31 Aralık 2009 Perşembe

Yeni...

Bu yeni yıl-meni yıl hikâyeleri kendi ilahî düzeni içinde zamandan bütünüyle bağımsız kâinatı hiç ırgalamamaktadır, bilirim... Ama; o kâinatın içinde mavi bir toz zerreciği gibi dönüp durmakta olan dünyanın içinde hapsolmuş bizler, hep önümüz sıra koşacak ve tarafımızdan asla yakalanamayacak birşey olsun istemişiz herhalde ki; ''ZAMAN'' diye birşey uydurulmuş ve tabii itinayla tutsağı olunmuş. Belki bir avuntu, gönüllü bir yanılsama ya da ''SON''lu olduğunu sürekli hatırlayarak bunu ölçme arzusu, orasını bilemem... Zaten ''BAŞLANGIÇ'' ve ''SON'' gibi kavramların da zamansızlık içinde herhangi bir anlam değeri olmasa gerektir. Bu sebepten; yılbaşı, her türlü yeni yıl zımbırtısı, kırmızı don, süslü çam, kestaneli hindi gibi geyiklerle işim olmaz ama neticede ben de zamana koşullu yaşayan bir fanîyim efendim, hem geçmiş senenin üzeri türlü not ve hadise ile karalanmış takvimleriyle vaziyeti  nereye kadar idare edebilirim? Bir şekilde ''yeni''lik lâzım tabii, buna birşey dediğim yok ama o ''yeni'' denen şeyden de öyle abartılı mucizeler falan beklememek lâzım derim. HAYTAP'tan ulaşan bu yeni yıl kutlamasını sevdim, blogumda paylaşmak istedim. ''İyi seneler'' demek ise adet olmuş, bunda bir fenalık yok, aha da zaten dedim... 2009'u da bu 68.yazı ile defteri dürülmüş seneler rafına yerleştirdim. Kabûl edenler, etmeyenler? Kabûl edilmiştir, teşekkür ederim:)

27 Aralık 2009 Pazar

Cadılar Bayramı...


İstanbul'daydım; yok yok, şimdi oradaki sevenlerim ayaklanmasın hiç, Cumartesi akşam gittimdi, Pazar akşam da döndüm. Kartal gezegenindeki ''Cân Dergâhı''ndaydım, zaten zaman kafî gelmedi, hiçbirine doyamadım. Kucağımdaki tombiş cadı Gülriz, ben İstanbul'a veda edeli beri sevgili gecea ve güzel ailesiyle yaşıyor. Gören maşallah desin, bilenler bilir ya, o nicedir varlığına armağan edilmiş ikinci canını taşıyor...

''Tırmık İzi'' kitabında hikâyesini uzun uzun anlattığım canım kızım pek keyifli, pek neşeliydi, öptüm, kokladım, sevdim, kucakladım:) Sadece onunla değil, oradaki bütün canlarla hasret giderdim, vallahi çok iyi geldiler bana, sayelerinde adeta dağılmış parçalarımı topladım...

O hep sıcacık, bereketli mutfakta, masanın başında, güzel yemeklerin etrafında toplaştık, yedik, içtik, söyleştik. Yemeklerden olduğu kadar, etrafımızdaki saf ruhlardan da beslendik. Güçlerini iyilikten alan cadılardık, gecikmiş bayramımızı kutladık:) Kendimi ''canımın Cân'ı''  gecea ve ''güç ortakları''nın sevgi işgâline teslim ettim, anlattım, dinledim, arındım, donandım, yenilendim. Bu arada; İstanbul Sütlüce Kongre Merkezi'ndeki ''DSİ'nin 55.Kuruluş Yıldönümü ve Toplu Açılış Töreni''ne de iştirak ettim, sonra uçağa atlayıp döndüm geldim. Bir ''şantiyeci çocuğu'' olarak, DSİ'nin 55.kuruluş yıldönümünü tebrik eder, bu kuruma emek verenlere de teşekkür ederim:) Kısacası; bu harala-gürele içinde İstanbul'la pek halleşemedim belki ama, yüreğimin kocaman bir parçasını oradaki sevdiklerimle bıraktım. Bilin ki ben sizleri çok seviyorum benim güzel yürekli, iyilik timsali, sevimli cadılarım:)


CONJURO (BÜYÜ)
Escobita, escobita. Que cada año me ponga más bonita

Süpürgecik, süpürgecik. Her yıl bana versin daha güzellik...

Sapo, sapito. Que este año me vaya mejorcito

Kurbağa, kurbağacık.. Her yıl olsun daha iyi birazcık...

Caldero, calderito. Que me abunde el dinerito

Kazan, kazancık.. Bol bol gelsin paracık... :)

(Gücünü iyilikten alan cadılar büyüsü için sevgili Cheetos'a teşekkürle...)

23 Aralık 2009 Çarşamba

Cesur...

''Genesis'' yaradılış, başlangıç, doğuş anlamını taşıyan bir sözcük... Aynı zamanda; ailemizin müzisyeni Alan Parsons'un ''I Robot'' isimli albümünde yer alan enstrümantal bir şarkının da adı. Yukarıdaki kare Münih'teki konser gecesi, tarafımdan kuliste yakalandı. O sırada Mr.Parsons ve beraberindeki heyet tamamen bilgisayarın ekranındaki görüntülere ve odayı dolduran sese odaklanmıştı. Ünlü müzisyen, belki yüzlerce defa dinlediği şarkısını bu kez farklı bir yorumla duymanın şaşkınlığı içindeydi. Zira Türkiye'de hazırlanan bir ses ve görüntü CD'si kendisine orada sunuldu, genç bir neyzen sanatçının Genesis isimli şarkısını birkaç defa dinledikten sonra ruhundaki hissiyatı neyle birlikte üflemiş ve bu doğaçlama yorum sevgili Turhan Günay tarafından kaydedilerek şarkının üzerine monte edilmişti. Ortaya çıkan muhteşem netice ile  yetinilmemiş, fondaki bu çalışmanın üzerine  semâ halindeki semâzenler de eklenmişti. Ve bir defa daha görüldü ki; ''Rumî'' isminin sihri dünyanın neresinde olursanız olun değişmiyordu, bu ismi herkes tanıyor, biliyordu. Evet; bu oldukça cesur bir denemeydi, senfonik rock tarzı bir eserin üzerine ney üflemek ve eşliğinde semâzen döndürmek öyle herkesin aklına gelebilecek birşey değildi belki ama, netice hakikaten çok etkileyiciydi. Genesis'in asıl sahibi de işte böyle etkilendi, çalışmayı çok beğendi. Lâf lâfı, fikir fikiri açtı, o kısmı bizde saklı kalsın artık, buradan kimbilir nerelere gidildi...

Ve niyeyse; çam dallarının üzerinde inatla asılı kalan yağmur damlaları aklıma cesareti getirir hep... Siz dala yapışıp kuvvetle sallayıncaya kadar düşmez o damlalar, orada öylece, kaynağı belirsiz bir inançla ve tuhaf bir sabırla dururlar. Bu yüzdendir yağmur geçip güneş açtığında bile, çam yapraklarının üzerinde hâlâ parıldamaları ve tamamen yok olana kadar ısrarla, o vaziyette durmaları... Cesaret beni her zaman büyülemiştir, çoğu insanın sahip olmadığı, olamadığı bir nitelik olmasındandır belki, bilemiyorum. Varlığına duyduğu inançla, yok olma ihtimâlini de göze alarak ve bundan korkmayarak duruşunu koruyan herşeye, herkese müthiş bir saygım vardır. Mâlûm; omurgasızlık yalnızca ''yumuşakça'' sınıfındaki mahlûkata yakışır. O sebepten; dalgın dalgın düşünerek  Dachau'dan çıkarken önümü kesen bu çam ağacını ve dallarındaki cesur damlaları görmezden gelemedim, durup bu fotoğrafı çektim... Konu bundan ibaret yani; ödlekliği,  acizce teslimiyeti ve zavallıca kabûllenilmiş esareti hiç sevmem, ne vakit şahit olsam içim bulanır  ama cesareti severim...

Ek ve de dip: Bir müddettir arıza çıkaran ve beni periyodik aralıklarla delirten cep telefonum bugün nihayet hayatımdan tamamen çekilmeyi seçti! Birlikte geçirdiğimiz süre için kendisine teşekkür ederek onu uğurladım ve gidip kendime şeker pembesi, sevimli, gıcır bir telefon aldım:) Eski telefonun belleğinde kayıtlı numaralar da haliyle uçup gitti, buna hiç üzülmedim biliyor musunuz, tersine hafifledim, oooh, valla ferahladım:) Zaten Facebook hesabımı da bir süre önce benzer sebeplerle ve tamamen kendi isteğimle kapattım, artık iyice bir saçmalıklar/sıradanlıklar pazarına, yeniyetmelerin gereksizce şamatalı teneffüs alanına, eski sevgililerin karşılıklı +gayet mânasız sürek avına ve adamakıllı ucuz minibüs edebiyatına dönmüştü çünkü, ıyyyyy, bundan herhangi bir Yusuf Güney şarkısından sıkılırcasına fena halde sıkıldım! Enerjisi biten, vazifesi tamamlanan herşey ve herkes vakti geldiğinde ayrılır hayatımızdan, kendiliğinden çekilirler zaten bizim birşey yapmamıza gerek kalmadan... Çünkü evrenin yenilere yer açma biçimi budur. Şöyle güçlü bir alkış alalım evren için ve artık önümüze bakalım, di mi ama, hadi bakalım:)

20 Aralık 2009 Pazar

Concentration-2...



Eldivenimi çıkardım, ben dünyaya gelmeden yıllar önce, zayıf da olsa bir umuda sarılarak bu dikenli telleri aşmaya çabalamış insanlar gibi çıplak elle tutundum bu acıtıcı engellere, artık elektrik yoktu tabii, sadece izleri kalmıştı geriye...

Biraderimin incelediği  okul sırasına benzeyen bu tuhaf şey de nesi diyorsanız?..

Cevabı fazla gecikmeden geliyor zaten; artık Dachau'da ''PEKİ AMA NEDEN?'' sorusu dışında cevaplanmamış soru kalmamış gibi. Herşeyle açık açık yüzleşiliyor, inkâr falan yok, belgeler, fotoğraflar, rakamlar ortada, herşey herkese açık durumda... Da; bu saatten sonra neye ve kime fayda?..

O ahşap masadan kalkabilen olursa vaziyeti bu oluyor, artık sizin dayanma gücünüze kalmış birşey, biraz güçlü-kuvvetli iseniz bir ihtimâl dayanabilirsiniz ama değilseniz?.. Hiç önemi yok, ne yapalım, kısmet, şansınıza küsün! Nasılsa birazdan göreceğiniz fırınlar insanlardan geriye kalanları bütünüyle ortadan kaldırmak üzere gürül gürül yanıyor...



Bu duvar ''bunker'' denen insan depolarının arka tarafında, orta yerde, öyle anlamsızca duruyor. Ama buradaki herşey gibi, onun da varlığı boşuna değil, bir işi ve işlevi var tabii... Üzerindeki kurşun delikleri dünlerde yaşananları bugünlere anlatıyor. Kurşuna dizme duvarı burası, dibinde soğuktan üşüyüp buruşmuş bir gül vardı, herhalde birkaç gün önce oraya bırakılmıştı. Alsam mı diye düşündüm, sonra vazgeçtim, hayır, o gül orada kalmalıydı, üzerine kar yağmalı, soğuk vurmalıydı, fotoğrafını çekip öylece, olduğu gibi bıraktım...


 
Dachau Toplama Kampı'nda, o zamanın doktorları tarafından bazı faydalı (!) tıbbî deneyler yapıldığı da biliniyor. Bu fotoğraflarda bir basınç deneyinin denek üzerindeki etkileri görülüyor. Ne yapsın gariban; o da kendince bilime ve insanlığa böyle hizmet ediyor :(


Ve işte yolun sonu; tesis edildiği halde kullanılıp-kullanılmadığı konusunda net bilgi bulunmayan ''gaz odası'' ve kesinlikle tam kapasiteyle kullanılmış olan ''krematoryum'' yani ''insan yakma fırınları'' bu binanın içinde bulunuyor. Kamp içinde en çok ziyaretçiyi bu bölüm çekiyor. Buraya ulaşabilmek için kampın son kısmına doğru epey yürümek icap ediyor...


Ben birşey söylemesem? Zira o günlerden kalma bu fotoğraf gerekeni söylüyor...



Fırınlar yorgun, fırınlar artık boş, soğuk ve sessiz... Küller küllere, tozlar tozlara karışmış çoktan, bacadan duman tütmüyor. Her taraf temizlenmiş, hani özellikle arasanız da bir zerre küle rastlanmıyor...


Dachau Toplama Kampı savaş sonrası uzun yıllar kapalı kalıyor, bu kampta hayatını kaybeden ya da Amerikan askerlerinin gelişiyle son dakikada kurtulan insanların yakınlarının ve bazı sivil toplum kuruluşlarının ısrarlı çabaları neticesinde, ancak 1965 senesinde ziyarete açılıyor. Bilgiler, belgeler, mekânlar düzenleniyor. Mahkûmların kaldığı bölümlerden sadece biri muhafaza edilip, diğerleri yıkılıyor. Bugün yıkılanların yerinde sadece numaralar mevcut, o geniş alan öylece, bomboş önünüzde uzanıyor. Ne bir ağaç, ne bir bitki, sadece binaların zemindeki izleri, o kadar... Yakma fırınları dahil, herşeyi mahkûmların yaptığı bu kampın geniş içtima alanında bugün artık sadece bir anıt bulunuyor. Haklı olarak incitici, korkutucu, insanı irkilten bir anıt bu. Bu sebepten, pencerenin pervazına dayanıp  içeriden çektiğim bu fotoğrafı bana yetiyor,  yanına gitmek ve oradan da resimlemek doğrusu hiç içimden gelmiyor...


