4 Ağustos 2014 Pazartesi

Kan bağı...


Burnumun dibine geldi ama ben gidemedim ona düne kadar, onun da, benim de çok işimiz vardı ve bu bahane her zaman tutardı, mâlum... Geçtiğimiz Cuma, öğle yemeğinde buluştuğum yakın bir arkadaşımla muhabbetimiz sırasında, konu onunla âlâkalı olunca telefonumu elime alıp aradım hemen ama ''muhtemelen açmaz'' diyordum ararken arkadaşıma, ''hep çok meşgûldür o zira...'' Bir defa çaldı ve şak diye açıldı telefon, daha ben sözümü bitirmeden??? ''Sen beni yalancı çıkarmak için mi yaratıldın, ilk çalışta açtığın görülmüş şey midir yani senin?!'' dedim ona sitemle, ''şimdi görüldü işte'' diye cevap verdi gülerek, ardından ''n'aber Türkiye'nin en güzel sesli kadını?'' diye ekledi, ''ister inan, ister inanma, daha bu sabah düşündüm seni, hatırlıyor musun hani o küçük balıkçı lokantasında yemek yemeğe gittiğimiz kış akşamını, senin araba kaza yapmıştı da yürüyerek gitmiştik, o ne güzel, ne benzersiz bir geceydi, Ali'nin geç vakit bağlamayı çıkarıp çaldığı, hep beraber söylediğimiz o türküler neydi yaa öyle, öf ülen öfff!...'' ''Hatırlamaz olur muyum yâhû, amma maceralı bir hikâyeydi, uzun müddet boyun ağrısı çekmiştim ben sonradan'' diyerek gülümsedim. Kısa bir konuşmadan sonra ''yarın saat 13.00 gibi Bostanlı'dayım, mutlaka çık gel...'' dedi, ''tamam, yarın görüşürüz o halde'' dedim, kapattık...

Evimden çıkıp yürüyerek gidebileceğim bir mesafedeydi yeni çalışma yeri. Lâkin hava kavuruyordu insanı, gene de yürüdüm. Plâkasıyla onun adını-soyadını değil, doğduğu şehrin plâka numarasını işaret eden o çok sevdiği siyah otomobilini kapıya park etmişti. Yukarı çıktığımda artık ter paçamdan damlıyordu, asistanı bana banyoyu gösterdi, direkt oraya attım kendimi, elimi-yüzümü, kollarımı, boynumu yıkadım, bir nevi yarım duş! Çıktım, hayret, bekleme odasında bu defa fazla kimse yoktu. Klima son ayarda çalışıyordu ve içerisi derin dondurucu kıvamındaydı! Kendime klimanın kapsama alanı dışında, kenar-köşe bir yer bulup oturdum, sırtımda onca terle donmamak için iyice kenarda bir yere büzüldüm. Bu arada kapı birkaç defa çaldı ve mütemadiyen randevulu insanlar geldi ama hiçbirinin içerideki aşırı serin klimatize havadan şikayetçi olduğu falan yoktu, zannediyorum oradaki tek klimasevmez kişi bendim!..

Onu her zaman uzun beklemişimdir, herkes bekler. Dolayısı ile giderken her zaman okumakta olduğum kitabı da alırım yanıma, öyle bekleme odası dergileri kesmez çünkü beni. Kitabımı çıkarıp okumaya daldım. Neden sonra gözlüğümü geriye doğru itip burnumu sıkan bir elle koptum kitaptan, burnumun sağına-soluna dokunup yoklayarak kendi fıtratınca selâmlıyordu beni deli:) ''Kalk hadi, yürü, kahvemizi içelim'' dedi, biz onunla hep kahve içip sohbet ettiğimizden gene aynı doğallık içinde söyledi bunu, ben de ona ''yahu ben artık eskisi gibi kahve içemiyorum, intoleransım varmış, bla bla bla...'' demedim, nadiren kullandığım kahve içme hakkımı bu defa onunla paylaşmak üzere ardına düştüm. Aklına bir şey gelmiş gibi ansızın döndü, kollarını kocaman açıp sarıldı bana, sıktı, sıktı, kaburgalarım birbirine geçti neredeyse, ''dur yaa'' dedim nefesim kesilmiş şekilde, ''protezlerimi bozacaksın şimdi!..'' Kahkahayla güldü, ''onları bozabilecek biri çıkarsa önce bana haber ver, sana uçak falan çarpmazsa hiçbir şey olmaz kızım onlara, merak etme'' dedi:) E tabii o öyle diyorsa öyleydi. Sade döşenmiş odasına geçtik, az sonra ortalığı kahvenin davetkâr kokusu doldurdu. Biz çoktan sohbet etmeye başlamıştık elbette, bu hep bayıldığımız şey olmuştur, zamandan ve durumdan bağımsız bir konuşma, telaşlı bir anlatma-aktarma hali... Yoga, politika, sinema, insanlarımız, hayatlarımız, ne çok şeyden bahsettik gene, hey Allah'ım! Yeni ofisi için Hindistan'dan gelen altın rengi bir minik Buddha heykelciği vardı çantamda, çıkarıp masasına koydum o arada. ''Ne bu şimdi gene?'' dedi, ''hediyen'' dedim, ''sana bol para, şans ve bereket getirsin...'' ''Huzurdan başka bir şey istemiyorum ben, huzur getirsin'' dedi, ''ona söyle'' diye heykelciği işaret ettim, gülüştük. Sonra beyaz oda, sonuçların değerlendirildiği yer. Ona danışmam gereken bir hususu artı ve eksileriyle ölçüp biçme halleri. Muayene; ciddiyet ve resmiyetin alanı yani. Bundandır muayene sürecinde en yakın, en samimi dostlarına dahi (siz) diyerek hitap etmesi, prensip meselesi...

