını çıkarmış sanki çeyiz sandıklarından, biberiye, limon kekiği, reyhan, melisa. Meyveler olgunlaşmış dallarda, tohumlar toplanmaya hazır. Üst balkonda asılı rûzgâr çanının sesiyle uyandım bu sabah, ruhum dağlara nazır... ''Yapamayacağınızı düşündüğünüz herşeyi yapmalısınız'' diyen ve bireyleri korkularıyla yüzleşip risk almaya davet eden Eleanor Roosevelt için kısa bir saygı duruşundan sonra kollarımı dağ rûzgârına uzattım, önce kucakladı beni, bütünüyle şeffaftım zaten, sonra içimden esip geçti, derin ve serin bir nefes gibi, kalan tortuları da temizledi. Düşündüm;  içinde bulunduğum şu ''an''ın ''yegâne''si acaba hangi sözcükle anlam bulur, fazla sürmedi, çabuk buldum onu: ''HUZUR''. Evet, yegâne ve saf haliyle, el değmemiş, parçalanmamış, muhteşem, yekpâre bir ''HUZUR''...