29 Ocak 2012 Pazar

Tekâmül...


''Onları neden sevmeliyiz?'' sualine bu yazısı ile gayet güzel bir cevap veren değerli Reha Eroğlu ile  ''Ruh ve Kâinat'' dergisine şükranla... 

23 Ocak 2012 Pazartesi

İnternette de açıldık:)

İnternet  üzerindeki  inşaat çalışmalarımızı tamamladık ve web sitemiz nihayet yayında:) Adresi aha da burada.
Webmasterımız değerli Savaş Oğuz'a emekleri için teşekkür ederiz. Böylelikle; Çin Ejderha Yılı'nın başlangıcı da olan  kozmik enerjisi yüksek bu yeniay gününde bir defa daha açıldı Ezberbozan Atölye, bütünün ve bizlerin en yüksek hayrına OLması dileğimizle :) Bekleriz, buyrun...

İnsanlığın donduğu yer, Bolu Hayvan Barınağı!..

21 Ocak 2012 Cumartesi

Hakiki özgürlük bu sanırım...

                                         
ÖZGÜR - BAĞIMSIZ İNSANLAR

* Bu insanlar, yaşamın her yönünü severler. Şikâyet etmekle ya da olayların daha değişik olmasını istemekle vakit kaybetmezler.
* Bağımsızlıklarına çok düşkündürler. Aileye güçlü bir sevgi ve bağlılık duymalarına rağmen, ilişkilerinde bağımsız olmaya özen gösterirler.... 
* Sevgi anlayışları, sevdiklerine hiçbir değeri zorla kabul ettirmemeyi gerektirir.
* Onay aramak gereksinimleri yoktur. Övgü ve ödül talep etmezler.

* Çok açık ve dürüst konuşurlar. Vermek istedikleri mesajları, başkalarını memnun etmek için dikkatli sözcükler arkasına gizlemezler.
* Gülmeyi ve başkalarını güldürmeyi iyi bilirler. Yaratıcıdırlar.
* Kendilerini kabullenirler. Fiziksel benliklerini, sahteliklerle gizlemezler.
* Doğal yaşamı takdir ederler. Hastalık hastası değildirler.
* Başka insanları çok iyi anlarlar ve asla şaşırıp şoke olmazlar.
* Gereksiz kavgalarda asla taraf olmazlar.
* İnsanlar hakkında konuşmaz, insanlarla konuşurlar.

* Titizlik ya da düzenlilik gibi dertleri yoktur, verimli yaşamaya bakarlar. 
* Bu insanların müthiş bir enerjileri vardır. Enerjileri doğaüstü değildir, yalnızca yaşamı ve yaşamdaki aktiviteleri sevmelerinin bir sonucudur.
* Şiddetli bir merak duygusuna sahiptirler. Hep araştırır, yaşamlarının her anını kavramak isterler. Her varlık ve her olay, daha çok öğrenmek için bir fırsattır.
* Başarısız olmaktan korkmazlar, hatta onu sevinçle kabul ederler. 

* Bu mutlu insanlar, asla kendilerini savunma gereksinimi duymazlar. Basitçe "Her şey yolunda, biz yalnızca farklıyız. Anlaşmak zorunda değiliz" derler. 
* Değerleri dar değildir. Kendilerini tüm insan ırkının bir parçası olarak görürler. 
* Daha çok düşman öldürmekten sevinç duymazlar.
* Kahramanları ya da putlaştırdıkları insanları yoktur. Herkesi insan olarak görür ve hiç kimseyi kendilerinden önemli konuma getirmezler.
* Başkalarının yeteneksizliği nedeni ile kazanmak yerine, zaferi kendi çabaları ile elde etmeyi yeğlerler.
* Komşularının ne yaptığını fark etmezler, çünkü var olmakla meşguldürler.

* En önemlisi bu insanlar ´KENDİLERİNİ SEVERLER´. Kendilerine acımak, kendilerini reddetmek, kendilerine öfkelenmek için zamanları yoktur.
* Elbette sorunları vardır, ama tökezleyip düştüklerinde, tekrar ayağa kalkar ve sızlanmadan yaşamaya devam ederler.
* Hatalı alanlardan bağımsız insanlar, mutluluğu kovalamazlar, sadece yaşarlar ve mutluluk onları bulur. Gerçekten nadir bulunan insanlardır, onlar için her gün mükemmeldir. 




Kaynak : Hatalı Alanlarınız -Dr. Wayne W. Dyer

20 Ocak 2012 Cuma

Oytun Okkır'dan/ Ayyy çok korkunççç!..


eft günlüğüm: KORKU: Korku öncelikle bir inançtır. “Korkulması gerektiğine dair bir inanç”. Ya birileri korkutur (anneniz, toplum,anane vs.), ya siz kendiniz ya da... (Devamını muhakkak okuyun derim, ben  herhangi başka birinden değil de, bilhassa bu adamdan EFT/Duygusal Özgürleşme  tekniklerini öğrenmiş ve sertifika almış olduğum için kendimi kutlarım kardeşim!.. Alkışşşş :)


Ve George Bernard Shaw'dan bir inci: ''YAPAN YAPAR, YAPAMAYAN ELEŞTİRMEN OLUR...'' Budur.

Kısaca...

Sert enerji geçişleri gibi geliyor bize yaşadıklarımız, aslında ''OL''ana uyumlanıyor ve belki de bunun olası sıkıntılarını paylaşıyoruz. Şuraya bakalım, sanırım daha iyi anlarız neler olup bittiğini... Okursak, anlarsak, düşünürsek şu sıralarda sıkça deneyimlediğimiz o dar kapılardan geçme zorluğu, o duygusal ıkınmalar, bunalma halleri, yerini tünelin ucundaki ışığı nihayet görmenin benzersiz  huzuruna bırakabilir... Mi? Bu bütünü ile bize bağlı ise, neden OLmasın ki?..


