27 Kasım 2010 Cumartesi

New York dolaylarından derlenmiş bir türkü...


Üzerinde çok tartışıldığını ve daha da epey tartışılacağını biliyorum. Yani; deyim yerinde ise ''bu pilav daha çok su kaldırır'', bunun farkındayım. Birşeye ''iyi'', ''kötü'' ya da ''vasat'' falan diyebilmek için evvelâ onu deneyimlemek gerekir, peşin hükümle hareket etmeyi sevmem. Bu sebepten kalkıp filme gittim, klasik sublaj saçmalıklarına artık hiç tahammülüm olmadığındandır ki ''orijinal'' versiyonun gösterildiği bir seansı seçtim...

Amerikan tarzı aksiyonun filmin başından ortaya çıkacağını ben de tahmin etmiyordum ama öyle oldu. Mustafa Sandal biraderimiz işin başından sonuna kadar beni epey şaşırttı doğrusu, dersine iyi çalışmış demek yerinde olur, tebrikler. Eski arkadaş Hüseyin Avni Danyal'ın oyununda şaşacak bir taraf yok, adam zaten bu işin eğitimini almış, okulunda okumuş, kendine bir rol kalıbı seçmiş, oynuyor. Hüseyin Avni bu tarz rollerin içini dolduruyor, ayağına cuk oturan bir ayakkabı gibi, hakkını veriyor. Halûk Bilginer'in bazen beni rahatsız edebilen abartılı oyunculuğu bu filmde pek öne çıkmamış, filmin omurgasını iyi taşıyor, fazlaca eğip bükmüyor. Amerikalıları ve Mahsun kardeşimizi bir tarafa ayırırsanız, öteki rolleri üstlenen oyuncularda kayda değer birşey yok, düzgün oynamışlar, işlerini yapmışlar işte...


Baştan belirteyim; ben bu genç adama saygı duyuyorum. Bu sinema adına yaptığı herşeye koşulsuz şapka çıkartmayı gerektirmiyor kuşkusuz, daha ziyade emeğine, ilerleme cesaretine ve kendini aşma gayretine duyulan bir saygı bu... Nitekim; bence gene kendini oynuyor Mahsun, konuşmasındaki dialektten tutun da, hep kullandığı beden diline kadar bu böyle. ''Hoop, n'oluyoruz lan, bu da nesi?'' dedirtmiyor adama yani. Bu filmde haylice şiddet içeren sahnelerin burun-çene vs. dağıtıcısı olarak gördüğümüz genç polis rolünde de tuhaf kaçmıyor dolayısı ile, belirlediği hedef uğruna ''eğer omlet yapacaksan elbette birkaç yumurta kıracaksın kardeşim!'' mantığı içinde hareket eden Fırat karakterinde izleyiciyi irkiltmiyor, uymuş, olmuş, aferin, daha ne?..

Bu senaryo içindeki rolünü gayet dengeli bir üslûpla giyinip, haliyle parmağının ucu ile oynarcasına kotarmış olan kişi Danny Glover. Sonradan imana gelmiş, hidayete ermiş müslüman zenci ve vefalı arkadaş kimliğinden çok daha müşkül rollerde izledik evvelce kendisini, mâlûm... Adamın zaten bir kişiliği, üzerine oturmuş bir karakteri ve tarzı var, New York'ta, topluca kılınan namaz sahnesinde belindeki rahatsızlıktan ötürü sandalyede oturarak namaz kılması falan, hiç batmıyor, yapıştırma durmuyor. Diğer Amerikalı oyuncular için fazla birşey söylemek bence gereksizdir, taş atıp kollarını fazlaca yormadan, öyle çok da derinlik derdine falan düşmeden işlerini yapmışlar işte. İyidir, kâfîdir...

Filmin akışında ciddî mantık hataları yok mudur, elbette vardır. Ancak bu hatalar ve bazı Amerikanvarî görsel  ıkınmalar, kocaman iddialarla ortaya çıkarılan ve kurgusundaki donukluklar yüzünden izleyene hafakanlar bastıran, sonunda da  ''bu muymuş ulen?!!'' dedirten çoğu yerli yapımdan fazla değildir ki, bunu hiç olmazsa sonuna kadar izleyebiliyorsunuz, ne olmuş yani? Bu arada; kimi kareleri çok da sevdim, kamera hareketlerini, oyuncunun durduğu yeri, arkasındaki-önündeki fonu beğendim. Kareyi kuran şahıs Mahsun ya da bir başkası olabilir, bundan bana ne? ''En bi yönetmen benim, ben neylersem güzel ve özel eylerim!..'' iddiasındaki birçok Türk sinemacının böyük böyük şişinmelerine (!) rağmen, sanata ve emeğe duymam gerektiğine inandığım saygıdan yola çıkarak bütünüyle ''tın tın'' bulduğum halde sonuna kadar, sabırla ve ne yazık ki zorla  izlediğim, finalinde de baba bir hayâl kırıklığı ile koltuktan kalktığım çok film oldu. O sebepten; sırf bu filmi Mahsun Kırmızıgül ortaya çıkardı diye kıyasıya eleştirmeyi tuhaf bulmaktayım, kimse kusura bakmasın...

