18 Ocak 2012 Çarşamba

Acı...


Acı biberin hissettirdiği, kimilerinin hoşlandığı ve seçtiği bir acı türüdür. Acı sevmeyen biri olduğunuzu varsayalım, salataya ya da yemeğe fazlaca karışmış acı biber tadı belki dilinizde yangın çıkarır, ''hohhhhhaaaaaa!..'' diye ağzınızdan alevler çıkararak su bardağına yapışırsınız. Bir müddet kalır ağzınızda o yakıcı his, sonra geçer. Çünkü acı tadını dilinizle hissedersiniz, tadı alıp beyninizin ilgili bölümüne ulaştıran diliniz üzerindeki tad alma noktalarıdır. Başka türlü acılar ise dildeki kadar kolay geçmeyebilir. Bu da gayet normaldir. Zira ''insan'' olup da kendini acı çekmekten bir şekilde koruyabilecek hiçkimse yoktur yeryüzünde... Zihnine hakim, duygularının farkında ve duygusal zekâya sahip olanlar için konuşuyoruz elbette. ''Ben acı çekmek istemiyorum!'' kalıbı içinde ''istemiyorum!'' mesajı bulunduğundan ne yazık ki size acısız bir hayat getirmez, dirençle karşılaşan herşeyin enerjisi ters anlamda güçlenir, ne kadar ''istemiyorum, bana ne, bana ne!..'' derseniz, onun tersi olan kavram karşınıza o kadar çok çıkar. Şimdi; konuyu daha iyi anlamak için şu bağlantıya göz atalım ve ''acı çekme'' üzerine  yeniden düşünelim derim...