Hayatınız, kimliğiniz, ''öz''ünüz ve sunî olmayan, birileri tarafından size dikte edilmemiş, hakiki duruşunuzla ''BEĞENMEYEN DİNLEMESİN!..'' diyebilecek farkındalığa ulaştınız mı, ama zar-zor, ama bedel ödeyerek, ama ite-kaka ya da itilip-kakılarak, ama kırılıp dökülerek, kaybetmeyi, didiklenmeyi, her nevî yargılanmayı  göze alarak, yani ne olursa OLsun yapabildiniz mi bunu? O fena halde tanıdık ''ayyy elâlem ne der ayol?..'' kafesinin kilidi kırık, kapısı açık ve içi artık boş mu? Tebrikler, mesele bitmiştir...

18 Ocak 2012 Çarşamba

Ege TV/Gökkuşağı Programı...


Untitled from gitarcisavas on Vimeo.
               
Bu program yayınlanalı epey oldu ve o zamandan bu yana çok şey değişti elbette... Meselâ; takvimdeki sene değişti, şimdi sene 2012. Program kaydı yapılırken rahatsızlığı devam eden ve hastanede olan sevgili Rauf Denktaş'dan bahsetmiş ve şifa dilemiştim, o artık bu boyutta değil, sevgiyle sonsuzluğa uğurladık... O zaman Ezberbozan Atölye'de, eğitmenimiz değerli Özden Geren eşliğinde yoga çalışmaları devam ediyordu, artık öyle değil. Gibi gibi... Programa perukla çıkma sebebimi de daha evvel açıklamıştım ama, buradan da belirteyim. Meme kanseri geçirip kemoterapi gören ve bu nedenle saçlarını kaybederek peruk takmak zorunda kalan  tüm kadınlara selâmdı. Program kaydını blog sayfamda da yayınlayacağımı belirtmiştim, tek bölüm halinde internet ortamına aktaran değerli Savaş Oğuz'a ve Ege TV'deki genç meslekdaşım Berna Ergin'e tekrar teşekkür ederim...

Acı...


Acı biberin hissettirdiği, kimilerinin hoşlandığı ve seçtiği bir acı türüdür. Acı sevmeyen biri olduğunuzu varsayalım, salataya ya da yemeğe fazlaca karışmış acı biber tadı belki dilinizde yangın çıkarır, ''hohhhhhaaaaaa!..'' diye ağzınızdan alevler çıkararak su bardağına yapışırsınız. Bir müddet kalır ağzınızda o yakıcı his, sonra geçer. Çünkü acı tadını dilinizle hissedersiniz, tadı alıp beyninizin ilgili bölümüne ulaştıran diliniz üzerindeki tad alma noktalarıdır. Başka türlü acılar ise dildeki kadar kolay geçmeyebilir. Bu da gayet normaldir. Zira ''insan'' olup da kendini acı çekmekten bir şekilde koruyabilecek hiçkimse yoktur yeryüzünde... Zihnine hakim, duygularının farkında ve duygusal zekâya sahip olanlar için konuşuyoruz elbette. ''Ben acı çekmek istemiyorum!'' kalıbı içinde ''istemiyorum!'' mesajı bulunduğundan ne yazık ki size acısız bir hayat getirmez, dirençle karşılaşan herşeyin enerjisi ters anlamda güçlenir, ne kadar ''istemiyorum, bana ne, bana ne!..'' derseniz, onun tersi olan kavram karşınıza o kadar çok çıkar. Şimdi; konuyu daha iyi anlamak için şu bağlantıya göz atalım ve ''acı çekme'' üzerine  yeniden düşünelim derim...


