22 Mart 2011 Salı

Göründüğünden daha fazla, kesinlikle...


Bu kitabın yazarı benim hayatıma unutulmaz bir hikâye ile girmişti. İstanbul'da yaşadığım yıllarda, TRT FM'deki yayınlarımdan birine gelen bir mesaj aracılığı ile tanışmıştım bu isimle. Çocukluk arkadaşım sevgili Baturhan Atabey için bir şarkı isteniyordu, aşk dolu, tutkulu, sıcacık bir mesajdı bu:) Ben başta şaka falan sanmıştım çünkü onu henüz tanımıyordum, istediği şarkıyı çaldık ama öte yandan ben sevgili Baturhan'a mesaj atıp vaziyeti anlatmış ve haberdar etmiştim. Daha sonra Ankara'da, benim kanser serüvenimin bir yerlerinde, bir hastane odasında karşılaştık ilk kez. Kader yollarımızı böyle birleştirmişti sevgili Çiğdem ile, o benim sevgili çocukluk arkadaşımın biricik sevgilisiydi, şimdi de hayat arkadaşı, sevgili eşi oldu:)

Canım Cheetos'un yazdığı bu hoş kitap birkaç gün önce kargoyla çıkıp geldi, içten ifadelerle yazıp imzaladığı ilk sayfaya gülümseyerek baktım. Bizi birbirimizin hayatına katan, tesadüf gibi görünse de aslında hiç de öyle olmayan kutsal sisteme bir defa daha şükran duydum. Bu kitap sadece bir kişisel gelişim kitabı değil, okurken adetâ fonda Çiğdem'in o yumuşak, güzel sesini duyar gibi olacağınız dopdolu bir yaşam öyküsü aynı zamanda. Alın, okuyun, eminim size de aynalık eden çok taraf bulacak, size tanıdık gelen pekçok şey üzerinde farklı bir bilinçle yeniden düşüneceksiniz. Çiğdem'ciğim; varlığına sağlık güzel arkadaşım, ben bu kitabın ilk düşsel tohumlarının atıldığı zamanlara şahitlik etmiş biri olarak şimdi seninle aynı heyecanı, sevinci ve övüncü yaşıyorum:) Bir başka güzel dostumun, sevgili Lâle Kuyucu Azak'ın geçen Pazar hoş sohbeti ve muhteşem enerjisi ile beraber evimize getirdiği mevsimin bu ilk papatyaları, senin ilk kitabın ve üzerindeki yakın gözlüklerim, tadından yenmeyecek bir kare oldu bu hakikaten. Değil mi ki o gözlükler benim içinde bulunduğum bu güzel yaşa, tecrübe ve farkındalıklara bir kutsama, özel bir övgüdür, değil mi ki dostlarımla zenginleşmiş böyle bir hayatım vardır ve değil mi ki mevsim artık ilkyazdır. Şükürler olsun Tanrım sana, sana ne kadar şükretsem azdır:) 

12 Mart 2011 Cumartesi

Şu Facebook dedikleri, ne halttır yedikleri?!!!..

Facebook kelimesini duymak dahî istemiyorum artık, o kadar tiksinmiş vaziyetteyim yani! Ben kendi hesabımı aylar önce kapattım ve Facebook'la ''kişisel'' olarak bir ilişkim kalmadı ama TRT FM'deki kimi programlara Facebook üzerinden ulaşma hikâyesi gündeme gelince ve bu bir virüs gibi, jet hızıyla yaygınlaşınca ''meslekî'' mânada bağımın sürmesi gerekti. Bunu başından beri hiç onaylamadım, kısa sürede amacından sapacağını, işin bokunun çıkacağını ifade ettim ve hiç istemeyerek, zorla olsa da, sunduğum programların Facebook sayfaları üzerinden gelen istekleri vb. okudum. ''Dinleyicinin programa ve program ekibine kolay ulaşması'' temel fikrine hürmeten uygulandı bu. Ama; kısa süre içinde meselenin nasıl ana gayesinden saptığı, toplam kaliteyi ne kadar kötü etkilediği görüldü ve şimdi bu konuda (benim en başından öngördüğüm gibi)  geri adımlar atılıyor ve  programlara Facebook üzerinden ulaşma uygulaması teker teker kaldırılıyor. Bilinçli, aklıbaşında dinleyiciler de bu uygulamadan giderek daha fazla rahatsız olmaya başladılar, elbette çok haklılar!.. (Bu noktada kulaklarınızı çınlatıyorum değerli dinleyicimiz Aydın Sihay.)

