11 Ekim 2014 Cumartesi

Son yazı...


''Uygunsuz Vaziyet... de; kime göre, neye göre?'' diye sorarak başlayalı nasıl da bu kadar yıl olmuş? Sayfanın ilk halinde kocaman, yakışıklı bir kurbağa karşılıyordu ziyaretçileri, zaman içinde birkaç defa kılık değiştirdi tabii. Kapanışı da gene ''kurbağa prens'' temasıyla yapmak münasip olur diye düşündüm...

Uygunsuz Vaziyet'i altı yıldır takip eden herkese teşekkür ederim. Bu blog Blogger alanı üzerinde yer almaya devam edecek, dileyen herkes eski yazılara ulaşabilecek. Evimi ve hayatımı yepyeni bir mekâna taşımama az zaman kala, başlangıcı yazılarımla yapayım dedim ve artık tamamen kendime ait bir alana taşındım. Yeni sitemin donatılması biraz zaman alacak ama artık buraya yeni yazı girmeyeceğim. Dileyen bundan böyle yazılarımı oradan okuyacak. Burayı komple arşiviyle yeni adrese taşımak da bir seçenekti fakat ben eski eskide kalsın, yeni bütünüyle yeni olsun istedim, işte Handanistan böylece kuruldu. 

Başlayan her şey zamanın bir yerinde muhakkak biter. Değişmeyen, dönüşmeyen hiçbir şey yoktur. Ve ne iyi ki öyledir. Uygunsuz Vaziyet de burada bitiyor. 10 yıldır devam etmekte olduğum blog yazarlığı sürecimde hayatıma eşlik eden her iki bloguma da bana kattıkları için teşekkür etmeliyim. İkisini de çok sevdim, ikisi de çok değerli benim için. Onları hiç unutmayacağım. Arada dönüp çoook eski yazılarımı bile okuyorum zaten:) Onun da ayrı bir lezzeti var...

Eh, fazla söze lüzûm olmasa gerektir. 697. yazıyla artık kapıyı çekip çıkalım. 
Hoşçakalın...


8 Ekim 2014 Çarşamba

İnzivanın ardından...


Yoga eğitmenliği eğitimini kendilerinden aldığım iki hocam, Zeynep Aksoy ve eşi David Cornwell Türk yoga caimasının en tanınmış isimleri diyebiliriz zira bu iki çok değerli eğitmen ülkemizin en ünlü iki yoga stüdyosunun da kurucuları aynı zamanda; CihangirYoga ve Yoga Şala. Şimdiye dek yetiştirdikleri yoga hocaları arasında Faruk Kurtuluş, Çağ Rical Gürle, Zeynep Çelen gibi hayli popüler isimler var. Artık İstanbul'da yaşamayan ve iki çocuklarıyla birlikte Bodrum'da hayatlarını sürdüren Zeynep ve David, yıllar dolusu yoga tecrübelerini öğrencileriyle paylaştıkları yoga eğitmenliği eğitimlerine ara vermeden devam ediyor, Ankara, İzmir ve İstanbul arasında dolaşıp duruyorlar...



Fotoğrafta kardeşim ve eşinin hocası, benim hocamın da öğrencisi olan Faruk Kurtuluş, Gülsün'e yer hareketlerinden ''hasta balasana''yı çalıştırırken görülüyor. Biz yoga eğitmenleri, ''yoga asanaları'' yani pozlarının Sanskrit lisanındaki orijinal isimlerini de ezberliyor ve ne anlama geldiğini öğreniyoruz. Dersler sırasında da bu isimler kullanılıyor...



Yukarıda görülen ''kolay oturuş'' anlamına gelen ''sukhasana''. Yoga yapan herkes zannedildiği gibi hep lotus pozisyonunda oturmuyor çünkü hayli açık ve uzun bacak bağları+açık bir kalça gerektiren bu hareket için yogada epey ustalaşmış olmak gerekiyor. Sukhasana ilk bakışta size kolay görünüyor olabilir ancak bu şekilde en az  30 dakika hiç kıpırdamadan ve sırtınızı bir yere yaslamadan meditasyonda oturduğunuzu düşünürseniz zannederim durum değişecektir. Biz inzivada bunu her sabah yaptık. Başta size son derece konforlu gelen oturuşunuz, dakikalar ilerledikçe bedeninizin verdiği rahatsızlık sinyalleri ve kıpırdanma isteği içinde giderek zorlaşıyor. Ama bu zorlanma da eğitimin bir parçası, deneyimlemek gerekiyor...

Her sabah 05.15'de uyandım, öğlene kadar ''mauna'' denenen ''sessizlik'' içinde olmamız gerektiğinden oda arkadaşlarımla hiç konuşmadan çabucak işlerimi halledip kaldığımız kerpiç kulübeden ilk ben çıktım. Yayıncılığın getirdiği bir avantaj tabii, o saatte uyanmakta ben hiç zorluk çekmezken çoğu öğrenci uyansa da ayılıp kendine gelmekte hayli zorlanıyordu. Pastoral Vadi'de geceleri hayatınızda görebileceğiniz en derin karanlık hali oluyor, ışık kaynağı yok, sadece gökyüzü ve belki uzak yıldızlar, o kadar. Odadaki ışığı kapadığınızda simsiyah bir karanlığın içinde kalıyorsunuz ve bu kesintisiz derin uyku için harika bir şey. Henüz gün doğmadan kulübeden çıktığımda da aynı kadife karanlığın içine dalıyordum, ama ortak mutfağa kadar olan yolu ağaçların içinden ışıksız yürümek güvenli olmadığından herkes gibi ben de el feneri kullandım tabii. Lâkin; bazen feneri söndürüp o derin karanlık içinde bir müddet yürümeyi de denedim, ağaçların arasında parlayan gözler, benim ayak seslerimi duyunca otların üzerinden kayarak ya da koşarak uzaklaşan varlıkların hışırtıları, ağaç tepelerinden beni gözlediklerini farkettiğim gece kanatlıları ve başka hayvanlar... O sessiz karanlık içinde zerre yalnızlık hissi yoktu, hep birlikte muazzam bir kalabalıktık aslında ve bu beni çok mutlu eden bir histi. Gerçekten harikaydı.



Bu "urdvha dhanurasana"dır ve yapabildiğiniz takdirde size kendinizi harika hissettiren bir arkaya eğilme pozudur. Hemen denemeye kalkmamanızı tavsiye ederim, derhal belinizi sakatlarsınız. Arka bacak bağlarınız yeterince açık, kollarınız güçlü ve omurganız gerekli esneklik içinde olmadığında bu poza zaten giremezsiniz. Biz inzivada bu pozu üçlü gruplar halinde çalıştık. Bir kişi poponun alt kısmına, diğeri ise omuzun hemen altından sırta geçirilmiş yoga kemerlerini çekerek üçüncü kişiyi kaldırdı, kişi ters köprüye kalktıktan sonra iki farklı yöne çekilerek iyice esnetildi. Herkes her gün dönüşümlü olarak bu hareketi yaptı ve poza bir kez doğru şekilde yerleşen bir daha çıkmak istemedi, o denli iyi hissettiren ve zevkli bir asana yani. Zaman içinde kemersiz ve yardımsız olarak yapabilmek de mümkün tabii, bunun için epeyce çalışmış, hayli pratik yapmış olmak gerekiyor. Aslında bu bütün yoga pozları için böyle. Her konuda olduğu gibi, yogada da emeksiz yemek olmuyor...

Bana en çok sorulan sorular konuşmadan, sessizlik içinde nasıl durulabildiği ve inziva boyunca uygulanan vegan diyetle doyulup doyulmadığı. Biz sessizlik konusunda kısmen kolay olanı uyguladık aslında, Hindistan'daki yoga ve meditasyon eğitimlerinde günlerce süren sessizlikler ve okuma-yazmanın da olmadığı ''tam iletişimsizlik'' uygulamaları var. Gözgöze iletişim alanından çıkarak bulunduğunuz yerlerde yalnızca siz varmışsınız, başka hiç kimse yokmuş gibi davranmak mümkün, tabii kolay değil ama mümkün. En az dört kişinin bir arada kaldığı kerpiç ya da ahşap kulübelerde, yâhût çoğunluğun yaptığı gibi çadırlarda kalan insanların tam bir sessizlik içinde, birbirleri ile göz teması dahi kurmadan uyanıp tuvalete gitmeleri, giyinip mutfağa gelmeleri, çaylarını alıp oldukça serin sabaha karşılarda bir ağacın dibine ya da tahta masalardan birine oturup meditasyon saatini beklemeleri gerekiyordu. Normalde birbirleri ile habire konuşan, gülüşen 35 insanın çıt çıkarmadan sırtlarında battaniyeleri ve el fenerleri ile meditasyon salonuna gidişleri fantastik kurgu-bilim bir filmi andırıyordu, lâkin bu sessizlik herkesin kendisi ile başbaşa kalması ve içsel bir alan açabilmesi için lüzûmluydu. Konuşmadığınızda ölmüyorsunuz yani, biraz sessizlik iyi geliyor ruha...
                 

Gelelim yemeklere; bizim diyetimizde şeker ve buğday ürünleri, dolayısı ile ekmek, börek-çörek, unlu mamuller, makarna, reçel vs. olmadığından ve tam vegan bir beslenme biçimine geçtiğimizden (yani yalnızca her nevi hayvan etinin değil, yumurtanın ve süt, peynir, yoğurt gibi bütün süt ürünlerinin de tüketilmediği beslenme) seçenekler hayli kısıtlanmış oluyordu. Ekmek ve şeker alışkanlığı olanlar epey sallandı haliyle, ekmeksiz nasıl doyulabileceği öğrenildi zamanla. Salata sabah hariç her zaman vardı, çorba da genellikle öyle. Pilavlar esmer bulgur ya da tam pirinçle yapılıyordu. Hiçbir et türü kullanılmayan yemekler zeytinyağlı olduğundan çoğunlukla soğuk yenebiliyordu. Öğle arasından sonraki yoga çalışmalarından evvel bazen ekşi elma ve karpuz yanında çok az miktarda tahin-pekmez de veriliyordu. Bunun dışında bal da dahil şekerli hiçbir şey tüketilmedi inziva boyunca. Normal siyah çay günün hemen her saatinde vardı, bunun yanında vadiden toplanmış karabaş otu, dağ çayı, adaçayı gibi şifalı bitkiler kavanozlarda hep mevcuttu, ben daha ziyade onlardan içmeyi tercih ettim. Taze fasulye, patlıcan, kabak, taze börülce, kuru fasulye, kuru börülce, yeşil mercimek, nohut gibi sebze ve bakliyat dönüşümlü şekilde pişirildi. Bütün yemekler açık mutfakta, büyük tencereler içinde odun ateşinde pişti. Salatalık, domates, roka, maydonoz, dereotu, taze nane, mor lahana, havuç, marul çiğ olarak bol miktarda tüketilen sebzelerdi. Yemeklere sarmısak konmadı, soğan da çiğ olarak hiç tüketilmedi zira bu iki gıda Hint ayurveda ilminde muteber görülmez, "tamasik gıda" sayıldığından bilhassa yoga yapan kişiler bunları hemen hiç yemezler. Onlar yerine lezzet verici ve şifa özelliği olan türlü baharat kullanılır. Bakliyat türleri genelde gaz yaptığından bu nevi yemeklerle birlikte en fazla tüketilen baharat, gaz giderici ve hazmettirici özelliği ile bilinen kimyon oldu...