Ve naçizane bir tavsiye; içinizde beliren hiçbir duygu türünü bastırmaya, yoksaymaya, görmezden gelmeye yönelmeyin. O duygu her ne ise, onu yaşamaya ve içinizde hissetmeye müsaade edin, kafadan balıklama dalın yani duygularınızın içine... Birlik Bilinci'nde bu durum, benim çok sevdiğim bir niteleme ile ''kaplanın ağzına atlamak'' şeklinde ifade edilir, korkmadan, saklanmadan, acı çekmeyi, yerine göre kaybetmeyi  göze alarak, cesaretle. Bu elinize sopayı alıp, asabınızı bozan kişiye girişmeniz ya da zarar verecek herşeyi yapmanız anlamına gelmiyor yalnız, buraya dikkat... Bu bütünü ile sizinle alâkalı birşey, karşınızdakilerle değil. Ağlamak mı istiyorsunuz, utanmayın, ağlayın. Kırgınlığınızı ifade etmek mi istiyorsunuz, edin, içinizde tutmayın. Kişisel olarak duygu-durumlarınızı kabûl edin, bunları yaşamanıza izin verin ve başta kendi altbilincinize, sonra da etrafınızdakilere yalan-yanlış, taraflı mesajlar iletmeyin (aaa, valla böyle dedi, aynen böyle yaptı, o zaten bunu hep yapar, çok ayıp, çok yanlış, hiç normal değil, bu kafayla giderse daha neleri, kimleri kaybeder, artık dersini alması lâzım canım,  pehhheeee! vs., vs...) Yeter ki; bilhassa olumsuz duygu-durumları başka eksenlere kaydırarak asıl ''OL''uş biçiminden saptırmayın, ortada ''OL''anı adil bakışla görün, egonuzun sizi habire kışkırtma gazına gelmeyin (sen haklısın, çak bi tane ağzına, bildir haddini, verilebilecek her zararı ver, söyle ağzına geleni geldiği gibi, kırarım-dökerim diye düşünme, bunu yapmazsan seni mütemadiyen suçlarım haa, ona göre! vs. vs...) Duygularınızı serbest bırakarak onları yaşamaya izin vermeniz (acı ya da tatlı, hiç farketmez) sizi kendiniz kılacak, ''...mış gibi yapmanın'' ağırlığından kurtaracaktır. Ve hiç acı çekmeden yaşanmaz, elbette acı çekilecektir,  hâttâ çoğu kez olaylar ya da şahıslar değil, bunların sonrasında ortaya çıkan yansımalar, yorumlar, gidip-gelen lâflar, sözler size daha fazla acı verecektir. Bunu kabûllenin, içinizde ittirip kaktırmayın, halının altına süpürmeyin, yaşayın ve bitirin. Yaşamayı ertelediğiniz ve doğru ifade etmekten kaçındığınız her acı, bir saatli bomba gibi içinizde tıkır tıkır işlemeye devam edecek ve inanın bana, hiç ummadığınız bir zamanda anîden patlayarak hem size, hem de etrafınızdakilere daha fazla hasar verecektir. Zamanında yaşayın, ifade edin, içinizde tam olarak hissedin, korkmayın bundan, kaçmayın, açıkça yüzleşin ve yaşayıp bitirin onu her ne ise... Sessiz mi kalmak istiyorsunuz, o da olabilir, ''tamam kardeşim, benim değil, senin dediğin OLsun, susuyorum, konuyu kapatıyorum'' diyerek yoldan çekilin ve konuyu hakikaten kapatın, arkanızda bırakın. Evirip çevirmeyin, döndürüp dolandırmayın, kemirmeyin, kemirilmeye de müsaade etmeyin. Lüzûmlu görüyorsanız size haksızlık ettiğini, sizi incittiğini, kırdığını, kişisel alanlarınızı ihlâl ettiğini vs. düşündüğünüz/hissettiğiniz/farkettiğiniz kişilerle aranıza bir müddet mesafe koyarak, karşılıklı düşünme/yüzleşme zamanı tanıyarak ve o ters enerjilerden uzaklaşarak yolunuza devam edin. Yalnız; bunu size bir şekilde zarar verip üzenleri cezalandırma gayesi ile değil, (özür dileyecekler, hatalarını anlayacaklar, hadlerini bilecekler, hede-hödö!..) gibi egosantrik beklentilerin tamamen dışında olarak, salt kendi içsel huzurunuz adına yapın, onlar muhtemelen değişmeyecektir çünkü, siz de onlar gibi düşünüp onların test ederek onayladığı şekilde davranmayı seçmediğiniz sürece elbette. Beklentisiz olun, salın, bırakın. Zaman, bulanan her suyu durultur, kumlar dibe çökünce su berraklaşır, o vakit ortalık bulanıkken görülemeyenler de görülür nasılsa... Tasarrufların en kötüsü, zihin bankasına yatırılmış ve ertelenmiş acılardır, unutmayın. Bu mevduat sonradan size kin, nefret, öfke vb. berbat hisler olarak dönecek, zamanla sizi hasta edecek ve kendi ayağınıza kendi elinizle vurduğunuz, hayli ağır bir pranga olup çıkacaktır. Ayağınızda bayat acıların prangası ile, seke seke yürümek mi istiyorsunuz? E o vakit kimseye lâf düşmez elbette, sizin seçiminizdir, hürmet ederiz, şöyle önden buyurun...


''Ruh kendini arındırmaya karar verdiğinde akan sular durur. O andan itibaren alt benliği tamamen etkisiz ve çaresiz bırakacak, durdurulamaz bir saflaşma dönemi başlar. Suni olan, miadı dolan tüm inanç ve ilişkiler; derin kökler salarak ekinleri bozan ayrık otu gibi bilinci kaplayan kalıplar, yargılar, varsayımlar, alışkanlıklar acının ateşiyle arınırlar.

Bu, Ruhun Karanlık Gecesi'dir…

(Karanlığa gösterilen tahammül büyük bir aydınlığa hazırlıktır...) der  St. John of the Cross. Şaşkınlık ve inanmazlık içinde,  “Bana neler oluyor? Bunlar başıma neden geliyor? Şimdi ne yapmam gerekiyor?” soruları yanıtsız kaldığında, hakiki bir ermişe ait bu cümleyi hatırlamanızı isterim...''


Işık Menderes'den alıntıdır, teşekkürle... 

13 Ocak 2012 Cuma

Güle güle...

