31 Temmuz 2012 Salı

Das Parfum...

 
Patrick Süskind'in ünlü eserinin adı bu, evet... Filmi de çekilmişti, hatırlayanlar çıkacaktır. Ben parfümleri severim, kokuları önemserim. Kokular hatırlatır pekçok şeyi, bilirsiniz ya, hafızanın kapı arkalarında unutulmuşları ansızın ortaya çıkarabilir yani... Değerli hocam Sami Şarhon'un İstanbul'daki evinde, antika tuvalet masasının üzerinde duran bu gayet hoş pembe kristal şişe de bir parfüm şişesi ve oldukça eski. Benzerleri elbette bulunabilir, antikacılarda falan, belki birçok evde de vardır hâttâ, hatıra olarak saklanmaktadır ama; bu şişenin kapağını kaldırdığınızda burnunuza hafifçe dokunan o parfüm kokusu var ya, işte o öyle kolay kolay bulunmaz. Çünkü o artık ölmüş güzel bir kadının parfümünden kalan son kokudur, şişe boş olsa da o koku vaktiyle saklanmıştır oraya, hatırlatmak için, eski günlerin rûzgârını bugünde, şimdide estirmek için... Bu yüzden; kapağı kısa bir süre açıp sonra hemen kapatırsınız, tamamen uçup gitmesin, şişenin varlığı sona erene kadar içinde saklanmaya devam etsin diye. Zira uçup giderse tekrarı yoktur artık onun, bir benzeri yoktur. Ben de öyle yaptım. Kapağı kaldırıp gözlerimi kapadım, o hafif ve zarif koku burnuma şöyle bir dokundu, sonra hemen kapattım, içine şimdiki zaman kaçmasın, hatıraları dağıtmasın diye öyle yaptım. Bu şişe değerli Sultana Suzi Şarhon'un parfüm şişesiydi çünkü, o vefat ettikten sonra oğlu Sami Şarhon annesinin evinden hatıra olarak saklamak üzere almıştı onu, içinde ''anne kokusu'' vardı, eski zamanların sevgili hayâletleri vardı, uçup giderse hiçbiri bir daha yakalanamazdı. El yapımı, ağır ama çok zarif kristal şişeyi içinde sakladıklarıyla beraber yerine koydum, onu kullanan kadının güzelliğini, özelliğini ve tüm hikâyesini ruhumda duydum. Hürmetle, ışıklarda OLsun...

Türkiyeli bir ''öteki''.../1.Kısım


Sizlere 1914 senesinde, İstanbul'un Ortaköy'ünde başlayan epeyce uzun bir hikâye anlatacağım. Bu tarihte dünyaya gelen İsak S.Şarhon Fransızcayı anadili gibi biliyor, bunun yanısıra Eski Türkçe, İspanyolca, Ladino, İbranice, biraz Rumca, İtalyanca, İngilizce ve Almancası var ve ''Raşi Alfabesi''ni yazıp konuşabilen son dört kişiden biri olduğu ifade ediliyor. Eğitim hayatına ''Alians İsraelit Universal''de başlayan Sn.Şarhon, daha sonra ''Ekol Sen Jan Baptist''de, ticaret sınıfında okuyup mezun olmuş. Önce Ortaköy, sonra Galata yani... Derken; 1934 senesinin Haziran ayında, henüz gencecik bir delikanlıyken, yukarıdaki fotoğrafta kendisiyle birlikte görülen yakın arkadaşı Jak Behar'la beraber bir gemiye atlayıp İspanya'ya doğru yola çıkıyor. Hedef Barcelona, eli fırçaya, çizgiye, boyaya, resme yatkın olan Sn.Şarhon o vakitler İstanbul'da yakalık ve manşet boyayıp para kazandığını anlatıyor. Bu işler o yıllarda elde yapılırmış, şimdi ise ''yakalık'' ya da ''manşet''in ne olduğunu bilen pek az kişi bulabilirsiniz ihtimâl  (o yıllar herşeyin kıymetinin bilindiği, eskiyenin, yıprananın onarılıp yeniden kullanılabilir hale getirildiği tasarruflu yıllar, savaş yoksunluklarıyla tanışılmış çünkü, bu yüzden erkek gömleklerinin en fazla yıpranan yaka ve manşet kısımları çıkarılıp yıkanabiliyor, değiştirilebiliyor, beden kısmı yeni kalan gömlekler böylece daha uzun müddet kullanılabiliyor, bilmeyenler için açıklama olsun)...  Kendisinin gayesi sanat şehri Barcelona'da bir iş ve hayat kurmak, nitekim orada gravat imâl eden bir fabrikada iş buluyor. Gravatlara elde desen boyamaya başlıyor. Bir ailenin yanında küçük bir oda tutarak başladığı İspanya macerası giderek detaylanıyor, bir atölye kuruyor ve sanatını öğrettiği kişileri yanında çalıştırmaya başlıyor. Elde çizdiği desenler çok tutuluyor, başka Avrupa ülkelerinden de talepler geliyor ve işler gayet iyi gidiyor. Taaa ki...