Mahsun bu memleketin kimi hakikatlerini bir derleme şeklinde sunmayı, böylece altını çizmeyi faydalı görüyor anladığım ve izlediğim kadarı ile, hani bir taşla birden fazla kuş vurma vaziyeti yani, olabilir, sakıncası yok bence. Neticede salt inancına dayandırarak can yakmak da, kan davası da, şu veya bu gerekçe ile körükörüne adam suçlamak da  bütünüyle saçmalık, bunların vurgulanmasında bir tuhaflık olmasa gerek diye düşünüyorum...

Ezcümle; bu film New York dolaylarından derlenmiş bir türküdür belki de, türküler şimdinin uyduruk pop şarkıları gibi sadece aşk ya da ayrılık acısı ezberinden beslenmez, yaşanmışlardan yola çıkar, çoğu zaman epey eski köklerden dallanıp budaklanır, hikâyelerinde eski acılar, hesaplaşmalar, yüzleşmeler falan vardır. Ve ''ben kimim ki lan Danny Glover'ı falan yöneteceğim, peh...'' kalıbı içine hapsolmayıp bunu da denemeyi göze alabilen birine bence hürmet etmek lâzımdır. Ayrıca; beğenmeyen dinlemesin efendim, silah zoru yok yani, bu kadardır...

Filmden bir diyalog: Dinibütün ve iyi insan Hacı rolündeki Halûk Bilginer irticaî teşkilât kurma ve yönetme iddiası ile enselenip Türkiye'ye getirildikten sonra çapraz sorguya alınır. Hep aynı şeyleri tekrar eden ve konuyla ilgisi olmadığını belirten Hacı'nın kayda değer hiçbirşey söylememesi üzerine tecrübeli amir rolündeki Salih Kalyon artık zıvanadan çıkar.

Hacı: Yemin ederim benim bu işlerle hiçbir ilgim yok, ben sadece Allah'a bağlıyım...

Emniyet amiri: Ulan sen sadece Allah'a bağlısın da biz Devlet Su İşleri'ne mi bağlıyız ha, konuş, anlat şerefsizzz?!!!!  

24 Kasım 2010 Çarşamba

Tencerede neler var?..

Efendiiiim; araya önce bayram, sonra bir hafta kadar süren soğuk algınlığı falan girdi, yazı bu ve buna benzer sebepler yüzünden habire ertelendi. Yazılma sırası bekleyen çok konu vardı, bu arada birikenler de benim tencereye eklendi. Dolmalık biber şeklindeki bu tencereyi Madrid-Pinto'da, bir sürü tuhaf ve ucuz zımbırtıyı bir arada satan bir Uzakdoğulunun dükkânında görmüş ve derhal sevmiştim. Zaten sadece bir adet kalmıştı, o da rafların birinde tozlanmış, birinin onu farketmesini bekliyordu. Satıcı fiyatını da bu yüzden hatırlayamadıydı, ''ver işte beş-altı, euro, al git bacım'' durumu yaşanmıştı, ben de alıp gelmiştim. Sevimli dış görünüşü haricinde bir halta yaramazmış meğer, içindeki kaplama hemen sıyrıldı, orası-burası paslandı falan ama bunlar benim tencereyi sevmeme manî değildi elbette, şekilde görüldüğü gibi halen birlikteyiz:)