En ciddî ve önemli devlet toplantılarında dahî; hayatının çok önemli bir parçası, değerli bir ''BİREY''i olarak gördüğü, ''hiçbir evladımdan ayırmam, farklı görmem, kim ne derse desin!'' dediği  köpeğini cumhurbaşkanlığı ofisinden, toplantı odasından çıkarmayan, hayatının, evinin, ofisinin her bölümünü hayvanlarıyla paylaşmayı seçen ve bana kucağında ölen son köpeğinin fotoğrafını gösterirken bile hâlâ ona duyduğu büyük özlemi işte böyle ifade eden, çok yürekli ve çok özel bir ''İNSAN''dı. Ben onun kadar dik bir duruşla, hiçbir eleştiriye taviz vermeden ve içten hayvan seven çok az kişi tanıdım. Ruhsal tekâmül plânında da çok zor seçimler yapmış, çok ağır yaşam kontratlarına imza atmış, inanılmayacak kadar cesur bir ruhtu. İnandığı davadan ve ilkelerinden hiç vazgeçmedi, hiçbir baskıya boyun eğmedi, seçtiği yolda ölümü de göze alarak, evlat acılarını kalbine gömerek, insan hainliklerine, arkadan vurmalara, kalleşliklere, siyasî ayak oyunlarına, tehditlere hiç aldırmadan, itibar etmeden yürüdü, asla vazgeçmeden, yolunun sonuna kadar! Ve hayli küskündü, insan vefasızlığından, nankörlüğünden kırgındı kalbi, hayvanları bu kadar çok sevmesinin sebebini bana taaa çocukluğundan başlayan bu kırgınlıkla, ''belki de bu sebepten hayvanlara insanlardan daha fazla itimat ederim...'' diyerek  ifade etmişti. Sanırım hep öyle de kaldı. Daima kalbimde taşıyacağım hatırasını ve çok özleyeceğim, hem de çok... Işıklarda yürüyor şimdi, yanında tekrar kavuşmanın sevinci içinde koşturan köpeciği ve henüz çocukken, büyüklerinin bir taşınmalarında onu ''aldık, merak etme, arabanın arkasında'' diyerek kandırdıkları ama aslında geride bırakmış, terketmiş oldukları kediciği ile, biliyorum... ''Beni hayatımda ilk defa, bu şekilde rahmetli anneannem kandırmıştı, çocuk kalbimle çok sevdiğim ve bağlandığım o kedimi hiç unutamadım, biliyor musun?..'' diyen hüzünlü sesini hâlâ duyuyorum. Ve ayakta uğurluyorum, tüm saygımla, şükranlarımla, yüreğimden kopan gözyaşlarımla. Güle güle...


EK ve de DİP: Önemli gördüğüm bir açıklamayı buradan da yapma gereği duyuyorum, şöyle ki; kurucusu olduğum EZBERBOZAN ATÖLYE  giriş kapısında da belirtildiği üzere bir ''ÇEVRE ve SOKAK HAYVANI DOSTU'' işletmedir, bu ibare daha atölyemizin tadilâtı devam ederken cama yapıştırılmıştır ve elbette oraya lâf olsun diye konmamıştır, bir amacı ve mesajı vardır. Kapımızın önünde daima su ve mama kapları bulunur. Hâttâ bu sebeple mekânımızın web sayfasının marka kimliği de Ezberbozan Atölye'nin tekir anne kedisidir. Herkesin görebileceği şekilde cama yapıştırılmış bu duyuru çeşitli sebeplere dayandırarak hayvan sevmeyen, onları etrafında görmekten rahatsız olan, hayvan korkusu veya alerjisi olanları baştan ikaz etmek içindir. ''Atölyemizde yapılan spiritüel çalışmalara kimi zaman kedilerimiz, yağmurlu havalarda kapı aralığından giren sümüklüböceklerimiz, atölye örümceklerimiz falan da katılabilir, hâttâ  kedilerimiz bazen bilhassa, şifa/enerji çalışmalarına, korku üzerine çalıştığımız EFT seanslarına ve meditasyonlara destek olmak üzere katılırlar. Bunu problem edeceklerdenseniz birbirimize hiç bulaşmayalım, kırmayalım, üzmeyelim,  mekânımızın mevcut enerjisini bozmayalım, karşılıklı hassasiyetleri lüzûmsuzca manipule etmeyelim, sonradan bozuşmak yerine baştan anlaşalım, biz sizi  kendinize daha müsait, hayvan enerjisinden arıtılmış mekânlara  uğurlayalım...'' anlamına gelir. Özellikle hayvan düşmanlarına ise atölyemizin genel ortamı ve enerjisi zaten hiç uymaz, onlara da bizim şiddetli alerjimiz mevcuttur çünkü, fena halde kaşıntı yapar bizde bu gibiler!  Biz de onları etrafımızda görmek istemiyoruz, kapımız ''BİRLİK BİLİNCİ''ni özümsemiş ve bu bilinçle hizmet edebileceğimiz herkese açık ama onlara KESİNLİKLE  kapalıdır. Bu konu bizim adımıza  merhum Rauf Denktaş'ın dediği gibi; ''kim ne derse desin!..'' dir, tartışmayız, tartıştırmayız.  Düşmanlık ve nefret hissi karşısında yapabileceğimiz birşey yoktur, zira bizim o tür bozuk enerjilerle işimiz olmaz ama, isteyene ''hayvan korkusu'' konusunda itina ile yardımcı da olunur.  Kamuoyuna ve ilgililere önemle duyurulur.Teşekkür ederiz...

11 Ocak 2012 Çarşamba

Az veren ''can''dan :)

Sevgili yol arkadaşım Olga Safronava Paçacı ile çalışma günümüzdü bugün, melek enerjileri ve kanal-rehber bilgileri üzerinde çalışacaktık. Yılbaşından bu yana görüşememiştik, o da, ben de hastalandık çünkü, yeniyılın ilk günlerini herkese göre ''hasta'' ama bize göre ''gereksiz enerjilerden temizlenerek'' geçirdik:) Yeniyıl hediyelerimizi de verdik birbirimize bu vesile ile, o bana Rusya'dan el boyaması, tahta bir kalem almış, ''daha çok yaz, güzel güzel yaz, hep yaz...'' diyerek verdi. Ben de onun için aldığım kenarında fil motifi olan feng-shui aynasını ve Hindistan'dan gelen ufak hediyesini sevgimle verdim. Sonra çantasından bir de bunu çıkardı ve uzattı bana, baktım, üzerinde bu güzel kız çocuğu resmi olan küçük bir tablet çikolata:) ''Ağzın, hayatın hep tatlı olsun...'' diyerek gülümsedi, sarıldık birbirimize... Öyle sevdim ki bu ufacık hediyelerini, hani ''az veren candan'' derler ya, işte öyle:) Teşekkür ederim Olga'cığım, seni hayatıma getiren, bize birbirimizi bulduran  kader plânlarımıza, içsel rehberlerimize, ruhsal seçimlerimize, inanç, milliyet ve dil farklılıklarımızı aynı ''BİR''lik içinde hiçleyen ve hepsinden yüksekte, hepsinin asıl sahibi ''OL''an YEGÂNE'mize  daima iman, şükran, hürmet ve sonsuz sevgi ile...