Gecelerden birinde telâşlı koşuşturmalar ve silâh sesleriyle yatağından fırlayana kadar! Sene 1936 ve İspanya'da iç savaş patlıyor. Milliyetçilerle Cumhuriyetçiler birbirine giriyor, üç koca yıl sürecek ve İspanya'nın dizlerinin üzerine çökmesine sebep olacak bu anlamsız savaş, ister-istemez genç Şarhon'un da kaderini değiştiriyor. Barcelona'da huzursuzluk iyice tırmanınca, daha güvenli bir yere, o yıllarda Güney Fransa'da yaşayan ağabeyinin yanına gitmeye karar veriyor. Barcelona limanı açıklarında demirleyen İngiliz donanma gemilerini anlatıyor Sn.Şarhon, İngilizler hem kendi vatandaşlarını, hem de İspanya'dan güvenlik sebebiyle ayrılmak isteyen diğer Avrupalıları almak üzere gelmişler. İspanyolların ülkeyi terketmesi kesinlikle yasak tabii. Varını-yoğunu birkaç valize sığdıran genç Şarhon, güle-oynaya geldiği ve bir iş kurarak başarılı olduğu ülkeyi mecburen terketmek üzere gemilerden birine biniyor. O karmaşa içinde valizlerini kaybeden genç adam bunu pek umursamasa da, daha sonra  Marsilya limanında valizlerini sağ-salim kendisini beklerken bulduğunda hayli şaşırmış! 98 yaşında bu durumu ''ee, İngiliz disiplini tabii...'' diyerek takdirle ifade ediyor:) Gemide bir Türk vatandaşı olduğu İstanbul'a çoktan bildirilmiş zaten, bu sebepten limana indiğinde Sn.Şarhon'u alıp derhal Türk Konsolosluğu'na götürüyorlar. Fransa'da yaklaşık dokuz ay kadar kalıyor genç adam. Orada ağabeyinden başka akrabaları da var. Ne ki; gene ayak sesleri yaklaşan bir savaş sebebiyle bu Avrupa macerasının da sonu geliyor ve adetâ savaşların takip ettiği genç İsak S.Şarhon  5 Nisan 1937'de yeniden ülkesine, Türkiye'ye dönüyor.

Bu arada; sizlere hikâyesini anlatmakta olduğum Sn.İsak S.Şarhon'un teyzesinin kızı Allegra, ailesinden koparılıp toplama kamplarına gönderilen Yahudilerden biri. Savaş sonrası Almanya ile pekçok yazışma yapan aile, ne yazık ki genç Allegra'nın akıbeti konusunda hiçbir bilgiye ulaşamamış:( Yaşlı adam bunu hüzünle ifade ediyor...
 
Bir sürü eski evrak, pasaportlar, fotoğraflar, belgeler... Hepsi inanılmaz bir itina ve düzen içinde saklanmış, hâlâ pırıl pırıl, yazılar okunabiliyor, fotoğraflar sağlam. Sn.İsak S.Şarhon'un kişisel arşivi konusundaki titizliğine bizzat şahit ve de hayran oluyorum tabii. Askerlik vazifesini de ülkesinde, İstanbul'da yapan Şarhon, 1949 senesinde görücü usûlüyle tanıdığı Sultana Suzi Danon'la, tarihi 1671'e kadar giden Karaköy Zülfaris Sinagogu'nda (ki; bu bina artık 500.Yıl Vakfı Türk Musevîleri Müzesi'dir, sinagogda son düğün 1983 senesinde yapılmıştır) evleniyor. Sonra? Eh, ''onlar ermiş muradına, biz çıkalım kerevetine'' diyerek bitirelim mi bu hikâyeyi? :) Hayır, devamı var zira... Ama şimdi değil, daha sonra.

28 Temmuz 2012 Cumartesi

Amiral gemisi mi?..

 
Evet; Samsung Galaxy S III için kullanılan ifade bu, ''Samsung'un amiral gemisi''... Ben öyle karmaşık teknik özelliklerden, çift çekirdekten falan anlamam pek, çok gelişmiş özellikte olduğu söylenen ekranına (süper amoled miymiş, neymiş) dokunulduğunda sanki suya dokunmuşsunuz gibi üç boyutlu/sesli  bir efekt içermesi ve hakikaten çok ama çok ince, fit bir cihaz olması ile cezbetti beni... Beyaz renkli olanını seçtim, lacivertten daha şık göründü gözüme. Şimdi aramızda organik bir bağ kurulması için uğraşıyoruz karşılıklı, ''ten uyumu'' kısmını geçtik sayılır. Tuşlu telefonlara alışık biri için kullanımı hayli müşkül sayılabilir, bir de ince parmaklı olmanız gerekiyor, hâttâ sanal tuş takımını tırnağınızla kullanmanız daha ideal, öyle tombul-topalak parmaklarla kullanılabileceğini sanmıyorum doğrusu, habire yanlış tuşa basıp sinirlenebilirsiniz (ki; şimdi öğrendim, bu aletin de özel kalemi varmış tabii, yoksa öyle herkes kullanamazdı, vallahi ve billahi). Bu telefon kendisi gibi ''ince'' olmasını istiyor sanki kullanıcısının, öyle höt-zöt davranılacak bir alet değil yani, fecî hassas! Pek anlamam demiştim ama; kullanma kılavuzunda mesafe katettikçe görüyorum ki; hakikaten müthiş teknik özellikleri var. Canım-cicim Merkür'ün Ağustos'un 8'ine kadar devam edecek olan geri hareketi pekçok elektronik zımbırtıyı bozup attığı gibi, benim telefonlarımda da sapıtmalara sebep oldu! Oyalandım bir müddet ama, baktım olacak gibi değil, şöyle kısa bir piyasa araştırması ve bu işlerden anlayanlarla fikirleşme neticesinde ''Samsung'un amiral gemisi''nde karar kıldım. İlişkimiz daha yeni başladı tabii, henüz ikimiz de acemiyiz. Giderek bir aşka dönüşür mü derseniz? Bilmem, bakalım, orasını zamanla göreceğiz...


(Kötü bir günden iyi bir günmüş gibi bahsetme yalakalığını yapmam, evet, bugün hayli zordu ama şükür ki geçti. Bitenler bitti, gidenler gitti, ve sen ışığa uğurladığım sevgili küçük saf ruh, yolun aydınlık OLsun, pek kısa bir hikâyeymiş meğer seninki ama, senin tekâmül seçimine ben nasıl karışabilirim ki? Meleklerle OLasın, artık ''İlâhî OLan''ın şefkatli kucağındasın, bundan böyle kimse incitemez seni, güle güle...)

26 Temmuz 2012 Perşembe

Rağmen...

 
''Bugünlerde birçok şey bitiyor. Ya biz bitiriyoruz, ya bize RAĞMEN bitiyor. Bazıları tutunduğumuz, bazıları sığındığımız, bazıları şikayet ettiğimiz şeyler. İnsanoğlunun konformist doğası gereği, bitişler bizi endişelendiriyor. Oysa hepsi yeni başlangıçlar için...''

Ali Korkut Keskiner (Ya da bana göre; içimizde saklı duran, kimselere göstermediğimiz, içinde neler olduğunu tek bizim bildiğimiz o kutunun kilidini kırıp herşeyi ortalığa döken adam, tekrar teşekkürle...)


Ve; bir de buraya uğramak lâzım bence, üzerine cilâ niyetine. Sevgili Violet'e de şükranla, sevgiyle...

25 Temmuz 2012 Çarşamba

Akşamın olumlaması...

 
''Sadece şimdideyim, şu andayım, kutsal akıştayım. Kendimi geçmiş ve gelecekten bütünüyle özgür bırakıyorum. Başka insanların benim hakkımdaki fikir ve yargılarından özgürüm, başkalarının değerlendirmesine, onayına ve beğenisine muhtaçlık duymamayı seçiyorum. İçimdeki kutsal öz ve ben; biliyorum ki bu ikisi herşey için yeterlidir. Ben; şimdi, şu an, düşüncelerimin frekansını kâinatın eşsiz titreşimiyle hizalamayı seçiyorum, varlığımı hissediyor ve onu kutsuyorum. Herşey OLması gerektiği gibi OLmaktadır ve OLan hayırlıdır, bunun farkındayım. Şükürler OLsun, teşekkür ederim, teşekkür ederim ve öyledir...''

Lâyık...

 
''İyilik yapmaya devam et. Karşındaki o iyiliğe lâyık olmasa bile, SEN o iyiliğe lâyıksın...''
Ernesto Che Guevara 

(Kimilerine göre ''devrimci halk kahramanı'', kimilerine göreyse ''köpek gibi öldürülmüş bir gerilla''. Bana gelince; ben sadece bir tek devrime inanırım, o da insanın kendi ruhunda yapacağı devrimdir. O kadar...)

24 Temmuz 2012 Salı

Kötü bir adam...


Herkes onu ''Kurtlar Vadisi''ndeki ''Şahin Ağa'' rolüyle tanıyor belki ama, buna ben dahil değilim, çünkü  hiç izlemedim. Ben onu adıyla-sanıyla ''Turgay Tanülkü'' olarak tanırım nicedir. Geçtiğimiz Pazar gecesi, ''Gecenin İçinden'' programında konuklarımdan biriydi ve sevgili arkadaşım Gürol Tonbul'la birlikte çok lezzetli bir söyleşi yaptık hakikaten, hani derler ya, ''tadı damağımda kaldı''...

Biraz şikayetçiydi elbette tiyatroya bunca sene emek vermiş bir sanatçı olarak  popüler bir TV dizisinde canlandırdığı karakterin üzerine yapışmasından ama, her zamanki mütevazılığı ve olgunluğuyla ''ne yapalım, bu işler böyle...'' diyordu. Söyleşimiz sırasında pekçok kere duygulandı, gözlerine dolan yaşları ve titreyen sesini hiç saklamadan ifade etti hislerini. Kendisiyle yapılan bir röportajda sorulan ''Eğer tiyatrocu olmasaydınız ne olurdunuz?'' sorusuna ''Kötü bir adam olurdum. Çünkü toplumumdan çok uzak kalırdım. Tanıyamazdım, bilemezdim ve yanlarında olamazdım. Bencilliğimi yaşar ve sonra da ölürdüm.'' diye cevap veren bu ufak-tefek ama koca yürekli adamı ben hep sevgili Turgay Tanülkü olarak tanıyıp bileceğim ve öyle seveceğim:) Teşekkürler, teşekkürler...