Ben aç kalmadım, yani büyük bir açlık ve eksiklik hissi olmadı. Olağan günlük beslenmemden farkı süt ürünleri, yumurta ve buğday ürünlerinin olmamasıydı. Haftada bir defa bol sebzeyle hazırladığım kepekli makarna yerim, bunu aradım meselâ. Peynir ve yoğurdu da özledim. Yumurtaya çok düşkün sayılmam ama içinde yumurta olan bir sürü gıda var, bu diyette onlar da yoktu haliyle. Birkaç defa yemeğin kâfi gelmediği oldu, belki de insanlar saatlerce bedenleriyle çalıştıktan sonra doyma hissine ulaşabilmek için olağandan fazla yedi, bu nedenle yemekler herkes alamadan tükendi,  bilemiyorum. Bu durumlarda bazı ufak takviyeler ve ikame yiyeceklerle konu halledildi. Gene de, zannediyorum en fazla bu yemek konusu zorladı insanları... Beslenme nefsani terbiyenin en önemli ayaklarından biri, herkes için nefsi dürtücü ve arzu nesnesi olan nelerden vazgeçebildiğiniz bu terbiye içinde gayet önemli. Vegan beslendiğinizde de derhal hastalanmıyor ya da ölmüyorsunuz elbette, sadece olağan hayatınızda çok etli-sütlü-şekerli-unlu besleniyorsanız biraz güçten düşersiniz, ruhsal açlık da yaşarsınız tabii, o kaçınılmazdır. Ama ''doymuyorum, aç kalıyorum'' gibi bir şey bana göre sözkonusu değildir, zira midenizin kapasitesi hep aynı aslında, bu beslenme biçiminize göre daralıp genişleyen bir kavram değil. Etle ya da  otla, neyle doldurursanız doldurun hacmi bellidir.



Bu hanımefendi Indra Devi, yoga camiasında çok ünlüdür zira dünyada yoga yapan ilk beyaz tenli kadındır ve Hindistan'daki yoga okuluna kabûl edilen ilk batılı kadın öğrencidir. O bir Rustu ve 15 yaşından beri tamamını yoga yaparak-öğreterek geçirdiği hayatı 102 yaşında sona erdi. O üstad Krishnamacharya'nın kapısını çalıp öğrencisi olmak istediğini söyleyene kadar dünyada yoga yapan hiçbir kadın yoktu. O zamanlar yoga sadece üstün bir kast sınıfına dahil olan Brahminlerin yapabildiği ve yalnızca erkeklere özgü bir uygulamaydı. Baştan üstad tarafından da reddedilen ama sonra rica-minnet engelleri aşıp dünyanın en büyük yoga hocası olarak kabûl edilen adam tarafından eğitilen Indra Devi, bugün bütün dünyada kadınların yoga yapabiliyor ve öğretebiliyor olmasını sağlayan devrimi gerçekleştirmiştir. Bu mânâda kendisine teşekkür borçlu olan dünya üzerindeki yüzlerce kadın yoga eğitmeninden biri de benim. Bana en komik ve tuhaf gelen şey ise, 1930'lu yıllarda kadınlara yasak olan yoganın şimdi artık dünyanın hemen her tarafında ezici çoğunlukla kadınlar tarafından yapılıyor olmasıdır :) Şimdiki zamanda yoga yapan veya öğreten erkeklere duyduğumuz o derin saygı, onlara yaptığımız o nadide inci tanesi muamelesi işte en çok bundandır.❤️

1 Ekim 2014 Çarşamba

Askerliğimi yaptım, tezkereyi aldım geldim:)


İnziva ile ilgili çok soru alıyorum, öncelikle nerede olduğuna dair merakı gidereyim. Fethiye Pastoral Vadi'de idik. Klasik turistik tesis anlayışı içinde düşünenlere ve beklentileri buna göre olanlara hiç hitap etmez, baştan belirtmekte fayda var. Küçücük bir video çekip yukarıya ekledim, en azından bir fikir olur diyerek... Vadinin ortasından akan derede yüzmek mümkün, ayrıca ortak mutfakta ya da çiftliğin başka bir bölümünde gönüllü olarak çalışabilir, bulaşık yıkayıp ateş yakabilir, yemek pişirilmesine katkıda bulunabilir, meyve-sebze toplayabilir, çiftlik hayvanlarının bakımına yardım edebilirsiniz. Cep telefonu ve interneti unutun derim, vadide hemen hemen hiç çekmiyor...



İnziva başlamadan önce katılımcılara dağıtılan program buydu. Aynen de uygulandı. Herkes her sabah saat 05.15'de uyandı, sessizlik kuralına uyularak hazırlanıldı, bizden evvel uyanıp mutfaktaki çayın ateşini yakan (bu mutfakta tüpgaz kullanılmıyor, evet) gönüllü arkadaşımız sayesinde biz odalardan çıkıp mutfakta toplanıncaya kadar içilecek deme kavuşan çay içildi ve aynı derin sessizlik ve iletişimsizlik içinde hocamız David Cornwell'in yaptıracağı iki saatlik meditasyon çalışması için çalışma alanına gidildi. Saat 08.00'de tamamlanan çalışmanın ardından çiftliğin kendi üretimi olan domates, salatalık, roka, maydonoz, dereotu, taze nane ve siyah zeytinden oluşan kahvaltıya oturuldu. Her sabah saat 09.00'da hocamız Zeynep Aksoy'un yönettiği bir saatlik Pranayama/Nefes ve ardından iki saatlik Yoga/Asana uygulamaları yapıldı. Televizyon, gazete, cep telefonu ve internet olmadığından dışarıdaki hayatla bağlar tamamen kesildi. Bir hafta boyunca yurtta ve dünyada neler olup-bittiğini bilmeden, sadece kendimize ve çalışmalarımıza odaklanarak pekâla yaşayabildik, huzurumuzu bozacak hiçbir şeye böylece imkân tanınmadı. Daha evvelden vejetaryenlik deneyimi olmayanlar direkt vegan beslenmeye geçince biraz sarsıldılar tabii ama bir-iki günde alışıldı, olağan hayatlardakinden miktarca çok daha az ve türü kısıtlı gıda ile bir haftada ölünmediği, hâttâ tersine arınılıp temizlenildiği görüldü. Gene de en çok ekmek ve şeker özlendi sanıyorum, tatlı gıdaların ve ekmeğin özlemini çeken çok oldu...

Uzatmayayım, yukarıda görülen inziva programına uyuldu, zihinler ve bedenler tamamı ile meditasyon ve yoga pratiklerine ayarlandı ve bir hafta boyunca gerek zihinsel, gerek bedensel çok sıkı çalışmalar yapıldı. Hayli zor bir süreçti, evet ama bu zaten baştan biliniyordu ve Pastoral'e gelindiğinde kimse bu bir haftanın tatil tadında lay lay lom geçmeyeceğinin farkındaydı, zorlanmak bekleniyordu...

                              

2014 Ocak ayından bu yana yoğun şekilde içinde olduğum yoganın ve aldığım tüm eğitimlerin yegâne meyvesi bu değil elbette, sadece buna sahip olmak adına deli gibi çalışmak tarzı ''sonuç odaklı'' bir gayret içinde de olmadım ama, bu sertifikanın her santimetrekaresini madden ve maneten hakettiğimi gönül rahatlığı ile söyleyebiliyorum şimdi. Hakikaten zorlu bir süreçti, bana çok şey kattı, beni çok donattı, bazen pes etmenin eşiğine de geldim ama etmedim, çünkü bütün bunlar benim dönüşümüme hizmet edecek hayırlı şeylerdi, vazgeçmedim. Şimdi tadını çıkarıyorum emeklerimin, bütün değerli öğretmenlerime, dünyadan gelmiş geçmiş bütün yoga üstadlarına ve tabii kendime çok teşekkür ederim, yogaya teşekkür ederim, minnettarım...

''Yoga yolunda yürümeyi niçin bu kadar seviyoruz, ne var bu yogada Allah aşkına?'' sorusuna güzel bir cevap niteliğinde olduğundan çok değerli yoga eğitmenlerinden Defne Suman'ın şu yazısını da buraya eklemeyi yerinde görüyorum. 



Bana sorulan soruların tamamına bir kerede cevap vermek zor, ayrıca zihnimi son derece yumuşattığım bu bir haftalık inziva sürecinden henüz çıkmışken bu hassas ritmi hemen bozup dağıtmak da istemiyorum doğrusu. Şimdilik bu kadar olsun, sonra devam ederim. Tebrik ve hayırlı olsun dileklerini ulaştıran tüm dostlarıma da bu vesile ile gönülden teşekkür ederek ''namaste'' derim. Kısacası; askerliğimi yaptım, tezkereyi aldım, geldim efendim:)

15 Eylül 2014 Pazartesi

Yüzü belirsiz...


Yüzünün belirsiz olması belki daha iyi aslında, ''budur'' diye bir güdümleme yok, sabitleme yok. Herkes kendi zihninde nasıl bir yüz şekillendiriyorsa onu yerleştirebilir bu boşluğa, kendi hayâlindeki sûreti oturtabilir, böylesi daha evrensel geliyor bana. 1844 yılında inşa edildiği tahmin edilen Ayvalık Taksiyarhis Kilisesi içinde çektiğim fotoğraflardan biri. Bu kilise yeni restore edildi ve müze olarak yeniden ziyarete açıldı. Ayvalık ve çevresinde çok sayıda kilise ve manastır mevcut çünkü burası eskiden beri bir Rum yerleşkesi aslında. Bu sebepten çok fazla  antika Rum evi var Ayvalık ve Cunda'da, bunların çoğu artık harap ve oturulamaz durumda olsa da, restore edilerek yeniden yaşamaya/yaşanmaya başlayanların sayısı hiç az değil. İyi korunmuş olanlar var, bakımsız bırakılmış olanlar var, sadece dört duvar-bir kapı kalmış olanlar var, var da var yani. Güzel olan, Ayvalık'ın bu taş evlerden oluşan eski sokaklarında kati surette çirkin ve modern yapılaşmaya izin verilmeyecek olması, en çok buna seviniyorum. Taksiyarhis Kilisesi ise kapı komşum sayılır bundan böyle, ihtimâldir ki çat-kapı oradayım ve bu yüzü belirsizliğin açtığı hâyâl kapısından içeri mütemadiyen dalmadayım. Böylesi daha iyi evet, herkes kendi zihnindeki sûreti yerleştirsin oraya ve öyle baksın, öyle hissetsin...


