25 Şubat 2011 Cuma

Alkışlarla...

Bu bir ''ilk''tir ve bu yüzden çok önemlidir, değerlidir. Ülkemizde hayvan hakları konusunda en ciddî ve etkili çalışmalara imza atan bir sivil toplum örgütü, HAYTAP sanatçı ve hukukçulardan oluşan bir temsil heyeti ile Dolmabahçe'de başbakan Sn.Recep Tayyip Erdoğan tarafından kabûl edilmiş ve böylece bu konu ilk defa bir başbakanla direkt görüşülerek kendisine ayrıntılı bir de rapor sunulmuştur...

Ben de bu görüşmeye iştirâk eden insanların çoğu ile, defalarca çeşitli çalışmalar yaptım. Bilhassa ''tüm canların avukatı'' olarak nitelediğimiz sevgili Ahmet Kemal Şenpolat ile hatırlayamadığım kadar çok yayına, toplantıya, eyleme, söyleme, hâttâ yasaya aykırı davranan sitelerin, apartmanların yöneticileri ile veryansın kavgalara dahî katıldım! İstanbul Çengelköy'de, seneler evvel kafadan çatlak bir petshop sahibinin saldırısına uğradığımda beni hukuken temsil etmek üzere gene o yanımdaydı. Birlikte pekçok röportaj yaptık ve basına röportajlar verdik. Birlikte güldüğümüz ve gene birlikte kahrolduğumuz çok zaman oldu. HAYTAP'ın başarılı çalışmalarını daima takdir ettim, duyurdum, destekledim. Şimdi varılan bu noktayı avuçlarım kızarıncaya kadar alkışlamak benim en tabii hakkım:) Zira; nerelerden nerelere gelindiğini en iyi bilenlerdenim ve bu insanlar benim ''yol arkadaşlarım''... Zannediyorum bu başarının ardında saklı olan yegâne şey ''inanmak''tır. Ben hep inandım, onlar hep inandı, olanca engele, zûlme, hâttâ kimi zaman dayağa-köteğe ''rağmen'' hiç vazgeçmedik. Türkiye'de çok şey değişti, değişecek de! Yasa da değişecek, hayvanlara karşı işlenen suçlar ''kabahat'' olmaktan çıkacak, ciddî ciddî yargılama kapsamına alınacak. Buna dair inancımı da hep muhafaza ediyorum, her ne olursa olsun...

Tebrikler arkadaşlarım, sevinçle alkışlıyorum, engeller aşılmak, ezberler de bozulmak içindir, bunu hep söyledim, işte gene söylüyorum. Canlar size minnettardır, katledilenlerin aydınlık ruhları da dahil, bunu adım gibi  biliyorum...  

23 Şubat 2011 Çarşamba

Yağıyor...

Evet; güzel güzel yağıyor şimdilik... Yağmurluk balkonda, suları süzülüyor. Bu beyaz lastik çizmelerimi başka hiçbirşeye değişmem bu gibi havalarda, şemsiye duruma göre değişebilir ama onlar değişmez. Kuyruklar, patiler de değişmez, hep vardır:) Yağan yalnızca yağmur değil, dört bir yandan kutlama mesajları da yağıyor sabahtan beri, dostlar sağolsun. Ankara'daki kıymetliler Cheetos&Batos yirmi sene evvelki radyo programı kayıtlarımdan birkaçını göndermişler, bütün kalbimle teşekkür ediyorum onlara, bir yayıncı için bundan daha anlamlı hediye zor bulunur herhalde ne kadar aransa da. Mühim olan uzun yaşayarak dünyaya kazık kakmak değil hiç şüphesiz, kaliteli yaşamak ve yine öyle yaşlanmak. ''Yeni''mi içtenlikle kutlayan, ''iyi ki...'' diyen herkese şükranlarımla, dilerim hepimiz için gerçekleşsin bu ''iyi'' niyetler...
 
 
''Muhteşem Yüzyıl'' dizisinde, Türkçesi zayıf Hürrem'in söylemiyle  Kanunî Sultan Süliman'ın kendisine hediye ettiği el yapımı, zümrüt taşlı bir yüzük vardı. Aha da o yüzüğün ''çakma''ları bir anda piyasayı ve yakışır-yakışmaz demeden birçok kadının parmağını işgâle uğrattı! Trende, otobüste, vitrinlerde, orada-burada, heryerde görüyorum artık ve ister-istemez gülüyorum elbette:) Yâhû; ayağınızda tayt-çizme falan varken, gayet gündelik kıyafetler içinde bu nal kadar taşlı çakma yüzüğü hangi akla hizmeten takıyorsunuz be hatunlar? Onu takınca kocalarınız, adamlarınız size bir anda Hürrem Sultan muamelesi mi çekmeye başlayacak yani? Peh peh peh!.. Aynı dizide Halit Ergenç'in canlandırdığı hünkârımız Kanunî de kıyafetlerine göre bebek kafası kadar, kocaman taşlı yüzükler takıyor, erkeklerimiz arasında niye derhal böyle bir moda yayılmıyor ki? Hususî istirhamımdır, lûtfen adamlar da uysun bu modaya, vitrinlerde, parmaklarda çakma Kanunî yüzükleri görmek istiyorum, daha çok gülmek istiyorum, evet, ne var yani bunda?.. :)