Çünkü; dinleyicinin de kalitelisi ve kalitesizi var, her konuda olduğu gibi... Üslûbunu, çizgisini, efendi tavrını hiç bozmadan iletişimi sürdüren dinleyicilerin daima başımızın üzerinde yeri var. Ama bir de ''derhal işin bokunu çıkarmaya meyilli'' dinleyici tipi var ki; işte ben bu kitlenin bana ya da programlarıma o kadar kolay ulaşmasını zaten istemiyorum! Program ekipleri ve spiker arkadaşlarla bu konuyu sık sık konuşuyor ve değerlendiriyoruz. Birimize yapılan çirkin hareketin üzerinden çok geçmeden bir diğerimize de yapıldığını, bu ''kalitesiz'' dinleyici kitlesinin standart tavrını her şekilde ortaya koyduğunu ayan beyan görüyoruz!..

Seneler evvel, ben TRT İstanbul Radyosu'nda çalışırken TRT FM dinleyicileri arasından bir doktor (dikkatinizi çekerim, bir tıp doktoru bu bahsedilen şahıs)  isteği çalınmadı diye yayına faks çekmiş ve ''senin aldığın maaş benim vergilerimden ödeniyor, sen benim isteğimi çalmaya mecbursun, nasıl çalmazsın, ortalığı ayağa kaldırırım!'' gibi bir ifade kullanmıştı. Bu faks bütün yayın merkezlerine tarafımızdan gönderilerek, bu şahsın bizlere ulaşması genel bir uygulamayla engellenmişti. Şimdi kendisi Facebook'ta boy gösteriyor, adını soyadını burada vermeyeceğim, sadece A.Y demekle yetineceğim, TRT FM'e, spikerlerine falan övgüler yağdırıyor, önüne geleni ''beğeniyor'', aman bir muhabbet, bir muhabbet yani:) Lâkin; bu değerli tıp doktorumuzun aradan geçen bunca sene içinde zerrece değişmediği geçenlerde çok sevgili bir spiker arkadaşımın yayınına gönderdiği tamamen aynı mahiyetteki mesajı ile kabak gibi ortaya çıkıyor!..

Şimdi; bu şahsın bizim yayınlarımızı ne için dinlemekte olduğunu sorgulamak lâzım evvelâ. İstediği herşey anında çalınsın ve ismi her yayında muhakkak okunsun diye mi, yoksa programları, spikerleri, içerikleri gerçekten beğendiği ve dinlemekten hoşnut olduğu için mi? Devlet memuru olan TRT spikerlerini bu üslûpla aşağılamak ve tutturulmaya çalışılan toplam kalite çizgisini düşürmek yerine hastalarıyla meşgûl olması beklenecek bu şahıs hangi yüzle Facebook hayran sayfalarında boy gösteriyor, nasıl bir mantıkla isteklerinin yayınlanmasını, mesajlarının okunmasını bekliyor, gerçekten anlayamıyorum? Bu sadece bir örnek; akla-hayâle gelmeyecek terbiyesizlikte mesajlar yazanlar, ortalığı (ya da Facebook'u) boş bulup hakaret sallayanlar da mevcut! Bu da açıkça gösteriyor ki, dinleyicilerimiz arasında adil bir seçim yapmalı, programı ille ismini, isteğini ya da mesajını yayınlatmak için bir araç olarak kullananlarla hakikaten sevdiği, beğendiği için dinleyen, kendi reklâmını yapma gayesi gütmeden, gayet dengeli duranlar arasında bir sınır belirlemeliyiz. Burada önemle belirtmem gerekiyor ki, programlarımızı Facebook üzerinden mesajlara, isteklere açmak yasal bir zorunluluk değil, bu tamamen program ekiplerinin inisiyatifine bırakılmış birşey. Nitekim; benim her Pazartesi gecesi sunmakla görevli olduğum ''Geceden Sabaha'' programında bu uygulama ekibimizin ortak kararı ile kaldırıldı. Doğrusu çok da iyi oldu, hepimiz bunun çok isabetli bir karar olduğunu geçen haftaki programımızda gördük, gözledik. Bu kararımıza gelen tepkiler bile o kadar seviyesizdi ki, bunca yıllık bir yayıncı olarak başta ben utandım:( Hiçbir mecburiyetimiz olmadığı halde tuhaf tuhaf ifadelerle yargılandık, konu başarıyla başka noktalara çekildi, bir sürü gürültü koparıldı vs. Ama netice değişmedi, biz olması gerekeni yaptık ve şimdi yaptığımız programı daha çok seviyoruz. Kimse kusura bakmasın...

