15 Eylül 2014 Pazartesi

Yüzü belirsiz...


Yüzünün belirsiz olması belki daha iyi aslında, ''budur'' diye bir güdümleme yok, sabitleme yok. Herkes kendi zihninde nasıl bir yüz şekillendiriyorsa onu yerleştirebilir bu boşluğa, kendi hayâlindeki sûreti oturtabilir, böylesi daha evrensel geliyor bana. 1844 yılında inşa edildiği tahmin edilen Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi içinde çektiğim fotoğraflardan biri. Bu kilise yeni restore edildi ve müze olarak yeniden ziyarete açıldı. Ayvalık ve çevresinde çok sayıda kilise ve manastır mevcut çünkü burası eskiden beri bir Rum yerleşkesi aslında. Bu sebepten çok fazla  antika Rum evi var Ayvalık ve Cunda'da, bunların çoğu artık harap ve oturulamaz durumda olsa da, restore edilerek yeniden yaşamaya/yaşanmaya başlayanların sayısı hiç az değil. İyi korunmuş olanlar var, bakımsız bırakılmış olanlar var, sadece dört duvar-bir kapı kalmış olanlar var, var da var yani. Güzel olan, Ayvalık'ın bu taş evlerden oluşan eski sokaklarında kati surette çirkin ve modern yapılaşmaya izin verilmeyecek olması, en çok buna seviniyorum. Taksiyarhis Kilisesi ise kapı komşum sayılır bundan böyle, ihtimâldir ki çat-kapı oradayım ve bu yüzü belirsizliğin açtığı hâyâl kapısından içeri mütemadiyen dalmadayım. Böylesi daha iyi evet, herkes kendi zihnindeki sûreti yerleştirsin oraya ve öyle baksın, öyle hissetsin...


Bizim evde hep çok okunmuş bir yazarın, Aziz Nesin'in oğlu, matematik profesörü Ali Nesin'in hayatı üzerine bir belgesel izledim İz TV'de, eğitim ve çalışma hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirmiş bir bilim adamı olarak ülkesine döndüğünde hissettiklerini anlatıyordu ve Türkiye'deki eğitim sistemi ile yurtdışında bulunduğu İsviçre, Fransa gibi ülkelerdeki eğitim sistemi arasındaki farkları nasıl algıladığından... Çok hoş ve sahici değerlendirmeleri vardı Ali Nesin'in, bizdeki o korku pratiği üzerine yerleştirilmiş sahte saygı olgusuna bilhassa dikkat çekiyordu. Asıl kişilikleri, yetenekleri, varoluş biçimlerini silip belirsizleştiren ve herkesi tektipleştirmeye odaklı o bildik eğitim-terbiye kalıpları, ne kadar tanıdık özellikle belli bir kuşak için. Ve diyordu ki Prof. Ali Nesin; ''küçüklüğünden beri etrafı müzikle, heykelle, resimle, kitaplarla, sanat ve bilimle dolu olan insanlar, varlıklarına, düşüncelerine, ürettikleri fikirlere saygı duyulmuş, çocukluktan başlayarak adam yerine konmuş insanlar elbette farklı oluyor, yeteneklerini ifade ediş tarzlarına, bütün algılarına, sevgililiklerinden ana-babalıklarına, evliliklerinden komşuluklarına kadar bütün ilişki biçimlerine yansıyor o donanım. Bunlar eksik olduğunda geri kalıyorsun zaten, herşeyinde geri kalıyorsun, ilişkilerinde de..." Farklı yetiştirilmiş bir insanın bakış açısından hayatı izlemekti bana göre bu belgesel, sürüden biri yapılmamış, öyle olmamış bir insanın nasıl yaşadığını, nasıl düşündüğünü gösteren bir ayna belki. ''Sanat, matematik ve felsefe, hiçbir işe yaramaz bunlar aslında'' diyordu Ali Nesin, ''bir marangoz masa yapar, sandalye yapar, bunlar bir işe yarar, ama saydıklarım öyle değil. Felsefe meselâ, nereden geldim, nereye gidiyorum, niye varım falan, bunlar kimsenin işine yarayacak şeyler değildir. Ama işte bu üç şey, somut hiçbir şey olmadıklarındandır belki, herşeydir aslında. Her işe yararlar, herşeyi açıklamaya yeterler. Her boşluğu doldurabilirler. Bu yüzden çok gereklidirler, onlarsız hayat olmaz...''

''Ve ilâhiyat'' diye ekliyordu, ''adam gibi bir ilâhiyat, dinler tarihi, felsefesi, çok önemli bu, belki bir ilâhiyat eğitimi köyü de olmalı bu korsan eğitimler arasında, resmi müfredatı olmayan, hiçbir bakanlığa ve yüksek kuruma bağlı olmaksızın özgür eğitim veren bir oluşum...'' Kendisini bir Don Kişot olarak niteleyen bu sıradışı bilim adamının zihnimde halen dönen sözü de şu oldu: ''Düşünmek tek başına yapılan bir iştir, kalabalıklarla işi yoktur düşünmenin...'' Çok sevdim. Evet, çok sevdim...

4 Eylül 2014 Perşembe

Sakız kokulu tatlıhane...


Ayvalık çarşısında, ne iyi ki trafiğe kapalı Tâlâtpaşa Caddesi üzerinde yer alan meşhur ''Güler Tatlıhanesi''nin önünde oturmuş karton ambalajları kutu şeklinde katlıyordu. Yaklaşıp selâm verdim ve fotoğraf çekmek için izin istedim. ''Tabii çekebilirsin'' diyerek gülümsedi, ''yalnız 1 liranı alırım bak, ona göre...'' ''Eh, fazla pahalı sayılmazmış'' diyerek lâtifesini karşıladım ve fotoğrafını çektim. Ayvalık dendi mi akla gelen ilk dükkânlardan olan Güler'de işlere yardım eden bir emekli yâhût akraba falan olabileceğini düşünerek sordum: ''Burada mı çalışıyorsunuz?'' ''Evet'' dedi, ''1946 senesinden beri. Buranın sahibi benim, ben kurdum yani Güler Tatlıhanesi'ni...'' Şık cevaptı, bunu beklemiyordum doğrusu. Ayvalık'a yolu düşen yerli-yabancı hemen herkesin bilhassa zeytinyağlı-sakızlı kurabiyesinden tatmak üzere uğradığı, lor baklavası ve dondurmalı lor tatlısıyla da meşhur eski bir dükkândı Güler ve her zaman kalabalık olurdu. Buradaki her şey özel malzemelerle elde ve sınırlı miktarda üretiliyordu, yıllar içinde giderek artan şöhretine rağmen fabrikasyon tuzağına düşmeyen nadir dükkânlardandı. ''İmâlathane başka yerde'' dedi, ''oradan buraya geliyor tatlılar ve çabucak tükeniyor zaten...'' Ayvalık halkının ''Tatlıcı Tâlât'' olarak bildiği Sn. Tâlât Taşçıoğlu ile işte bu şekilde tanıştım. Ünü ülkenin sınırlarını çoktan aşmış olan damla sakızlı kurabiyenin mucidi bu yaşlı adamdı. Öyle ki; Ayvalık'ın komşu kapısı olan Midilli'den kalkıp sırf bu kurabiyelerden almak için gelenler vardı. Ayvalık'ın kendine has bir sürü lezzeti arasından sıyrılıp öne çıkıyordu Güler Tatlıhanesi'nin ürettiği tatlı ve kurabiyeler... 

Kurduğu tatlıhaneyi uzun yıllar bizzat işlettiğini, daha sonra yaşlanınca yanında yetiştirdiği ve tecrübeleriyle desteklediği çıraklarına devrettiğini anlattı. ''Yüzünüzü kara çıkarmadıkları aşikâr'' dedim, ''çok şükür çıkarmadılar, zaten onlara güvenim tamdı, öyle olmasaydı bunca senenin emeğini elimle teslim etmezdim'' diye cevapladı. ''Ama halen buralardasınız'' dedim, ''ayak alışkanlığı'' dedi, ''ayaklarım beni hep dükkâna getiriyor. Gelmişken de ufak-tefek işleri hallediyorum işte böyle...'' Ardından bana zarifçe çay ikram etme teklifinde bulundu, teşekkür ederek inşallah daha sonra bu teklifine icabet edebileceğimi belirttim. ''Hmm, demek kilisenin orada evin ha, iyi, yakınmış, sık sık gelirsin artık, sohbet ederiz'' dedi. ''Tabii gelirim, bana Ayvalık'ın eski günlerini anlatırsınız, sizden dinlemek isterim'' dedim. Eliyle ''o-hooo, bende anlatacak hikâye çoook, sen yeter ki iste'' der gibi işaret yaptı, karşılıklı gülümsedik. Sonra ona veda ettim, Ayvalık'a limonata kıvamında hoş ve de mayhoş bir akşam inmekteydi. Arkamdan seslendi: ''Çaya gel muhakkak, hem kurabiye de yersin, bak ben hep buralardayım'' :) Dönüp el salladım ona, içimden ''inşallah hep buralarda olun'' dileği geçerken. Bazı hoşlukların tekrarı olmuyor çünkü, kimine göre vakit çoktan geçmiş oluyor, kimine göre ise erken...