Alt tarafı ''bir TV dizisi işte...'' dediğimiz şeyin, insanların gündelik hayatlarına bu kadar tesir etmesindeki sosyo-kültürel etkenler nelerdir, bireylerin tutunabilecek başka şeyleri yok mudur, diziyi protesto etmek için yürüyüşler düzenleyen, günlerce ıdısını-vıdısını tartışan, sonra da dizideki karakterlerin bu gibi zımbırtılarını derhal taklit eden insanların hayatı hakikaten bu kadar boş mudur? Eğer öyleyse bu ne korkunç birşeydir falan... Bunları bırakalım bir tarafa da; bana göre bu dizide bir tek ''örnek'' mevcuttur, o da oyunculuğunda kullandığı muhteşem beden dili ile Okan Yalabık biraderimizdir, o kadar be güzelim! Üstelik bu adam, bunu sadece dizideki ''Pargalı İbrahim'' yani sonradan olacağı ''Damat İbrahim Paşa'' rolünde değil, üstlendiği her rolde başarmaktadır. ''Hatırla Sevgili''de de öyleydi, en son izlediğim Yavuz Turgul'un  ''Av Mevsimi'' filmindeki rolünde de. Sesi, fiziği falan beni hiç bağlamıyor, ben oyunculuğunda kullandığı ''beden dili''nden bahsediyorum. Bir istirhamım daha var, o da mümkünse kendisinin ''Beden Dili ve Uygulamaları'' dersime konu mankeni olarak iştirâk etmesi ve öğrencilerime bu konuda anlattıklarımı pekiştirmesidir:) Bu arkadaşımız da oyunculuktaki başarının sırf yakışıklılıkla açıklanabilir birşey olmadığının ayaklı delilidir, varsın yürüsün gayrı, kendisini kim tutabilir? Buradan takdirlerimi sunmayı borç biliyorum, Okan Yalabık'ı daima severek izliyorum...

Dizinin tarihî gerçekleri saptırdığı, ''anlı-şanlı ve bir o kadar muhteşem tarihimize'' hürmetsizlik ettiği iddialarına gelinceeee; onun için müracaat şuraya bir zahmet. Kimileri gibi Bekir Coşkun'un her yazdığının altına denden koymuyorum, her konuda kendisi ile aynı fikirde olmam da gerekmiyor zaten ama bu yazısı okunsa iyi olur derim. Zira, insanın kendisine ilk ve orta öğretiminde ezberden anlatılan gûya ''resmî'' tarih ile hakikat arasındaki dehşet verici farkları ancak üniversite yıllarında anlayabilmiş olmasının yarattığı şaşkınlığı ve tabii kızgınlığı da yine kendimden bilirim! İşte belki de en çok bu yüzden, alt tarafı ortalama bir diziye gösterilen bu kadar aşırı infiâle ve jet hızıyla o tombul, ince, uzun, kısa, küt, manikürlü, manikürsüz, bakımlı ya da bakımsız  parmaklara yerleşiveren nal kadar taşlı ''çakma'' Hürrem yüzüklerine müsaadenizle ve kahkahalarla gülerim efendim:)

19 Şubat 2011 Cumartesi

Meselâ...

Meselâ; TRT FM yayın stüdyosuna canlı müzik programları için yeni alınmış olan bu gıcır gıcır elektrikli piyanonun başına oturup Chopin'den birşeyler çalabilseydim. Hadi bıraktım Chopin'i, hiç olmazsa ''Süt İçtim Dilim Yandı''yı falan çalabilseydim:) Bu arada; stüdyonun köşesine yerleşmiş olan bu bitter çikolata rengi, ahşap ve çok akıllı Yamaha hakikaten muhteşem birşey, önündeki şık siyah taburesi ile yerine pek de yakışmış, çalamıyorum tabii ama olsun, bunun onu sevmeme ve arada tıngırdatmama engel teşkil etmediği fikrindeyim...
   
Eğer piyano çalabilseydim, aha da bu kişilerin düğününde çalmayı bilhassa isterdim. İsveç prensesi Victoria ve uzun yıllardır sevdiği adam, geçen yaz da kocası olmuş olan Daniel Westling'in nikâh törenlerinde çalmak hoş olurdu meselâ... İsveç kraliyet ailesini çocukluğumdan beri severim zaten, öyle abartılı, fazla tantanalı hikâyelere imza atmışlıkları yoktur, mütevazı ve zarif çizgilerini daima korumuşlardır. (Bir ara başka bir kraliyet hikâyesini, çok genç yaşta bir trafik kazasında ölen ve daha sonra bir ruhsal seansta hayâleti bütün güzelliği ile katılımcılara görünen, bu esnada fotoğrafları da çekilen  İsveç prensesi ve kısa bir süre de Belçika kraliçesi olan Astrid'i yazacağım.) Çevre dostu ve iddiasız duruşuyla tanınan prenses Victoria soylu olmayan, halktan biri ile evlenirken bu tarzı bozmadı, dünyaca ünlü modacılardan birine tonla para basarak ''heyyyt ulennn, ben bir prenses gelinliğiyim, çekilin yoldan!'' dedirten bir gelinlik hazırlatmak yerine kendi ülkesinden bir modacıyı, Par Engsheden'i seçti ve varla yok arasındaki hafif makyajı, basit ense topuzu ve gayet düz tasarımlı gelinliği ile kraliyet ailesine mensup bir kadının da evlenirken sade olabileceğini, illâ köpük köpük dantellere, değerli taşlara, incilere,  onlarca nedime tarafından taşınan metre metre korkunç kuyruklara, duvaklara boğulmak gerekmediğini, bir prenses boynunun elmas kolyesiz de çok güzel olabileceğini, yani icabında ihtişamın sadelikle de mümkün olabileceğini herkese gösterdi.

Bu fotoğrafı da çok seviyorum, zira fotoğraftaki hareketi erkeğin yapması beklenir genellikle, prenses hiç takmadı bunu, evlendiği kişi asil kan taşımadığı, halktan ve sıradan biri olduğu için hernekadar gelenekçi mantık onaylamasa da, sevdiği adamın elini bu şekilde öpmekten çekinmedi, böylelikle prensesliğinden birşeyler eksildiğini düşünenler vardır belki, bilemem ama benim kalbimi bir defa daha fethetti:) Zira kendisi, düğününde çevreye zarar vermemek ve lüzûmsuz para harcanmasını engellemek adına havaî fişek gösterileri yapılmasını istememiş, çiçek ve hediye göndermek yerine de çevre örgütlerine bağış yapılmasını rica etmişti. Bizde de benzer örnekleri vardır muhtemelen, çok olmasa da meselâ diyorum yani:)

Geçen sene yazın çöpe atılmış vaziyette bulduğum, alıp temizledikten sonra içindeki sürrealist resimle birlikte duvara astığım renkli çerçeve önce düşüp kırıldıydı, ardından onarıldı ve epey müddet boş kaldı. Nihayet, birkaç gün önce onun renklerine uyacak üslûbu ve ressamı ansızın buluverdim, hani derler ya, kafamda şak diye bir ampûl yandı.  Fikrimce Avusturya'lı ressam Gustav Klimt'in resimleri bu çerçeveye çok yakışırdı. ''Meselâ yani...'' dedim ve işe koyuldum. Senelerdir sakladığım Klimt kartpostallarını ortaya döktüm, aralarından en sevdiklerimi seçtim ve siyah zemine tek tek yapıştırdım. Tek bir resim yerine bu çerçevede birçok resim yanyana durabilirdi pekâla, neden olmasındı? Netice ''meselâ''yı aştı, harika bir noktaya ulaştı! Bu özel Klimt karması, evimin üst katına çıkan ve lokal ışıklandırmasıyla bir sanat galerisini andıran merdiven duvarlarına (evimde en sevdiğim duvarlar bunlar, astığım tabloları mükemmel taşıyorlar) doğrusu pek yakıştı. Dedim ya, çerçeveyi geçen sene çöpe atılmış halde bulmuştum. İyi ki alıp temizlemiş ve onartmışım. Atan niçin atmıştı bilemem ama, kendisine bol bol teşekkür ederim:) Yaşadığı dönemin sanat anlayışına karşı çıkan ve cesaretle başkaldıran bir ressam olan Gustav Klimt evime gelseydi, kendisine çöpten bulduğum bu çerçeve içindeki en ünlü eserlerini gösterseydim, meselâ... Acaba ne derdi? Sonra birer Viyana kahvesi içseydik karşılıklı, sonra ben piyanoda valsler çalsaydım, bana tablolarındaki kadınların hikâyelerini anlatsaydı falan. Hem ne demiş Serdar Özkan: ''Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır...'' Değil mi ya? Meselâ diyoruz efendim, meselâ:)

Ek ve de dip: Evvelâ İzmir'den nihayet güzel bir haber ve ardından da sevgili Baver Ergun'dan bir inceleme, fikrine sağlık Baver, emeğinize sağlık İzmir Doğal Yaşam Parkı çalışanları...

14 Şubat 2011 Pazartesi

(Misafir yazar) vintage biscuit: manitalar günü*

vintage biscuit: manitalar günü*: "Manitalar günü özel yazısı falan bekliyosunuz ama avucunuzu yalarsınız!! Geçen sevgiliLer gününde tahta bir pinokyo hediye gelmişti bana,,,..."

Karşılıklar...

Bu bir albüm kapağı aslında, şu malûm  ''Sevgililer Günü'' hikâyesine karşılık olsun. Kâinatın ve yaradılışın çekirdeği olan ''sevgi'' ile onun doğal koşulu olan ''sevgililik'' kavramlarının böyle günlerle hatırlanması gerekmeyecek kadar ''kendiliğinden'' olduğunu ifade etsin bakalım. Tıpkı ''annelik'' gibi. Biyolojik anne olmadığım için çoğu kez şanslı sayıyorum kendimi, evet. Çünkü aksi takdirde önceliğim zorunlu olarak bir tek tarafa kayardı ve o zaman bu kadar çok ve çeşitli türden çocuğum olamazdı diye düşünüyorum. ''Anneler Günü'' kutlamasına da karşıyım. Temelinde ticarî hinlikler yatan bütün bu gibi şeylere karşıyım. 14 Şubat'da doğmuş olan anacığımın yeni yaşını kutlamaya ve Ümit Besen'e karşı değilim ama, tersine seviyorum:)

Yok evet, olmamalı da. İzmir'e bakıyorum uzun uzun, doğduğum kente. Ne kadar talihsiz seçimlerin sonuçlarını yaşamakta olduğunu düşünerek üzülüyorum. Adına ısrarla ''metro'' dedikleri, yıllardır ''bitiriyoruz, aha da bitirdik bilem'' diye ortalığı ayağa kaldırdıkları ''hafif raylı sistem'' yani aslında bildiğiniz ''modern banliyö treni'' olan ulaşım sisteminin Aliağa ayağının açılmış olması ile trenlerin nasıl da tipik Pakistan havasına bürünmüş olduğunu düşünüyorum! Bu gibi ulaşım sistemlerinde önceliğin daima ''inen''lerde olması gerektiğini henüz öğrenememiş, yürüyen merdivenlerde sağda durup geçenlere öncelik tanıma kuralından bihaber, kapılar açılır açılmaz önündekileri eze-çiğneye vagonlara saldıran ilerici, çağdaş, şık ve zarif İzmir'lileri düşünüyorum. Son günlerde tahammülü iyice güç hale gelmiş olan hava kirliliğini, en ufak yağmurda sokağımdan akan çamurlu selleri, kentin gûya en mûtena semtlerinde dolup taşan çöp konteynırlarını, giderek azalan yeşilliği, bir şehrin siyasî duruşunu korumak adına yapılmış kimi seçimlerin gündelik hayatı berbatlaştıran neticeleri ile niçin hiçkimsenin ilgilenmediğini düşünüyorum. Kentini sevdiğini söyleyen insanların halen ''gevrek, çiğdem, boyoz, imbat vs.'' duygusallığı içinde parklarını, çevrelerini nasıl acımasızca kirletmekte olduklarını, köpeğinin kakasını yerden poşetle alıp çöpe atıvermenin ne gibi bir enayilik sayıldığını, herkese ait olan parkların, yeşil alanların, durakların nasıl bu kadar hoyratça kullanılabildiğini ve bunun siyasî duruşla olan alâkasını düşünüyorum? Bu gibi sorunların ''rakı, roka, balık''la ve penceresine, balkonuna üzerine Atatürk fotoğrafı eklenmiş ayyıldızlı bayrak asmakla hallolmadığını, dünyada toplumlar memnuniyetsizliklerini bangır bangır bağırarak, tabana yayılan bir başkaldırı ile cesurca ifade edip, belki otuz senelik ezberleri çatır çatır bozarken, ben buradaki toplumsal ataletin bu noktaya gelmiş olmasının ilerideki olası neticelerini düşünüyorum. Zaten bu yüzden ''oy''un sadece üzeri damgalı bir kağıt parçası olmadığını, öncesi ve sonrası ile toplumların yaşam kalitesini şekillendirdiğini, beklentilerini karşılamakta aciz kalan seçimlerinin sonuçlarını sorgulamanın, hesabını sormanın ve gerektiğinde toplumsal bir duruşla zorlamanın, herhangi bir siyasî kimlik maskesi ille de yerinde duracak, durmalı diye kendisine hasbelkader sunulana kanâat etmekten ve sonra heryerde, her şekilde bu vaziyetten şikayet etmekten ne kadar farklı+değerli olduğunu düşünüyorum.

Ben şimdiki İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı'nın yerinde olsa idim, yerel seçimler öncesindeki turlardan birinde ''bize zehirli (arsenikli)  su da içirsen gene oyum sanadır yavrııım'' diyerek kendisini kucaklayan Ege'li teyzeye ''olmaz'' derdim, ''istemem, bu olmamalı''. Ve devam ederdim; ''sizlerin oyunun bir anlamı, bir değeri olmalı be teyzem, eğer ben halka hizmette kusur edersem bunun hesabını bana sorabilmelisiniz, yanlışlarımı, eksiklerimi bana göstermelisiniz, eğer becerememişsem, olmuyorsa, birşeyler müspet mânada değişmiyorsa da beni bir daha seçmemelisiniz. Oyunuzun kıymetini daima bilmeli, seçimlerinizin sonuçlarını ölçmeli ve gerektiğinde hesabını da sorabilmelisiniz.'' İşte bu yüzden;  benim ''oy''um sadece bir kağıt parçası değil, İzmir'in genel siyasî duruşu da beni hiiç alâkadar etmiyor, kimse kusura bakmasın! Ben bu kadar şanslı bir coğrafya içinde varolduğu halde, bu denli bakımsız, bu denli derbeder, bu denli kaderine terkedilmiş bir şehirde yaşıyor olmanın basit sonuçlarıyla ilgileniyorum. Kentlerini ''sözde'' çok seven İzmir'lilerin arkasından dolaşıp çöp topluyorum, parklarda kırdıkları bira şişelerini, yığdıkları ''çiğdem'' (!) kabuklarını, her türlü boku-püsürü aralayarak soluk almaya, kendime bir yer açmaya çalışıyorum. Trenden inerken üzerime saldırdıklarında durup yüzlerine bakıyorum ama umursayan yok? Eli-kolu dolu, yaşlı insanlar, hastalar falan ayakta duracak bir avuçluk yeri zor bulurken, yanındaki koltuğa çocuğunu rahat rahat, geniş geniş oturtan ve onun yapış yapış elleriyle koltukları, camları sıvamasına hiiiç aldırmayan çağdaş İzmir'in bir o kadar ''çağdaş'' ve ''duyarlı'' hanımlarına, şık beylerine, cici, güzel ve ideal ailelerine bakıyorum. Bakıyorum da... Seçimlerin sadece siyasî seçimler anlamına gelmediğini, bireylerin seçimlerinin sorumluluğunu taşıyarak yaşamasının ve icabında bunun sonuçlarını sorgulamasının ne kadar mühim olduğunu daha derinden farkediyorum. Karşılığı var her seçimin, muhakkak var ve kimilerinin yanlış seçimlerinin sonuçlarını bazen herkes yaşar, kendimden biliyorum...

Ek ve de dip: Kafî gelmediyse buyrun, buradan da yakın! Sözde ''demokrat'' ve ''ilerici'' mantığın yediği haltlara bir de bu açıdan bakın. Taze taze, daha tozu-dumanı üstünde! Yazık:(     

10 Şubat 2011 Perşembe

Al sana sevgi, al sana en vefalı sevgili...

Bu ''Sevgililer Günü'' saçmalığına karşı alerjim hep aynı, hiç değişmeyecek; adam gibi sevmeyi beceremeyenler böyle günleri acizliklerine perde yapıp çeşitli hediyelerle gûya gönül avutmaya, sevme kifayetsizliklerini paralarıyla kapatmaya çalışırlar bana göre. İllâ hediye bekleyenler de verenler kadar acizdir tabii, orası ayrı. Herneyse efendim; benim canım HAYTAP'ım gene gayet güzel bir iş yapmış ve bu afişi hazırlamış. Bu saçma-sapan günde sevgilisine canlı canlı bişeyler hediye etmek için petshoplara para basmaya hazırlananlar varsa dikkatlerini çekmek adına... Güzel olmuş, ellerine, zihinlerine, emeklerine sağlık. Umarım işe yarar, umarım petshoplardan evin bebesine ya da sevgiliye (hiç farketmez!) şımarık ve gelgeç bir hevesle tutturarak ille de istiyorlar diye ''marka''lı hayvancıklar satın alıp, sonra sıkılınca lüzûmsuz bir eşya gibi başlarından atmaya çalışacak olanları biraz aydırır, uyandırır!..

''Vefa'' derseniz; artık ne yazık ki İstanbul'da bir semt adı ve gene İstanbul'da boza içmeyi pek sevdiğim bir mekân derim sizlere... Aksi örneklerinin başımın üzerinde yeri var tabii ama genelleme böyle:( Gayrı ''vefa'' gibi, ''sadakât'' gibi kıymetleri insandan beklemek fazla safdillik oluyor, dolayısı ile ''sevgili''den beklenmesi de hayli beyhûde. Ama işte; yaradılıştan gelen ruh saflıklarını teee ölünceye kadar bozmadan muhafaza eden başka canlılar var kiiii, defalarca test edilip onaylanmıştır tarafımdan bu eşsiz hasletleri. Fotoğraf İzmir-Gaziemir'de çekilmiş, fotoğrafta saf ruhların sevgi çemberine hapsedilmiş hoş kadın da Nebiha Deprem. Bu canların artık ana bildiği, onlara yıllardır bıkmadan-usanmadan-yorulmadan-tükenmeden yardım elini uzatan ve kendini ''pek bi akıllı'' (!) sayanların ''deli'' ilân ettiği o harika kadınlardan biri yani:) Bütün bu manyak ve elbette ticarete endeksli ''Sevgililer Günü'' dolduruşlarından tiksinen biri olarak diyorum ki: ''AL SANA EN SAFINDAN SEVGİ, AL SANA EN VEFALI SEVGİLİ!  Ne yalanlar sıralamayı becerir, ne aldatır, ne arkandan türlü dolaplar çevirip ihanetlerle kazıklar ve sonra da terkedip gider seni. Budur efendim, var mı daha ötesi?..

Ek ve de dip: İçinden ''sokak köpekleri'', ''sadakât'', ''sevgi'' ve Levent Yüksel geçen gayet manîdar bir şarkıyı dinlemek isteyen varsa burayı da tıklayıversin e mi? İtina ile, sektirmeden kutlayanlar için  ''Sevgililer Günü'' şarkısı olsun derim bu hâttâ:) Teşekkürler sevgili Levo'ya... 

8 Şubat 2011 Salı

''Vardım Hint eline''/ Su kıyısında yaşamak...


Bazen çatlamış topuklarını, yorgun ayaklarını kille ovalarken eşlik eder sana...


Bazen de kabını-kacağını yıkamak için oturuverirsin kıyısına...


Geniş taşlara vurup çarparak aynı suda yıkadığın çamaşırlar gene o suyun kıyısında kurur...


Bu topraklarda herşeyin varlığına hürmet temel bir yaşam prensibidir ama, ''su''yunki bir başkadır. Hayatı da, ölümü de kapsamaktadır su; geniş çeltik tarlalarında yetişen pirinç karın doyurmak için elzemdir, su olmazsa pirinç de olmayacaktır. Aynı su hayatın neredeyse tüm yükünü omuzladığı gibi, ölümü de taşır buralarda. Yakılan ölülerin külleri gene bu suya karışır, suyun kutsal ''karma''sına eklenir ve sonsuzluğa uzanır...


Canınız dondurma yemek isterse bu ''dondurma teknesi'' de gene suyun üzerindedir:)


Buralarda su, sizi bir yerden alıp başka bir yere taşıyan, varacağınız menzîle sizi ulaştıran birşeydir de öte yandan... Hintli keçiler alışmış bu işe çoktan, hayat hep su içinde, su kıyısında değil mi zaten efendim, e o halde ne gam?:)


Diş fırçalamak için de su lâzımdır tabii, meselâ çamaşırları yıkamaya başlamadan önce dişleri fırçalarken gene aynı su kullanılabilir:) Eski-meski, bir diş fırçanız, azıcık da macununuz olması kâfidir...


Aynı suyun kıyısında büyür çocuklar, oyunlarını suyla paylaşırlar. Hikâyeler suyun üzerine yazılıdır buralarda, su hem can verir, hem can alır. Su kıyısındaki bu hayatlar ihtimâl hep ıslaktır. Su ya nehir olup kıvrıla büküle akar önünüzden, ya da Muson yağmuru olup tepenizden boşalır. Ama öyle de olsa, böyle de olsa lâf söylenmez ''su''ya, o her zaman kutsaldır. Bu sebepten; daima şükredilir varlığına, kutlanır su, her vesile ile kutsanır. Aslında bu ''su kıyısında yaşamak'' değil, daha ziyade ''suya karışmak''tır...

8 Şubat'ın sözü: "Herhangi birinin senden nefret etmesinin asıl nedeni; senin gibi olmak istediği halde asla senin gibi olamayacağını bilmesidir..."