Sonra ''artık gitmeliyim'' dedim, ''seansım var akşama...'' Bu arada bekleme odası da yeni gelenlerle dolmuştu zaten. Birlikte kalktık. ''Sana söylediğim o filmi derhal bul ve izle'' dedi bana koridorda yürürken, ''tam senlik o film, bayılacaksın...'' ''Tamam'' dedim, ''izleyeceğim elbette...'' ''Oğlanı İspanya ya da Hollanda'ya gönder okumaya'' dedim ona, ''İngiltere, Fransa falan ona uymaz...'' ''İspanya'ya göndereceğim büyük ihtimâlle'' dedi, ''bana bak, seninki gibi bir ev işini de unutma sakın, bana bütün bilgileri, fotoğrafları falan yolla hemen, komşu olacağım sana kızıııım:)'' Zira bahsettiğimde çok heyecanlanmış, ''ben de isterim, bana da aynından bul, hemen bul, çabuk bul!'' diye tutturmuştu. ''Tamam yâhû'' dedim, ''eve gidince yollayacağım istediklerini hemen, söz...'' Beni geçirmek üzere geldiği kapının ağzında durdu, kollarını kocaman açıp tekrar sarıldı bana, sıktı, sıktı, ''benden uzakta olma, enerjin etrafımda, buralarda olsun hep...'' dedi. Hiçbir hesap-kitap olmaksızın, sadece olduğumuz halde ve olduğumuz andaydık. Bu yalın ve hesapsız sevgi hali o kadar iyi geliyordu ki, ne herhangi bir beklenti, ne en ufak bir kırgınlık, ne yalan, ne dolan, ne sorgu-sual, ne dostluğumuza ihanet, ne de kıskançlık hançeri vardı aramızda, saf ve kendiliğinden bir ''oluş hali''nden başka hiçbir şeyin olmadığı o akışta birbirimize sarılmış şekilde bir müddet öyle kaldık. Sonra açmak için kapının koluna uzanan elindeki parmaklara baktım, vaktiyle iman tahtamın üzerini boydan boya kesmiş, göğsümü açmış ve benim kanımla boyanmış o elin parmaklarına. Bu adam benim en savunmasız, en kanlı, en korkunç, en makyajsız, en çirkin, en çıplak, en zavallı, en şuursuz ve herhalde en zor hallerimin birinci derece tanığıydı, benim belleğimde kayıtlı olmayan narkoz zamanlarını ve ameliyathanelerdeki o uzuuuun saatleri o bilmekteydi. Neşteri cildime ilk dokundurduğunda, çok belirgin olmayan ince kırmızı bir çizgiyle başlayan ve daha sonra çoğalan kanla ıslanarak genişleyen o uzun kesikleri açan, kaburga kemiklerimi tanıyan, dokularımı, önceden kesilip biçilmiş kaslarımı bilen, içimi gören, sonra açtığı o uzun kesikleri ince ince, tek tek dikip kapatan, onaran, kaybettiklerimi yeniden yapan... Bir nevi sanatçı, varoluşu yeniden yorumlayan... Onunla aramdaki bağ, bu sebepten başkalarıyla olamayacak kadar bir mahremiyet ve hususiyet taşımaktaydı ya zaten. ''Kan bağı'' vardı onunla benim aramda, benim kanımla imzalanıp mühürlenmiş, sadece ikimizin bildiği bir kadim sözleşmenin gizli şehadeti ya da...

Dönüp el salladım ona asansöre doğru ilerlerken, ardımdan ''filmi izlemeyi unutma haa...'' diye sesleniyordu hâlâ:)



Hiç yorum yok: