22 Şubat 2014 Cumartesi

Sekiz basamak da; merdiven değil bu birader!..

Yoga Marga: Yoganın 8 Basamağı: Patanjali'ye göre Asthanga Yoga’nın 8 basamağı: Yama : Sosyal disiplin Niyama : İç disiplin Asana : Yoga pozları Pranayama :...

Hele bir bakın bakalım, bu sekiz basamağın hangilerini hayatınıza uyarlayabilir, yoga öğretisinin temel şartları olan bu basamakları nasıl içselleştirebilirsiniz? Aa, ne o, yoksa siz yogayı sadece acaip beden hareketlerinden ibaret bir saçmalık mı sanıyordunuz? Neyse canım, öğrenmenin ne yaşı, ne de zamanı var, geç kalmış sayılmazsınız yani ;)


14 Şubat 2014 Cuma

Çarklar-2/ Bel altı seviyesi...


Yoga eğitmenliği eğitimimizin bir bölümünde değerli hocamız Zeynep Aksoy bize bir video izletti ve daha sonra üzerinde tartıştık. Tarihçi, mitolog ve araştırmacı Joseph Campbell'ın bir konferansıydı bu ve ekranda bizlere farklı dünya mitolojilerinde çakraları anlatan bu yaşlı adam artık bu dünya boyutunda değildi. İnternette Campbell'ın birçok videosu var ama, Türkçe altyazılı olanını bulabilir misiniz, bilemiyorum? Biz de İngilizce olarak izledik konferansı...

Joseph Campbell, uzakdoğu, Hindistan, antik Mısır, Avrupa ve Amerika tarihi üzerinden örnekler göstererek farklı inanç sistemleri içinde çok benzer şekilde ifade edilen çakraları anlatıyordu. Zira; bedenin ana direği omurga üzerinde, yedi ayrı noktada yerleşmiş bulunan bu enerji merkezleri insanın ruh, beden ve zihin dengesi+sağlığı açısından çok önemliydi. En alttaki kök çakra ile başlayan bu enerji merkezleri, cinsel organların hemen üst kısmındaki kasık bölgesinde bulunan ikinci çakra ve göbek deliğinin az üzerinde yer alan üçüncü çakra ile devam eder. Ve burada asıl ilginç olan noktayı işaret ediyor Campbell, halen dünya üzerinde yaşamakta olan insanların çok büyük bir bölümü bu üç çakra seviyesindeki enerjilerle hayatını sürdürüyor ve omurga içinden sarmal şekilde yükselmesi gereken "kundalini enerjisi" göbek deliği üzerinde yer alan üçüncü çakradan yukarı çıkamıyor, bu üç çakra arasında tıkanıp kalan enerjiyle yaşıyor ve ölüyor çoğu insan. Dördüncü çakra olan "kalp çakrası" seviyesine çıkabilenler ancak "uyananlar" oluyor, "aydınlananlar" demiyor bakınız. Alttan başlayarak göbek deliği üzerine kadar gelen kundalini enerjisi çoğu kişide daha yukarı seviyelere ulaşamıyor. Campbell buna "hayvani bilinç seviyesi" diyor. Yani doğadaki çoğu hayvan türü de bu bilinç seviyesi içinde hayat döngüsünü devam ettirip tamamlıyor...

