26 Mayıs 2011 Perşembe

Öncesi/Sonrası...

Önceki vaziyet bu; metal yığını gibi görünüyor göze, insan bitmiş halini düşünemiyor, biraz tuhaf geliyor hâttâ, alışıldık inşaat görüntüsüne benzemiyor çünkü...

35.Sokak öyle durup-dururken akla gelivermiş bir proje değil, bir proje yarışması neticesinde belirlenmiş ve herşeyi inceden inceye hesaplanmış, ezberbozan bir yaşam alanı tasarımı. Bu sebepten; burada gördüğünüz hemen hiçbir şey daha evvel gördüklerinizin benzeri değil. Hiçbir detay şansa bırakılmamış, bu çelik iskelet üzerine inşa edilen evler de herşeyden önce deprem riskine karşı 1-0 önde başlıyor maça...

Bu projede kullanılmayacak, ''burası da niçin yapılmış ki?'' sorusunu sorduracak yani aslında yaşamayacak/yaşanmayacak  hiçbir alana, hiçbir boşluğa yer yok. Kullanmayacağınız, işlevsiz alanlar, anlamsız girintiler-çıkıntılar-kolonlar-koridorlar vb. içeren bir evi niye satın alırsınız ki zaten? Kapısını kapalı tutup ısıtmayacağınız-soğutmayacağınız, içinde yaşamadığınız, küçük bir alanını devamlı kullandığınız halde ''ev geniş işte, bir dolu odası var'' diyebileceğiniz lüzûmsuz küçüklük ya da büyüklükte, karanlık/anlamsız  odaları olan bir tasarım değil yani. Bütünüyle ve her köşesiyle ''yaşanmak'' üzere plânlanmış. İrili-ufaklı bir dolu odası, bilmemkaç banyosu vs. olan evleri tercih edecek kişilere göre olmadığını belirtmekte fayda var, öyle ''müstakil lüks villa'' falan peşinde olanlar ise zaten hiç dönüp bakmasın bile, 35.Sokak açmaz o tarz bir hayat isteyenleri. Örnek evleri gezerken düşündüm de; şatafatlı görsellik ve göze sokulan zenginlik meraklıları buraya pek uğramaz herhalde dedim, hani  isteseniz de bu evleri öyle oymalı-moymalı, klasik, ağır mobilyalarla, kordonlu-püsküllü kadife perdelerle döşeyemezmişsiniz, olmazmış gibi sanki:) Bu evler kullanışlı bir sadeliğe, yalınlığa, görsel sükûnete ve yaşamak için yeterli olana yöneltir sizi...

Plânını incelediğinizde tuhaf geliyor size, dizilimi zig-zaglar çizen, kimi bahçeli, kimi teraslı olan, otoparkları dışarıdan görülmeyen, evleri birbirine benzemeyen, içi de dışı da çok sade şekilde tasarlanmış 35.Sokak  alışık olmadığınız bir mantık üzerine kurgulanmış zira... Üstüste yaşamaya alışmış insanların, bu adetâ ''yana yıkılmış apartman'' mantığını kabûllenmeleri güç görünebilir, üstelik ''kapısı 2 kilometrelik bir sokağa açılan ev de neyin nesi, hem de bu sokağa bisiklet haricinde taşıt giremeyecek ha, otoparktan eve asansörle çıkmak mı, nasıl yani, hem ısıtma, hem soğutma nasıl aynı sistemden sağlanabilir, musluk kullanımından çıkan atık su ile yeşil alanlar nasıl sulanır, ayrıca bütün ortak aydınlatma nasıl bedava olabilir ki?'' gibi birçok soru açılıyor insanların zihninde. İlk bakışta epey kafa karıştırıyor özetle. Şöyle bir ipucu verebilirim şimdilik meraklılarına, aha da bu amaçla yola çıkarsanız bunların hepsi mümkün yani...

Şimdilik bu kadar olsun, devamı daha sonra...

22 Mayıs 2011 Pazar

Haydi sokağa çıkın...

Bu Pazar İzmir-Ulukent'de, 35.Sokak'taydık. Bu çok farklı+benzerlerine alternatif yaşam alanı projesinin uygulayıcısı, Akşan Yapı A.Ş. Yönetim Kurulu Başkanı Sn.Melih Şimşek ile yaptığım söyleşi, örnek evler ve sokak hakkındaki gözlemlerimle birlikte diğer fotoğraflar pek yakında, burada. Elbette meraklısı için:) Bekleyiniz efendim...