Ve naçizane bir tavsiye; içinizde beliren hiçbir duygu türünü bastırmaya, yoksaymaya, görmezden gelmeye yönelmeyin. O duygu her ne ise, onu yaşamaya ve içinizde hissetmeye müsaade edin, kafadan balıklama dalın yani duygularınızın içine... Birlik Bilinci'nde bu durum, benim çok sevdiğim bir niteleme ile ''kaplanın ağzına atlamak'' şeklinde ifade edilir, korkmadan, saklanmadan, acı çekmeyi, yerine göre kaybetmeyi  göze alarak, cesaretle. Bu elinize sopayı alıp, asabınızı bozan kişiye girişmeniz ya da zarar verecek herşeyi yapmanız anlamına gelmiyor yalnız, buraya dikkat... Bu bütünü ile sizinle alâkalı birşey, karşınızdakilerle değil. Ağlamak mı istiyorsunuz, utanmayın, ağlayın. Kırgınlığınızı ifade etmek mi istiyorsunuz, edin, içinizde tutmayın. Kişisel olarak duygu-durumlarınızı kabûl edin, bunları yaşamanıza izin verin ve başta kendi altbilincinize, sonra da etrafınızdakilere yalan-yanlış, taraflı mesajlar iletmeyin (aaa, valla böyle dedi, aynen böyle yaptı, o zaten bunu hep yapar, çok ayıp, çok yanlış, hiç normal değil, bu kafayla giderse daha neleri, kimleri kaybeder, artık dersini alması lâzım canım,  pehhheeee! vs., vs...) Yeter ki; bilhassa olumsuz duygu-durumları başka eksenlere kaydırarak asıl ''OL''uş biçiminden saptırmayın, ortada ''OL''anı adil bakışla görün, egonuzun sizi habire kışkırtma gazına gelmeyin (sen haklısın, çak bi tane ağzına, bildir haddini, verilebilecek her zararı ver, söyle ağzına geleni geldiği gibi, kırarım-dökerim diye düşünme, bunu yapmazsan seni mütemadiyen suçlarım haa, ona göre! vs. vs...) Duygularınızı serbest bırakarak onları yaşamaya izin vermeniz (acı ya da tatlı, hiç farketmez) sizi kendiniz kılacak, ''...mış gibi yapmanın'' ağırlığından kurtaracaktır. Ve hiç acı çekmeden yaşanmaz, elbette acı çekilecektir,  hâttâ çoğu kez olaylar ya da şahıslar değil, bunların sonrasında ortaya çıkan yansımalar, yorumlar, gidip-gelen lâflar, sözler size daha fazla acı verecektir. Bunu kabûllenin, içinizde ittirip kaktırmayın, halının altına süpürmeyin, yaşayın ve bitirin. Yaşamayı ertelediğiniz ve doğru ifade etmekten kaçındığınız her acı, bir saatli bomba gibi içinizde tıkır tıkır işlemeye devam edecek ve inanın bana, hiç ummadığınız bir zamanda anîden patlayarak hem size, hem de etrafınızdakilere daha fazla hasar verecektir. Zamanında yaşayın, ifade edin, içinizde tam olarak hissedin, korkmayın bundan, kaçmayın, açıkça yüzleşin ve yaşayıp bitirin onu her ne ise... Sessiz mi kalmak istiyorsunuz, o da olabilir, ''tamam kardeşim, benim değil, senin dediğin OLsun, susuyorum, konuyu kapatıyorum'' diyerek yoldan çekilin ve konuyu hakikaten kapatın, arkanızda bırakın. Evirip çevirmeyin, döndürüp dolandırmayın, kemirmeyin, kemirilmeye de müsaade etmeyin. Lüzûmlu görüyorsanız size haksızlık ettiğini, sizi incittiğini, kırdığını, kişisel alanlarınızı ihlâl ettiğini vs. düşündüğünüz/hissettiğiniz/farkettiğiniz kişilerle aranıza bir müddet mesafe koyarak, karşılıklı düşünme/yüzleşme zamanı tanıyarak ve o ters enerjilerden uzaklaşarak yolunuza devam edin. Yalnız; bunu size bir şekilde zarar verip üzenleri cezalandırma gayesi ile değil, (özür dileyecekler, hatalarını anlayacaklar, hadlerini bilecekler, hede-hödö!..) gibi egosantrik beklentilerin tamamen dışında olarak, salt kendi içsel huzurunuz adına yapın, onlar muhtemelen değişmeyecektir çünkü, siz de onlar gibi düşünüp onların test ederek onayladığı şekilde davranmayı seçmediğiniz sürece elbette. Beklentisiz olun, salın, bırakın. Zaman, bulanan her suyu durultur, kumlar dibe çökünce su berraklaşır, o vakit ortalık bulanıkken görülemeyenler de görülür nasılsa... Tasarrufların en kötüsü, zihin bankasına yatırılmış ve ertelenmiş acılardır, unutmayın. Bu mevduat sonradan size kin, nefret, öfke vb. berbat hisler olarak dönecek, zamanla sizi hasta edecek ve kendi ayağınıza kendi elinizle vurduğunuz, hayli ağır bir pranga olup çıkacaktır. Ayağınızda bayat acıların prangası ile, seke seke yürümek mi istiyorsunuz? E o vakit kimseye lâf düşmez elbette, sizin seçiminizdir, hürmet ederiz, şöyle önden buyurun...


''Ruh kendini arındırmaya karar verdiğinde akan sular durur. O andan itibaren alt benliği tamamen etkisiz ve çaresiz bırakacak, durdurulamaz bir saflaşma dönemi başlar. Suni olan, miadı dolan tüm inanç ve ilişkiler; derin kökler salarak ekinleri bozan ayrık otu gibi bilinci kaplayan kalıplar, yargılar, varsayımlar, alışkanlıklar acının ateşiyle arınırlar.

Bu, Ruhun Karanlık Gecesi'dir…

(Karanlığa gösterilen tahammül büyük bir aydınlığa hazırlıktır...) der  St. John of the Cross. Şaşkınlık ve inanmazlık içinde,  “Bana neler oluyor? Bunlar başıma neden geliyor? Şimdi ne yapmam gerekiyor?” soruları yanıtsız kaldığında, hakiki bir ermişe ait bu cümleyi hatırlamanızı isterim...''


Işık Menderes'den alıntıdır, teşekkürle... 

Hiç yorum yok: