30 Ocak 2014 Perşembe

Cilâlı erkek modellerine hep beraber NAMASTE:)


Bu blogu ailece takip ederiz demek yalan olmaz, değerli Defne Suman şu an bizim de ekolünü takip ederek hocalarından ''uluslararası yoga eğitmenliği'' dersi aldığımız Cihangir Yoga'nın duruşunu, tarzını çok sevdiğimiz bir hocası. Aynı zamanda kendisini çok açık, çok dürüst, OLduğu gibi ifade etmekte çok başarılı bir yazar da… Bu sabah uyanıp iPad'imi elime aldığımda Gülsün'den gelen bir e-postayı gördüm ilk, Defne'nin blogundaki bu yazının linkini yollamıştı. Okuduktan sonra onu telefonla arayıp teşekkür ettim, zira Gülsün işaret etmeseydi belki şu an benim de yoğun şekilde çalışmakta olduğum yoga eğitmenliği ödevleri ve diğer yoga okumaları arasında kaynayabilirdi bu güzelim yazı. Ben yazıyı buraya aynen alacağım, Defne'nin blogundan okumak isteyenler ise şuradan buyurabilir, hem bu belki onun başka yazılarının da okunmasına vesile olabilir, gerçekten çok net, çok doğal ve çok sahici yazıyor… Ve söz Defne Suman'da:

MANEVİYATTA DAHİ ATAERKİL
Şimdi böyle bir erkek tipi çıktı piyasaya: Spritüel erkek. Bildiğimiz eski ataerkil-maçovari numaralara spritüel cilası çeken erkek.
Bildiğimiz eski numaralar nedir? İşte sadakatten öcü gibi korkmak, ilk kavganın akabinde kendini bir diğer kucağa atmak, sonra inkar etmek, sonra yalan söylemek, sonra sizin kollarınıza geri dönmek için ilan-ı aşklar etmek… Bir sonraki buhrana kadar sizi bulutlar üzerinde uçurup, ilk kavgada filmi başa sarmak. Bir türlü bağlanmaya, tek eşliliğe, evliliğe, söz vermelere gelememek… Bu arada yakanızı asla ama asla bırakmamak. Tam kurtuldum diye bir zafer turu atacakken kancayı takıvermek. Karşılıksız almak… Bir söz dahi veremeden almak, almak, almak…
Bu tip marifetleri olan bir erkek tipi var. Bu klasik model şehir kadınlarına yabancı değil. Hatta çoğumuz 20li yaşlarımızı bu klasik modelin koleksiyonunu yaparak  geçirdik. 30lu yaşlarda kabak tadı verdiğini hissettik, ama kancalarından takıldığımız oldu. 40lı yaşlarda da bu kancaya takılan çok kadın arkadaşım oldu, aklı selim, çok zeki kadınlar… Ben her seferinde kancanın ucunda çırpınan kendimmişim gibi yandım yakıldım.
Neyse benim dersim klasik modelden değil de bunun spritüel cilası atılmış olanından bahsetmek. Spritüel model de klasik ile aynı özellikleri gösteriyor ama arkasına dağ gibi bir söylemi almış olarak. O ki yoga, meditasyon ve daha nice New Age usülü kendini geliştir-aştır-taştır etkinliği ile iştigal ediyor ve tabii ki bu işleri hepimizden daha iyi biliyor. Daldan dala atladığı için bir tane öğretinin bile derinine giremiyor, bu ayrı bir konu, ya da belki de değil. Çünkü eli yüzü düzgün bir mistik sistemin derinine indiğinde karşılaşacağı manzaranın hoşuna gitmeyeceğini biliyor. Ya da seziyor. Kesinlikle kötü niyetli bir insan değil.
Kimsenin niyeti kötü değil zaten, herkes kendi yarasını koruma derdinde. Bu da ayrı bir konu.  Tabii bir de güya-gurular var. Bu modelin epey geliştirilmiş hali oluyor güya guru. Yoga dünyasında skandalsız gün geçmez oldu mesela. Siz daha bizim sıkıcı sıkıcı yerimizde oturduğumuz sanın. Ne dolaplar dönüyor…
Neye ileride bir gün güya-gurulara da gelir sıra elbet.
Velhasıl bu güya spritüel model sadakatsizliğini meşrulaştırmak için mesela ingilizcesi non-attachment olan bağımlılıktan bağımsızlaşma ilkesini bize hatırlatmayı sever. En sevdiği ilke budur kanımca. Oysa ki “non attachment” ilkesi bir insana sadakat sözü vermeyi engelleyen bir şey değil. Ve hatta cinsel enerjiyi sağa sola saçmayıp, idareli kullanmak; kıymetli, anlamlı ilişkilere kanalize etmek bütün mistik öğretilerin başını çekiyor. Hiç bir geleneksel mistik sistem “tek bir kadına bağlanma oğlum, bu amaç peşinde mümkün olduğun çok kadını koynuna al” gibi bir tavsiye vermiyor.
Ama bizim spritüel cilalı klasik model bunu böyle anlıyor. Zaten belki de böyle anladığı için bu işlere merak salmış. Ne de olsa yoga, meditasyon ve kişisel gelişim dünyası 1 erkeğe 10 kadının düştüğü mini sultanlıklar. Sadakat, söz verme, söz tutma gibi konularda yeterli olgunluğa erişmemiş, cinsel enerjisininin kölesi durumundan henüz sıyrılamamış erkekler için bir cennet aslında. Çünkü bir o kadar da kendi kıymetini bilmeyen, sınır çizmekten bihaber kafası karışık kadın var orada. Bir ilişkinin  yüzde elli sorumluluğu erkekte ise diğer yüzde ellisi de kadında. “Ay vallahi ben sevmekten başka bir şey etmiyorum, o hep benim kalbimi kırıyor” diyen taraf da hiç bir şey yapmayarak kalp kırıklığına meydan verdiği için karşısındaki kadar sorumludur ilişkinin geldiği noktadan. Bu konuyu daha ileride irdeleriz.
Hareme düşmüş sultan erkeğimize bakalım şimdi. Harem halkının diline pelesenk ettiği bir “şimdiki zamanı yaşama” mevhumu var. “Tek gerçek şimdi, şu an, en büyük şimdi, başka büyük yok” söylemi var. O da -çok af edersiniz- kıçından anlaşılmaya müsait bir konsept ne de olsa…
Onu da kat çorbaya. Oldu mu sana spritüel erkek?
Oldu oldu.
Öyle bir oldu ki kapanın elinde kalıyor.
Ne yapsın, onun da egosu var. Gider mi gider. Bu egonun ne menem bir şey olduğunu idrak edememiş ise henüz, spritüel sandığı çalışmaların o egonun emrinde gerçekleşen faaliyet zinciri olduğunu anlamayabilir.
Burada bir ara veriyorum. Çok alakalı değil ama bu spiritüel kelimesine biraz sinir oluyorum. Pek azımız tarafından bilinen türkçesi tinsel. Manevi de diyebiliriz. Müsade ederseniz bu noktadan sonra bu ikisini kullanalım. (Atlas Dergisi’nde çıkan bir yazımda “yoga tinsel bir çalışmadır” dedim diye çok fena saldırıya uğramıştım. Dinsel dediğim sanılmış. Dinsel değil, tinsel. Spiritüelin öz Türkçesi.)
Evet tinsel ya da manevi… Bu tip çalışmaların ilk adımıdır sadakat. Önce hocamıza sadakat sözü veririz, sonra o hocanın hocalarına, mistik sülalemize. “Sizden bana akan öğretiyi sulandırmandan, sızdırmadan, azimle çalışacağım” dersiniz. Bu söz bilinmeyene atılan bir adımdır. “Dur bir bakayım, hoşuma giderse devam ederim” mantığının ters ucunda durur.
Bilinmeyenin uçurumundan aşağı atlamak bütün dönüşümlerin başını tutar.
Sonra yine eski metinlerin bize hatırlattığı üzere yoga (ya da hangi tinsel çalışma ile tamama erme yoluna baş koyduysanız o sistem) ancak ilişkide yaşanırBen’in Öteki ile karşılaştığı yerde yoga başlar.
Ben’in öteki ile karşılaşması da öyle “kendimizi akışa bırakalım, bir miktar hoş beş edelim sonra ama sakın ola ki bağlanmayalım” ile özetlenecek bir durum değildir. Tinsel model erkeğimizi korkutmak istemem ama bu kendini keşif süreci evliliğe  benzer. İnsan kendi içine kapandığı yerde değil, ötekine açıldığı yerde kendini keşfeder. Kendi içimize kapandığımız o mağarada çünkü hep ama hep aynı film gösterilmektedir.
Evet Ben ile Öteki’nin buluşması bir düğündür. Resmi ya da imam nikahı değil, yürek nikahı kıyılması icab edilir. Sadece hoşbeş esnasında değil, kanlı ve ısdıraplı zamanlarda da yan yana olmaya verilen sözdür. Bilinmeyenin uçurumdan aşağı kendini beraber bırakmaktır. O düşüş anında karşındakinin aynasında gördüğün surettir.
Zaman denen o bilinmeze öteki ile dalabilmektir yoga.
Hayatı çalmak değil, paylaşmaktır.
Bu tinsel işler cesaret ister yani.
Non-attachment use yanlış anlaşıldığı şeyden çok başka bir şeydir. Onu da başka bir yazıda konuşuruz.
Hepinize çok sevgiler.
Defne
Bu yazı çok sahicidir, bu yazıda herkesin şurasından-burasından ama muhakkak tanık ya da müdahil olduğu hakikâtler vardır, ben yazıyı Defne nasıl yazmışsa öyle aldım buraya, hiç dokunmadan sağına-soluna… Yüreğinden öperim seni Defne, şuuruna sağlık kadın, hem bir yoga hocası, hem de yazar olarak HARİKASIN!..

28 Ocak 2014 Salı

Sabır mı, kabûl mü?..


Ders çalışmam lâzım, Cumartesi sabahına kadar ödevlerimi tamamlamam lâzım. Bu dört gün içinde 300 kapalabatti, 10 udiyana, 10 nauli çalışması yapmam, her gün en az 15 dakika meditatif halde oturmam ve ''chandra namaskara'' serisini iyice çalışarak kesintisiz şekilde yapabilir hale gelmem gerekiyor. Bunlar sanskritçe yoga terimleri, şimdi hepsini tek tek açıklayamayacağım burada, meraklısı zaten araştırıp bulabilir. Şu sıralar tuvalete bile koltuğumun altındaki ders notlarımla giriyorum desem yalan olmaz. Fotoğrafta üst kısımda görülen kanguru desenli kumaş keseyi ise her zaman yanımda taşımayı seviyorum, o aslında yoga çalışmalarının sonunda yere sırt üstü uzanarak yapılan ''shavasana-ceset'' duruşunda gözlerin üzerine yerleştirilen bir torba, içi kurutulmuş lavanta çiçekleriyle dolu ve hem gözler üzerinde hafif bir baskı oluşturup ışığı da keserek dinlenme sağlıyor, hem lavantanın hoş kokusuyla zihni rahatlatıyor. İsteyen evde kendisi de hazırlayabilir bu keselerden, parça kumaşlardan şakaklara kadar gözlerin üzerini kapatacak genişlik ve boyda bir torbanın içine dilediğiniz hoş kokulu malzemeleri doldurabilirsiniz, kurutulmuş gül yaprakları, rendelenip kurutulmuş portakal, limon, mandalin, turunç, bergamot, elma ya da tarçın kabukları, karanfil taneleri, kekik, fesleğen, reyhan, nane gibi hoş kokulu kuru otlar… Yaratıcılık alanınızı geniş tutun, aklınıza daha başka bir dolu şey de gelebilir. 

Geçtiğimiz Cumartesi ve Pazar günleri sabah saat 09.00'dan akşam 19.00'a kadar gerçekleştirdiğimiz hayli uzun derslerin ilk günü biraz zorlandık, evet. O gece zannediyorum bütün hoca adaylarının orası-burası epey sızladı ama, ertesi günkü 10 saatlik çalışmada herkes açılmış, esnemiş ve gayet enerjikti. İşte yoga böyle bir şey, görünüşte gayet sakin ve ağır hareket eden bir sürü insan var ortalıkta, öyle fitness salonlarındaki gibi yüksek volümlü, tempolu müzik eşliğinde deli gibi o aletten bu alete koşturan, kan-ter içinde hiçkimse göremezsiniz yoga stüdyolarında ama, insan vücudunda bulunan hemen her kas ve kemik çalıştırılır yoga pozları-asanalarıyla. Omurganız uzar, leğen kemiğiniz ve kaburgalarınız açılır, her çalışmada biraz daha esnediğinizi ve başta zorlandığınız pozlara artık çok daha rahat girebildiğinizi ve duruşta daha uzun müddet kalabildiğinizi hissedersiniz. Yoga sizi duygusal ve fiziksel katmanlarınızın altında gizlenen asıl-gerçek ''siz''le tanıştırır ve bu harikadır, her zaman harikadır… Eğitim ve uygulama çalışmalarımızı gerçekleştirdiğimiz yoga stüdyosu ile de tanıştırayım sizi, ''Karma Yoga'' dal gibi ince ve uzun, üç genç-güzel kadının kurduğu henüz çiçeği burnunda duran bir işletme. Bu üç genç-güzel kadının yoga eğitmeni olduğunu söylemem gerekmiyor sanıyorum:) Karma Yoga'ya buradan gidebilirsiniz...

Zeynep Aksoy ve eşi David Cornwell'dan hocalık eğitimi almak bütünüyle apayrı bir olay, ben kendi deneyimlerimi daha sonra elbette anlatacağım ama siz bu arada benden evvel gene onlardan bu eğitimi almış bir öğrencinin deneyimlerine şuradan göz atabilirsiniz. Sevgili Zeynep ve David'in çalışmaları hakkında bilgi edinmek, yazılarını okumak ve felsefelerini anlamak isteyen olursa onlar da lûtfen şuraya uğrayıversin…



Fazla uzun yazamayacağım bu aralar, zira hem bedensel, hem de zihinsel olarak olağandan epeyce fazla enerji harcıyor ve yoruluyorum. Ancak şunu söyleyebilirim; Allah'dan sabır dilemeye alışmışız ya bir şekilde, başımıza gelen kimi zorluklar, yaşadığımız acı ve kayıplar karşısında yıkılıp çökmemek için böyle bir şey öğretilmiş bize, sabırlı olalım ki dayanabilelim, dirençle ayakta durabilelim falan… Ben bunun aslında doğru bir dilek olmadığını kavradım dünkü dersimde, bu sabır kavramı içinde görünmez bir direnç mekanizması var çünkü, arka plânda o duruyor, ''sen bana zorlayıcı şeyler yaşat, beni müşkül hallerle sına ve beraberinde de sabır ver ki; dayanabileyim…'' gibilerinden. Oysa insan yaratıcısından sabır değil, KABUL dilemeli, olan-biteni, geçip-gideni, öleni-uğurlananı, hasılı her ne olmakta ise onu OLduğu şekli ve hali ile kabûlü niyaz etmeli. Zira; insana en hakiki özgürlüğü bu ''kabûl'' hali kazandırır. Direnç gösterilen her şey daha fazla acıtır, incitir, yaralar, yırtar ve iz bırakır, üstelik dirençle karşılaşan her ne varsa ters çaba kuralı gereği daha da güçlenir, etki alanı genişler. Bu yoganın en temel felsefelerinden biridir ve bence bunun üzerinde düşünmeye değer… 

Sizler düşünürken ben de gidip yatayım artık, şimdilik bu kadar yeter. Herkese iyi geceler:)


18 Ocak 2014 Cumartesi

Çıplak...




Orijinal kaynağı burası, dileyen oradan da izleyebilir. Bunlar çoğumuzun göz hafızasında bir şekilde yer etmiş klasik resimler, resim sanatının şaheserleri de denebilir. Çoğunun orijinalini bulundukları yerde, yurtlarında görebildiğim için çok şanslı olduğumun farkındayım. Bu resimlerdeki çıplaklık ve ince erotizm de rahatsız edici gelmiyor bana, çünkü o hayatın içinde var zaten. Tıpkı şiddet gibi, insanın aydınlık ve gölge taraflarını herhalde inkâra kalkışacak değiliz, değil mi?.. Dünya klasik resim sanatının bu nadide parçalarını yerinde görebilmek için birden fazla ülkeye seyâhat etmeniz gerek, mâlûm.  İtalyan sanatçılar meraklılarını bu zahmetten kurtararak resimleri temalarına göre bir araya getirmiş ve biraz hareketlendirmiş, ortaya bu kısa film çıkmış. Ben defalarca izledim, halen izliyorum, dileyen herkes de izleyebilsin istediğim için bloguma aldım, yayınlıyorum. İşin ayıbı-kayıbı falan da doğrusu beni hiç alâkadar etmiyor, zira izleyeceğiniz ''Beauty-Güzellik'' isimli kısa filmde dünyanın en başarılı ressamları en ünlü müzelerde muhafaza edilen onlarca paha biçilmez tabloyla, dokuzbuçuk dakikalık muhteşem bir resm-i geçit yapıyor. Kimler kimler varmış diye merak ediyorsanız, şuraya bir bakıverin derim, kimler yok ki? Ve şimdi, insan OLmanın her halinden en çıplak şekliyle birer parça görmek isterseniz eğer, alın çayınızı-kahvenizi, yaslanın arkanıza ve buyrun izleyin efendim… (Haa, unutmadan; filmin başındaki şiir William Shakespeare'e ait ve de bütünü anlamak adına önemli, onun çevirisi için de şuraya müracaat bir zahmet, teşekkürler.)