21 Mayıs 2011 Cumartesi

Yol arkadaşları...

Onlar Türkiye'de ''hayvan hakları'' dendiğinde ilk akla gelen kişiler; sadece yaşadığı Adana ve çevresine değil, yurdun dört bir yanına yetişen, bitmez-tükenmez enerjisiyle senelerdir bu işin içinde yorulup ''artık bittim!'' diyerek pes eden nice kişiye örnek olan efsane kadınlardan sevgili Nesrin Çıtırık, ''tüm canların avukatı'' olarak bilinen ve ülkemizde hayvan haklarına hukukî yaklaşım konusunda çok ciddî emekleri olan sevgili Ahmet Kemal Şenpolat, İzmir Şopen Gazi  Hayvan Bakımevi'ndeki canların fedakâr annesi sevgili Nebiha Deprem ve HAYTAP federasyonundaki diğer yol arkadaşlarımız... Onlarla bugün İzmir Karşıyaka'da, Mavişehir'de yapılan bir etkinlikte buluştuk...
 
Ben Bitlis'e gidememiştim ama onlar İzmir'e geldiler, ne iyi ettiler:) Yıllardır aynı dikenli yolda yürüyerek oramızı-buramızı beraber yırttığımız, düzeleceğine dair inancımızla yolumuza çıkan türlü engeli yanyana bertaraf etmeye çalıştığımız dostları bu kez İzmir'de görmek, burada yeniden buluşmak çok güzel ve anlamlıydı hakikaten... 
Ve sevgili Yonca Evcimik tabii; o bu zorlu mücadelenin, bu gayretin en inançlı parçalarından biri olmuştur daima, gene çok güzel şeyler söyledi sağolsun, umarız her halükârda ''sağır'' kalmaya inatçı o bildik, tanıdık kulaklara ulaşabilmiştir...(Bu arada; etkinlikte katılımcılara ikram edilen ''ballı lokma tatlısı'' da canım Yonca sayesinde tam yerini bulmuştur sanırım:)

Prof.Dr.Tamer Dodurka da etkinlikteydi, benzer pekçok çalışmada olduğu gibi... Tamer Hoca konuşmasında ''hümanizm'' kavramından bahsetti ve bugüne kadar insanoğlunun sömürebildiği, üzerinde egemenlik kılabildiği hayvan türlerini nasıl aşağıladığını, güç yettirmekte zorlandıklarını da nasıl bir ikiyüzlülükle yücelttiğini ve buradan hareketle niteleme olarak ''arslan gibi'', ''kartal misalî'' vb. ifadeler kullanmakta olduğuna dikkat çekti. ''İt herif'', ''eşşoğlueşek'', ''yuh lan öküz'' gibi tabirlere de bunun ters açısından bakınız bakalım, ne demek istediğini eminim şıp diye anlayacaksınız!.. 

Ben? Elbette orada olacağım. ''Önce insan gelir efendim!'', ''bunca aç, yoksul dururken hayvanlarla uğraşacağınıza biraz da onlarla ilgilenin!'', ''hepimiz hayvanları seviyoruz ama...'' vb. gibi, artık duya duya kabak tadı vermiş o klasik kalıpların, o bildik ezberlerin karşısında her zaman aynı şekilde duracağım! Değil mi ki bu yolun en başlarında hayâl dahî edemediğimiz şeyler artık olmaktadır, değil mi ki artık bu konular hukukun, kanunların kapsamı altındadır, değil mi ki kamuoyunun duyarsızlığı artık aşılmış bulunmaktadır ve değil mi ki kâinat kutsal yaratıcısı tarafından parçalarını birbirinden asla ayırmayan bir bütünlük esası üzerine kurgulanmıştır? O zaman bu yola aynen devam edilecektir, hiç vazgeçilmeyecektir, son nefese kadar ve o kadar!..

Bu arada; İzmir'in değerli yaşam hakkı savunucularından biri ile dertleştik de, iki gözü  kör olmuş, bir aylık bir tekir kedi bebeğe yuva aranıyor aciliyetle. Özürlü bir hayvancığın koruma ve bakımını üstlenerek ömür boyu sürecek bir manevî haz+eşsiz bir sevgi biçimi isteyecek, ''bütün''ün bir ''parça''sına bu şekilde yardım etmeyi seçecek gönüllü/yürekli (!) biri çıkarsa lûtfen yorum ya da e-posta yoluyla benimle temasa geçsin. Biz icap edenleri yapacağız. Teşekkür ve sevgimle; sevgili yol arkadaşlarıma ve yeryüzündeki tüm canlıların (insan, hayvan, bitki, hiç farketmiyor yani) yaşam hakkına dair duyarlılığını içinde bir filiz gibi büyüten, mevcut yüke bir kenarından ''lâf olsun, torba dolsun'' diye değil, ''hakikaten'' omuz veren, elini taşın altına sokmaktan çekinmeyerek ''üzerine vazife olmayan işlere de burnunu sokan'' herkese...  

16 Mayıs 2011 Pazartesi

Fark...

''Evet, huzursuz biriyim'' dedi ressam-yazar ve yönetmen Tayfun Pirselimoğlu dün geceki ''Gecenin İçinden''de yaptığımız telefon röportajında ve ekledi: ''Dünyanın daha iyi bir yere doğru gittiğini de düşünmüyorum, göstergeler bunun aksi yönünde...'' Son filmi ''Saç'' İstanbul Film Festivali'nden ödüllerle çıkmıştı ve İstanbul'da halen devam eden ''savaş'' konulu bir de resim sergisi vardı. Ve sonra, bana göre çok önemli bir değerlendirme yaptı, dedi ki:

''Sanatla ilgili birşeyler yapacak kişinin bir derdi olması lâzım, dertsiz-tasasız olmuyor bu işler. Başarı görece bir kavram ama, kişi bir filmi izledikten, bir kitabı okuduktan, bir sergiyi dolaştıktan sonra duygu/durumunda bir değişiklik olmuşsa, artık bunları yapmadan önceki fazda değilse sanat görevini yapmış demektir. Bunun ille de mutluluk, huzur, keyif, neşe vb. olması gerekmez, bazen rahatsızlık duymak, irkilmek, suskunlaşmak gibi sonuçları da olabilir. Mühim olan şey, sanat eserinin kişiye öyle ya da böyle bir değişim yaşatmış, bulunduğu fazı değiştirmiş olmasıdır. Eğer aynı yerdeyse, hiçbirşey değişmemişse o zaman kaygılanmak gerek...''

Düşündüm, çok doğru bir saptamaydı. Bir arayışın yoksa, bir ifadenin peşinde değilsen, bir cevap bulmaya çalışmıyorsan bütün bunların zaten bir anlamı yoktu. Sanat ''fark'' için vardı, ''farketmez'' için değil. Başarılı bulduğum her sanat üretiminin ardında, aslında bunun bana yaşattığı farklılık hissi olduğunu bir defa daha farkettim. Ve hernekadar kendisini ''huzursuz'' biri olarak nitelese de, Tayfun Pirselimoğlu'nu sevdim:)

14 Mayıs 2011 Cumartesi

Meğer mutfak bir masalmış...

''Mutfaklarınızın kimliğini koruyun, ait olduğunuz kültürlerin, şehirlerin rengini, tadını, kokusunu muhafaza edin, çocuklarınıza öğretin...'' diyor değerli yazar/hoş kadın Ayşe Kilimci ''Meğer Mutfak Bir Masalmış'' adlı kitabında. Geçenlerde ''Gecenin İçinden'' programında konuğum oldu, bana ''işte kadın gibi bir kadın be yâhû!'' dedirten, birikimi, bunu yansıtış biçimi ve zarafeti ile kendine hayran bırakan kadınlardandı. Yutarcasına okudum kitabını, içinde vakit geçirmeyi ötedenberi sevdiğim ''mutfak'' kavramına hakikaten çok şey kattı. Bazen eski ve artık kaybolmuş kokuları getirdi burnumun ucuna, bazen çok tanıdık lezzetlerle damağımı şenlendirdi, hani derler ya; ''yemiş-içmiş kadar oldum ve ruhumla doydum'' sayesinde:) Türlü kültürün peşine takılıp bugünlere gelmiş onlarca leziz yemeğin sıralandığı bir sofrada muhabbet etmek gibiydi onunla röportaj yapmak, hakikaten çok keyifliydi...