Dünyamızda halen olan-bitenlere bakılırsa; zaten bu anıt da  insanlığın gayet zayıf olan hafızasını güçlendirmeye ve yaşananlardan ders çıkarmasına yetmiyor!..


Ve ''fırın'' kelimesindeki o tanıdık sıcaklık çağrışımı Dachau krematoryumundaki fırınların önünde hiçbir halta yaramıyor,  bu fırınların önünde insanın elleri, ayakları, bedeni, ruhu; kısacası  cümle varlığı daha fazla üşüyor, buza kesiyor! Bu noktada artık size dair herşey hızla donma sınırını geçiyor...

Dachau Concentration Camp kimbilir daha ne kadar orada duracak, üzerinden kimbilir kaç mevsim, içinden daha kimler gelip-geçecek? Ama benim hikâyem burada bitiyor...

"Dear God, make me dumb, that I may not to Dachau come..."

(Ve bir de film repliği; Alejandro González Iñárritu'nun unutulmaz filmi ''Paramparça Aşklar ve Köpekler/ Amores Perros''tan: "Tanrı bulanık görmemi istiyorsa ben de bulanık görürüm...")

16 Aralık 2009 Çarşamba

Concentration-1...

Münih'ten bindiğiniz s-bahn/yer üstü  hattındaki tren en fazla 20 dakika sonra varıyor oraya, ufak, derli-toplu, sevimli ve gayet kendi halinde bir kasaba Dachau. İstasyondan çıkıp birkaç adım yürüdüğünüzde otobüs durağına ulaşıyorsunuz, tabelâda ''Dachau Concentration Camp Memorial Site'' yazıyor, Almanya'daki bütün toplu taşıma araçlarında olduğu gibi, belirtilen saate saniyesi saniyesine uyacak şekilde geliyor otobüs. Hava zaten buz gibi, kar başlamış, bir heves atlıyorsunuz sıcak ve konforlu araca, ooh, mis valla... Ha, bu arada; ne bu otobüse, ne de kampa girişe para ödemiyorsunuz, o ücretler vaktiyle birileri tarafından fazlasıyla ödenmiş zaten, bundan sonrasında çekeceğiniz acı ve ruhunuzun darmadağın olması bütünüyle bedava, kimse bilet kesmiyor yani duygularınıza... Ve kısa bir seyahatten sonra ulaşıyorsunuz kampın ana giriş kapısına...

Ne ki; buradan sonra da biraz yürümeniz icap ediyor. Etrafta iki katlı, şirin mi şirin evler var, bakımlı bahçeler içinde, pencerelerinde noel süsleri, yanıp-sönen ışıklar, saksı saksı çiçekler, çatılarda huzurla tüten bacalar... Ağaçlı yolda yürüyorsunuz bir müddet, yüzünüze ''çırp çırp'' diye tuhaf bir sesle ve usulca konan kar taneleri eğlendiriyor sizi, gülümsüyorsunuz:) Kar hızlanıyor, botlarınız su çekiyor, aldırmıyorsunuz. Hiçbirşeye aldırmıyorsunuz sanki, ta ki o demir kapı önünüze dikilene kadar, hani şu üzerinde ''Arbeit Macht Frei'' yazan demir kapı, işte onu gördüğünüzde titremeye başlıyorsunuz! Çünkü o kapının dışarıdaki hayattan sizi bıçakla keser gibi kesip alacağını, orayı geçtiğinizde artık başka bir boyuta adım atacağınızı bilmeyecek kadar enayi değilsiniz, belki de ilk orada herşeyin farkına varıyorsunuz. Ve dedim ya; zangır zangır titriyorsunuz... Ne kadar oyalansanız da nafile, neticede gıcırdayarak açılıyor kapı ve öteki tarafa adım atıyorsunuz...

''Ruh bulantınız'' artık bu noktada başlamış oluyor, oysa önünüzde uzanan geniş alan öyle sakin, öyle tenha, öyle... Bilemiyorsunuz tam olarak ne olduğunu. Görünürde kayda değer hiçbirşey yok ancak ayaklarınız dolaşmaya başlıyor, sendeliyorsunuz. Derken kar sertleşen rûzgârla daha da hızlanıyor, sanki sessizce sizi  kapalı bir yere girmeye zorluyor, nasıl olduğunu anlamadan köşedeki binanın açık kapısından içeri giriveriyorsunuz. Burası orijinal haliyle korunmuş ana bina, geniş galerilerden oluşuyor. Klasik müze anlayışı ile değil, adetâ modern sanat sergisi üslûbu ile düzenlenmiş, acının anlatılış ve izleyene aktarılış biçimine hayran kalıyorsunuz. Yukarıdaki fotoğrafta önünde durduğum bir liste, burada zaten herşey listeler halinde, yalnızca bir numaraya indirgenmiş insanlar, hastalıklar, işkenceler, deneyler, ölüler, diriler, yapılacak işler ve sonu gelmeyen kurallar, kurallar, kurallar... Ve yok etmeyi dahî kurallara+keskin bir disipline bağlamış  zihniyetin önünde şaşkın, öylece kalakalmış, bizler gibi dünyanın farklı köşelerinden kalkıp teee buraya gelmiş insanlar...



Tavandan yere kadar uzanan, dar-uzun bez afişler üzerinde belirmeye başlıyor sûretler, ve siz de nemin çürüttüğü bir duvar gibi kabuk kabuk dökülmeye, parça parça dağılmaya başlıyorsunuz. Öyle sıkıyorsunuz ki yumruklarınızı, tırnaklarınız avucunuza batıyor ama bu tuhaf bir şekilde canınızı acıtmıyor. Hani sanki acısın, kanasın falan istiyorsunuz ama olmuyor, o tırnak acısı size yetmiyor, çok eksik, çok zayıf, çok az kalıyor...


Sonrasında zaten herşey birbirine karışıyor, insanlığınız çirkin bir sökük gibi paçanızdan sarkıyor, ait oldukları ırkı kendileri seçmediği halde sırf bu yüzden evlerinden, işlerinden, hayatlarından koparılan, ailelerinden ayrılan, değerli ve üstün sayılan ''ötekilerin'' arasından lüzûmsuz yabanî otlar gibi ayıklanıp ''TOPLANAN'', sınıflandırılıp damgalanan (evet, hakiki anlamda damgalanan), üzerlerine giydirilen işaretli üniformalar içinde (Yahudi, Çingene, Eşcinsel, Yaşlı, Genç, Din Adamı, Yazar, Sanatçı, İşçi, Doktor, Öğretmen, Hasta, Sağlam vb.) şaşkın şaşkın bakan, bırakın nüfus/kimlik kayıtlarını, çoğunun artık yakıldıklarındaki külü bile kalmamış, olan-bitenin ''NEDEN''ini, ''NİÇİN''ini asla anlamamış ve daha kampa girerken çok çalışırlarsa özgür kalabileceklerine inandırılmış insan yüzleri o duvardan bu duvara fırlatıyor sizi... Belirli aralıklarla, farklı dillerde gösterilen dokümanter filmi izlemek üzere çöktüğünüz koltuk bile batıyor size, parçalara ayrılıp bütününüzü kaybediyorsunuz deyim yerindeyse... Karanlık koridorlar, demir ızgaralı kapılar, ufacık hücreler, o vakit kimsenin duymadığı ama şimdi sizin içinizde çınlayan haykırışlar, feryatlar, bir müddet sonra susup yerini ölüm sessizliğine terkeden makineli tüfek sesleri, birbiri üzerine devrilip düşen zayıf bedenlerin küskün hışırtıları... Ve ağzınızda bir an evvel tükürüp kurtulmak istediğiniz, zehir gibi bir ACI, ACI, ACI... Film bitiyor, koltuktan zar-zor kalkıp derhal dışarıya, soğuğun orta yerine atmak istiyorsunuz kendinizi, oysa dışarısı da farklı değil içeriden, hâttâ belki kar altındaki o ıssızlık çok daha korkunç, bunu bilmenize rağmen...

(Devamı kısa bir süre sonra Concentration-2'de, Uygunsuz Vaziyet'de...)

Ek ve de dip: Dün (18.12.2009) akşam saatlerinde, Bostanlı'da geçirdiğimiz ufak bir trafik kazası neticesi biraz ağrılı olduğumdan, bugün yazmayı plânladığım devam yazısını yarına ertelemek zorunda kaldım. Yazının devamı umarım yarın yayınlanacak, teşekkür ve sevgilerimle...

15 Aralık 2009 Salı

Dış Hatlar/Gelen Yolcu...

Evet; bedenim Pazar öğleden sonra itibarı ile yurda döndü ancak ruhumu nerede unuttuğumu henüz kestirebilmiş değilim. Hayli tempolu geçen üç gün içinde pekçok farklı yerde olmam gerekti, oradan oraya koşturup durdum ama sanırım ruhumun takılıp kaldığı sadece bir tek yerdi. Bedenim bir hayâlet gibi süzülüp çıktı bu kapının aralığından belki ama, sanki ruhum nedeni belirsiz bir mahkûmiyetin hesaplaşmasını tamamlamak üzere geride ve orada kalmış gibi... Düşüncelerimi aralayıp ve de çalışmalarımı tamamlayıp, olay yeri muhabiri vasfı ile kısa bir süre sonra Dachau'dan bildireceğim, şimdilik demir parmaklıkların ardında, bu şekilde beklemedeyim efendim. İyisi mi; herkese yeniden merhaba diyelim ve yakında konuyu tamamlamak üzere bekleyelim, ayrıca  Almanya'dan girdiğim yazı/fotoğraflara gösterilen yakın alâka için okurlara/bakarlara teşekkür edelim...

12 Aralık 2009 Cumartesi

Çıkarma...

Bir evvelki yazının başlığı ''Toplama'' idi, bu da ''Çıkarma'' oluversin. Sanırım 15.000 kişi kadardık. Muhteşem bir mekânda, çok başarılı bir kompozisyon içinde,  üstelik klasik sazlardan oluşmuş bir orkestra eşliğinde dünyanın sevdiği rock sanatçılarını izledik, haliyle müthiş haz aldık... (Yukarıdaki karede ünlü Roxette grubu en sevilen şarkılarından  ''Listen To Your Heart''ı söylüyor ve o sırada Münih Olympiahalle komple vaziyette kendilerine eşlik ediyor...)

Ve sahne arkası, bizim üstadın soyunma-giyinme-dinlenme odası, bu kapının arkası ise öyle herkesin  giremediği bir hayatın çok özel parçası...

Burada Alan Parsons'un genç ve başarılı solisti P.J.Olsson'la birlikte birşeyler düşünmekteyiz ama ne olduğunu şu an hiç hatırlamıyorum. Bildiğim; dışarıda kar yağıyor olmasına rağmen, içerinin binlerce insanın ortak enerjisiyle  çok sıcak olduğudur, o kadar. Makarna yünden örülmüş o kalıııın kazağı ne ara çıkardığımı lûtfen sormasın kimse, bir şekilde çıkarıp ferahlamışım işte...

Ve bu da Alan Parsons üstadın sahne sonrası dinlenme anıdır, dünyanın farklı ülkelerinde, farklı şehirlerinde çektirdiğimiz  fotoğraflar arasında belki de en doğal, en iddiasız, en öylesine ama bana göre en favori olandır. Münih'te kar yağışı hızlandı, bilmem ülkemde havalar şu an nasıldır?.. ''Toplama''nın ardından ''Çıkarma'' yaptık, eh, artık bizim için de dinlenme zamanıdır. Yani zavallı ayaklarımız bu noktada ne dese haklıdır!..

11 Aralık 2009 Cuma

Toplama...

Tam da oraya varıldığında kar yağmaya başlaması tuhaf bir işaret midir? Dachau'dan yükselen acı ve utanç enerjisini dağıtmak, vaktiyle bacalardan hüzünle tütmüş olan insan dumanının hayâletini soğutmak için midir? Kimbilir, kimbilir?..

Bu kapıdan sağ çıkabilmek oradakilerin çoğuna nasip olmamıştı ama ben çıktım, içerideki uzun koridor boyunca dizili hücrelerdeki sessizliği, tenhalığı, korkunçluğu doldurdum ceplerime, hızlı adımlarla kapıya ulaştım. Kapıyı açtım, yüzüme tokat gibi çarpan soğuk değildi beni üşüten, farkındaydım. Önümsıra uzanan Dachau Toplama Kampı'nın içtima alanına yıllar sonrasından baktım, o günler adına bir kez daha utandım...


Arkada görülen nöbetçi kulesi, aradaki su kanalı ve o zaman elektrik verilen dikenli tellerle kamptakilerin kaçış yolları tamamen kapatılmış. Gene de kaçmayı deneyenler zaten derhal enselenip sırtlarından kurşunlanmış, oracığa düşüp kalmış...

Ve bu kapının üzerinde yazan cümle içimi çizip zihnime yazılırken artık gözlerim gördüklerine dayanamayıp kapanmış. ''Arbeit Macht Frei'' yani ''Çalışmak Özgür Kılar'', bu kapıdan içeri girenlere sahte bir umut vermek için yazılmış, çok çalışırsan günün birinde özgür kalabilir, ailene, sevdiklerine yeniden kavuşabilirsin anlamında... Tabii bu hiç olmamış, oldurulmamış. Soğuk, açlık, işkenceler, sonu gelmeyen acımasız deneyler ve tifüs gibi hastalıklar sonucu onar onar değil, yüzer yüzer devrilmiş insanlar. Sonra da her birine bir numara verilip odun misali yakılmışlar, düşleri, umutları, dışarıdaki hayata dair tüm hatıraları da yanmış, kül olmuş. Dayanamadım, gözlerimi kapadım. Yeniden açtığımda hiçbirşeyin değişmediğini gördüm, hemen arkamı dönüp kaçtım oradan. Bu acılarda payım olmadığını bilsem de elimde değil, orada yaşananlar için çok üzgünüm:(

(Dachau Toplama Kampı ile ilgili detaylı yazıyı ve diğer fotoğrafları Türkiye'ye döndüğümde yayınlayacağım. Şu an Münih'te hava bıçak gibi soğuk, kar yağıyor ve ben birazdan çıkıp Munchen Olympiapark'taki ''Night Of The Proms'' konserine yetişmek durumundayım... Amanin benim zavallı, yorgun, donmuş ayacıklarım!..)

10 Aralık 2009 Perşembe

Varış ve şimdi...

Yol boyunca uyudum desem yalan olmaz. Uyandığımda uçak Alpler üzerinden geçmekteydi ve zaten kısa bir süre sonra da Münih'e indi...

Almanya'ya ayak bastığımda gökyüzü hayli griydi, ardından fazla beklemeden yağmur indirdi. Frauenkirche yani ''Kutsanmış Annemiz Katedrali''nin bu görüntüsüne ilk yağmur damlaları da işte böyle yerleşti...


Duanın nerede edildiği, dileklerin nereden gökyüzüne uçurulduğu doğrusu çok da önemli değildi, her zamanki gibi önemli olan niyetti. Ve şimdi; Münih'te saat 17.00'ye yaklaşmakta, yağmurlu kente akşam, benim de ayaklarıma karasular  indi! Yani özetle; buraya sağ-salim varıldı efendim, biraz uzanıp  dinlenme zamanıdır şimdi...

9 Aralık 2009 Çarşamba

Dış Hatlar/Giden Yolcu...


Toplandı, herşey hazır sayılır. Son bir kontrol daha yapılıp fermuarlar çekilecek...


Uçuş çok erken, böğğğk, gene sabahın köründe havaalanına gidilecek ve bu durumdan her zamanki gibi iğrenilecek!..


Eminim daha uçak kalkmadan baş mindere gömülecek, havadaki ikram servisi başlayıp kahve kokusu duyulana kadar  uykuya kalınan yerden devam edilecek...


Pazar öğleden sonra yurda dönmek  üzere hoşçakalsın herkes, geride kalanlar özlenecek...

6 Aralık 2009 Pazar

Sorgu-sual halleri...

Bu Pazar'ı bana okurlardan gelen bazı ''meraklı'' e-postaları cevaplamaya ayırayım dedim, hepsini bir arada, toptan cevaplamak sanırım daha pratik olacak. Başlayalım bakalım...

- Yukarıda fotoğrafı görülen takı sevgili Esra'nın bana Himalayalardan alıp getirdiği meşhur ''OM'' kolyesi oluyor. Sanskritçedir ve bu sembol eminim birçoğunuza  tanıdık gelecektir. Yakın zamanda sol omuzumda bir dövme olarak da belirebilir. Evet, altını hiç sevmem, gümüşe tutkunum. Taktığım yegâne altın takı, sağ elimin yüzük parmağında, iki gümüş yüzük arasında taşıdığım alyanstır. Rahmetli babacığımın alyansıdır, vefatından hemen sonra annemden alıp Kapalıçarşı'da parmağıma göre küçülttürdüm ve 1993'ten bu yana hiç çıkartmadım. Kısmetsizlik ya da uğursuzluk getireceğini söyleyenlere o zaman da gülmüştüm, kusura bakmasınlar ama halen gülüyorum:)

- Kaç kiloyum? Efendim, geçen sene Aralık ayında Ankara'dan İzmir'e geldiğimde 71 kilo idim, az önce tartıldım, şu anda 61 kiloyum. Diyet ya da düzenli spor yapmadım, ilaç-milaç kullanmadım. Yediklerimi panik ve suçluluk duygusu ile değil (tüh, gene fazla kaçırdık, şimdi bu yediklerim bana löp löp et, top top yağ olarak geri dönecek!.. vaziyeti yani)  sevgi, saygı ve şükran hisleriyle, varlığımı sevgiyle beslemeleri niyetiyle yiyorum. Vejetaryenim, ya da öyleydim çünkü son birbuçuk senedir, doktor dayatması ile haftada iki kere balık yiyorum. Bunun dışında öldürülmüş hiçbir canlının etini tüketmiyorum, kırmızı etin ve tavuğun tadını unutalı çok oldu. Girit kanı taşıyorum, dolayısı ile yağ olarak yalnızca zeytinyağı kullanıyorum ve yeşil renkle besleniyorum. Günde en az bir saat yürüyorum, köpek kız Fadik tasmasından kurtulup kaçtığında da ortalama yarım saat nefes nefese koşuyorum:) Oturmayı sevmiyorum, sürekli hareket halindeyim. Ev işlerini kendim yapmayı tercih ederim, hastalığımın ağır dönemleri hariç yardımcım olmadı, o gerçekten zor zamanlardaki yardımları için Moldova'lı Dina'ya ve Ankara'dan Ayşe Hanım'a çok teşekkür ederim. Yeterli midir?..

- Evde bir köpek, yedi kedi olmak üzere sekiz saf ruh bulunmakta. Tabii bunlar resmî kayıtlar, resmî olmayan kayıtlara göre bir sivrisineğimiz ve bir de örümceğimiz mevcut. Evet, sivrisinek bile öldürmem çünkü onu ben yaratmadım, bu hakkın yalnızca yaradana ait olduğunu düşünüyorum. Yağmur sonraları ezilmesinler diye yollardan kurbağa, salyangoz, solucan topladığım doğrudur, hareket halindeki arabayı ''Amanın, duralım Arif Bey!..'' ricasıyla ikide-bir durdurup, yol ortasındaki kaplumbağalara yâhût perişan vaziyetteki başka hayvanlara ilkyardım hizmeti verdiğim, gittiğim hemen her yemekten sonra muhakkak mutfağı ziyaret edip artıkları toparladığım ve yemekten çıkıp hayvan barınaklarının yolunu tuttuğum, akrep, yılan, fare gibi hayvancıklardan korkmadığım, hâttâ bugüne kadar onlarca fareyi elime alarak hayatî tehlikelerden kurtarmış olduğum da şehir efsanesi değil, hakikattir... Çünkü bu tür gariban hayvanattan değil de, insan sûretine bürünmüş vaziyette ortalıkta dolaşan bazı yaratıklardan korkmayı daha akıllıca buluyorum...

- Evet, hemen hiç televizyon izlemem, zaman kaybı gibi geliyor bana... Sinema tutkunuyum. Özellikle İspanyol, İtalyan, İran ve Japon sinemasını severim. Bağımsız film meraklısıyım yani. Haftada ortalama beş film izlemezsem rahatsız olurum. Dizi izlemem, izlediğim son dizi ''Lost'' idi, devamını sabırla bekliyorum...

- Hiç estetik ameliyat geçirdim mi? Evet, tam olarak estetik kaygısıyla olmasa da burnum için beş kez ameliyat masasına yattım. Meme kanseri sebebiyle de altı ameliyat geçirdim. Her iki göğsümde de ''damla silikon protez'' taşıyorum. Hipermetropum, yakın gözlüğü kullanıyorum. İki farklı renkte lensim var, canım istediğinde takıyorum. Cildimin yaşıma göre oldukça iyi göründüğünü söyleyen ve bunun sırrını soranlara gülümsüyorum:) Kanser sonrası bütün hayat felsefemi değiştirdim, artık eskiden olduğu gibi göz kenarı kremi, dudak kıvrımı serumu, yok bilmemne zımbırtısı gibi dışarıdan uygulanan şeyleri kullanmıyorum, varlığımı içten beslemedikçe dıştan yapılacak hiçbirşeyin işe yaramayacağını öğrendim. Su, sabun, basit bir nemlendirici krem ve kötülükten uzak durmak, içsel niyetlerime dikkat etmek herşeyi halletmeye yetiyor. Sabahları aç karnına ballı elma sirkesi içiyorum, onu da ekleyeyim. Makyaj malzemelerimin ve parfümlerimin tamamına yakınını yurtdışından alıyorum çünkü daha ucuz ve seçenek çok. Marka tutkumun olmadığı da doğrudur, yurtdışında 2.el giysi dükkânlarını ve ucuz pazarları dolaşıp gardrobuma hikâyesi olan şeyler eklemeye bayılıyorum. Ayrıca, zaman zaman tanıdıklarımdan, arkadaşlarımdan da giysi alıp, kendiminkilerle değiş-tokuş etmekte sakınca görmem. Asıl maksat işe yarayacak olmasıdır, kilolu olduğum dönemdeki bütün kıyafetlerimi bu mantıkla arkadaşlarıma dağıttım...

- Sinir olduğum birşey? Elbette çok şey var da; meselâ ciklet çiğnemeyi hiç sevmem, en fazla beş dakika tutabilirim ağzımda. Bana göre ciklet ağzı ve nefesi ferahlatmak için kısa bir müddet çiğnenir, öyle durmadan çakkıdı-çukkudu ciklet çiğneyenlere, hele ağzında cikletle yaya yaya konuşanlara sinir olurum! Bir de; herkesin herkesi koşulsuz sevmesi beklenemeyeceğine göre, öyle yüzden, yapıştırma ''sevgi kelebekliği'' hali, gûya herşeyi ve herkesi seviyor olma vaziyeti asabımı ayaklandırır, ''sevmemek'', ''hoşlanmamak'' da insanî bir haktır ancak iş bu sebeple düşmanlık etmeye, dedikodu, iftira ve pislik yapma yoluyla zarar vermeye gelip dayanırsa, orada dururum ve durdururum! Öte yandan, bu şekilde davrananlara çok da acırım, zira müthiş bir acizliğe ve karakter zaafına işarettir. ''Sevmiyorsan sevme, birbirimizi sevme mecburiyetimiz zaten hiç yok, bir şekilde ve her şekilde uzak dur ama kasıtlı olarak zarar vermeye uğraşırsan işte o zaman külâhları değişiriz!..'' düsturu ile hareket ederim. Kasıtlı kötülük, yalan-dolan ve en önemlisi de iftira, asla tahammül edemediğim ve affetmeye uğraşmadığım şeylerdir!

- Son zamanlarda beni en fazla duygulandıran şey, kitabım ''Tırmık İzi''nin ölüm döşeğindeki yaşlı bir amcaya kızı tarafından okunduğunu ve amcanın kitap bitmeden vefat ettiğini öğrenmek oldu:( Bazı bölümler okunurken ağlamış, kimi yerlerde kahkaha ile gülmüş, meğer farkında olmadan ne çok hayata dokunmuşum. Yolu ışıklı olsun, kitabın geri kalan kısmını sonsuzluğun bir yerinde buluştuğumuzda ben tamamlarım nasılsa, dilerim huzurla uyusun...

- Evet, günde en az üç büyük fincan filtre kahve ve akşam saatlerinde, imkânım varsa bir fincan sade sakızlı ya da kakuleli Türk kahvesi içerim. Çay ve kahvede tatlandırıcı yâhût şeker kullanmam, zaten genelde şeker kullanmam. Baharat tutkunuyum, mutfağımın rafları dünyanın dört köşesinden gelme acaip baharatlarla doludur. Bazılarını kendim imâl ederim, en son Hint mutfağının meşhur baharatı ''garam masala'' yı yaptım, muhteşem oldu, arada ufak kavanozun kapağını açıp derin derin kokluyor ve bilseniz nerelere gidiyorum:) Yemek pişirmeyi çok severim, klasik tariflere bağlı kalmadan farklı denemeler yapmak midemden evvel ruhumu besler. Evimin merkez üssü mutfaktır, önemli telefon görüşmelerimi mutfakta yapar, kitaplarımı orada okur, çoğu kararımı da orada veririm. Mum ve tütsü, evimde her gün muhakkak yanması gereken iki şeydir. Yazarken fecî konsantre olurum, telefonlara, kapıya bakmam, konsantrasyonumu bozacak dış etkenler beni delirtebilir! Yazımı tamamladığımda dünya yeniden dönmeye başlayabilir ama daha önce lûtfen bana kimse dokunmasındır. Uykuyu severim ve adetâ aşkla uyurum. Hastanede yattığım zamanlar da dahil, ne durumda olursam olayım, dişlerimi fırçalamazsam olmaz, buna engel teşkil edecek bir durum olursa aklımı kaybedebilirim! El kremi ve deodorant kullanmadan köpek gezdirmeye bile çıkamam, bu konuda da takıntılıyım. Hayvan tüyüne hiç itirazım yok ancak sağda-solda, lâvaboda, küvette insan saçı görmeye tahammül edemiyorum, kanser tedavisi sırasında çok kısa kestirdiğim saçlarım artık uzadığından bu konuda sıkıntılıyım ama genel istekler bu yönde, ne yapayım?..

Yâhû; ben sıkılırım böyle kendimi anlatmaktan, yetsin bu kadarı, izninizle yazıyı artık bağlayayım. Herkese iyi Pazar'lar efendim, haftaya Pazar yazısı olmayabilir çünkü o gün  Almanya'dayım...