Bizim evde hep çok okunmuş bir yazarın, Aziz Nesin'in oğlu, matematik profesörü Ali Nesin'in hayatı üzerine bir belgesel izledim İz TV'de, eğitim ve çalışma hayatının büyük bir bölümünü yurtdışında geçirmiş bir bilim adamı olarak ülkesine döndüğünde hissettiklerini anlatıyordu ve Türkiye'deki eğitim sistemi ile yurtdışında bulunduğu İsviçre, Fransa gibi ülkelerdeki eğitim sistemi arasındaki farkları nasıl algıladığından... Çok hoş ve sahici değerlendirmeleri vardı Ali Nesin'in, bizdeki o korku pratiği üzerine yerleştirilmiş sahte saygı olgusuna bilhassa dikkat çekiyordu. Asıl kişilikleri, yetenekleri, varoluş biçimlerini silip belirsizleştiren ve herkesi tektipleştirmeye odaklı o bildik eğitim-terbiye kalıpları, ne kadar tanıdık özellikle belli bir kuşak için. Ve diyordu ki Prof. Ali Nesin; ''küçüklüğünden beri etrafı müzikle, heykelle, resimle, kitaplarla, sanat ve bilimle dolu olan insanlar, varlıklarına, düşüncelerine, ürettikleri fikirlere saygı duyulmuş, çocukluktan başlayarak adam yerine konmuş insanlar elbette farklı oluyor, yeteneklerini ifade ediş tarzlarına, bütün algılarına, sevgililiklerinden ana-babalıklarına, evliliklerinden komşuluklarına kadar bütün ilişki biçimlerine yansıyor o donanım. Bunlar eksik olduğunda geri kalıyorsun zaten, herşeyinde geri kalıyorsun, ilişkilerinde de..." Farklı yetiştirilmiş bir insanın bakış açısından hayatı izlemekti bana göre bu belgesel, sürüden biri yapılmamış, öyle olmamış bir insanın nasıl yaşadığını, nasıl düşündüğünü gösteren bir ayna belki. ''Sanat, matematik ve felsefe, hiçbir işe yaramaz bunlar aslında'' diyordu Ali Nesin, ''bir marangoz masa yapar, sandalye yapar, bunlar bir işe yarar, ama saydıklarım öyle değil. Felsefe meselâ, nereden geldim, nereye gidiyorum, niye varım falan, bunlar kimsenin işine yarayacak şeyler değildir. Ama işte bu üç şey, somut hiçbir şey olmadıklarındandır belki, herşeydir aslında. Her işe yararlar, herşeyi açıklamaya yeterler. Her boşluğu doldurabilirler. Bu yüzden çok gereklidirler, onlarsız hayat olmaz...''

''Ve ilâhiyat'' diye ekliyordu, ''adam gibi bir ilâhiyat, dinler tarihi, felsefesi, çok önemli bu, belki bir ilâhiyat eğitimi köyü de olmalı bu korsan eğitimler arasında, resmi müfredatı olmayan, hiçbir bakanlığa ve yüksek kuruma bağlı olmaksızın özgür eğitim veren bir oluşum...'' Kendisini bir Don Kişot olarak niteleyen bu sıradışı bilim adamının zihnimde halen dönen sözü de şu oldu: ''Düşünmek tek başına yapılan bir iştir, kalabalıklarla işi yoktur düşünmenin...'' Çok sevdim. Evet, çok sevdim...

4 Eylül 2014 Perşembe

Sakız kokulu tatlıhane...


Ayvalık çarşısında, ne iyi ki trafiğe kapalı Tâlâtpaşa Caddesi üzerinde yer alan meşhur ''Güler Tatlıhanesi''nin önünde oturmuş karton ambalajları kutu şeklinde katlıyordu. Yaklaşıp selâm verdim ve fotoğraf çekmek için izin istedim. ''Tabii çekebilirsin'' diyerek gülümsedi, ''yalnız 1 liranı alırım bak, ona göre...'' ''Eh, fazla pahalı sayılmazmış'' diyerek lâtifesini karşıladım ve fotoğrafını çektim. Ayvalık dendi mi akla gelen ilk dükkânlardan olan Güler'de işlere yardım eden bir emekli yâhût akraba falan olabileceğini düşünerek sordum: ''Burada mı çalışıyorsunuz?'' ''Evet'' dedi, ''1946 senesinden beri. Buranın sahibi benim, ben kurdum yani Güler Tatlıhanesi'ni...'' Şık cevaptı, bunu beklemiyordum doğrusu. Ayvalık'a yolu düşen yerli-yabancı hemen herkesin bilhassa zeytinyağlı-sakızlı kurabiyesinden tatmak üzere uğradığı, lor baklavası ve dondurmalı lor tatlısıyla da meşhur eski bir dükkândı Güler ve her zaman kalabalık olurdu. Buradaki her şey özel malzemelerle elde ve sınırlı miktarda üretiliyordu, yıllar içinde giderek artan şöhretine rağmen fabrikasyon tuzağına düşmeyen nadir dükkânlardandı. ''İmâlathane başka yerde'' dedi, ''oradan buraya geliyor tatlılar ve çabucak tükeniyor zaten...'' Ayvalık halkının ''Tatlıcı Tâlât'' olarak bildiği Sn. Tâlât Taşçıoğlu ile işte bu şekilde tanıştım. Ünü ülkenin sınırlarını çoktan aşmış olan damla sakızlı kurabiyenin mucidi bu yaşlı adamdı. Öyle ki; Ayvalık'ın komşu kapısı olan Midilli'den kalkıp sırf bu kurabiyelerden almak için gelenler vardı. Ayvalık'ın kendine has bir sürü lezzeti arasından sıyrılıp öne çıkıyordu Güler Tatlıhanesi'nin ürettiği tatlı ve kurabiyeler... 

Kurduğu tatlıhaneyi uzun yıllar bizzat işlettiğini, daha sonra yaşlanınca yanında yetiştirdiği ve tecrübeleriyle desteklediği çıraklarına devrettiğini anlattı. ''Yüzünüzü kara çıkarmadıkları aşikâr'' dedim, ''çok şükür çıkarmadılar, zaten onlara güvenim tamdı, öyle olmasaydı bunca senenin emeğini elimle teslim etmezdim'' diye cevapladı. ''Ama halen buralardasınız'' dedim, ''ayak alışkanlığı'' dedi, ''ayaklarım beni hep dükkâna getiriyor. Gelmişken de ufak-tefek işleri hallediyorum işte böyle...'' Ardından bana zarifçe çay ikram etme teklifinde bulundu, teşekkür ederek inşallah daha sonra bu teklifine icabet edebileceğimi belirttim. ''Hmm, demek kilisenin orada evin ha, iyi, yakınmış, sık sık gelirsin artık, sohbet ederiz'' dedi. ''Tabii gelirim, bana Ayvalık'ın eski günlerini anlatırsınız, sizden dinlemek isterim'' dedim. Eliyle ''o-hooo, bende anlatacak hikâye çoook, sen yeter ki iste'' der gibi işaret yaptı, karşılıklı gülümsedik. Sonra ona veda ettim, Ayvalık'a limonata kıvamında hoş ve de mayhoş bir akşam inmekteydi. Arkamdan seslendi: ''Çaya gel muhakkak, hem kurabiye de yersin, bak ben hep buralardayım'' :) Dönüp el salladım ona, içimden ''inşallah hep buralarda olun'' dileği geçerken. Bazı hoşlukların tekrarı olmuyor çünkü, kimine göre vakit çoktan geçmiş oluyor, kimine göre ise erken...

26 Ağustos 2014 Salı

Yaşam tarzıma dokunma zira çok incedir, kırılır...



Geçen gün çok sevgili bir arkadaşımla bu merkezde konuştuktan sonra düşündüm de; evet, ben ''özgürlükçü'' biri değilim. Çok otoriter ve mükemmeliyetçi bir baba figürü tarafından askeri disiplin içinde yetiştirilmiş olmanın bu durumdaki tesirini artık elli yaşıma merdiven dayamışken tartışmanın belki alemi yoktur, yâhût belki de vardır, bilemem. Bildiğim ve şimdiye kadarki tecrübelerimden süzdüğüm sadece şudur; insanlığın içinde bulunduğu mevcut şuur ve tekâmül seviyesinde, herkesi kendi kafasına göre sınırsız bir özgürlük alanı içinde serbest bırakmak demek zaten pek de cenneti andırmayan bu zavallı gezegeni adamakıllı cehenneme çevirmek ve sonunu getirmek demektir! Yani düşünmek dahi istemiyorum bunu, o derece... Mevcut dünya düzeni ve insanlığın şu anki şuur seviyesi böyle bir durumu zaten kaldırmaz, buna hazır olunması için tekâmül basamaklarında daha çoook yükselmiş olmak icap eder. Şimdiki halde herkesi kendi kafasına göre özgür bırakmak bu sebepten düşünülemez, dehşet bir kaos yaratır, insanlık kendi sonunu derhal getirir, hiç oyalanmadan hem de, olabilecek en korkunç şekilde!..