Hmmm, teşekkürler Victor Hugo...

3 Şubat 2011 Perşembe

Belki alışman lâzım...

Duman'ın sağlam bir şarkısının adıdır bu ya; aklıma neden/nereden düştüğü belirsiz? Tek bacağı ötekinden kısa bu Şubat aylarının kemliğinden midir, nedir, hastalıklar artar, beklenmedik, anî ölümler tokatlar durur benliklerdeki o ıslak kış kasvetini... Ölüm yıldönümleri doğumgünlerininkine çok yakın işaretlidir hep takvimlerde, belki de yalnızca benim için öyledir. Belki her durumda böyle geniş geniş gülümseyebilmek sadece bu masal karakterlerinin marifetidir, bilemem. Belki alışman lâzımdır bütün bunlara...
  
Mutfak sığınaktır, iyidir, sıcaktır. Yuvadır mutfak, kokuların birbirine hesapsızca karıştığı, kuralların pek takılmadığı, pişirilen, kotarılan, düşünülen, çalışılan, konuşulan, doyulan, doyurulan yerdir. Durmaz mutfak, susmaz, hep birşeyler anlatır. Rahmetli babacığımın  söylediği gibi; ''eğer ocağın tütüyorsa umut hep vardır''. Belki de bu yüzden benim için evin kalbinin attığı yer mutfaktır. Belki alışman lâzımdır ocaktaki yemeğin altını kapatıp, kahve kupasını lâvabonun içine bırakıp, ışığı söndürüp çıkıp gitmeye, çünkü sen olsan da, olmasan da mutfak hep konuşacaktır... 

Belki yalnızca eksik bir ezberdir ölümü bitiş saymak, çok eski bir hikâyenin devamını getirmektir aslında ondan korkmak. Herkes öyle yapıyor diye aynını yapmak çoğu kez aptallıktır! Yeryüzünde yaşayan cümle varlığı muazzam bir adaletle eşit kılan ve kaçınılmaz olan ölümle barışman lâzımdır, ama erken, ama geç, babanınkine, Sezgin'inkine, Defne'ninkine, belki her ölüme alışman lâzımdır...

Ne avuçlarını dolduran bu sıcak ve korunmasız saflığın yazgısını bilebilirsin, ne de kendininkini... Aslolan; en sade ve tabii haliyle, sadece varolmaktır. ''Gibi'' yapmadan, programlamadan, taklide, uydurmaya sapmadan, onun-bunun-şunun dediğine kulak asmadan, zorlamadan, dayatmadan, içinde bulunduğun ''an''ın anlamında, herneysen ''o'' olarak varolmak yani. Kapı ansızın çaldığında askıdan ceketini alıp gitmeye hazır olmak belki, yanına başka hiçbirşey almadan, öylece, olduğun gibi... Belki alışman lâzımdır varlığın içinde hep saklı duran o ''yok''luğa, senin ''yok''luğuna çabucak alışması mukadder olan ardındaki o ''çok''luğa, belki anlaman lâzımdır hiçbirşeyin sadece sana endeksli olmadığını. Ne kadar kalabalık sayarsan say kendini, aslında hep ''yapayalnız'' olduğunu kabûl etmen lâzımdır. Zaten kimseye sırtını yaslamadan, hiçbirşeye dayanmadan, ondan-bundan onay beklemeden, vicdan sömürmeden, sağdan-soldan destek aranmadan, sadece kendine sahip çıkarak bir başına ayaklarının üzerinde durabilmek bu yüzden değerli ve anlamlıdır. Belki alışman lâzımdır öyle olduğun gibi, hesapsız, beklenmedik çekip gitmelere, belki şimdiden alışman lâzımdır...  

1 Şubat 2011 Salı

''Vardım Hint eline''/ Yeme-içme halleri...


''Hint Mutfağı'' dendiğinde akla önce baharatlar geliyor galiba, bir baharat tutkunu olarak bu benim damağımı kamaştırmaya yetiyor zaten:) Bizim mâlûm ''olay yeri inceleme ekibi'' Hint ellerinde olabildiği kadar çok yemek türü denemiş, genel olarak tattıkları çoğu şeyi sevdiklerini ifade ettiler. Öyle ''ıyyy, öööğğk, bu da ne yaaa!..'' dedirten birşey olmamış yani. Sade, lezzetli ve bol baharatlı olmasına rağmen hafif bulmuşlar Hint Mutfağı'nı...