9 Ocak 2012 Pazartesi

Mektup/ Tam metin...

Yazıldığı tarihi bilemem, bana postalandığı tarih 04.07.2009, İzmir-Konak'dan, APS ile postaya verilmiş. Postaya veren şahsın kimlik bilgisi, yani adı-soyadı uydurma, adres olarak belirttiği yer de tamamen sahte, böyle bir adres yok. Gerekli araştırma yapıldı bu konuda. Burada fotoğrafını gördüğünüz,  mektubun  ''ASLI GİBİDİR'' mühürlü ve resmî imzalı kopyası elbette, orijinali zarfı ile birlikte savcılıkta açılan dava dosyasında. Şimdi ben bu imzasız tehdit mektubunu buradan, aynen, olduğu gibi, hiçbir değişikliğe uğramamış ve virgülüne dahî dokunulmamış olarak yayınlıyorum. Yorum? Yooo, hiç gerekmiyor, değmez:) Sadece; açıp okuduktan sonra Cumhuriyet Savcılığı'na teslim etmek üzere zarfa yerleştirirken gülümseyerek ''imlâ'' demiştim, ''yazık, bunu yazan şahsın okulda dilbilgisi dersi zayıftı muhtemelen, imlâ ve yazım başarısı olarak benden 5 üzerinden 3.5 alabilir ancak, o da sınıfta kalmasın diye kanâatle notu yükseltilmiş olarak...'', gerisi savcılığın ve ilgili Ağır Ceza Mahkemesi'nin işidir, o kadar:) Haa, bir de; ben bu mektubu alalı  iki seneden fazla zaman oldu tabii, devamını herkes gibi ben de merakla bekledim ama? Sene artık 2012, ne çare, o ''inan bana, çok az kaldı.......''nın  arkası hâlâ gelmedi:) Acaba mektubun savcılığa verildiği ve Ağır Ceza Mahkemesi'nde dava açıldığı öğrenildiğinde (arkadaş adımlarımı saydığına, peşimde olduğuna göre elbette bunu da bilecek, ne sandıydınız ey ahalî?) , imlâ notu olan o 3.5 bir nevî ruh haline dönüştüğünden olabilir mi? :)  Kimbilir, belki... Hukuka aksettirilmiş ve hakkında dava açılmış böyle ciddî  bir konu, kolaylık açısından bir blog yazarının sayfasına ''adsız'' ya da ''uyduruk isimlerle''  hakaret içeren birtakım  maksatlı yorumlar bırakıp, sonra da tabanları yağlamaya pek benzemiyor tabii.  Hem artık o, bu kıymetli mektubu yazanın sorunudur zaten, bize ne, değil mi? Ve popüler bir film repliği:
''Saklayacak birşeyin yoksa, korkacak birşeyin de yok demektir...''
Harry Potter and The Deathly Hallows/2010

Yeterli mi?.. E gayet tabii.
O halde; herkese gönlünce, mutlu, huzurlu haftalar OLsun bakalım şimdi:)

7 Ocak 2012 Cumartesi

Renk, âhenk:)


Ben bu Hintlileri seviyorum kardeşim:) Rengârenk, ışıl ışıl, neşeli şekilde yansıtıyorlar inançlarını... Biraz kalabalık bir inanç sistemleri var belki, tıpkı ülkeleri gibi ama olsun, bu çok renklilik benim hoşuma gidiyor... Her zamanki gibi; inanç çeşitliliğinin çekirdeğindeki tek  ''ÖZ''e ve  BİRliğe selâm OLsun, kâinatta bolluk-bereket, renk, âhenk daim OLsun:)

6 Ocak 2012 Cuma

Höööö?.. etkisi:)