Sadece özgürlük kavramını kendimce yorumlayabilirim,  meselâ neredeyse bir tek def-i hacet deliğimizi kapatabilen süper mini şortlarla bir şehrin sokaklarında tra-la-la şeklinde dolaşmayı ''özgürlük'' ve ''serbest yaşam tarzı''na dahil ediyorsak, gözlerimizden başka hiçbir uzvumuzun açıkta olmadığı bir kıyafet içinde olmayı da aynı kavramlara dahil edebilmemiz gerekir. Birini makbûl kılıp, diğerine tükürecek ve nefret kusacaksak (hangisi olduğu burada zerre önem taşımıyor) o vakit bir şeyleri ters anlamışız, bir şeyler eksik ya da tökezlemekte demektir. Birilerine nihayetsiz özgürlük, birilerine ''ötekilik''le bu işler yürümez. Halen başaramıyoruz, kendimiz için istediğimiz ve gayet tabii haklar olarak gördüğümüz kimi şeyleri, bize benzemeyen, bizim gibi yaşamayan, giyinmeyen, düşünmeyen insanlardan esirgememekten halen çok uzağız. Bu nedenle tam bir özgürlük bize göre değil, cılkını çıkartırız, mahvederiz, batırırız. Bu nedenle ne yazık ki halen ''polis'' olmak zorunda hayatlarımızda (yanlış anlaşılmasın, polislerle en ufak bir sorunum olmadığı gibi çeşitli konularda ortak çalışmalar yürüten biriyim, bu mesleğin mensuplarına yönelik A.C.A.B şeklinde yabancı kökenli bir hakareti duvarlara ya da çöp kutuları üzerine sprey boyayla yazarken yakalandığında derhal yalakalık moduna geçen sivilceli ergenlere de çok gülerim lâf aramızda, demek bütün polisler veled-i zina ha?:) Hâlbûki her meslekte ne kadar çürük-çarık olma ihtimâli varsa, polislikte de durum farklı değil, can havli ile polis beklemek mecburiyeti hasıl olduğunda da A.C.A.B deyiverin hele be kuzularım, o zaman göreyim asıl ben sizi!) ve dahi askeri+politik sistemlere de mecburuz. Yönetilmeye muhtacız. Savunmaya, korunmaya, sınırların hatırlatılmasına... Çünkü hepi-topu on dairelik dandik bir apartman içinde dahi kavgasız-gürültüsüz, sessiz-sedasız, birbirine hürmet göstererek ve kendi kendini yöneterek yaşamayı beceremediğimizden halen ''apartman yöneticiliği'' zırvaları var hayatlarımızda ve ehline mâlûmdur, dünyanın en dangalakça kavgaları yapılır o apartman toplantılarında! Ve ben mevcut şuur hali içinde, herkesin sonuna kadar özgür olduğu on dairelik bir apartmanda yaşamayı zinhar istemem, Allah saklasın, meraklısı önden buyursun alsın lûtfen!..

Kendi kafasına uymayanı, kendi gibi olmayanı ittirmek-kaktırmak, alanının dışına çıkarmak hâttâ iyice abartıp ortak yaşama alanından kovmak da gene tekâmül basamaklarıyla boğuşan tipik insan davranışı, bu mantıkla yaşayan kişiler kaldırımda kendi halinde yürüyen bir böceğe dahi hoşgörü göstermekten acizler zaten, hemen, derhal, kendisine zarar verip vermeme olasılığı üzerinde birkaç saniye bile düşünmeden üzerine basıp yok ediyorlar, öyle bir kabûlsüzlük türü bu... Daha genişletilmiş versiyonlarını varın siz düşünün. Demokratlıkla özgürlük mantıken elele yürümesi gereken iki yakın arkadaş, ''yaşam tarzı'' denen ve binlerce farklı ifadesi bulunan o şeye hürmet ise zaten bir seçim değil bana göre, sosyal bir varlık olmanın temel gerekliliği ama? Olmuyorsa, olamıyorsa tam bir özgürlükten bahsetmek gayet zamansız ve abestir, buna kimse henüz hazır değildir. Ve evet; mevcut şartlar altında ben ''özgürlükçü'' biri değilim. Başkalarının özgürlük dayatmalarının benim kişisel alanıma taşmasını ve nefes payımı daraltmasını da istemiyorum kardeşim, o kadar... (Ve bu yazıyı okuyup bitiren, çok daha derin bir mânâya varmak adına bu yazıyı da okusa kendine büyük iyilik eder gibime geliyor...)

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Ben her yerdeyim...



Baştan söyleyeyim; bir "Bulut Atlası", "Avatar" ya da "Pi'nin Yaşamı" değil, o performansları beklemeyin. Luc Besson sevenleri sinema salonlarına çekecektir, hikaye durağan ve tıkanan cinsten değil, her zamanki fantastik sinema dili yerli yerinde Besson'un ama aksayan taraflar çok. Ünlü yönetmen Paris'e torpilini geçmiş gene, en heyecanlı aksiyon sahneleri Paris fonunda akıyor perdede. Filmin ana karakteri Lucy'nin hangi akla hizmeten, neden Taipei'de (Taiwan) bulunduğunu anlayabilmek müşkül? Scarlett Johansson'un oyunculuğunu fazla sevmem, gene de idare etmiş filmi. Çünkü bu gibi bir rol biraz soğukluk ve ifadesizliği zaten gerektiriyor, bu da Scarlett'de olağan şekilde bulunuyor bence. Detayları severim, Taiwan'da niçin bulunduğunu anlayamadığımız Lucy'nin biraz bakımsız, derbeder halini sezdirmek için ojesi kısmen dökük tırnaklar ve özensiz makyaj iyiydi. Morgan Freeman şaşırtmıyordu, her zamanki hali ve rolündeydi, biraz daha yaşlanmış olarak tabii...

İnsan beyninin kaçta kaçının kullanılabilmekte olduğu hep merak celbeden bir konu olmuştur. Ben fazla merak etmedim bu konuyu, eğer komple kullanılması icap etseydi zaten öyle olurdu ya da belki zaten komple kullanılıyordur çünkü bu konudaki varsayımların bilimsel dayanağının bulunmadığını filmin yönetmenliği yanında senaristi de olan Besson kendisi ifade ediyor. Bir varsayım üzerinden yürüyoruz yani ama bu hep ilgi çekmiş ve çekecek olan bir varsayım. Zekâya göndermeler elbette var ve bu şaşırtıcı değil, konumuz beyin ve kapasitesi çünkü. Filme zaman zaman eklenen belgesel anlatımları ben sevdim, sevmemiş olanlar da olabilir, bilemem... 

Tabii bu nevi bir filmi sosyolog, klinik psikolog, hipnoz, NLP ve kuantum touch uzmanı, profesyonel yaşam koçu ve daha pek çok farklı konunun eğitmeni sevgili Sevgi Alis Yıldırım'la beraber izlemek (ki; kendisi bir de benimle izlemek istediği için ikinci defa aynı filme geldi sağolsun) apayrı bir mevzu, beyin fırtınalarını daha leziz kılan bir şey:) Kendisi henüz film başlamadan evvelki reklamları dahi farklı bir bakış ve uzmanlık açısıyla değerlendirdi, perdeden akıp geçen hoş ama tamamen bomboş yiyecek ve içecek reklamlarında subliminal (bilinçaltı) kodlama/yönlendirmeler bulunduğunu belirtti ve "penis" gizli algısını kullanan bu reklamlardaki ürünlerin hiçbir besleyiciliği ya da faydası bulunmadığı, hatta tam tersi çoğunun zararlı olduğunun bilinmesine rağmen çok satılacağını ifade etti. Bütünüyle haklıydı. Uzun süreli tüketimleri sonucunda obezite başta olmak üzere bir sürü rahatsızlığa sebep olabilecek bu "boş kalorili" türlü zımbırtının film öncesi dakikalarca reklamının yapılması elbette boşuna değildi...

Hafıza ne kadar geriye gidebilir? Normal zekalı bir insan en fazla nereye kadar derinleşebilir kişisel tarihinde? Bu da ayrı bir konu. Ben 1967 senesinin Temmuz ayında dünyaya gelen kardeşimi hastanede, annemin kucağında ilk defa gördüğüm anı hatırlıyorum mesela, yalnızca onu değil, o sırada Aydın'da oturmakta olduğumuz evin detaylarını, annem hastaneye doğuma gitmiş olduğu için babamın bana sahanda yumurta yaptığını falan da hatırlıyorum. Sevgi henüz iki yaşında olan bir çocuğun bu detayları hatırlamasının olağan olmadığını belirtiyor ama konumuz bu değil:) Filmde Lucy'ye çok önceki yaşanmışları hatırlatan, daha doğrusu hafızasını tetikleyen şey aslında bir sentetik uyuşturucu. Bunu fazla açarsam filmi henüz izlememiş olanlar için tadını kaçırabilirim, sadece bedenindeki tesiri giderek çoğalan bu maddenin Lucy'nin beynini kullanma kapasitesini artırması ve filmin temposunun da buna koşut olarak artmasının izleme keyfini çoğalttığını söyleyebilirim. O kadarında sakınca yok yani...

Filmin tökezlediği çok yer var. Ama bunun bir fantastik bilim-kurgu olduğunu hatırladığınızda o kadar batmıyor çünkü bu tarz filmlerde uçuş serbesttir, malum. Güzel cümleler avlanıyor dikkatle izlendiğinde, bunlardan biri şuydu ve Morgan Freeman'ın canlandırdığı bilim adamı tarafından söyleniyordu: "İnsan varolmakla ilgili değil, sahip olmakla ilgili..." Sahip olma hastalığı içinde debelenen insanlığın dramına iyi vurgu bu, evet. Lucy'nin beyin kapasitesi arttıkça filmin temposu da artıyor demiştim, görsel zenginliği de buna eklemeliyim. Bu nedenle filmin ikinci yarısı daha lezzetli ve heyecan verici. Ayrıca; hem Sevgi, hem de ben Besson'un bu filmde herhangi bir din üzerinden yaratıcı vurgusu yapmayışını sevdik. Daha ziyade "universe/evren" olgusunun bütünsel olarak altı çiziliyordu filmde. Dünya üzerindeki yaşam formları çok farklı olsa da, kaynağın tek, aynı ve bir olduğu sıkça işaret ediliyordu ki; biz yanyana oturan iki "Birlik Bilinci" eğitimcisi olarak bu tarzı takdir ettik elbette. Zaman üzerine güzel düşünmeler de var filmde. Beni heyecanlandıran bir başka detay; yönetmenin büyük sanatçı Michelangelo'nun Vatikan'da bulunan çok ünlü başyapıtı "Sistin Şapeli"ndeki insanın parmağı ile Tanrı'nın parmağının birbirine dokunuşuna gönderme yaptığı sahne oldu. Bu noktada, halen evimin salonunda, baş köşede asılı duran dev Sistin Şapeli replikasını bana ulaştıran, hayatıma bu çok değerli güzelliği ekleyen "canımın Can'ı"nı sevgiyle hatırlayıp kulaklarını çınlattım❤️Bu eser ve bilhassa bu detay onunla aramızda bir şifre gibidir. Dolayısıyla, filmdeki bu gönderme beni ayrıca cezbetti...

Netice olarak; meraklısına hitap edebilecek bir film Lucy ama beklentileri fazla yüksek tutmamak kaydıyla zira dediğim gibi, saçmalanmış olan bazı kısımları da var. Heyecan dozu yüksek, şiddet durumu da öyle. Besson sonu bana göre iyi bağlamış, Paris'in içinden kıra-döke bir felaket rüzgarı gibi geçilen aksiyon sahnelerinde Lucy'nin yanında bulunan Fransız polisin bir kez öpüştüğü ve hafiften duygusal bağ kurduğu bu çok tuhaf kadının nereye kaybolduğunu merak ettiği sahnede cevap cep telefonu ekranında mesaj olarak beliriyor: "I am in everywhere/Ben her yerdeyim..."

Ruh sonsuz, madde hakikaten çok zavallı ve çok sınırlı kalıyor onun yanında. Ölüm ise dönüşümün ana koşulu zaten, oradan geçmeden tekâmüle varılamıyor. Buna göre düşünün hayatı ve bu çok gelip geçici dünya illüzyonuna fazla yapışmayın derim. Lucy'yi izleyecek olanlara iyi seyirler dilerim...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Ekmek için?..


Seneler evvel, şimdi emekli olan yönetmen arkadaşım sevgili Adnan Sait Tabakçı ve beraberimizdeki çekim ekibi ile birlikte, kendisi ile TRT İzmir Televizyonu adına bir röportaj yapmak için kalkıp gitmiştik İstanbul'a. Yıldız Sarayı'nda yapmıştık çekimleri. O sırada IRCICA genel sekreterliği görevini yürütüyordu. Gayet beyefendi, nezaket sahibi, konusuna hakim, belagati kuvvetli, başarılı bir akademisyendi karşımdaki, kendisinden o vakte kadar bilmediğim bir dolu şey öğrenmiştim, çok akıcı, dopdolu bir röportaj gerçekleştirmiştik. Zannediyorum o zamanlar ne onun, ne de benim aklımıza gelirdi seneler sonra bilhassa İslam dünyasının yakından tanıdığı bu başarılı profesörün isminin Türkiye'nin gündemine cumhurbaşkanı adayı olarak oturacağı ama hayat böyle sürprizlerle doluydu işte...

Başta beğenmediler onu, burun kıvıranlar, kendince aşağılayıp küçümseyenler çok oldu. Arap dediler, Türklükle alakası dahi yok dediler, dinci-gerici dediler, ne idüğü belirsiz hasbelkader bir profesör dediler, dediler de dediler. Gerçi tanıdıkça baştan esirgediği itibarı kendisine iade edenler de olmadı değil, "karısının başı açıkmış yahu" veya "adam bayağı başarılara imza atmış meğer, biz de şey sandıydık..." gibilerinden. En çok da adı tartışma konusu oldu, çoğu kişinin dili dönmedi, burun kıvırıcılar tayfası bunu da alay konusu etti uzun müddet. Beni ise en çok CHP isimli demode partinin kendisini "Türkiye'nin gururu" olarak lanse etmesi gülümsetmişti:) O zamana kadar yaptığı çalışmalardan ve kendisinden bihaber insanlara Ekmeleddin Hoca'yı sanki yeni bir keşifmiş gibi bir gurur vesilesi olarak sunmak zaten ancak bu nevi bir partiye yakışırdı, yaptılar. Çünkü bu memleketin çoğunluk insanı yılların oyuncusu/sanatçısı merhum Tuncel Kurtiz'i de ancak Ezel adlı dizide "Ramiz Dayı" olduğu zaman tanımış ve ancak popüler kültürün bir parçası olduğunda meşhur ederek başarısına onay vermişti. Halbuki; bu popülerlik Tuncel Kurtiz'in umurunda bile değildi aslında... Değerli Ekmeleddin İhsanoğlu için de benzer bir çarkın işlemekte olduğunu düşünmüştüm, yanılmadığımı gördüm. Bunca sene yaptığı başarılı çalışmaları bırakın bir tarafa, adını dahi bilen yoktu ama? Her neyse, zaten artık konuşmak, tartışmak boşuna. CHP denen demode parti isim öğütmeyi iyi bilir, Prof.Dr.Ekmeleddin İhsanoğlu da bunun son örneğidir. Kendisine Yıldız Sarayı'nda yaptığım o röportajdan bu yana hürmet beslerim, takdir ederim, çalışmalarını takip ederim ancak elbette 12.cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini en başından biliyordum, bence kendisi de biliyordu bunu...

Bu seçimin bana göre en dikkat çeken ismi, yıldızını olağanın çok üstünde yükseltmiş olan Demirtaş'tır. Hem kampanya sürecindeki söylemleri, hem de aldığı oyla çok önemli bir algının giderek büyümekte olduğunu, hatta belki solun yeni adresini işaret etmiştir. Aleni Kürt düşmanlığı ve her nevi ötekileştirmenin karşısında farklı tarzı-tutumu ile yükselişi devam edecektir ve elbette etmelidir. Ki; zaten siyaset de külli bir "algı yönetimi" değil midir? Değerli Ekmeleddin Hoca ise CHP'nin aksi yöndeki olanca gayretine rağmen (!) değerinden bir şey kaybetmiş değildir bana göre, bu zorlu ve netameli işlerin onun gibi ilim adamlarına uygun olmadığını anlamış olarak, kendi bilgi+ilgi alanlarına yeni ve faydalı tohumlar "ekmek için" kısa süre içinde asli çalışmalarına geri dönecektir zannediyorum, çünkü herkesin arenası kendine göredir. En azından Türkiye'nin tamamı olmasa bile hiç azımsanmayacak bir kısmı "Ekmeleddin" ismini doğru telafuz etmeyi öğrenmiştir ve bu da bir şeydir, hiç yoktan iyidir. Zaman görmemiz gereken her ne varsa, iyi ya da kötü, zaten gösterecektir, telaşa, paniğe, öfkeye, türlü bahaneye falan hacet yoktur yani. Söylenmesi gereken gayet kısa ve nettir: "Hayırlısı OLsun..." O kadar.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Kan bağı...


Burnumun dibine geldi ama ben gidemedim ona düne kadar, onun da, benim de çok işimiz vardı ve bu bahane her zaman tutardı, mâlum... Geçtiğimiz Cuma, öğle yemeğinde buluştuğum yakın bir arkadaşımla muhabbetimiz sırasında, konu onunla âlâkalı olunca telefonumu elime alıp aradım hemen ama ''muhtemelen açmaz'' diyordum ararken arkadaşıma, ''hep çok meşgûldür o zira...'' Bir defa çaldı ve şak diye açıldı telefon, daha ben sözümü bitirmeden??? ''Sen beni yalancı çıkarmak için mi yaratıldın, ilk çalışta açtığın görülmüş şey midir yani senin?!'' dedim ona sitemle, ''şimdi görüldü işte'' diye cevap verdi gülerek, ardından ''n'aber Türkiye'nin en güzel sesli kadını?'' diye ekledi, ''ister inan, ister inanma, daha bu sabah düşündüm seni, hatırlıyor musun hani o küçük balıkçı lokantasında yemek yemeğe gittiğimiz kış akşamını, senin araba kaza yapmıştı da yürüyerek gitmiştik, o ne güzel, ne benzersiz bir geceydi, Ali'nin geç vakit bağlamayı çıkarıp çaldığı, hep beraber söylediğimiz o türküler neydi yaa öyle, öf ülen öfff!...'' ''Hatırlamaz olur muyum yâhû, amma maceralı bir hikâyeydi, uzun müddet boyun ağrısı çekmiştim ben sonradan'' diyerek gülümsedim. Kısa bir konuşmadan sonra ''yarın saat 13.00 gibi Bostanlı'dayım, mutlaka çık gel...'' dedi, ''tamam, yarın görüşürüz o halde'' dedim, kapattık...

Evimden çıkıp yürüyerek gidebileceğim bir mesafedeydi yeni çalışma yeri. Lâkin hava kavuruyordu insanı, gene de yürüdüm. Plâkasıyla onun adını-soyadını değil, doğduğu şehrin plâka numarasını işaret eden o çok sevdiği siyah otomobilini kapıya park etmişti. Yukarı çıktığımda artık ter paçamdan damlıyordu, asistanı bana banyoyu gösterdi, direkt oraya attım kendimi, elimi-yüzümü, kollarımı, boynumu yıkadım, bir nevi yarım duş! Çıktım, hayret, bekleme odasında bu defa fazla kimse yoktu. Klima son ayarda çalışıyordu ve içerisi derin dondurucu kıvamındaydı! Kendime klimanın kapsama alanı dışında, kenar-köşe bir yer bulup oturdum, sırtımda onca terle donmamak için iyice kenarda bir yere büzüldüm. Bu arada kapı birkaç defa çaldı ve mütemadiyen randevulu insanlar geldi ama hiçbirinin içerideki aşırı serin klimatize havadan şikayetçi olduğu falan yoktu, zannediyorum oradaki tek klimasevmez kişi bendim!..

Onu her zaman uzun beklemişimdir, herkes bekler. Dolayısı ile giderken her zaman okumakta olduğum kitabı da alırım yanıma, öyle bekleme odası dergileri kesmez çünkü beni. Kitabımı çıkarıp okumaya daldım. Neden sonra gözlüğümü geriye doğru itip burnumu sıkan bir elle koptum kitaptan, burnumun sağına-soluna dokunup yoklayarak kendi fıtratınca selâmlıyordu beni deli:) ''Kalk hadi, yürü, kahvemizi içelim'' dedi, biz onunla hep kahve içip sohbet ettiğimizden gene aynı doğallık içinde söyledi bunu, ben de ona ''yahu ben artık eskisi gibi kahve içemiyorum, intoleransım varmış, bla bla bla...'' demedim, nadiren kullandığım kahve içme hakkımı bu defa onunla paylaşmak üzere ardına düştüm. Aklına bir şey gelmiş gibi ansızın döndü, kollarını kocaman açıp sarıldı bana, sıktı, sıktı, kaburgalarım birbirine geçti neredeyse, ''dur yaa'' dedim nefesim kesilmiş şekilde, ''protezlerimi bozacaksın şimdi!..'' Kahkahayla güldü, ''onları bozabilecek biri çıkarsa önce bana haber ver, sana uçak falan çarpmazsa hiçbir şey olmaz kızım onlara, merak etme'' dedi:) E tabii o öyle diyorsa öyleydi. Sade döşenmiş odasına geçtik, az sonra ortalığı kahvenin davetkâr kokusu doldurdu. Biz çoktan sohbet etmeye başlamıştık elbette, bu hep bayıldığımız şey olmuştur, zamandan ve durumdan bağımsız bir konuşma, telaşlı bir anlatma-aktarma hali... Yoga, politika, sinema, insanlarımız, hayatlarımız, ne çok şeyden bahsettik gene, hey Allah'ım! Yeni ofisi için Hindistan'dan gelen altın rengi bir minik Buddha heykelciği vardı çantamda, çıkarıp masasına koydum o arada. ''Ne bu şimdi gene?'' dedi, ''hediyen'' dedim, ''sana bol para, şans ve bereket getirsin...'' ''Huzurdan başka bir şey istemiyorum ben, huzur getirsin'' dedi, ''ona söyle'' diye heykelciği işaret ettim, gülüştük. Sonra beyaz oda, sonuçların değerlendirildiği yer. Ona danışmam gereken bir hususu artı ve eksileriyle ölçüp biçme halleri. Muayene; ciddiyet ve resmiyetin alanı yani. Bundandır muayene sürecinde en yakın, en samimi dostlarına dahi (siz) diyerek hitap etmesi, prensip meselesi...