Ek ve de dip: Yarın sabah, İstanbul'da meme kanseri sebebiyle sol göğsü alınacak olan  hastalık ortağım sevgili Seda'ya bol şans diliyor ve bu yazıyı okuyan herkesin ona pozitif enerjiler göndermesini rica ediyorum. Kendisini hiç görmedim ama hastalığını öğrendiğinden bu yana telefonla terapi çalışmaları yaptık, eminim herşey çok kısa süre içinde düzelecek. Seda'cığım, seni seviyorum ve sana inanıyorum, başaracaksın...

2 Aralık 2009 Çarşamba

Ordan-burdan araklama bir yazı...

Baştan söyleyeyim; fotoğrafı Milliyet gazetesinden arakladım. Dün gece büyük bir keyifle izlediğim, Woody Allen amcamızın son filmi ''Whatever Works'' ten arakladığım hoş bir repliği de Facebook profilime koydum ancak tabii ki kaynak gösterdim, fena niyetliler boşuna heveslenmesin:) (Bir de; farkettim ki, ben bu Facebook işinden bir hayli sıkıldım, her gün gelen onlarca mesajı tek tek  okumaya yetişemediğimden okunmamış mesajlar bölümü giderek kabarıyor ve bu da canımı sıkıyor, bunalıyorum, öfff!..)  Filmin adını dilimize ''Kim, Kiminle, Nerede?'' diye çevireni de merak ettiğimi belirtmeliyim bu arada, çünkü orijinal anlamını doğrulamıyor. Yazıya başlık atarken henüz başlayan ''Aralık'' ayı ile ''araklamak'' arasındaki ses benzerliğinden yola çıkmış olabilirim belki, bilemiyorum. Sevmem zaten Aralık ayını, nemrut bir aydır bana göre, neyse ki 2009'un Aralık'ı çat burada-çat kapı arkasında, Almanya-İstanbul-İzmir  hattındaki yoğun  seyahatlerle çabucak geçecek, o yüzden fazla durmuyorum üzerinde... Herneyse, ben bu araklama yazıyı sayfaya girerken İzmir'e şakır şakır yağmur yağıyor, Fenerbahçe-Twente maçı 0-0 devam ediyor, üzgünüm ama  netice beni hiç alâkadar etmiyor. Ankara'dan eski komşum, canım arkadaşım Esra Önen'in bana teeee Himalaya'lardan alıp getirdiği kocaman gümüş  ''OM''  kolyesi de nihayet boynumda,  huzurla sallanıyor:) Sadece kendisinden aldığım talimatlara bağlı olarak çalıştığım değerli amirim sıhhatim sebebi ile bu aralar daha ziyade  ''home office'' halinde olmamı istediğinden, sabah yataktan kalktığım köpek desenli  pijamalarım halen üzerimde duruyor. Aslında içimden öyle uzun uzun yazı yazmak da gelmiyor, doğrusu bu yağmurlu dolunay gecesinde dünyaya hayli sert değişim/dönüşüm enerjileri akarken, baştan gönüllü olarak ve elbette neticelerine katlanarak ''şeyyy, örtmenim, gece çok yağmur yağdı, elektrikler kesildi de o yüzden şaapamadım valla, kem-küm...'' şeklinde bahanelerle kıvırma vaziyetindeyim yani. İlişkiler üzerine naçizane yazdığım yazılar fena halde ilgi gördüğünden ve özellikle erkek okurlardan ciddî geri dönüşler aldığımdan (bkz. ''ilişki gurusu/kayısı kurusu'' hali) , bu defa da erkek bir yazarın yazısını alıp buraya yapıştırayım ve işin kolayına kaçayım istiyorum. Valla istiyorum bunu, yalan mı söyleyeyim, film izleyeceğim çünkü, açıkcası burada öyle fazla oyalanmak istemiyorum. Aha da buyrun, okuyun, ben müsaadenizle ortamdan çekiliyorum:)

........................................................

Bir erkeğin hayatı seçtiği kadındır...

Bir erkeğin düşünsel yeteneği, estetik birikimleri ne olursa olsun, hayatta durduğu kat, içine doğduğu kattır, yani tanıdığı ilk kadının, annesinin onu bıraktığı kat...



Giyim zevkinin bulunmadığı bir bahçede doğduysanız, giyim zevkinizin gelişmiş olduğu bir bahçeye sizi ancak bir kadın götürür, sofraların inceliklerle donatılmadığı bir katta doğduysanız, incelikli sofraların bulunduğu kata sizi götürecek olan da bir kadındır.



Birlikte olduğunuz kadın değiştiğinde, değişen yalnızca bir kadın değildir, hayatın neredeyse bütünü değişir, bir başka kata, bir başka bahçeye geçersiniz, orada herşey farklıdır. Dinlediğiniz müzik, okuduğunuz kitap, yediğiniz yemek, gittiğiniz yerler, buluştuğunuz arkadaşlar, hatta taktığınız kravat bile değişir. Bir erkeği hayatın içinde kadınlar gezdirir, hayatın katları arasında kadınlar dolaştırır.



Zevkli bir kadına rastlarsanız zevkiniz, bilgili bir kadına rastlarsanız bilginiz, esprili bir kadına rastlarsanız espriniz, zekî bir kadına rastlarsanız zekânız gelişir; yeni huysuzluklar, kaprisler, kavga nedenleri, acılar da öğrenirsiniz. Hayat, kutsal kitaplarda anlatıldığı gibi kat kattır; Babil'in asma bahçeleri gibi teraslar halinde yükselir. Bir terastan bir terasa sizi kadınlar götürür. Ve, bugün durduğunuz teras, seyrettiğiniz manzara, gördüğünüz hayat, yanınızdaki kadının terası, manzarası, hayatıdır; hayatın hangi katında durduğunuzu, yanınızdaki kadının durduğu kat belirler.



Hayatınız, seçtiğiniz kadındır.
Bir kadın değil,  bir hayat seçersiniz çünkü...

........................................................



Ahmet ALTAN abime  teşekkürlerimle,  şahsen  pek de öyle ateşli bir hayranı  sayılmam ama boşuna ''kadın dostu erkek kalem'' dememişler sanırım kendisine. Ben de bu araklamayı yapmak sureti ile,  şimdi  izleyeceğim güzel film için zaman yaratmış oluyorum kendime, konu üzerinde tartışmayı okurlara bırakıp toz olayım hemen, neme lâzım, di mi ama, he he:)


SON DAKİKA NOTU:  Ve bir üzücü haber de yurtdışından, Londra'dan çıkıp geldi. Ailemizin müzisyeni Alan Parsons'un yol arkadaşı, The Alan Parsons Project'in kurucularından değerli besteci ve müzisyen Eric Woolfson kanser sebebiyle 64 yaşında hayata veda etti:( Şarkılarını, müzikallerini çok sevdiğimiz bir sanatçı idi, yolu ışıklı olsun diyor, onu harika şarkılarıyla sonsuzluğa uğurluyoruz. Yazdığı en güzel eserlerden biri ve benim de favorim olan  ünlü GAUDI müzikalinin sonunda söylediği gibi: ''Until the next time Eric, good bye... For the time being...'' (Bir dahaki sefere kadar, hoşçakal Eric... Şimdilik...)