İsmim Meral !!! Siz beni çok iyi bilirsiniz... Herşeye rağmen eşimle beraberiz...
huriye (MERAL) tarafından Bugünlük/96.yazı... hakkında tarih: 08.04.2010
Şu blog yazarlığını 2005 senesinin Mayıs ayından beri bilfiil yapmaktayım ya; elbette şimdiye kadar yazdığım binlerce yazıya tuhaf, sinsi, maksatlı, taraflı, deli saçması, saldırgan, uydurma isimli veya tamamen no-name, abuk-sabuk pekçok yorum da bırakılmıştır. Lâkin; bu kadar dam üstünde saksağan bir yorum örneği ile hiç karşılaşmadım desem yalan olmaz. Bir kere; Huriye misin, Meral misin, hangi isim çakma, hangisi sensin? Kendinden çok emin olarak, bol ünlemli falan yazmışsın ama; benim şimdiye dek tanıdığım, bildiğim Huriye ya da Meral'ler arasında hiç alâkasız bir blog yazısına bu tarz bir yorum bırakacak kadar şuursuz olanı mevcut değil yaradana şükür. Dolayısı ile benim seni öyle ''çok iyi bildiğim'' falan yok, o senin hüsn-i kuruntun oluyor ve gayet tabii beni zerre kadar bağlamıyor :) ''Herşeye rağmen eşimle beraberiz'' demişsin, aman ne güzel, ne mutlu, Allah daha daha mesut etsin, kaztüyü yastıklarda kocayın, aferin size/sana... Da; bundan bana ne be güzelim? Bu yorumu bıraktığın yazı ile bunun alâkası nedir? Yoksa blogları falan mı karıştırdın sen? :)
Zaman zaman arşive dönüp bu gibi kendi içinde zirve yapmış sinir ilacı yorumları buradan tekrar yayınlama kararı aldım. Arada bitpazarına nur yağdıralım, kütedenek ortaya çıkıp ve binlerce okur için yazdığım yazıları mânasızca üzerine alınıp (benim de sizden başka bir derdim, düşüncem yok çünkü, sırf sizin gibiler okusun, kişiselleştirsin ve böyle zekâ fışkıran yorumlar çaksın diye yazıyorum bunca yazıyı zaten!) bolca saçmaladıktan sonra da sırra kadem basan şu sahte Huriye'leri, Meral'leri, Ada'ları, Eylül'leri falan hatırlayalım, değil mi ya? :) Haydi bakalım...


EK ve de DİP: 2009 senesinin Temmuz ayında yazmış olduğum ''Ezik domatesler ne hisseder?..'' başlıklı yazımı fena halde üzerine alınıp (niyeyse artık?) bana tamamen şahsî birlik-bütünlük-güç-kuvvet vs. hissiyatını foşşlatan yorumlar yazan, muhtemelen ''ezik domates sendromu'' diyebileceğimiz tuhaf bir rahatsızlıktan musdarip ve kadın olduğu gaaaayet kesin olan Ada isimli (hakiki adının bu olduğunu da hiç sanmıyorum tabii, orası ayrı) okurun yazmış oldukları, benim verdiğim cevaplar ve ilgili yazının asıl hikâyesi de pek yakında gene bu sinemada sayın seyirciler:) Aman kaçırmayın, çok eğleneceksiniz...

Saúde!..

Başlık anlamı ''şerefe'' demek, Portekizce bir kelime bu... Brezilya'nın resmî dili Portekizce çünkü. Bardaklardaki hoş görünümlü içecek ise bir nevî millî içki olan ''caipirinha''. Ne tür bir içkidir, içinde neler vardır, nasıl yapılır  falan gibi meraklarınız varsa  buraya bakın...

İsteğe göre alkollü ya da alkolsüz olarak hazırlanan caipirinha, bizdeki gibi kışların asla yaşanmadığı Brezilya'da haliyle bolca tüketilen bir içecek. Alkollü olanı ''cachaça'' denen ve şeker kamışından elde edilen sert bir  rom türü  ile hazırlanıyor. Bu sebepten; Türkiye'de size caipirinha sıfatı ile sunulan herhangi bir içkinin Brezilya'daki ile aynı tadı taşıması mümkün müdür, bilemiyorum. Tabii orijinal, hakiki cachaça ile hazırlanmışsa durum değişir. Bizde daha ziyade light-rom sınıfına giren Bacardi ile hazırlıyorlar sanıyorum...


Yalnızca barlarda değil, Rio de Janeiro'nun uzun plajlarında kurulan ufak barakalarda, gözünüzün önünde hazırlanarak servis ediliyor bu millî içecek. Bir nevî bizim limonata gibi yani. Bazen içine mandalina, ananas, mango, çilek, üzüm, kivi ya da başka tropik meyveler falan konduğu da oluyormuş ama aslolanı ''lime'' denen bu yeşil limonla hazırlananı... Ne dersiniz, ferahlatıcı bir görüntüsü var değil mi? Ben öyle çok karışık, rengârenk kokteyl türlerinden hoşlanan biri değilimdir, plajda, güneşin alnında da alkollü içecek tüketmeyi zaten tuhaf bulurum ama bunun alkolsüzünden birkaç bardak yuvarlayabilirmişim gibime geliyor sanki. O halde ne diyelim; elbette ''saúde'' efendim:)

5 Ocak 2012 Perşembe

Teşekkür :)

Onları çok seviyorum:) Farklı coğrafyaları keşfetme, evlerinden bu kadar uzaklara gitme cesaretlerini, seyahat plânlama yeteneklerini (onlarla bir yere giderseniz daima enteresan, kaliteli ve çok hoş yerlerde gayet iyi fiyatlarla kalır, harika yemekler yer, alış-verişte kazıklanmaz ve asla kaybolmazsınız),  pratik gezgin ruhlarını, kazançlarının bir bölümünü dünyanın farklı köşelerine gitmek için tasarruf ederek ayırmalarını ve her sene mutlaka ilginç bir ülke seçerek oraya seyahat etmelerini... Birlikte de çok seyahat ettik tabii, Fransa, İngiltere, Almanya, İspanya'ya beraber gittik. Onlar Avrupa dışında Fas, Hindistan, Brezilya ve daha nerelere de gittiler. Giderken çoğu kez benim ruhumu da valizlerine koyup yanlarında götürdüler...

Brezilya seyahatlerinde çektikleri 300 kareyi aşkın fotoğraf, videolar, biriktirdikleri anılar, bazen zorlansalar da genel olarak yaşadıkları hoşluklar ve elbette bana atölyede giymem için getirdikleri orijinal mor parmakarası İpanema terliklerle beraber diğer herşey için sevgili ''olay yeri inceleme ekibi''me  gönülden teşekkür ediyorum. Ve başladığım gibi bitireyim en iyisi: ''Onları çok seviyorum...'' :)

4 Ocak 2012 Çarşamba

Mektup:)

4 Temmuz 2009 tarihinde, o zamanki görevim gereği çalışmakta olduğum İzmir'deki ofisime APS ile gönderilen, imzasız, kimliksiz ve uydurma bir isim ile gayet tabii olarak sahte adres belirtilerek bilgisayarda yazılmış ve elime geçer-geçmez savcılığa başvurarak suç duyurusu+şikayette bulunduğum, savcılık tarafından da cürmü işleyen ya da azmettirenler hakkında uzlaşma yolu kapalı olmak kaydı ile, ilgili Ağır Ceza Mahkemesi'nde direkt  kamu davası açılan tehdit mektubunun tam metni çok yakında bu sayfada:) Uygunsuz Vaziyet'e biraz da polisiye roman tadı katalım, değil mi ya? :) Bekleyiniz, görünüz...


BİRAZ UZUN DİPNOT: MADDE 106.– Maddeyle, “tehdit” bizatihi suç hâline getirilmiş bulunmaktadır. Bilindiği üzere tehdit diğer bazı suçlarda ayrıca unsur olarak öngörülmüştür. Burada tehdidin koruduğu hukukî değer, kişilerin huzur ve sükunudur; böylece kişilerde bir güvensizlik duygusunun meydana gelmesi engellenmektedir. Bu nedenle, söz konusu madde ile insanın kendisine özgü sulh ve sükununa karşı işlenen saldırılar cezalandırılmış olmaktadır. Fakat, tehdidin bu maddeyle korumak istediği esas değer, kişinin karar verme ve hareket etme hürriyetidir.
Tehdit, çoğu zaman başka bir suçun unsurunu oluşturmaktadır. Ancak, bu suç tanımında, tehdidin kendisi bağımsız bir suç olarak tanımlanmıştır. Bu bakımdan tehdit suçu, genel ve tamamlayıcı bir suçtur.
Tehdit hâlinde, gerçekleşmesi failin isteğinin yerine getirilmemesi kaydına bağlı bir tecavüz, kötülük mağdura bildirilmektedir. Tehdidin konusunu, kişinin hayatının veya vücut bütünlüğünün tehlikeye maruz bırakılacağının, suç teşkil eden belli bir fiilin işleneceğinin, genel olarak kuvvet kullanılacağının veya herhangi bir kötülüğün, haksızlığın gerçekleştirileceğinin bildirilmesi oluşturmaktadır. 
Tehdidin özelliği, kötülüğün gerçekleşip gerçekleşmeyeceğinin, tehdit edenin iradesine bağlı olmasıdır. Tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip gerçekleşmemesi, gerçekten veya en azından görünüş itibarıyla failin takdirine bağlıdır. Fakat bu, kötülüğün mutlaka tehdit eden tarafından gerçekleştirileceği anlamına gelmez; bir üçüncü kişi vasıtasıyla bu kötülüğün gerçekleştirileceğinin bildirilmesi ile de, tehditte bulunulabilir. 
Suçun oluşması bakımından tehdit konusu kötülüğün gerçekleşip gerçekleşmemesi, önemli değildir. Tehdidin objektif olarak ciddî bir mahiyet arzetmesi gerekir. Yani, istenilenin yerine getirilmemesi hâlinde tehdit konusu kötülüğün gerçekleşeceği ihtimali objektif olarak mevcut olmalıdır. Sarfedilen sözler, gerçekleştirilen davranış muhatap alınan kişi üzerinde ciddî bir korku yaratma açısından sonuç almaya elverişli, yeterli ve uygun değilse, tehdidin oluştuğu ileri sürülemez. Failin söz ve davranışlarının muhatabı üzerinde ciddî şekilde korku ve endişe yaratacak uygunluk ve yeterlilik içerip içermediğinin her somut olayda araştırılması gerekir. Objektif olarak ciddî bir mahiyet arzeden tehdidin somut olayda muhatabı üzerinde etkili olması şart değildir. Kişi, fail, objektif olarak ciddî bir mahiyet arzeden söz ve davranışlarla mağduru tehdit etmek istemiş olmasına rağmen; mağdur, bu söz ve davranışları ciddiye almamış olabilir. Bu durumda tehdit yine gerçekleşmiştir. Tehdidin gerçekleşip gerçekleşmemesi, muhatabı üzerinde etkili olup olmamasına bağlı tutulmamalıdır. Failin de kendisinin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek imkân ve iktidara sahip olduğu kanaatini karşı tarafta uyandırdığını bilmesi gerekir. Mağdurda bu kanaat uyandırıldıktan sonra, failin tehdit konusu tecavüzü gerçekleştirebilecek imkan ve iktidara gerçekte sahip olmamasının bir önemi yoktur. Mağdur tehdit konusu tecavüzün ciddî olduğuna hile kullanılmak suretiyle inandırılmış olabilir. Fakat, batıl inançlara dayanılarak bir kötülüğe maruz bırakılabileceği beyanıyla, bir kimse tehdit edilmiş olmaz. 
Tehdit konusu kötülük, mağdura değil de, bir üçüncü şahsa yönelik olabilir. Ancak, bu durumda mağdur ile üçüncü kişi arasında belli bir akrabalık, yakınlık ilişkisi mevcut olmalıdır.
Tehdit hâlinde kişi, tehdit konusu tecavüzün ileride vuku bulacağı beyanıyla korkutularak, belli bir davranışta bulunmaya zorlanmaktadır, mecbur edilmektedir.
Maddenin birinci fıkrasında yapılan tanımda, tehdidin yöneldiği hukukî değere göre bir ayırım yapılmıştır. Buna göre, tehdidin, mağdurun kendisinin veya yakınının hayatına, vücut veya cinsel dokunulmazlığına yönelik bir saldırı gerçekleştireceğinden bahisle yapılması, söz konusu suçun temel şeklini oluşturmaktadır. Buna karşılık, tehdidin, mağduru malvarlığı itibarıyla büyük bir zarara uğratacağından veya sair bir kötülük edeceğinden bahisle yapılması ise, suçun temel şekline göre daha az cezayı gerektirmektedir. Ayrıca, bu suçtan dolayı soruşturma ve kovuşturma yapılması, mağdurun şikâyetine bağlı kılınmıştır. 
Maddenin ikinci fıkrasında tehdidin daha ağır cezayı gerektiren nitelikli hâlleri gösterilmiştir. Bu hâller, tehdidin kapsadığı korkutma gücünün ciddîliği ve yoğunluğu hususunda mağdurda ciddî kaygılar meydana getirmeye elverişli durumlardır. Tehdit silâhla icra olunursa bunun ciddîliği hususunda bir korkunun meydana gelmesi çok daha kolay olur. Aynı suretle kendisini tanınmayacak bir hâle getiren kişinin veya bir kaç kişinin birlikte olarak tehdit icra etmeleri hâlinde meydana gelen korku çok yoğun olur.