Yani nedir bu; daha ziyade "içgüdüsel" eğilimlerde yaşamak, "benmerkezci" olmak, dünyevi kavramlara sımsıkı tutunmak, egonun egemenliği ve korkunun krallığı. Bu seviyede yaşayan insan, kurallarla şekillenmiş bir dine ihtiyaç duyuyor. Yaratıcısı ile olan bağlantıyı tek başına kurabilmekten aciz olduğunu varsayıyor. Varolan din sistemleri de genellikle bunu işaret ediyor zaten, bir peygambere, bir kutsal kitaba ve kurallarla düzenlenmiş bir dine ihtiyacın var, tapınakların, ibadet şekillerin, ritüellerin olmalı, yoksa inançlı sayılamazsın. "Bütün popüler din anlayışlarını incelediğinizde, dualarda aynı temel yapıyı görürsünüz" diyor Campbell, "bolluk-bereket-zenginlik ve buna endeksli başarı, kendisi ve yakınları için sağlık gibi birey odaklı, kişisel talepler..." Bu üç çakra seviyesinden üste çıkamayan insan, şehvet, korku, sosyal kimlik ve görevler kapanına kısılmış şekilde yaşıyor, bolluk dendiğinde bunu para ve zenginlik olarak algılıyor, başarıyı da gene paraya endeksliyor. Ev, araba, eşya, mal varlığı peşinde hayat tüketiyor. Cinsel enerjisini doğru yönlendirme gibi bir derdi yok, şehevi hislerinin peşinde kolayca savrulabiliyor. Yani çoğu insan ilahi bir armağan olan cinselliği olması gereken şekilde değil, hayvani seviyede, hakiki bir ruhsal ve bedensel tatminden çok uzak bir "çiftleşme" olarak yaşıyor. Sekse düşkünlük, yemeğe ve dünyevi zevklere düşkünlükle doğru orantılı. Yiyeyim, içeyim, çiftleşeyim, bol para kazanayım, ev, araba, eşya, altın alayım, üreyeyim, soyum sürsün, gerisi mühim değil yani... Bu üç çakra seviyesinde ölüm korkusu da çok fazla, egolar iyice köklenmiş durumda, salıvermek, bırakmak, akışa güvenmek diye bir şeyden bahsedilemez bile, tüm ilişkiler, hayata dair her şey garanti altında olmalı, sigortalanmalı, halbuki bütün bunların altında muazzam bir "kıçını kollama" içgüdüsü yatıyor. "Kendini ve sana ait olanları koru, sağlama al, gerisini ziktir et, sana ne gerisinden?" mantığı bu ve işte zaten Campbell de buna "hayvani bilinç seviyesi" diyor...

Uluslararası yoga eğitmenliği yolunu birlikte yürüdüğümüz kardeşimin eşi sevgili Gülsün'le bu konuyu konuştuğumuzda çok güzel bir yaklaşımla özetledi konuyu, "yani belden aşağı denen olay aslında bu, bel seviyesinin üzerine çıkamayan bilinç seviyesi insanı hayvanlarla aynı döngü içinde tutuyor..." diyerek, kendisine bu vesile ile bir defa daha teşekkür ederim, çok doğru bir niteleme çünkü. O bel altı seviyesinden yükselip kalp çakrasına ulaşamayan insan, bir illüzyona, bir rüyaya tutunuyor, tüm gerçekliği dünya hayatından ibaret, tensel hazlar peşinde koşması, bir türlü doymak bilmeyen ruhunu orantısız seks ve yemekle tatmin etmeye çalışması, sigara, alkol, uyuşturucu gibi zevkli bağımlılıkların esiri olması bundan. Ve tabii çok mutsuz olması da gene bundan...



Sanskritçe "anahata" dediğimiz kalp çakrası boyutuna ulaşılamadığı müddetçe gerçek bir spiritüelliğin yaşanabilmesi de mümkün değil. Son derece gelip geçici bir illüzyon olan dünya deneyimine kendini kaptırmış şekilde ve "güya" yaşıyorsun. Ölümden, elindekileri kaybetmekten ödün kopuyor, halbuki sahip olduğunu sandıklarının tamamının senden alınacağını ve neticede kendinin de yok olacağını gayet iyi biliyorsun.  Birey odaklı yaşıyorsun, evrensellik bilinci senden çoook uzak, istediğin bütün iyi, güzel, değerli ve anlamlı şeyler sadece kendin ve sana yakın olanlar için, gerisi bok yesin yani! :) 

Akşam Karma Yoga'da harika bir "chi-gong" çalışması yaptık, bunun verdiği tatlı bir yorgunluk ve uyku ihtiyacı var şu an. Devamını başka bir yazıya bırakmak arzusundayım. Siz şimdilik bu "bel altı"  bilinç seviyesi üzerinde düşüne durun bakalım. Çakralarınız hep açık OLsun diyerek çekiliyorum huzurdan, şimdilik kaydı ile elbette ;)



11 Şubat 2014 Salı

Var...



''Acı var; o kadar! Hepimiz acı çekiyoruz. Yapacağımız şey tarafsız gözle bu acıyı gözlemlemek ve acıya sebep olan anlayışı beslemeyi bırakıp acıyı sonlandırmak…''

Cem ŞEN (Onunla tanışmak isteyenleri bu taraftan alalım lûtfen, buyrun)

8 Şubat 2014 Cumartesi

Bu kaçıncı?..



Hatırlamıyorum, hakikaten net olarak hatırlamıyorum, ayrıca çok da önemi yok zaten kaçıncı ziyaretim olduğunun… Düşüp kolumu kırdığım için neredeyse bir sene ötelenmek zorunda kalındı, bana kalsa Mayıs ortaları gibi gitmeyi tercih ederdim ama ne çare, biletimin geçerlilik süresi doluyor. Hayırlısı…

Rengârenk bir ev seçtim bu defa, gene yüz yaşında falan ve tabii restorasyondan geçmiş, ufacık-tefecik fakat hem şehrin kalbinde, gideceğim her yere yürüme mesafesinde, hem de daha şimdiden kafalarımızın çok uyuştuğu, frekansımızın tuttuğu hayvansever ve sanat aşığı bir evsahibim var, sevgili Yeray Márquez… Konukların beraberlerinde getirebilecekleri kedi ve köpekleri için minderleri, sepetleri bile düşünmüş Yeray, kendisinin de köpeği var zaten ve bu eve karar vermem için evin bayram feneri gibi rengârenk oluşundan önce bu hayvanseverlik vurgusu tek başına kâfi geldi bana. Daha sonra evsahibimle temasa geçip yazıştığımda da yanılmadığımı, isabetli bir seçim yapmış olduğumu anladım. Eh, şimdilik bu kadar diyelim ve geri kalan kısmın hikâyesini kalbimin şehirlerinden Madrid'e bırakalım, oradan canlı canlı anlatalım. Kısa süre sonra, gene bu sinemada:)

7 Şubat 2014 Cuma

Narkissos...


Yoga eğitmenliği eğitimi sürecinde bulunan Gülsün, Haluk ve ben artık akşam yemeklerini de çok hafiflettik. Bazı akşamlar hiç yemek yemeyerek bedenimizi dinlendiriyoruz. Yersek de çorba, salata gibi tek çeşit ve çok hafif bir şeyler yiyoruz zaten. Ben genellikle ikindi vakti meyve yemeyi tercih ediyorum akşam yemeği niyetine... Ya evde hazırlayıp götürüyorum, ya da TRT yakınındaki Kahramanlar Tansaş'a uğrayıp tane hesabı ile alıyorum meyvelerimi ve kurumdaki odamda yiyorum. Gene öyle yapmak üzere Tansaş'ın önünden geçirdim yolumu, meyvelerimi alıp kasa sırasına girdim. Arkamda yaşlı bir adam vardı eşiyle, epeyce alış- veriş de etmişler, önden geçsinler diye sıramı onlara vermek üzere kenara çekildim, acelem yoktu nasılsa. Yaşlı adam teşekkür manasında bir baş hareketi yaptı, ben elimle "buyrun" işareti yaptım, karşılıklı gülümsedik falan. Eşi önden geçip aldıklarını poşetlere doldurmaya başladı, o sırada yaşlı adam bana doğru dönüp dikkatle, taaa gözlerimin içine baktı, anlaşılması çok güç de olsa heyecanla adımı hecelediğini işittim ve o zaman tanıdım bu yaşlı adamı. Yıllar, çok uzun yıllar sonra gözlerimizde birikmiş yaşlarla sımsıkı sarıldık birbirimize, bana çok şey öğretmiş bu kıymetli insanın göğsüne başımı yaslayıp ağlamak istedim ama sonra bunun onu üzeceğini düşünerek tam tersini yaptım, gözlerimdeki yaşlarla gülümsedim ona...

O ise etraftaki insanlara ve kasiyer kıza beni göstererek anlaşılması hayli güç şekilde "en sevdiğim öğrencilerimden, çok iyi yazardı, hep iyi yazardı..." diyordu heyecan içinde. Bir rahatsızlık geçirdiğini eşinden o sırada öğrendim, konuşma yetisinin büyük kısmını kaybetmişti ama herkes tarafından bilinen o meşhur hafızası halen pırıl pırıl ve işlekti. O; "Halikarnas Balıkçısı" olarak bilinen Cevat Şakir Kabaağaçlı'nın ve ülkemizin mitoloji konusundaki en engin bilgiye sahip kadın yazarı filolog, arkeolog, antik Yunan ve Roma dilleri uzmanı, efsanevi "Küçük Prens"i dilimize kazandıran çevirmen Azra Erhat'ın manevi oğulları araştırmacı, gazeteci, yazar ve muazzam bir turist rehberi, bugün  pekçoğu radyo, televizyon ve gazetelerde başarıyla çalışan tanınmış yayıncılar, gazeteci-yazarlar olan yüzlerce öğrenci yetiştirmiş bir akademisyen, çok sevilen bir hoca  Prof. Dr. Şadan Gökovalı idi...

Eşsiz bir tarih ve mitoloji bilgisine sahip bu muhteşem adam dört sene boyunca benim de hocam olmuştu ve ondan öğrendiklerimi hiçbir zaman unutmamıştım, çünkü öyle bir öğretme becerisi vardı. Herhangi bir yeri onun rehberliğinde gezip dolaşmak ise çok büyük bir şanstı, başka rehberlerin asla aktaramayacağı bilgilerle donatırdı sizi, tarihin tozlu sayfalarını üfleyip oradan pırıl pırıl, yepyeni hikayeler çıkarır ve anlatım tarzıyla da adeta büyülerdi. Tarihleri, isimleri, soyadları asla karıştırmaz ve unutmaz, çok uzun şiirleri ya da kitap alıntılarını ezberinden okurdu, dedim ya, mesleki başarıları kadar hafızası ile de meşhurdu...

Bana bildiklerimin büyük kısmını öğreten bu çok kıymetli hocamla sarılıp sarmaşmış vaziyette iken, elinde bulunan nergis demetlerinden birini çekti ve elime tutuşturdu. "Ama hocam, olmaz ki..." falan diyecek oldum, eliyle işaret edip susturdu beni. Sonra boğuk hecelerle "Narkissos'u hatırlıyorsun değil mi?" diye sorarak gülümsedi, bu güzel çiçeğin mitolojik hikayesini de bana ilk kez gene o anlatmıştı. Gözlerimde titreyen yaşlarla başımı "evet" manasında salladım, "hiç bir şeyi unutmazdın zaten sen, iyi dinler, iyi öğrenirdin..." dediğini eşinin de yardımlarıyla anlayabildim. Kendisini dinleyenleri saatlerce hiç sıkmadan, dikkatlerinin dağılmasına hiç izin vermeden su gibi konuşan bu anlatma ustası, geçirdiği rahatsızlık sonucunda artık ne dediği güçlükle anlaşılan biri olmuştu:( Lakin; hayatı boyunca hiç durmadan biriktirdiği bilgiler hala ondaydı, hafızası sapasağlamdı. Eliyle "yazıyorum" işareti yaptı bana, anlatıcılığı kadar yazarlığı da olağanüstüydü zaten, dünya kadar kitap yayınlamış, Halikarnas Balıkçısı'nın eserlerini karışık notlarından ve anlattıklarından derleyerek kültürümüze o kazandırmıştı…

Doğduğu toprakları soyadında taşıyan bu sevgili adamla ve eşiyle vedalaştık, giderken arkasını dönüp bana bir şeyler söyledi ama, anlayamadım ne dediğini? :( Elimdeki nergisler hafifçe sallanıp o güzelim kokularını bıraktı havaya, onları kalbimin üstüne bastırdım, üniversite yıllarımı, henüz kırılmamış heveslerimi, sönüp gitmemiş heyecanlarımı, ihanet bulaşmamış aşklarımı, o vakitler daha kesilip alınmamış genç ve kansersiz memelerimin altında umutla atan kalbimin tam üstüne bastırdım bunların hepsini nergislerle beraber... Sonra dışarı çıkıp gözlerimden akan yaşlarla, bir yandan da gülümseyerek yürümeye koyuldum. Yoga eğitmenliği dersinde hocamızın söylediği söz tekrar çınladı kulaklarımda: "Çünkü kainat tezatlar üzerine haşrOLunmuştur..." Ve öyledir, ve öyledir...

5 Şubat 2014 Çarşamba

Çarklar...


Şimdilik bu şemayı yayınlıyorum, ayrıntısına daha sonra gireceğim. ''Chakra'' sözcüğünü daha evvel işitenler olduğunu düşünüyorum, hiç olmazsa memleketimizin ''yaz ve plaj şarkıları gurusu'' sayılabilecek Serdar Ortaç'ın aynı adlı albümünden bir tanışıklık vardır yani:)  ''Çakra'' ya da ''şakra'' olarak okunuşlarına rastlanabilir. Sanskrit dilinde bu kelimenin ''çark-tekerlek-dönüş'' gibi anlamları var. İnsan bedeninde yedi adet chakra olduğu ve bunların omurganın içinden sarmal şekilde yükselen ''kundalini'' enerjisinin bir nevi kumanda düğmeleri olduğunu söylemek mümkün. Yoga da bu chakralarla son derece yakından ilgilidir. Gaye genellikle alt katmanlarda tıkanıp kalmış kundalini enerjisini, chakralardaki blokajları çözerek en yukarıya, taç ya da tepe noktasına ulaştırmaktır. Evet, şimdilik bu kadar, devamı son derece ilginç bilgilerle ve yakında gelecek, meraklısı için...