Şu anda ''Night Of The Proms'' turnesinin Almanya ayağını sürdürmekte olan Mr. Alan Parsons (ki; haftaya Münih'te buluşacağız umarım) Mannheim'dan Oberhausen'a otobüsle giderken haber aldığı yakın dostu Woolfson'un ölümü ile ilgili bir açıklama yaptı. ''Eric'in hastalığından haberim vardı, fakat kendisi cesurca bunun duyurulmamasını istedi hep... The Alan Parsons Project'i birlikte var ettiğimiz günleri büyük bir sevgi ve saygıyla anıyorum. Onun yarısı olan Eric'in itici gücü ve bıraktığı miras pek az sanatçının deneyimleyebildiği birşeydi ve bunun için ona her zaman şükran duyacağım..." diyen Parsons, daha sonra dün geceki konserinde, senfoni orkestrası eşliğinde yol arkadaşına ithaf ettiği ''Silence and I'' isimli şarkıyı çalarak, yüzlerce seyircinin alkışlarıyla  Eric Woolfson'u uğurladı...

30 Kasım 2009 Pazartesi

Forvet...

Birkaç gün sürecek bir sessizlikti; söylemiştim... Televizyonu DVD izleme amacı hariç asla açmadan, interneti zorunlu haller dışında kullanmadan, aşağıdan zart-zurt basılan kapı ziline hiç aldırmadan, çalan telefonların ve gelen mesajların pek azına cevap vererek, ruhuma ''iyi'' gelecek müzikler dinleyerek, ''iyi'' filmler izleyerek, sadece seçilmiş insanlarla bir-iki kelâm ederek, çok uyuyarak, sağdan-soldan gelen kavrulmuş et kokularından sebep, çoğu kez önümdeki sebze tabağını da itip sofradan kalkmak sureti ile gayet az yiyerek, hayatın gerçeklerinden çok daha sert kahveler içip yüzümü buruşturarak ve etrafımdaki saf ruhların gündelik serüvenlerini  izleyerek eksilip bitti işte zaman... Bu arada; dün stüdyoya girip seslendirme yapmak da bana iyi gelen şeylerden biriydi tabii, çünkü hâlâ aşkla seviyorum ben asıl mesleğimi...

İki harika film izledim. İlki; orijinal ismi ''Departures/Gidişler'' olan ama dilimize ''Son Veda'' olarak  çevrilen  çok ödüllü ve dahî bir adet de Oscar'lı  Japon filmiydi. Yojiro Takita'nın yönettiği bu sıradışı film ile ilgili detayları araştırmayı meraklısına bırakıyorum ama özellikle ölümden hâlâ korkanlar varsa, muhakkak izlemelerini tavsiye ediyorum. Yani özetle ''nefis çello tınıları ve genç aktör Masahiro Motoki'nin büyüleyici oyunculuğu bu filmi unutulmazlar arasına çoktan ekledi bile'' diyorum...

Ve diğeri de, sevgili doktorum Can Kopal'ın izlemem için seçip getirdiklerindendi. Orijinal adı ''The Kite Runner'' olan Marc Forster işi  ''Uçurtma Avcısı'' da sıradan olmayan filmler listesindeydi. Hoş müziği ile izleyeni en başından sarıp sarmalayan filmdeki ''hakiki''lik sonuna kadar da devam etti. İçinde bu tür gayet ''insanî'' yüzleşmeler olan hikâyeleri zaten hep sevmişimdir, bunu da sevdim tabii. ''Giderek daha da tahammül edilmez bir dijital ucubeye ve ucuz hâyâl tacirliğine dönüşen Hollywood sinemasına karşı direnişim aynen devam edecektir!'' diyerek, bu filmi de meraklısına hararetle tavsiye ederim...

Şimdi; sakinim, çok sakinim... ''İyi'' bir müzik eşliğinde (Sting&Chris Botti/Shape Of My Heart diyebilirim...) zengin aromalı, hayli eski bir gravyer peyniri çiğnemenin ve yanında ona yakışacak, tütsülü, buruk  lezzetini dengeleyecek  birşeyler içmenin derin hazzı içindeyim. On gün kadar sonra ise umarım Almanya/Münih'teyim. Belki de daha şimdiden, orta Avrupa'nın ısırgan soğuğundan burnum kızarmış vaziyette, ellerim ceplerimde, Münih caddelerinde, ara sokaklarında ıslık çalarak yürümekteyim. İçimde hiçbir eksik-gedik yok, böyle çok iyiyim, çünkü ben hayatın yedek kulübesinde bekleyecek bir oyuncu değilim,  şükür ki; her zaman kendi hayatımın muhteşem forvetiyim:) ... (*)


(*) forvet : İngilizce forvet (forward) sözü, ileride olan, öndeki; ön, ileri anlamları taşımaktadır. Futbolda ise takımın ileri hattında görevlendirilmiş olan oyuncu anlamında kullanılmaktadır.  Sözün bu anlamı için ''ileri uç oyuncusu'', ''hücum oyuncusu'' karşılıkları önerilmektedir... Açıklama için muchas gracias ilgili sözlük:)
..................................................................................................

''AŞK .... Sarp kayaların dehlizinde saklı, tılsımlı define gibidir.
Ele geçirilmesi bir hayli zordur.
Sabır ve meşakkât ister. Ele geçen definenin muhafazası ise;
o defineyi bulmaktan çok daha zordur.
SADAKÂT ve İSTİKAMET ister...'' demiş benim sevgili İbrahim Sudak kardeşim, e kendisine de bu vesile ile teşekkür etmez miyim?..

......................................................................................................


SON DAKİKA NOTU: Çok üzgünüm, yolu ışıklı olsun:( Karpuz kabuğundan gemiler yapmak üzere gene buluşacağız sonsuzluğun bir yerinde, inanıyorum...

26 Kasım 2009 Perşembe

Dilek...

Şöyle bir dileğim var; deriiiin bir uyku haline girsem, öyle ki; istesem de gözümü açamasam, uyusam, uyusam, şu birkaç gün içinde olacaklardan hiç haberim olmasa, herşey bitip ortalık sakinlediğinde uyansam... Birşey duymasam, birşey görmesem, kimse kapıyı çalmasa, telefonlar sussa, internet bağlantısı kopsa, dışarıdaki hayatla hiç alâkam kalmasa... Sadece yorganı başıma çekip, etrafımdaki saf ruhların nefesleri eşliğinde uyusam, uyusam, uyusam... İçinde ''kan kırmızı'' olmayan rûyalara dalsam, bir rûyadan diğerine  mutlu mutlu koşuşan koyuncukları saysam... Bayram bitince tekrar uyansam... Ha güzel  Allah'ım, olmaz mı ki?..

Fotoğraf: Selçuk/Meryem Ana Evi-Baturhan ATABEY (Olay yeri foto muhabiri)