''Mutfakta kenetlenin aileniz ve dostlarınızla'' diyor gene bu güzel kitapta sevgili Ayşe Kilimci, ''hem size birşey söyleyeyim mi?'' diye devam ediyor: ''Oğullarınızı, kocalarınızı, sevdiğiniz adamları da mutfağın vazgeçilmezi yapın. Ki; mutfak safalarınız sürgit olsun, yeni zamanların hoşluk ve kolaylıklarıyla kucaklaştığının bir anlamı olsun. O erkeklerin de eli ekmeğe, bankoya, tencereye, çömçeye değsin ki, ileride onlardan sebep kadınlar da mutlu olabilsin. Kimliğinizi sahipsiz, sokaklarınızla evlerinizi kokusuz, mutfağınızı, sofranızı insansız bırakmayın, elbet ellerinizi de hünersiz... Ki; güzel olasınız.''

Gülümseyerek okudum bu kısmı, zihnimden rahmetli babam, sevgili kardeşim ve kimi tanış olduklarım gibi elini mutfaktan ıraksamayan, mutfakta, kadınlarının yanıbaşında olmayı, icabında önlük takıp ocak başına geçmeyi  ''kılıbıklık'' (yan gelip yatmak, herşeyi eksiksiz önüne istemek pek bi erkekliktir ya çoğuna göre, nah öyledir oysa!) saymayan güzel adamlar, Oya Kayacan gibi mutfağın ve mutfakta olmanın şiirini yazan, aklı elinin hünerini+bilinenin sınırını durmadan zorlayan lezzet kâşifi kadınlar, mutfağın darmaduman olmasının değil, orada paylaşılan ve üretilenlerin çok daha önemli olduğunu kavramış, mutfağını ve buna dair bildiklerini sevdiklerine korkmadan, sakınmadan açmış ananeler, nineler, teyzeler gelip geçti:) İzlediğim bol baharatlı, tencere-tavalı, bulaşıklı, sarmısak ve yağ kokulu, mutfaklı filmleri, internetsiz zamanların eski mutfaklarında, bir köşecikte duran yemek lekeli, kenarları kıvrık, emekle hırpalanmış yemek kitaplarını, sararmış tarif defterlerini yeniden hatırladım. Hoş kadın Ayşe Kilimci'ye bütün bu hatırlattıkları için teşekkür ettim veee... Evet, bildiniz, ben de bu yazıyı mutfakta yazdım:)      

13 Mayıs 2011 Cuma

Güzel işler:)

                              
                               Türler Arası Dayanışma - Var Olmak Haktır uslsy

HAYTAP başarı çemberini giderek genişletiyor ve  lâf yerine ''iş'' üreterek ülkemizdeki hayvan hakkı ihlâllerine karşı ciddî bir karşı-güç oluşturmaya devam ediyor. Haftasonu Bitlis'te yapılacak çok önemli ve değerli toplantıya çağrılıydım ancak gitmeme işlerim müsaade etmedi, ben de yüreğimi ''tüm canların avukatı'' sevgili Ahmet Kemal Şenpolat aracılığı ile orada bulunacak bütün dostlara, yol arkadaşlarıma yolladım. Herşeyin çok daha güzelleşeceğine, bu ''güzel işler''in kalıcı neticeler vereceğine inanıyorum. Katılan, emek veren, uğraşan, didinen  herkesin varlığına sağlık...

9 Mayıs 2011 Pazartesi

Yıllar sonra, aynı yerde...

İşte gene Hatay-Antakya'da, şehrin en eskilerinden biri olan Affan Mahallesi'nde, Kuyulu Çıkmazı 7 numaralı evde... Bu defa orada olmayanlar ve bir daha artık hiç olmayacaklar var belki ama olsun, aradan neredeyse 15 uzun sene geçmiş olduğuna göre, benim için bu karenin adı ''yıllar sonra, aynı yerde''. Burası artık hayatta olmayan sevgili Pedro Amcamın evi, senelerdir üzerinden şifalı olduğuna inanılan bir yağ sızan Kutsal Meryem ikonasının bulunduğu köşe ve önünde de kardeşim... Herşey seneler evvel bıraktığım ve hatırladığım gibi, ama artık Pedro Amca yok ve ben de bu karede değilim. Evet, bu defa ben gidemedim ama çok sevdiğim, daha önce defalarca ziyaret ettiğim bu özel yere canlarımı gönderdim. Elbette asıl hikâyeyi sevgili Pedro Ketremizgil'den dinlemelerini çok isterdim, lâkin kısmet değilmiş, ne diyebilirim?:( 