Sonra ''artık gitmeliyim'' dedim, ''seansım var akşama...'' Bu arada bekleme odası da yeni gelenlerle dolmuştu zaten. Birlikte kalktık. ''Sana söylediğim o filmi derhal bul ve izle'' dedi bana koridorda yürürken, ''tam senlik o film, bayılacaksın...'' ''Tamam'' dedim, ''izleyeceğim elbette...'' ''Oğlanı İspanya ya da Hollanda'ya gönder okumaya'' dedim ona, ''İngiltere, Fransa falan ona uymaz...'' ''İspanya'ya göndereceğim büyük ihtimâlle'' dedi, ''bana bak, seninki gibi bir ev işini de unutma sakın, bana bütün bilgileri, fotoğrafları falan yolla hemen, komşu olacağım sana kızıııım:)'' Zira bahsettiğimde çok heyecanlanmış, ''ben de isterim, bana da aynından bul, hemen bul, çabuk bul!'' diye tutturmuştu. ''Tamam yâhû'' dedim, ''eve gidince yollayacağım istediklerini hemen, söz...'' Beni geçirmek üzere geldiği kapının ağzında durdu, kollarını kocaman açıp tekrar sarıldı bana, sıktı, sıktı, ''benden uzakta olma, enerjin etrafımda, buralarda olsun hep...'' dedi. Hiçbir hesap-kitap olmaksızın, sadece olduğumuz halde ve olduğumuz andaydık. Bu yalın ve hesapsız sevgi hali o kadar iyi geliyordu ki, ne herhangi bir beklenti, ne en ufak bir kırgınlık, ne yalan, ne dolan, ne sorgu-sual, ne dostluğumuza ihanet, ne de kıskançlık hançeri vardı aramızda, saf ve kendiliğinden bir ''oluş hali''nden başka hiçbir şeyin olmadığı o akışta birbirimize sarılmış şekilde bir müddet öyle kaldık. Sonra açmak için kapının koluna uzanan elindeki parmaklara baktım, vaktiyle iman tahtamın üzerini boydan boya kesmiş, göğsümü açmış ve benim kanımla boyanmış o elin parmaklarına. Bu adam benim en savunmasız, en kanlı, en korkunç, en makyajsız, en çirkin, en çıplak, en zavallı, en şuursuz ve herhalde en zor hallerimin birinci derece tanığıydı, benim belleğimde kayıtlı olmayan narkoz zamanlarını ve ameliyathanelerdeki o uzuuuun saatleri o bilmekteydi. Neşteri cildime ilk dokundurduğunda, çok belirgin olmayan ince kırmızı bir çizgiyle başlayan ve daha sonra çoğalan kanla ıslanarak genişleyen o uzun kesikleri açan, kaburga kemiklerimi tanıyan, dokularımı, önceden kesilip biçilmiş kaslarımı bilen, içimi gören, sonra açtığı o uzun kesikleri ince ince, tek tek dikip kapatan, onaran, kaybettiklerimi yeniden yapan... Bir nevi sanatçı, varoluşu yeniden yorumlayan... Onunla aramdaki bağ, bu sebepten başkalarıyla olamayacak kadar bir mahremiyet ve hususiyet taşımaktaydı ya zaten. ''Kan bağı'' vardı onunla benim aramda, benim kanımla imzalanıp mühürlenmiş, sadece ikimizin bildiği bir kadim sözleşmenin gizli şehadeti ya da...

Dönüp el salladım ona asansöre doğru ilerlerken, ardımdan ''filmi izlemeyi unutma haa...'' diye sesleniyordu hâlâ:)



29 Temmuz 2014 Salı

Haberim yokmuş gibi geçip git...


Evet öyle yap zira ben pek de ''bayramsever'' biri sayılmam. Çocukluğumdan beri öyleyim, yeni değil bu. Akrabalarımızın yaşadığı yerlerde geçmiş değil çocukluğum, biz hep çok uzaklarda olduk. Dolayısı ile, o ''aman bayramda da gelmedi demesinler şimdi!..'' tarzı yüzden ve samimiyetsiz akraba ziyaretleri ve el öpüp karşılığında bayram bahşişi alma rüşvetçiliği anlamı taşımadı bayramlar. Evet, bu bir nevi rüşvetçiliktir bana göre, ''öp elimi, kap bahşişini...'' hesabı bir ilişki içinde hakiki hürmet aranmamalı diye düşünüyorum. Kaldı ki; benim çocukluğum zamanında ne çocuklar, ne de büyükler kafayı bu denli parayla bozmuş değildi, insani değerler daha öndeydi, sevgiyi, saygıyı, terbiyeyi daha önemserdi insanlar. Yani biz öyle ruhunu paraya satmış çocuklardan da değildik, ufak-tefek şeyler yeterdi sevinmemize. Burnuna kadar şekere-çikolataya-tatlılara gömülen çocuklar da değildik, haddimizi bilmek öğretilmişti çünkü, ikram edileni alırken ana-babamıza bakardık, ''hadi bi tane daha al, hadi canım, al, çekinme...'' şeklindeki ısrarlar karşısında ana-babamızın kaşı kalkmışsa eğer, teşekkür edip elimizi çekmek de öğretilmişti, ''yeterli'' kavramı konusundaki ilk derslerimizdi bunlar belki. Nefsimiz hep isterdi, isteyecekti ama biz onu terbiye etmekle mükelleftik. Evet, küçücük mükelleflerdik...

Bayramlarda uzun telefon konuşmalarından hazzetmem, aslında beni kimse arasın da istemem.   Beni seven-sayanlardan bunun ispatını beklemiyorum. Benden de kimse beklemesin. Hislerin içten olması kafi, herkese yollanan klişe bayram mesajları gibi ''laf olsun'' diye yapılan hiçbir şey benim alanıma girmesin istiyorum. Uzun zamandır meyveler ve doğal ballar hariç, ''sıfır şeker'' ilkesiyle yaşıyorum. Evimde de şeker-tatlı vs. bulundurmuyorum. Bu ilkemi bayramlarda da değiştirmiyorum elbette. Kaldı ki; sırf siyasi duruşunu açık etsin diye bin yıllık Ramazan Bayramı'na ısrarla ''Şeker Bayramı'' diyenlerden de hazzetmiyorum, çok zorlama, ittirme-kaktırma geliyor bana, kusura bakılmasın ya da bakılsın, hiç sakıncası yok. Kalın ve hamurlaşmış, ikram edildiği için nezaket icabı çiğnene çiğnene yutulacak ve tepsilerdeki kalanı çöpe boca edilecek ev baklavalarının yapıldığı bir evde büyümedim. Şimdi de hiç aklıma gelmez, öyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Otuz seneye yakın yayıncılık mesleğinde, başkalarının tatil yaptığı özel günler ve bayramlarda muhakkak nöbete girmiş bir vardiyalı canlı yayıncı olduğumdandır belki de, bu gibi zamanlara öyle fazla ve ekstra bir ''özellik'' atfedemedim, zorla da olmuyor tabii. Ramazan boyunca oruçtan-sahurdan habersiz, her zamanki rutinine aynen devam etmiş insanların hangi coşkuyla Ramazan Bayramı kutlayabildiğini de hiç anlamamışımdır zaten? Oruç tutan için bu bayramın taşıdığı mana bambaşka, hisler, algılar aynı değil. Ayrıca İzmir gibi, Ramazan ayının hususiyetlerinin hemen hiç hissedilmediği bir şehirde yaşayınca, bayramın da öyle çok özel bir anlamı kalmıyor bana göre. Ramazan'ın yakıştığı, hatta çok yakıştığı şehirler vardır, oralarda Ramazan'ı idrak etmek bambaşkadır, hamdolsun öyle şehirlerde de yaşamışlığım var. O hatıralar yetiyor, fazlasının peşine düşmek şimdiki halde manasız...


Her türlü söylenti, dedikodu ve ortadaki toz-dumana rağmen elbette yoga yapmaya-öğretmeye devam, kimin ne düşündüğü ile ilgilenme mecburiyeti hiç yok, bu tamamen içsel bir yönelim, herkesin kendi yolu... Okumak ve yazmak da öyle, başkaları için yapılan şeyler değil bunlar, öncelik kişinin kendisinde. Geçmişin hesaplaşmaları yorar insanı, faydasızdır üstelik, salacaksın geçmişin ipini bu yüzden, gelecekte de yaşanmaz, fazla kurguyu kaldırmaz çünkü gelecek, gelmeyebilir, şapa oturabilirsin, biliyorsun ki bu gayet mümkün. Şu halde yegane gaye şimdiki ''an''da kendini olabildiğince yükseltmek, ruhuna kabulü öğretmek olmalı. Bunun için ne ya da neler gerektiğini gene herkes kendi bilir, herkesin kendine malumdur bu, karışmamalı. ''Bir şeyi görev gereği yaptığınızda'' der Krishnamurti, ''bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız, yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur...'' Ünlü Hintli felsefe ve düşünce adamının ''Bilinenden Kurtulmak'' adlı eserinde yer alır bu ifadeler ve bana göre çok doğrudur. Sevginin saf haliyle bulunduğu yerde herşey kendiliğinden olur zaten, ittirmeye-kaktırmaya lüzum olmaz...

Son altı senedir yaşadığım ve gene hiç sevmediğim, sevemediğim bu şehirde artık geriye sayma zamanlarım, aslında böyle sevmeye sevmeye, kendimi ite-kaka, zorla fazla bile kaldım. Gene de, bayramı fırsat bilip bavullara ve arabalara doluşarak deniz kıyılarını işgal etmeye gidenlerin arkada bıraktığı o tenhalık keyifli. Ben bir yere gitmediğim için, dönme stresi de yaşamayacağım tabii, haliyle:) Zor dayanılır bir sıcak var, evet. Ama gene de tıklım-tepiş dolu plajlarda poponu koyabilecek, havlunu serebilecek bir yer bulabilme gayreti içinde, her zamankinden daha pahalı ve kalabalıktan dolayı daha kalitesiz bir hizmet alacağın tesislerde ''guya tatil yapmak''tan bin defa evladır evinde olmak, bunu hep söylerim. Okullar açılmadan tatile çıkmama prensibimi tabii ki uygulamaya devam ediyorum, bana göre en klas tatil Eylül'ün 2.yarısından Ekim sonlarına kadar uzanabilir duruma, havaya ve tabii gidilen yere göre. Bu sene tam bir inziva olacak benim tatilim, sadece yoga, meditasyon, sessizlik ve pratik-teorik çalışma, doğanın kucağında, çok değerli hocalarım ve arkadaşlarımla. Oh, daha ne isterim? :)

Musevi dostlarım var, bu ülkenin vatandaşı olan, burada doğup büyümüş, burada askerlik yapmış, vefat eden yakınlarını bu ülkenin toprağına gömmüş, burada çalışıp buraya vergi ödeyen bir sürü tanıdık insan. Cep telefonlarına tehdit mesajları geliyormuş son zamanlarda, evlerine, iş yerlerine mektuplar falan. Başka bazı örtülü tehditlere, açık hakaretlere maruz kaldıklarını da üzüntüyle öğrendim. Bu memleket daha evvel böyle pis bir dolmuşa bindi ve bana göre hala da inemedi zaten! O ayıp, o yüz karası halen duruyor hepimizin alnında. Malum 6-7 Eylül hadiselerini bilmek için illa o dönemi yaşamış olmamız icap etmiyor, fotoğraflarıyla, belgeleriyle, şahitleriyle gayet açık, apaçık ortada zaten. İsrail ordusunun Gazze'ye yaptığı acımasız saldırıların hesabını senelerdir bu memlekette yan yana yaşadığınız insanlara sırf inançları Musevilik olduğu için sormaya kalkarsanız eğer, aradan geçen 59 uzun senede bir arpa boyu yol katedememiş ve o vakit yaşananlardan hiç ders çıkartamamışsınız demektir ki; bu bambaşka bir utancın kaynağıdır zaten, pek yazık:( Yakıştıramıyorum! İstisnasız hiçbir savaşı hiçbir ülkeye ve insanlığa yakıştıramadığım gibi. Savaşın kazanan tarafı yoktur, namusu da öyle. Herkes kaybeder, kazandığını sananlar da dahil herkes kaybeder! O kadar...

Uzun lafın kısası; başa dönüyorum tekrar, pek öyle ''bayramsever'' biri değilim ben, evet. Varlığımı başkalarının varlığına bağlamayı da anlamsız bulanlardanım, tek başına kendime yeterli olamadığım takdirde bu dünya illüzyonuna kapılır giderim yahu, olacak iş midir? Ailem de böyle, biz seviyoruz kendimizle başbaşa olmayı ve başkalarının ödünü kopartan o yalnızlığı. Bu sebepten; haberim yokmuş gibi geçip git bayram, herkese senden ne bekliyorsa onu vermene karışmam elbet, benim bir beklentim yok. Hiç olmadı. Tenhalığı hep çok sevdim ben, sen git ve daha kalabalık, daha şamatalı yerlere uğra lütfen, hadi kapatıyorum şimdi, güle güle...

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Ağır misafir...


Saat işliyor. Can bulduğun andan itibaren, bu doğumdan da evvel. Ruhun ''can''la birleştiği anda başlıyor saat işlemeye. Ve hiç durmuyor durması gereken zaman gelinceye kadar. O zaman gelip çattığında da, hiçbir gayret, hiçbir çaba, hiçbir direniş fayda etmiyor, ruh ''can''dan ayrılıyor kaçınılmaz şekilde... 

Hayat pek çok yönü ile adil görünmüyor belki, elbette dünyevi şuur ölçeklerine göre böyle bu, biz derindeki manayı her zaman göremeyebiliyoruz. Lakin; o pek de adil görünmeyen hayat herkes için, her canlı varlık için geçerli olan, çok eşit bir netice ile noktalanıyor. Ölüm hiçbir fark, hiçbir ayırım gözetmeksizin, nefes alan her varlığa aynı şekilde eşit ve adil davranıyor...

Fotoğraftaki geniş alınlı, muhtemelen mavi gözlü, bukleli saçlı ve çok tatlı kız çocuğu güzelce giydirilmiş, sandalyeye oturtulmuş ve fotoğrafı çekilmiş. Onun kısa hikayesinden ailesine ve sonraki zamanlara kalacak son hatıra bu fotoğraf çünkü bu ufak kız fotoğraf çekildiğinde artık bir ölü, nefes almıyor. Kızın ellerinin duruşu aslında bu durumu ele veriyor ama hemen ilk bakışta anlamak kolay değil tabii. Victoria dönemine ait bir gelenek bu, ''memento mori/ fani olduğunu hatırla'' ya da ''post mortem/ ölümden sonra'' gibi isimleri var. Vefat eden aile bireyleri inanç ve geleneklere göre sonsuzluğa uğurlanmadan evvel ya tek başına, ya da diğer yakınlarla fotoğrafları çekiliyor. Bu işte uzmanlaşmış özel fotoğrafçılar var ve cansız bedenlere çeşitli şekillerde pozlar verdirebilmek için bazı dayanak ve düzenekler kullanıyorlar. Bugünün insanına belki çok tuhaf ve ürkütücü gelebilecek bu Victorian dönem geleneği, aslında ölümü bir kabulleniş biçimi, gürültülü-patırtılı isyanlardan ziyade sessiz, sakin bir matem belki, kaçınılmaz olanı kabul ederek ilahi iradeye teslim olmak. Zaten başka çare var mı ki?..

Victoria dönemi bu ''post mortem'' fotoğrafları şimdi çok değerli. Ölümlerinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçen insanların hatırasını yaşatıyor olması bir tarafa, hastalıklara şimdiki gibi çarelerin olmadığı, bugün leblebi gibi kullanılan antibiyotik ve benzeri ilaçların henüz bulunmadığı, basit bir grip salgınında dahi yüzlerce kişinin hastalanıp öldüğü, insanların anlaşmazlıklarını silah ve düello ile hallettiği zamanlardaki hayata ilişkin pek çok bilgi taşıyor günümüze bu sepya fotoğraflar. Müzayedelerde yüksek fiyatlara alıcı bulmaları, antikacılarda özellikle aranmaları şaşırtıcı değil...

Ben ''korku'' değil, ''kabul'' okuyorum bu fotoğraflardan. Bir nevi yüzleşme, daima hayatın içine geçmiş durumda bulunan ölümün tescili. Kaçınılmaz olarak ve muhakkak her eve uğrayacak bir ağır misafiri buyur etmek gibi, hepimizi birbirimize eşitleyen o en adil ve ağır misafiri...

30 Haziran 2014 Pazartesi

İçinden bir çok kalp geçen yazı... ❤️



Ayvalık'ta, geçen Cumartesi günü bir ara sokakta karşıma çıktı bu tabela, sektirmedim, hemen durup çektim tabii. Herkeste farklı bir algı oluşturabilir, ben samimi buldum. Birden fazla anlam taşımakta bana göre, (ansızın kalp krizi geçirme riskim var, acilen hastaneye götürülmem icap edebilir, garaj önüne park edilirse buradan araba çıkamaz, lütfen...) ve (kalbim müstakil evin garajı önüne langadanak araç parketme hödüklüğünü kaldırmaz, çünkü kalp hastasıyım, ani öfke ve sinir halleri bana hiç yaramaz, mazallah tık der giderim, günaha girmeyin...) şeklinde. O kalbe buradan selam ederek şifa diliyorum.❤️


Gene geçen Cumartesi, gene Ayvalık, gene bir sokak arası ve bir evin duvarı... 23.02.2014 Pazar benim 49. yaşıma girdiğim gün. Enteresan bir hizalanma, muhtemeldir ki bir aşk acısı, işin içinde gene bir kalp var yani. Ona da selam ederim, şimdiye artık teselli bulmuş olmasını dilerim.❤️ 

Ben de kalbimi Ayvalık'ın o güzelim sokaklarından birindeki çok eski bir taş Rum evinin avlusuna emanet bıraktım, yakında bedenim ve ruhumla orada tekrar kavuşturmak üzere:) Kendi kalbime de selam ederim elbet.❤️ İçinden bir çok kalp geçen bu yazı burada biter ve ben bisikletime atlar giderim... 

23 Haziran 2014 Pazartesi

Mardin kapısından atlayamadım...

''Liralarım döküldü, toplayamadım, o yare mektup yazdım, yollayamadım, vurmayın arkadaşlar ben yaralıyam, el alem al giymiş, ben karalıyam...'' diye devam edip gider bu güzel türkü. Olay yeri inceleme ekibimiz Gülsün ve Haluk, yanlarına anneleri de alıp geçen ay bir Diyarbakır-Mardin seyahati yaptılardı, beraberlerinde çok sevdiğim şehir Mardin'den kokular, tatlar ve fotoğraflar getirdilerdi tabii, oradan aklıma geldi 2005 senesinin Kasım ayında eski blogum ''Tırmık İzi''nde yayınladığım Mardin yazıları... 



Mardin'e şimdi artık emekli olan TRT spikeri arkadaşım sevgili Misket Dikmen ile beraber gitmiştik. TRT Diyarbakır Radyosu'na geçici görevle spiker desteği verilen zamanlardı, ben İstanbul'dan, o İzmir'den gelmişti. İzin günümüzde Diyarbakır'dan araba kiralamış ve şimdi ismini hatırlamadığım çok çocuklu genç bir adam olan Diyarbakırlı şoförümüzle o tarafların tozunu attırmıştık :)



O vakitler yoktu ama, şimdi artık Mardin'in de bir havaalanı var, İzmir'den direkt uçabiliyorsunuz mesela... Bana sorulursa eğer, herkesin görmesi gereken bir şehirdir derim. Sihir taşır, çok farklıdır. Yemekleri, el yapımı sabunları, kendine özgü baharatları, daracık sokaklarında tıkır-mıkır dolaşan eşekleri ve ille de günbatımı, çok meşhurdur. Medeniyetlerin harman olduğu kadim Mezopotamya topraklarını safran rengi bir deniz gibi gözlerinizin önüne seren o akşamüstlerinden birine şahit olursanız günün birinde, sihir derken ne demek istediğimi eminim çok daha iyi anlarsınız. Haa, unutmadan, Mardin'in sembolü Deyrulzafaran Manastırı'nın profesyonel genç rehberi sevgili Sercan Paslanmaz'ın şöhreti de neredeyse dünyayı tutmuştur, bilhassa genç kızların ilgi alanına girecek bu konuyu da belirtmekte fayda görürüm :) 2005'in Handan'ı olarak neler yazmışım Mardin hakkında, okumak isteyenler buradan buyurabilir. Ve bir de şu muhteşem hikaye tabii, o saf, hep temiz kalmış güzelim hatıraya selam ile...