Hindistan'ın kuzey ve güney bölgeleri arasında farklı yemek alışkanlıkları olması hem tarihsel, hem de iklimle alâkalı sebeplere bağlanıyor ve kuzey mutfağında daha fazla ''etli''yemeğe rastlandığı söyleniyor. Güney mutfağında daha katı vejetaryen etkiler görülüyormuş, bu bölgede daha fazla pilav/pirinç  tüketildiği ve yemeklerin kuzeye göre çok daha acı olduğu da belirtiliyor kaynaklarda... ''Masala'' denen baharat karışımları pekçok farklı türde çıkabiliyor karşınıza, hemen herşeyin başında ya da sonunda bu nitelemeyi görüyorsunuz. ''Pulau-masala'', ''garam- masala'', ''chana-masala'' vb. gibi, baharatların taze çekilmiş ve bu şekilde (yani ihtiyaca göre hazırlanmış miktarda) karıştırılmış olanı makbûl. Bu uygulamayı bütünüyle destekliyorum zira baharatın tadı ve kokusu en çok taze olduğunda farkediliyor, mutfak tezgâhımın üzerinde sıra sıra duran havanlar, öğütücüler, özel el değirmenleri, ufak rendeler falan hep bu amaca hizmet ediyor. Yemeği tasarlarken baharatlarımı da tasarlıyorum ve karışımlarımı oluşturuyorum, ben de Hintliler gibi baharatlarla dansetmeyi çok seviyorum:)


Tam buğday ununun suyla karıştırılması ve tandırda pişirilmesi sonucu elde edilen bir tür ''sade gözleme'' denebilir ''çapati''ye, bizimkilerin çektiği yemek fotoğraflarının çoğunda yer aldığı görülüyor. Bir de pilav var tabii, ekmek yerine tüketilen ve yemek için çatal-kaşık falan değil, elin üç parmağının kullanıldığı pilav güney sofralarının değişmez misafiri zira bu bölgede bol miktarda pirinç yetişiyor. Hem etlerin, hem de her türlü sebze yemeğinin yanında muhakkak yeniyor bu sade pilav. Ufak kaplarda ise baharatlı soslar görülüyor, dilediğinizi dilediğinizle karıştırıp yemeniz mümkün, Hint mutfağı bu konuda hayâl gücünüzü kullanmanıza imkân veriyor:)


İzmir'li gezginlerimiz yukarıdaki fotoğrafta bu kez deniz ürünleri ağırlıklı bir sofraya oturmuş görünüyor. Karides, kalamar falan, soslar, baharatlarsa gene başrolde tabii. İçecek konusunda zaten sıkıntı yaşamamışlar, meyve suları, içinden gene ''masala'' geçen özel çaylar, hindistan cevizi sütü, bira ve diğer alkollü içecekler, yani her tercihe uygun içecek mevcutmuş...


Sebzeli noodle, kızarmış patates, mantar, salata, balık fileto... Hiç fena sayılmaz. Sos ve baharatların oranı, varlığı ya da yokluğu artık yemeği yiyecek olana kalmış birşey. Bu arada; yoğurt ve bizdeki ayranın hafif tatlı türü sayılabilecek ''lassi'' de sevilerek tüketiliyor Hindistan'da. Yoğun baharatlarla habire tetiklenen tad alma duyusunu serinletip sakinleştirmek için olabilir:)



Ve kahvaltılar... Zencefil çayı, meyve suları, duruma göre biraz kızarmış ekmek, pirinç unundan yapılmış ince krepler, bol meyve ve gene soslar. Bizim zengin kahvaltı alışkanlıklarımıza pek uymuyor olabilir, doyurucu ve yeterli de görünmeyebilir ama çok daha ''hafif'' olduğu kesin. Kısaca; Hindistan'da ''yemek için yaşamak'' vaziyetinin yerine konan temel prensip ''yaşamak için yemek'', insanın hayatını sağlıkla sürdürebilmesi için gereken yiyecek miktarı zaten belli, çeşitler konusu tartışmalı elbette, geleneklere, coğrafyaya, sosyo-kültürel yapıya ve inanç temellerine göre değişken olabilir bu. Ancak; insanın yemekle ilişkisindeki önceliğinin her halükârda ''yeteri kadar'' kuralı olması gerektiğini düşünüyorum. Diğerleri arkadan gelebilir. İnsan bu konuda önce ''az'' ya da ''fazla'' meselesini halletmeli yani, o ''yeterli'' denge sağlandıktan sonrası herkesin keyfine göre olabilir. Üzerinde düşünmek ve bu işte de ''sadeleşmek'' lâzım bence. İyidir sadelik, sakin bir çağrışımı vardır. Gene de varlığına katacağı besinler konusunda karar vermek, bunları seçmek her sağlıklı ve medenî insanın şahsî sorumluluğu olmalıdır zira yeme-içme konusundaki seçimlerinin sonuçlarını da herkes  evvelâ kendisi yaşayacaktır...