O şansa ben sahip olmuştum, tekrarına hayat müsaade etmedi ama, kendisinin oğulları sevgili İbrahim ve İlyas Ketremizgil, gelinleri, torunları halen orada yaşıyorlardı ve bizimkilere bambaşka bir Antakya'yı, belki de hakiki Antakya'yı bu kez onlar gösterdi. Çok değerli kılavuzlukları, paylaştıkları anılar, aslında hiç tanımadıkları bu gezginlere ardına kadar açtıkları evlerine/hayatlarına/sırlarına dair kapılar ve her zamanki eşsiz misafirperverlikleri için ne kadar teşekkür etsem azdır, sağolsunlar. Onlardan bana ulaşan içten selâmlar yanında; uğuruna, şifasına her zaman inandığım ve hikâyesini daha evvel ''Tırmık İzi''nde yazdığım Kutsal Meryem'in yağı da çok sevindirdi beni:) Ve hâttâ; Pazar sabahı dikkatsizlik ederek yumurta pişirme makinesinin korkunç buharında haşladığım ve derhal buz uygulamama rağmen kabararak su toplayan sol elimin iki parmağına derhal yetişti, yanığın tarifsiz acısını aldı, şişi indirdi ve canımı çok yakan bu yanık vakasını anında unutturdu bana. Bu bir tedavi tavsiyesi değildir, derhal saldırmaya hazırlananlar boşa heveslenmesin bu yüzden, mevzu tamamen ''inanç''la ilgilidir, inanan inanır, inanmayan buna devam etmekte sonuna kadar serbesttir. En kısa zamanda inşallah ben de gideceğim ve ''yıllar sonra, aynı yerde'' bu defa ben de bir fotoğraf çektireceğim, üstelik son dört senedir bu boyutta değilse de, sevgili Pedro Amcamın o fotoğrafın bir yerlerinden gene bana gülümsüyor olduğunu bileceğim:) Zira Antakya'yı, Kuyulu Çıkmazı 7 numaradaki o evi, o harika insanları ve vaktiyle orada paylaştıklarımızı hakikaten çok özledim. Bu vesile ile, seyahatlerinden dönerken bana oraları ve özlediğim bütün bu şeyleri defne kokulu bir rûzgâr eşliğinde getiren çok sevgili ''olay yeri inceleme ekibi''me de bütün varlığımla teşekkür ederim...   

6 Mayıs 2011 Cuma

Hıdrellez vaziyeti:)

Meğer dün Hıdrellez'miş; benim haberim yoktu. İzmir'de millet darbuka-dümbelek sokaklara dökülünce ve gece ortalık hayli hareketlenince farkına vardık meselenin. Baktık ki ahalî gül dibine birşeyler gömmek için habire bahçeleri kolluyor, e bizim apartmanın bahçesinde de var birkaç gül şeysi, n'apalım, n'apalım diye bir müddet düşündük. Sonra bizim köpek kız Fadik'in oyuncak sepeti ilişti gözümüze, türlü ıvır-zıvırla dolu sepetin en üstünde yukarıda gördüğünüz ''monster truck'' denen tuhaf aracın ufak bir modeli durmaktaydı. Aldık onu, bahçeye indik, benim çok sevdiğim bir kayısı gülü var bahçede, onun dibini biraz eşeleyip bu plastik mavi oyuncak kamyonu gömdük gülerek:) Biz otomobile niyet ettiydik etmesine de, evde bunu karşılayacak bir malzeme yoktu, e bu nesnenin de dört tekeri var işte, aynı kapıya çıkar dedik:) Hayır, dileğimizin tutacağı tutar da aha aynen böyle bir ''monster truck''ımız olursa vaziyeti nasıl açıklarız acaba diye düşünerek daha çok güldük:) İzmir caddelerinde bu araçla turladığımızı falan düşündüğümüzde adamakıllı güldük zaten:) Olsun; maksat birşeylere niyet etmek değil mi efendim, ettik işte, üstüne bol bol da güldük, daha ne? Bizim Hıdrellez'imiz böyleydi, dileriz Allah herkesin hayırlı niyetlerini versin gönlüne göre:)

2 Mayıs 2011 Pazartesi

Gecenin içinden geçenler...