İmzasız bir mektup veya özel işaretler kullanarak bir kişinin tehdit edilmesi hâlinde de meydana gelen korku bakımından bir duraksama meydana gelmez. Söz gelimi bir kimseye gönderilmiş olan imzasız mektup kişinin kendisini savunma olanağını gidereceğinden ağır tehdidi oluşturacaktır. 


Yine bir kimseye karşı gönderilmiş olan mektuplarda ucundan kan damlayan bıçak resimlerinin yapılması yani böylece özel işaret kullanılması korkuyu yoğunlaştırabilir.
Gizli veya açık, var olan veya var sayılan suç örgütlerinin oluşturdukları tehdit gücünün de, kişileri paniğe kapılacak surette korkutabilmesi dolayısıyla, suçun nitelikli hâli olarak sayılması uygun görülmüştür. 
Maddenin üçüncü fıkrasında, tehdit amacıyla kasten öldürme, kasten yaralama veya mala zarar verme suçunun işlenmesi hâlinde, ayrıca bu suçlardan dolayı cezaya hükmedileceği belirtilmiştir. Kişi tehdidinin ciddiliğini vurgulamak için, bir başkasını öldürmüş veya yaralamış ya da malına zarar vermiş olabilir. Bu gibi durumlarda gerçek içtima hükümleri uygulanarak ayrıca bu suçlardan dolayı da cezaya hükmedilmelidir.


(5237 sayılı Türk Ceza Kanunu'nun ilgili maddesidir...)

3 Ocak 2012 Salı

Favelaya da girmedik demeyelim!..

Olay yeri inceleme ekibimiz çok şükür sağ-salim evlerine döndü. Elbette anlatacak çok şeyleri var ama şimdilik buradan başlayalım. Rio'nun kenar mahalleleri olarak bilinen ''favela''lar bilhassa yabancılar için fazla güvenli yerler sayılmıyor, evet ama oraya kadar gidenler de kentin asıl sokak hayatını görmeden gezilerini tamamlanmış saymıyor haklı olarak... Bizimkiler de ziyaret etmiş favelaları, Lapa bölgesindeki ''Escadaria Selaron'' adı verilen bu neşeli merdivenlerde fotoğraf çekmişler bizim için. Daha detaylı bilgi ise aşağıdaki linkte, hayli ilginç bir hikâye:
Favelaya da girmedik demeyelim! diye:)

2 Ocak 2012 Pazartesi

Hoşgeldin:)

Aslında geçtiğimiz Perşembe günü, öğle saatlerinde başlamıştı rahatsızlığım. Bulantı, karın ağrısı, hafiften ishal falan... Gene de Radyo'daki işime ara vermemi gerektirecek kadar önemli bulmadım, devam ettim. Lâkin işin rengi giderek değişmeye başladı, mevcut tabloya halsizlik, fena halde şişkinlik, biraz da ateş eklendi. ''Üşütmüşümdür, yorulmuşumdur, yediğim birşey dokunmuştur vs...'' gibi bahanelerle sıradanlaştırmaya çalıştığım rahatsızlığım 2012 senesinin ilk gününü yatakta geçirmemi uygun buldu, bununla da yetinmeyip akşam saatlerinde en yakın hastanenin acil servisine müracaat etmemin ben ve herkes için çok daha iyi olacağına karar verdi. Rahatsızlığımın taleplerine uymayı seçtim, kan-idrar tahlilleri gayet normal çıktı ancak, doktorumun söylediğine göre şu günlerde insanları hastanelere doluşturan ''virütik bir sindirim sistemi bozukluğu''nun bana da uğramak istediği, aksi takdirde hatırımın kalacağını falan düşündüğü de ortaya çıktı:) Bu durumda; yeniyılın ilk serumunu içindeki ilaçlarla birlikte coşkuyla kucakladım elbette! Yeniyılın ilk fotoğrafı da böylece hastanenin acil servisinde çekilmiş oldu:) Olabilecek ve de olan daha beter pekçok şeyi düşündüğümde, bu benimki çiğdem-çekirdek faslından öteye geçemeyeceğinden bu deneyime bütün varlığımla şükrediyorum. İlk eşiğini atladık bile sevgili yeniyıl, e hoşgeldin o zaman diyorum. :)