8 Ocak 2014 Çarşamba

Olmadı Baştan (Kerem D)



Olmadı baştan, baştan alsana… deme şansı vermiyor ki bize hayat Kerem'ciğim, tekrarı yok hiçbir şeyin… Varlığına sağlık meslekdaşım, sevgili arkadaşım. (Kerem Demircioğlu yalnızca başarılı bir spiker değil, aynı zamanda bir sporcu ve müzisyendir de. Profesyonel tenis antrenörü-tenis hakemi ve oyuncusudur, İkizler burcudur, koyu bir Galatasaray taraftarıdır ve delikanlı bir oğul babasıdır...)

Kendini boşlukla tamamlar...


Assos Kervansaray Otel'de, çok yağmurlu ve soğuk bir kış akşamında çekildiğini hatırlıyorum, fotoğrafların arkasına çekildiği tarihi ve yeri dikkatle not almaktan artık vazgeçtiğim bir dönem olsa gerek. 93 sonrası yıllardan biri de, hangisi bilemiyorum şimdi. TV spikerliğimin en popüler zamanlarındayım, görenin hemen tanıyarak gelip fotoğraf çektirmek istediği, imza istediği, parmakla işaret edildiğimiz zamanlarda yani. Üzerimdeki gri kazak halen gardrobumda, giyiyorum. Beni en hüzünlendiren nokta ise, artık bu kediciğin hayatta olmasının imkânsızlığı:( Hatırasına sevgi gönderiyorum…



Rahmetli anneannem sağdı, babam vefat etmişti. Bu hesapla gene 93 sonrası. 93 senesi ne çok eksiltmişti beni, babam, oğlum, kapısını çekip çıktığım ve bir daha dönmediğim evim, evliliğim… Ufala ufala 48 kiloya kadar düştüğüm, çocuk kadar kaldığım, bayan reyonlarından üzerime giyecek doğru-düzgün bir kıyafet bulamadığım zamanlardı, zor zamanlardı, geçti gitti. Ne çok şey öğretti, iyi ki o kadar zorlamış beni diyorum şimdi, iyi ki…



En eskilerden, sene 1988 falan olsa gerek. Yer doğu Anadolu'da bir kasaba, sonradan gelin gideceğim Erzurum'a bağlı İspir. Kış sonu ama ortalık hâlâ kar-buz. Rahmetli prodüktör arkadaşım Ertuğrul Müezzinoğlu ile İzmir Radyosu'ndan  TRT Erzurum Bölge Müdürlüğü'ne geçici görevle gelmişiz. Dediğim gibi; daha evli falan değilim, çiçeği burnunda, gencecik bir spikerim. Misafir olduğumuz ev sevgili Ertuğrul'un akrabalarından birinindi, üzerimdeki el dokuması kumaştan yapılan yöresel  kadın giysisi ''ihram'' ise evin büyük hanımına aitti ve sandıktan benim için çıkarılmıştı. Alnımdaki saç çizgisinin görünüyor olması, benim böyle sadece kumaştan yapılma, dikişsiz bir giysiyi taşıma konusundaki acemiliğimdendir, yoksa usûlü öyle değildir, tek tel saç görünmez, ağız da genellikle alttaki tülbentle kapatılır. Bu yöresel giysi, doğu Anadolu köylerinde, ufak kasabalarda halen kullanılır, inanamayacağınız kadar da sıcak tutar insanı...



Arkasında ''20 Eylül 1991 Cuma'' tarihi var. TRT İzmir Radyosu'nda çekilmiş. Çalışmaktan en haz aldığım prodüktör arkadaşlarımdan biri, söz ustası, şair ve yazar sevgili İsmail Sert ile, o artık emekli. Ben gene morlara bürünmüşüm ama kafa platin:) Hem TV, hem radyo bir arada gidiyor, haftada bir saç rengi değiştiriyorum, henüz o enerji var yani ve daha boşanmamışım, evliyim...



''BAL-GÖÇ-Balkan Göçmenleri Derneği''nin özel gecesiydi, şehir de galiba Bursa'ydı. TRT İstanbul Radyosu'nun sevilen partner spikerleri olarak en popüler zamanlarımız, şimdi artık ikimiz de buradaki gibi ''fit'' hiç değiliz ama aradan geçen uzun yıllara rağmen halen yan yana, kol kola, omuz omuzayız. Sevgili Fatih Öznur ile doksanlı yılların sonu…



Bu defa Kapadokya, Peri Bacaları önünde rüzgârla uğuldamaktayız. Artık 2000'li yıllara adım atmışız. Fatih evli ama henüz bebelerinden eser yok. Fotoğrafı çeken de eşi Nurefşan zaten. Çok keyifli bir Kapadokya seyâhatinin son gününde, Kayseri'den kalkıp bizi İstanbul'a götürecek uçağımızın saatine kadar ha babam geziyoruz:)



Zannediyorum TRT FM dinleyicileri ''Handan ile Kerem''in sunduğu o deli-dolu, çılgın sabah programlarını halen hatırlamaktadır:) Meslek hayatımda en uzun süre yayın partnerliğimi yapan sevgili arkadaşım Kerem Demircioğlu ile ihtimâl 2002'de, İstanbul Radyosu TRT FM stüdyosunda çekilmiş bir canlı yayın hatırası. Hayatımız bu stüdyoda geçiyordu bir zamanlar, her sabah Türkiye'yi biz uyandırıyorduk ama hiç sıkılmıyor, tersine çok eğleniyorduk, görüldüğü gibi:)



Asker olsaydım muhakkak denizci olurdum. Belki de bu nedenle, askeri okullarda yaptığımız eğlence programlarında en fazla Deniz Harp Okulu konserlerini sundum. Burada sahne partnerim gene sevgili Kerem Demircioğlu idi, mekân ise Beylerbeyi Deniz Astsubay Hazırlama Okulu. Boğazın en güzel yerinde muhteşem bir yapı, 1890 yılında kurulmuş bir denizcilik okulu, konser sonrası bizim için verilen şık kokteylin yapıldığı salonun boğaz manzarasını hâlâ unutamam. Bu programdan bir yıl kadar sonra bu çok eski askeri okul kapatıldı. Denizciler zarif insanlardır, severim:) Tarih gene 2002

Ah kavaklar, ah kavaklar,
Bedenim üşür, yüreğim sızlar.
Beni hoyrat bir makasla,
Ah, eski bir fotoğraftan oydular.
Orda kaldı yanağımın yarısı,
Kendini boşlukla tamamlar.
Ah, omuzumda bir kesik el ki hâlâ,
Hâlâ durmadan kanar…

Size Sezen Aksu'yu hatırlatır belki bu şiir, bana ise şairi Metin Altıok'u, Sivas'da ateşlerin alıp sonsuzluğa götürdüğü o hüzünlü adamı. Kızkardeşi Meral Altıok (o zamanki Nayman) ile o vakitler tek kanallı olan TRT ekranında ''Hanımlar İçin'' programını epey zaman birlikte sunmuştuk. Henüz ateş acısının yüreklere düşmediği günlerdi, güzel günlerdi. Bu gece düzenlemek için oturduğum fotoğraf kolisinin başından kalkarken gene onu mırıldandığımı farkettim. Eski fotoğrafların bana hep ''Ah, kavaklar…'' şiirini hatırlatmasının önüne geçemedim bunca yıldır. Hoş; artık karta basılı fotoğraflar da çekip gitti hayatlarımızdan, duruma göre yırtılacak, yakılacak, makasla kesilecek, kitap arasında yâhût süslü albümlerde saklanacak pek bir şeyimiz de kalmadı ya, neyse. Bu da bir nevi eski moda Instagram işte. Ah kavaklar, ah kavaklar, yarım kalan o fotoğraflar elbet kendini boşlukla tamamlar...