Bu ''kalite'' mevzuu sadece bu hususda değil, hemen herşeyde çok mühim. Facebook denen bu hikâye de başlangıç amacından çoktan sapmış, artık iyice çıfıt çarşısına dönmüş, olanca kalabalığına rağmen bana göre içi tıntın, bomboş bir mecra haline gelmiştir. Kişisel olarak kullanmayı reddedip hesabımı kapattığım bir internet sistemi üzerinde, meslekî olarak zorla, mecburen bulunmayı bana kimse dayatamaz! Dileyen yapar, orası beni hiç alâkadar etmiyor ama ben bu keşmekeş içindeki türlü seviyesizlikle uğraşmaya hiç mecbur değilim. Dediğim gibi; zaten başından beri hiç tasvip etmedim ve istemedim. Facebook üzerinden gelen yığınla mesaja baktığım zaman da içim acıdı, seneler evvelki gece programlarıma gelen ''gecea'' imzalı, Hakan Türken imzalı, keyifle okuduğum ve paylaştığım mesajları hatırlayarak ''vah!'' dedim sadece, ''vah ki ne vah!..''  Bir programı Facebook üzerinden ne kadar çok sayıda insanın ''beğendiği'' (!)  değildir kalitenin ölçüsü, kaç kişinin gerçekten ''dinlediğidir'' önemli olan. Ben programımda ses ve saz sanatçısı konuklarımla birlikte canlı Türk Sanat Müziği yayınlıyorken benden Hande Yener ya da Yusuf Güney çalmamı isteyen dinleyici beni dinlemiyor demektir ve bu işte bu kadar nettir! Aklıyla, yüreğiyle ''hakikaten'' dinleyen lâzım bana, istek yayınlatmak ve her programda mutlaka adını geçirmek için habire mesaj gönderen değil! Facebook sayfasında yüzlerce arkadaşı olan kaç kişi bu insan kalabalığının kaçta kaçı ile hakiki ''arkadaşlık'' ilişkisi içindedir dersiniz? Ne kadar fazla kişi, o kadar popülerlik, sevilirlik, mükemmellik midir yani? Peh, hiç sanmam ve bu sanal aldatmayacaya da kanmam! Teknoloji her zaman insanın hayrına işlemiyor tabii, sevgili Victor Ananias'ı düşündüm bir kez daha, Japonya'nın şu an içinde bulunduğu vaziyeti düşündüm. Tabiatın ''eee, yeter be!'' dediği noktada gelişmişlik seviyesi her ne olursa olsun, modern insanın çaresiz zavallılığını düşündüm. Daha birçok şey de düşündüm ama bu kadarı kâfî bence, bu internet dediğimiz nane vaktiyle pek popüler olan nice paylaşım ortamlarını teknolojinin sanal çöplüğüne yolladı, bu Facebook'un da suyu artık iyice ısındı!  Meraklısına hayırlı-uğurlu olsun kardeşim, dileyen sayfasını habire onunla-bununla-şununla doldursun, ilişki durumunu hava durumu gibi güncellesin, düğün, sünnet, kına gecesi, doğumgünü, ''bak ben buralara da gittim haa''  fotoğraflarıyla sergi açsın, varsın kendi yazdıklarını kendi beğensin, bu ''çakma'' kültürün keyfini isteyen sürsün yani, aman ve yeter ki benden uzak olsun!.. ''Beğenmeyen dinlemesin'' kısacası, hiç mecburiyet yok, bu kadar...

7 Mart 2011 Pazartesi

Ölümün ekolojisi...


“Hiçbir kararımı insan aklının tek bir doğrusu üzerinden vermiyorum, tek kaynağım yaşamı okumak ve her an yeniden okumak; bir sonraki adımı anlamaya, görmeye, anlatmaya çalışmak. Böyle olunca sürekli heyecan ve umut, motivasyon içinde yaşamaya, emek vermeye gücüm ve isteğim oluyor.”