13 Haziran 2014 Cuma

Sen benim gizli kuyumsun...


Akşamüstü aramış, ben duymamışım. Aramasını gördüğümde bu defa ben onu aradım, telefonu kapalıydı. Daha sonra telefonunun açık olduğuna dair mesaj geldi, yeniden aradım, meşguldü. Nihayet denkleştik de konuşabildik. Okurlardan, kitaplardan, ilişkilerden, aldığımız eğitimlerden, yogadan, Hindistan'dan ve daha ne çok şeyden konuştuk, her zamanki gibi birbirimizi tam olarak anlayabilmenin, o frekans uyumunun verdiği iştahla konuştuk...

Bir ara; ''biliyor musun Handan...'' dedi, ''sen benim başına koşup içine eğilerek (Midas'ın kulakları eşek kulaklarıııııı!) diye bağırdığım gizli kuyumsun, seninle konuşabildiğim şeyleri bir başkası ile asla konuşmadım ben şimdiye kadar...'' Bu değerli bir cümleydi, birkaç nefes durup içime bakmayı, bende yarattığı hisleri farketmeyi hak edecek özel bir cümle. Öyle de yaptım zaten, keyfini çıkardım bu cümlenin:) Herkes herkes için bu kadar özel olamayabilir elbette, bu ifadesi zor bir şey aslında ama, o her zamanki parıltılı zekası ile bir çırpıda bulup çıkartmıştı işte anlamı hayli güçlü olan bu cümleyi. O bir yazar, o zeki bir adam, o benim arkadaşım ve ben onu seviyorum, evet...

(Midas'ın Kulakları efsanesi için müracaat buraya lütfen...)

8 Haziran 2014 Pazar

3.gözünü sevdiğimizin adamı: Dr.Alper Kaya :)


İzmir-Narlıdere'de, yamaçtaki apartmanın en üst katlarından birinde, körfeze tepeden bakan geniş pencerenin aydınlığındaki odada varlıkları üç çok ciddi hastalıkla sınanmış ve sınanmakta olan üç farklı kişiydik. Bir MS, bir kanser ve bir de ALS hastası yani... Bizi birbirimize arkadaş kılan ise sadece hastalıklarımız değildi elbette, odadaki üç kişinin yolları birbiri ile çok enteresan şekillerde ve farklı zamanlarda kesişmişti, bu ''farklı zamanlar'' dediğim bahis taaa 80'li yıllara kadar derinleşmekteydi. Dr. Alper Kaya'ya henüz 28 yaşında genç bir göz doktoru iken ALS teşhisi konmuş ve hayatının bütün akışı bu teşhisle değişmişti. Benim üniversite ilk sınıf öğrencisi olduğum zamanki semt arkadaşlarımın neredeyse tamamı Alper'in de arkadaşıydı, Nejat Şener, Suat Sungur, Can Özbatur, Yasemen Heper... Halen baba evimin bulunduğu apartmanı gayet iyi biliyordu çünkü o vakitler karşı giriş dairesinde oturan komşu kızımız Yasemen'i arkadaşlarla dışarı çıkılan geceler eve o bırakıyordu. Şu anda benim evimin baktığı, baba evimin tam arkasına düşen parkı, Nejat'ların Girne Bulvarı'nda, eski demiryolu tantanlarının oradaki bahçesi havuzlu evlerini, o bahçedeki şen-şakrak yaz akşamı muhabbetlerini, sanat tartışmalarını, bunların hepsini benim gibi o da gayet net hatırlıyordu...

Yardımcısı Ahmet Bey bize kapıyı açıp içeri aldığında, Alper'in odasından müzik sesleri geliyordu. Odaya girdiğimizde özel sandalyesinde, gene özel mızıkası ile bilgisayarında çalan bir Chuck Mangione şarkısına eşlik etmekteydi. Biz geldik diye şarkıya eşliğini kesmedi, sonuna kadar devam etti, biz de severek dinledik elbette... Bunca yıldır bedeninin başından başka bir tarafını kıpırdatamaması hiç önemli değildi Alper için, o bir müzisyendi aynı zamanda ve ALS hastalığı bile koparıp ayıramamıştı onu müzikten, müziği de ondan...



Alper, normalde teşhis kesinleştikten sonra 33 ay kadar yaşayabilen ALS hastaları arasında ezber bozan bir hasta kimliği taşımaktaydı öte yandan. Çünkü, 28 yaşında ALS hastası olduğunu öğrendiğinde ilk işi eşi Elçin ile konuşmak olmuş, akıbetini bildiğinden karısına derhal boşanmayı teklif etmişti, Elçin ise kızıp ''hele dur bakalım, nereye, çocuğunu büyüteceksin daha!..'' diyerek Alper'e göre ''tokat gibi''  bir cevap vermişti. Baba olacağını işte bu şekilde, neredeyse hastalığı ile eşzamanlı öğrenmişti. Kızları Ece şu an 22 yaşında ve Alper hala hayatta. Elbette başladığı noktada kalmadı hastalığı, adım adım ilerledi, bedeninin kontrolü teker teker çekildi, Alper'e göre tamamen durmuş da değil ama, halen hayatta işte. Ünlü İngiliz fizikçi-evrenbilimci Stephen Hawking de aynı hastalığı dünyanın tanımasını sağlamış bir ALSlidir ve 21 yaşında hastalanmasına rağmen halen hayatta olup, şu an 72 yaşındadır. Çoğu kişinin bildiği gibi, çalışmalarına devam etmekte, yazılarını yazmakta fakat Alper gibi konuşamamaktadır...

Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir devirde, bilim adamları elbette ALS hastalarının hayatını kolaylaştıracak icatlar peşinde de koştular, özel tekerlekli sandalyeler, bilgisayar kullanımını sağlayacak sistemler, konuşamayan hastalar için ihtiyaçlarını dile getirecek özel sesli programlar, Dr. Alper Kaya gibi başını hareket ettirebilenlerin kullandığı, iki kaş arasındaki 3. göz noktasına yapıştırılan ''head-mouse''lar ve daha birçok şey... Ama hepsi bir tarafa, ''nefes'' bir tarafa elbette, ALS hastalarında diyafram hareketleri durduğundan olağan şekilde nefes almak imkansızlaşıyor, Alper de bu sebepten mekanik invazif ventilasyonla, yani negatif basınç yaratan bir cihaz aracılığı ile nefes alıyor...



İki kaşının arasında duran ''head-mouse'' ve özel bir yazılım aracılığı ile bilgisayarının ekranına bunları yazdı sevgili Alper:) O bir doktor-hasta olduğundan, herşeyi son derece farkında olarak yaşamış şimdiye kadar ve halen de öyle yaşıyor. ''OnScreenKeys'' adlı ALS hastalarının kullanımına özel tasarlanan bir programın seslendirmesi için benimle temas kurduğu zamanları hatırlıyorum. Hayatımdaki çok tatsız bir süreci hatırlatıyor olsa da bu bana, bu sebepten biraz gecikmeli olabilmiş olsa da, neticede stüdyoya girip kaydetmiştim bu programın demolarını, bunun için önce hareket özgürlüğümü yeniden kazanmam gerekmişti. Şimdi düşündüğümde ne kadar acı geliyor, ne kadar yazık! Herneyse, programdan örnekler dinletiyor bize Alper, bu gibi çalışmaların hasta insanlar adına ne denli önem taşıdığını bir defa daha görüyoruz...



Planlarından bahsediyor, evet, çünkü o planlarını asla rafa kaldırmamış muhteşem bir adam. İzmir körfezine tepeden bakan odasında yazmaya, okumaya, müziğe, çalışmaya ve üretmeye devam ediyor. Hep birlikte çay içiyoruz, güler yüzlü yardımcısı Ahmet Bey ona da pipetiyle içebileceği bir fincan çay getiriyor. Alper, ''Ahmet Abi'' diye seslendiği yardımcısına ''böyle güzel hanımları gördün, odadan çıkmazsın tabii'' diye takılıyor, birlikte gülüyoruz:) Ve ne çok konuşuyoruz, sanki tuhaf bir iştahla konuşuyoruz. Konudan konuya, oradan oraya, eskiden yeniye atlayıp duruyoruz. İki saat hızla geçiyor, kapı çalınıyor, Alper'in eşi Elçin geliyor. Biraz da onunla sohbet ediyor ve sonra kalkıyoruz. Neşe içinde uğurluyor bizi Dr. Alper Kaya, yanaklarından öperek vedalaşıyoruz. 2010 senesinde, 17. Altın Koza Film Festivali'nde, uluslararası kısa film yarışmasında ''en iyi belgesel'' ödülünü alan Hazal Bayar'ın çektiği ''Story of Alper Kaya-Four Walls, One Window (Alper Kaya'nın Hikayesi-Dört Duvar, Bir Pencere)'' DVD'leri elimizde, dört duvar ve bir pencereden oluşan odasında bırakıp onu, ayrılıyoruz...



Öyle beylik, sulugözlü, duygu sömürüsü dozu yüksek cümlelere hiçbirimizin ihtiyacı yok, Alper'in zaten hiç yok, bu yüzden uzatmaya da lüzum yok. Hayat cesur olanları seviyor diyerek bitireceğim, bazılarında hiçbir uzuv, hiçbir şey eksik olmadığı halde o cesaretten eser, gram, kırıntı bile olmayabiliyor, kimileri de başkalarının neredeyse hiçlik dediği noktadan, halen ve herşeye rağmen gözünü dahi kırpmadan, emsalsiz bir cesaretle bakabiliyor ve karışabiliyor hayata. O kadar...

Ek ve de dip: Olay yeri fotoğrafları için Yol İzi'nin çok sevgili ve de kıymetli yolcusuna teşekkürle...