Ruhumu doyuran bir program oldu, evet. Güzel insanlarla elele, kolkola geçtik bir defa daha ''Gecenin İçinden''. Biri yukarıda görülen hoş kadındı, ismi Benan Bilek. Aslında bir halkla ilişkiler uzmanı, iletişimci  ve yazar. Lâkin birilerinin hakkında ''o artık ununu eledi, eleğini duvara astı!'' dediği kulağına gelince ''hahayyyt:)'' demiş, gülmüş ve bildiğiniz tahta eleklere al atarak onlardan harika şeyler yaratmaya koyulmuş. Eleklerin üzerine muhteşem işlemeler, nakışlar yapıyor ve onları renkli kurdelelerle duvara asılabilecek sanat eserleri haline getiriyor,  böylece hakkında yapılan o dedikoduya da gerçek anlamda ''eleklerini benzersiz bir üslûpla bezeyip duvarlara astırarak'' enfes bir cevap veriyor:) Örneklerini gördüm, bayıldım, hakikaten çok orijinal ve şık şeyler. Benan Hanım gerçek bir İstanbullu ancak senelerdir İzmir'de yaşıyor ve artık kendini bu şehre ait sayıyor. Bu şekilde nakış işlemeyi de, henüz yeniyetme bir kızken Beşiktaş'ta komşuları olan ünlü müzik adamı Cemal Reşit Rey'den öğrendiğini anlatarak beni hayretlere garkediyor! Bana armağan ettiği çok zarif,  iğne oyasından mamûl sarı çiçekli, yeşil yapraklı yüzüğü ''en sevdiklerim'' arasına kattım bile:) Böyle portakal çiçeği kokulu, muazzam bir rûzgâr gibi enerjisini gittiği heryerde estiren, kimseyi taklit etmeden, genel-geçer kuralları fazla takmadan, herşeyiyle yalnızca ''kendisi gibi'' olmayı başarmış kadınlara hayranımdır zaten, ona da hayran oldum. Tanımaktan, konuşmaktan büyük zevk duydum, zenginleştim, dünyada ve artık dünyamda da varolduğu için teşekkür ederim:)

Annemin bahçesindeki leylâklar açmış, aman bir güzellik, bir zarafet, bir letafet ki; sormayın gitsin:) Bu leylâk fotoğrafı da gene bu gece, yıllar sonra apansız program konuğu olarak karşıma çıkıveren, geçmiş yıllarda birlikte çoook program yaptığımız değerli şair ve program yapımcısı sevgili Güngör Tekçe'nin bahsine yakışır diye düşündüm. Onu bunca zaman sonra yeniden görmek, eskilerden-yenilerden konuşmak ve son şiirlerini sesinden dinlemek eşsizdi benim için. Galatasaray Lisesi'nden yetişme bu hakiki İstanbul beyefendisinin halen o yumuşacık sesini, ifadesini ve formunu muhafaza ettiğini görmek, sarılıp kucaklaştıktan sonra bana uzun uzun bakıp ''Handan, sen de o hiç değişmeyen, yaşlanmayan kadınlardansın, hâlâ aynısın'' dediğini duymak elbette çok iyi geldi bana:)  Ruhum çeşit çeşit renklere, kokulara, dizelere bezenmiş ve varlığım çok zenginleşmiş olarak döndüm bu geceki programdan evime... ''Gecenin İçinden'' programını belki de bu yüzden hep çok sevdim ve ayrı bir yerde tuttum. Ve bir defa daha farkettim ki; ben artık öyle sadece popüler müzik, dinleyici istekleri vb. şeylerden oluşan ve bu yüzden dinleyicisi çok olan programlardan hazzetmiyorum, içinde bulunduğum olgunluk döneminde belki görece ''az'' ama aslen ''öz'' olanı istiyor benliğim. Mütemadiyen çalınan popüler müzikten ve şarkıları habire ona-buna-şuna ''gönderen'' (!) birbirinin karbon kopyası dinleyici isteklerinden  ziyade, içi dolu sohbetleri, sanatı, hayata anlam katan ve onu sorgulayan konuları+konukları içeren programlara ses vermeyi ziyadesi ile seviyor ve tercih ediyorum. Bu sebeplerden; mümkün oldukça ''Gecenin İçinden'' geçmeye devam edeceğim ve bu programı her zaman bir başa türlü seveceğim:) Herkese sağlıklı ve güzel bir hafta dilerim efendim...