Ben ona ''konu tenceresi'' diyorum ve aklıma gelenleri ufak kağıtlara not edip içine atıyorum. Olaylar, konular bir müddet birikiyor böyle, geceden suya konmuş kurufasulye gibi bekletiyorum onları. Sırası geleni tencereden çıkarıp değerlendirmeye alıyorum. Ancak bu defa tencere biraz fazla doldu, çeşitli sebeplerle bir miktar  ihmâl mevzubahis oldu. Sürü-sepet film izlendi meselâ, ''New York'ta Beş Minare'' bunlardan sadece biriydi, yazılacak. İzmir'de hayata geçmesi hayli yakın olan, muhteşem bir alternatif yaşam projesi var ''35.Sokak'' diye, beni öyle kuşatan, kucaklayan bir proje ki bu, o da yazılacak ve bana kalırsa ''35.Sokak'' seçilmiş ve tasarlanmış yaşam biçimine dair ne kadar ezber mevcutsa hepsini bozacak. Sonra fıkra gibi, şaka gibi, bütünüyle birebir yaşanmış bir kahvaltı hikâyesi var tenceremde, embesilliği telefonla sipariş alamamadan tescilli bir unlu mamûller dükkânı çalışanının hepi-topu 11 liralık kahvaltı bedelini kredi kartımdan 11.073.90 lira olarak, aslında varolmayan küsûratı ile beraber çekme başarısının bankaların güvenlik servislerini ayağa kaldırması ki, elbette ballandıra ballandıra, çeke uzata, keyifle anlatacağım! Kayıtlara geçmiş en pahalı simit-peynir-çay üçlemesinin hikâyesi eminim herkesi güldürecek ve en basit görünen işi bile adam gibi, dikkatle, saygıyla yapmanın önemi üzerine  düşündürecek:) Bir kolonya üzerine de yazacağım, ıhlamur kokan, bildik kolonya fikirlerini ustalıkla değiştiren bir kolonya üzerine...

Daha başka şeyler de var tabii, sırasını bekliyor hepsi. O sebepten; bir girizgâh olsun bu, toparlayayım, ayıklayayım, sıralayayım ve öyle oturup yazayım istiyorum. Velhasıl tenceremin kapağını açıp şöyle bir  içine baktım, şimdilik kaydı ile  tekrar kapatıyorum:)

18 Kasım 2010 Perşembe

Kurban edilenler...


Bunu daha önce yazmıştım, gene yazmakta sakınca görmüyorum. Şuraya bakarsanız detaylar hakkında daha fazla fikir sahibi olacak ve belki bu çalışmaya siz de katılacaksınız. Greenpeace'in gayet yerinde bir uyarısı ve doğru bir uygulamasıdır. Büyümesine fırsat tanımadığımız, bencilce ve hoyratça avladığımız  balıkçıklarla birlikte deniz rezervlerimizi ne uğruna kurban ettiğimizi düşünmek adına faydalıdır. Ve tabii ''acaba burada kurban edilenler yalnızca onlar mıdır?'' sualine de cevap aramaktır...
(Benimki kaç santim öğrendim: http://bit.ly/d8PtfD, seninki kaç santim?)


Bana tuhaf geliyor, üzgünüm. Başlangıç mantığı ve temel gaye olarak doğru ama şu an geldiği nokta bana göre çok trajik:( Çünkü tablo hiç değişmiyor, her sene artık lûtfen farklı olmasını diliyorum ama olmuyor. Düşünüyorum; Allah aşkı adına yapılan bir ibadet, Allah'ın aşkla yarattığı varlıklara bu kadar hürmetsiz, bu kadar acımasız, bu kadar insafsız davranmayı nasıl gerektirebilir ki? Yaradanına yaklaşmak için kurban edeceğin varlığa nasıl, hangi hakla, hangi üstünlük zannıyla bu kadar berbat ve saygısız davranabilirsin? ''Kurban'' adında bile tabii olarak bir kutsiyet ve kıymet yok mudur ki zaten? Ahvale bakılınca artık öyle olmadığı açıkça görülüyor! Üstelik bu vaziyet düzeleceğine yıldan yıla daha da beterleşiyor sanki! Hani ''ibadetimi yaparım ama bunun için bana emrolunan kaideleri nah takarım! Kafama göre keserim, biçerim, kan akıtırım, böylece günahlarımı kanla yıkar, Allah'a yaklaşırım, kimseye de lâf söyletmem çünkü bunun adı ibadet, mühim olan da bunu ne şekilde olursa olsun yapmak, işte o kadar!'' tavrı okunmakta sanki haberlerden, görüntülerden, ifadelerden... Burada da; ''zûlmederek,  dinî, sıhhî ve vicdanî kaideler umursanmadan gûya kurban edilen hayvanlar mı acaba sadece kurban edilen? Kim kimi kandırıyor yani şimdi?..'' suali dönüyor zihnimde. Bu yüzden sevmiyorum, içime kapanıyorum, susuyorum, ben bu bayramı hiç öyle  ''bayram'' gibi kutlayamıyorum. Birgün belki aslolan mânası yeniden farkedilir ve buna göre davranılır, bilemiyorum, bunu halen safça umut ediyorum. Ne diyeyim ki başka, inşallah diyorum...