Victor Ananias’ın Yeşil Atlas’daki son yazısından bir bölüm bu satırlar. Şehirde yaşamak yerine Kaz Dağları’nda kendi yaptığı evinde, kendi yetiştirdiği zeytinlerin yağını çıkararak, kendi ektiği tohumları ve hasatıyla yaşadı o.

Doğduğu İsviçre’de, refah içinde değil, mutlu olduğu Türkiye’de, insanlara hayatı, ekolojik yaşamı anlatarak geçti kısacık ömrü. Bir arkadaşı şöyle diyor: “Hayatımda sürekli haklı çıkan neredeyse tek insandır. Victor geleceği hepimizden önce görüyordu.” Bir başka arkadaşı da Victor’un ardından şu sözleri söylüyor: ''Gittiyse yine bir bildiği vardır''...

Ve ben çok üzgünüm:( Hayat felsefesini, bunları ifade ve uygulayış biçimini, söyledikleriyle yaptıkları arasındaki farksızlığı daima çok sevdim ve takdir ettim. Dünyaya ve bilhassa Türkiye'ye çok gerekli, çok lâzım bir insandı Victor. Gûya ilke edindiği şeylerle hayat biçimi arasında dağlar kadar fark olan, oturduğu yerden etrafa lâf sallamayı marifet sayan, kendisi tabiatı korumak ve ona saygılı yaşamak üzerine mangalda kül bırakmıyorken, bu konuda yapılması gerekenleri, en temel insanî sorumlulukları daima başkalarının sırtına yıkan ve elini taşın altına sokmaktan kaçan ucuz zihniyetlilerin arasında parıldayan bir insandı o. Nasıl düşünüyorsa öyle de yaşayan, parçası olduğu bütünle mükemmel bir uyum sağlamış, durmadan öğrenen ve öğrendiklerini öğretmeye çabalayan ışıklı, düzgün ve ezbere düzenlere aykırı bir insandı. İtina ile  ''kaza süsü verilmiş'' çevre katliamlarına, sözde çağdaş, modern, ideal ama hakikatte içler acısı yaşam pratiklerine, insan ve sistem sahtekârlıklarına, tabiattan kopuk hemen herşeye ve herkese nezaketle, incelikle, sabırla ve bilgiyle karşı duran, kendi hayatını bizzat kendi ''yapan'', doğrularını başkalarının dayattığı doğrulara satmayan, takas yapmayan bu çok ''özel'' adam demek ki bu boyuttaki görevlerini tamamlamış. Dünya onu özleyecektir, başka ne denebilir?..
   
                                      

İlkbaharın havaya, suya, toprağa nefesini üflediği şu kutlu zamanlarda, gencecik yaşında işini bitirip gitmek de iyi okunması gereken bir mesajdır belki. Değil mi ki; ''doğumlar'' aslında ''ölümler'', ''ölümler'' de gene ''doğumlar'' içindir. Değil mi ki; bu kutsal yaratıcının bozulmaz ve değişmez yüce takdiridir. O halde sevgili Victor Ananias artık ışıklarda devam etsin yoluna, bu taze ortancalar da benden olsun onun değerli, özel ve güzel hatırasına...

1 Mart 2011 Salı

''Vardım Hint eline''/ Sıhhatler olsun...


Hindistan'a kadar gidip de meşhur ''Hint kınası'' muhabbetine girmemek olmazdı tabii, işte bizim Gülsün kız da avucunu açmış, dantel desenli kına yaktırıyor eline:)


Henüz yakılmış kına böyle görünüyor. Kuruduktan sonra bildiğimiz kına rengini alacak ve yakıldığı yerde ne yazık ki en fazla bir hafta kalacak...


Gülsün'ün kınalı avucunda gördüğünüz ise filizlenmiş soya fasulyesi oluyor. Bu filizler bilhassa biz vejetaryenler için çok kıymetli bir besin, zaten soya fasulyesinin kendisi de vejetaryenlerin can simidi gibidir ya... Çoğu vejetaryen kurallara göre beslenen Hintliler de gayet tabii olarak hakettiği değeri veriyorlar ''soya''ya...


Ve gelelim ''ayurveda''ya... Kavramı henüz tanımayanlar şuraya bakıversin bir zahmet. Hindistan'ın Kerala bölgesinde, bilhassa okyanus yakınlarındaki Varkala'da bu ''ayurvedik'' uygulamaların yapıldığı merkezler çok yaygın. Dünyanın dört bir tarafından, özellikle de Avrupa'dan bunun için çok sayıda turist geliyor bu bölgeye. Ciddî para da bırakıyorlar elbette. Bu iş hem bir ''moda''ya dönüşmüş durumda, hem de bir tür ''sağlık turizmi''nden bahsetmek mümkün çünkü ''ayurveda'' pekçok farklı derde deva...

Bende zaten epeyce malzeme vardı bu konuda, bizimkiler de sağolsunlar bende olmayanları alıp gelmişler:) Ağrı giderici yağlar, balsamlar, bitki özleri, masaj ve aromaterapi için yoğun kokulu, kıvamlı, bir dolu şey bu ufak şişelerin, kutuların içinde, taaaa Hindistan'dan yola çıkıp geldi evimize. Bu vesile ile bir kez daha teşekkürler sevgili ''olay yeri inceleme ekibi''mize...

Gülsün ''namaste'' diyor, zira onların orada bulunduğu sırada, bir müddet sonra bölgeyi ziyaret edecek olan Dalailama'ya ''hoşgeldin'' diyen afişler asılmıştı. Kendisinin fikirlerine dair fikir edinmek isteyenler varsa buradan buyurabilir. Bu bilge Tibetli tarafımızdan sevilir ve takdir edilir...

Varkala'daki ''ayurveda tedavi merkezleri''nden birinde sıra bekleniyor çünkü birazdan öyle her zaman, her yerde yaptırılması mümkün olmayan, özel bir masaj yaptırılacak. Bizimkiler ''panchakarma'' adı verilen bu bütünsel arınma sisteminin içinden stres, zihin yorgunluğu ve gerginliği gideren ''dhara'' masajını seçmişler. Bu masajı yaptırmak isteyenler çırılçıplak soyunarak uzanıyor, yalnızca edep yerlerine ince bir tülbent örtü örtülüyor ve ardından ortalama 90 dakika kadar süren eşsiz bir deneyim başlıyor...

Gülsün ve Halûk bu masaj sırasında hissettiklerini ifade etmekte güçlük çektiler. Bilhassa bu masajın karakteristiği olan ve alın bölgesine yavaş yavaş akıtılan ılık aromaterapik yağın, sanki zihinde birikmiş bütün negatif kalıpları çözüp erittiğini ve bu masajdan sonra insanın adetâ yeniden doğmuş gibi olduğunu anlattılar. Tabii bu masajı yalnızca bir defa yaptırmak tedavinin bütünü için kafî değil, tam bir ''ayurvedik arınma'' için neredeyse bir aylık bir süre ayırmanız gerekiyor. Ayurveda otelleri ve merkezlerinde rahatsızlık türünüze göre farklı konaklama seçenekleri mevcut, çeşitli fiyatlardaki farklı paketlerden size en uygun olanını seçebiliyorsunuz. Daha evvel de belirttiğim gibi; Güney Hindistan bu işten ciddî gelir elde ediyor.

Varkala uzun plajıyla da ünlü ve buraya ayurveda tedavisi için gelen yabancı gezginler sahile inerken, bizim tatil bölgelerimizdekilere çok benzer görüntülerle karşılaşıyor. Çantalar, şapkalar, pareolar ve daha bin türlü hediyelik ıvır-zıvır yol kenarına kurulan basit tezgâhlarda pazarlanıyor. Muhtemelen kardeş olan bu Hintli çocuklar da kendi tezgâhlarının başında, işte böyle müşteri bekliyor...

Hindistan'da dolaşıp durduğumuz bu yazının sonunu da gene bir Hintli düşünce adamı getirsin diyor, sözü Osho'ya bırakıyorum efendim:

''İnanç kişiye has ve özel bir olgudur. Onun aşk gibi olması gerekiyor, o organize edilebilecek birşey değil. Gerçeği ve aşkı organize ettiğin an onları öldürürsün! Hayatın kendi başına bir anlamı yok. Hayat bir anlam yaratma fırsatıdır. Anlamın keşfedilmesi değil, yaratılması gerekir. Anlamı, ancak onu yaratırsan bulursun...''

Namaste, namaste, namaste:) Seviyorum ben bu adamı yâhû, 11 sene evvel ölmüş olmasından kime ne? Fikirleri ile halen yaşıyor işte...