13 Kasım 2010 Cumartesi

İstanbul'a bakıyorduk...

''İstanbul'a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk. Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda beliren zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alınan hayata bakıyorduk. Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk...''

Kitap arkası cümleleri bunlar. Hani kalın bir kitabı okumaya üşenen çakma entellerin göz atmayı seçtiği en kolay kaynaktır ya, kitap hakkında kâfî mâlûmata arka kapağı okumak sureti ile erişebileceğini zanneden çok insan vardır hâlâ... Bu kadarcık okuma zahmetine katlanmalarına dahî hürmet etmek icap eder belki de, onu da yapmayabilirlerdi zira:) Dan Brown'un ''Melekler ve Şeytanlar'' kitabı koltuğunda, Roma'yı karışlayanlara karşılık artık bizim de bir kitabımız var diyebiliriz ve bunun için kısmen sevinebiliriz. Zira; Ahmet Ümit'in ''İstanbul Hatırası'' hem polisiye, hem de tarihseverleri ortak çizgide buluşturabilecek bir eser olarak niteleniyor. Henüz yeni aldım, okumadım ama hakkında fikir sahibiyim, röportaj yaptım en azından... Elbette okuyacağım ve bende bıraktığı izleri paylaşacağım.

Kahve ve çikolata ise birbirine yakışır zannımca, iyi arkadaş sayabiliriz bu ikisini... Kahve bol köpüklü ve usûlüne uygun yapılmış tarafından, çikolata ise evde mevcut, hafiften bayatlamaya yüz tutmuş çikolataların benmari usûlü ile eritilip yeniden kalıba dökülmüş halidir. Şekil bozuklukları ve kısmî çatlaklar müessesemizin orijinal  ikramı olup, hesaba dahil değildir:) Bu üçleme ile çevreye vermemiz muhtemel zararlardan ötürü özür diler, gene kitaptan iki cümle ile yazımızı bitiririz efendim:

- İnsan ruhunun yarası dikiş tutmaz...
ve
- Handan'a yazdım o şiiri. Hayatımdaki tek kadına...

Geceniz kahve, çikolata ve İstanbul koksun dilerim. Şimdi;  ayaklarımın ucuna basarak, sessizce giderim... 

10 Kasım 2010 Çarşamba

Anî...

İçinden ''İstanbul'' geçen bir şarkı gibi, içinden ''İstanbul'' geçen bütün şarkılar gibi... Biraz hüzünlü, biraz sevinçli, hazırlıksız, çabucak, kısa ve anî...

İçinde ''İstanbul'' olan birçok cümle kurdum, nasıl uçtum, nasıl kondum, içinden nasıl bir nefes gibi geçip gittim, hatırlamıyorum... Özetle; ansızındı, karmaşıktı, başladığı gibi bitti sanki. Nasıl oldu bütün bunlar? Bilemiyorum, hiç bilemiyorum...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Takdir...


Sevdiği kadının hayatına çok şey ekleyen, onu destekleyen, çoğaltan, büyüten, onunla birlikte büyüyen ve senelerdir cesaretle, istikrarla yanyana yürüyen bu adamı takdir ediyorum. Şu şekilde ifade ettiği hayat felsefesine ise şapka çıkartıyorum, altına denden koyuyorum, ayağa kalkıp öyle alkışlıyorum:

FARKLI OLMAYA CÜRET ET!


DAHA ÜSTÜN BİR HAYATI HEDEFLE!


SIRADAN OLMAK ÖLÜMDÜR!

Çoğunluğun kuralları yerine kendi prensiplerine öncelik ver. Seçimlerini kendi etik kurallarına, değerlerine ve prensiplerine göre yap ve sonuçlarından tamamen kendin sorumlu ol. Çoğunluğun dayattığı bir hayatı kabullenme. Topluluktan farklı olmaktan korkma ve farklı olduğun için kendini sev. Topluluk farklı olandan korktuğu için senin aynılaşman için elinden geleni yapacaktır, taviz verme. En küçük tavizin bütünlüğünü yitirmen demektir. Çoğulların takdirini ve onayını beklemek en büyük zayıflıktır. En değerli takdir özeleştiriden doğandır.


Sıradanlığı asla kabullenme. Sürekli daha yüksek seviyeli bir varoluş şekli ve üstün bir hayatı hedefle. Daha üstün bir hayat her zaman daha çok para, daha çok mal, mülk demek değildir. Daha üstün bir hayat mutlak özgürlüğe ulaşma çabasıdır. Bu da ancak kendi prensiplerin doğultusunda yaşamaktır. Bilimde ve sanatta devrimler yapanlar her zaman sıradışı insanlar olmuştur.


Bilinmeyenden korkmamak ve anlamaya çalışmak, iyi ve kötü, doğru ve yanlışı ayırt etmek bilgeliktir. Bilgelik hayattaki tek gerçek güçtür. Zihinsel ve duygusal gelişim için çalış. Duygu ve düşüncelerinin mutlak hakimi ol. Şiddet ve yıkımı reddet. Cehalet ve sorumsuzluk en büyük düşmanlardır. Bilim en değerli araçtır, kullan.


Hiçbirşeyi sorgulamadan ve kendi yargından geçirmeden kabul etme. Varoluşunun tek sorumlusu sensin. Kendini tanımladığın şekilde varolursun. Sana satılan tüm maskeleri reddet. Büyü. Kendi kendini yarat... diyen Demir Demirkan aynı zamanda bir vegan ve bu seçiminin gereklerine göre yaşıyor. Ezcümle; bu adamın duruşu, bakışı, üslûbu, tavrı vb. tarafımdan seviliyor.

                                    

Henüz erişkin boya gelmemiş, ufacık/yavrucuk balıkların avlanması suretiyle denizlerimizdeki balık rezervinin hızla ve korkutucu şekilde azalıyor olduğu yeni bir haber değil, Allah kahretsin, ne yazık ki değil! Ve bu vaziyet yıllardır kimsenin pek umurunda da değil/di, hep olduğu gibi yumurta kapıya dayanınca bazı acı hakikatler farkedildi. Greenpeace Akdeniz'in yukarıdaki çalışmasını da takdir ettim, aciliyeti olan bu konuya dikkat çekmenin pekçok farklı yolu olabilir tabii ama, bu memlekette kafalar daha ziyade apışaralarına odaklı olduğundan ''seninki kaç cm?'' diye kütedenek sorarsanız çok kişiyi irkiltmeyi, dürtüklemeyi  becerirsiniz. İyi akıl, ustaca bir yaklaşım, bu sualin cevabı mahiyetinde de ''boyut önemlidir!'' demiş ve konunun vehametini izah etmişler, bravo, çok tuttum, hakikaten tebrikler. Başka türlü kimse yavru balık, balık rezervleri, gidiyor/bitiyor, tükeniyor falan gibi lüzumsuz (!) şeylere kafa yormaz, ''ne diyo la bunlar?'' diye okuma zahmetine katlanmazdı. Netice olarak ne diyoruz; balık avı da katliama, soykırıma dönüşmesin, unutmayın efendim, bazı hallerde ''BOYUT ÖNEMLİDİR!..'' Hem de çok önemlidir, aman diyelim yani, ona göre...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kedili...


Kedi kadının yanındaydı
Kadın gecenin yanındaydı
Kedi gitti geceye değdi karardı
Döndü kadına değdi
Bir kadın portresi belirdi
Elinde siyah bir gül vardı
Kucağında kırmızı bir kedi...

Özdemir Asaf


Bugün kargo geldi, zarfın içinden oluklu mukavvadan sarı bir kutu, kutunun içinden de bu gerdanlık çıktı. Çift taraflı, eskitilmiş bir madalyon uzun, kahverengi bir zincirin ucuna yerleştirilmiş, madalyonun üzerinde beyaz dantelden bir fiyonk, altında ise iri bir inci tanesi... Madalyonun her iki yüzünde de kedi var, biri evcil, öteki vahşi. Zincirin klips kısmında ise küçük bir inci tanesinin altında sallanan güzelim bir yusufçuk. Çok sevindim, hemen boynuma taktım, bütün gün onunla dolaştım:) Kendimi o eski ve güzel zamanlara ait sandım. Dostlarım bu gibi ''kedili'' şeyleri çok sevdiğimi bilir, denk geleni alıp bana ulaştırırlar, sağolsunlar. Bu defa canım Cheetos, muhakkak sevgili Batos'un da bilgisi dahilindedir tabii:) Bu iki kıymetlim benim ruhuma dokunacak, içimi ısıtacak şeyleri iyi bilir, tam da böyle sevinmelere ihtiyacım olan zamana rastlatır ve öte yandan da içimi sızlatırlar. Birlikte olduğumuz zamanları ne kadar özlediğimi farkederim. Ama mesafelerin izafî olduğunu da bilirim elbette, yüreğimi böyle serinletirim. Daha ne diyeyim ki? Ankara'daki can parçalarıma çok teşekkür eder, daima hayatımda olmalarını dilerim...