20 Temmuz 2012 Cuma

Uçuş mili:)

Çok güldüm:) Sevgili Anette'e bir kez daha teşekkürle...

Yüzleştir bizi Korkut...

Yüzleştir bizi, zaten her zaman yaptığın şeydir, kırıp-dökmeden, incitip hırpalamadan, gayet sakin bir üslûpla yaparsın üstelik, yap, devam et, buna çok ihtiyacımız var zira... Ben senin yazılarını okumayı ve üzerinde düşünmeyi çok seviyorum, son yazında da müthiş saptamalar var gene, muhakkak paylaşmak istedim bu yüzden, daha çok insan okusun, daha fazla kişi farkında OLsun, OLabilsin diye. Yüzleştir bizi Korkut, yüzleştir ki gölge taraflarımıza ışık düşsün, umursamazlığın, aymaz-duymazlığın o sahte konforlu alanından çıkılsın artık, hakikatlerin üzerindeki ağır, tozlu örtü kalksın, çırılçıplak ortada kalalım ve sadece OLduğumuz gibi OLalım. VarOLasın, sağOLasın...

(Sevgili Anette Inselberg'in sayfasından şu bölüm de Korkut Keskiner'in yazısını bütünlesin, tam OLsun, gönülden şükran bu iki değerli, ışıklı insana...)

Bir başka ''kedili adam'' :)

 
Ve bu da çok sevdiğimiz bir başka ''kedili adam'', ailemizin müzisyeni Alan Parsons. Eşi Lisa ile ABD-Santa Barbara'da yaşadıkları evi içindeki hayvanlarla birlikte almışlardı:) Evdeki ''evlât edinilmiş'' yaşlı kediler artık hayatta değil ama, onlardan hatıra kalan fotoğraflar çok anlamlı, çok güzel. Alan Parsons'dan enfes çeşitlemeler dinlemek isteyenler buraya müracaat etsin lûtfen. Türkiye'den sevgi ve özlemler  Mr.Parsons:)

19 Temmuz 2012 Perşembe

Kedili adam:)

 
Hayat arkadaşı Ömür Gedik sıkı hayvancıdır ya; Ferhat Göçer de bütün zahmetli, zor taraflarına rağmen bu işin tarifsiz lezzetini, benzersiz tadını keşfedenlerden:) Kulak memesini emen yavru kediyle bu pozu vermesinin Ömür'e yaranmak adına olduğunu hiç sanmıyorum, buna ihtiyacı da yok zaten, burada hakiki birşeyler var yani... Bana göre kedinin yakıştığı adamlardan o da:) Son remixi de buymuş, Serdar Ayyıldız imzasıyla bu kez, fena olmamış ha, ne dersiniz? Sevgiler sevgili Ferhat Göçer :)

Yepyeni:)

Muhteşem bir sabah:) Yengeç burcunda gerçekleşen yepyeni ay harika yeniliklerin müjdecisi, hayatımızdan gitmesi gerekenlerin artık tamamen çekilip gittiği, bize asıl gelmesi gerekenlere, yenilere yer açtığı heyecanlı, taptaze, pırıl pırıl, apaydınlık bir dönem, güzel, hayırlı haberler vakti, bu gümüş yeniayı hep birlikte kutlayalım, sevgi ve şükranla selâmlayalım dostlar :) Çok sevgili bir arkadaşımın kahve falında göründüğüm gibi; başım aydınlık, ruhum aydınlık, evim aydınlık, etrafım harika insanlarla dolu, bolluk-bereket daima benimle, kendimi çok seviyorum, sağlıklıyım, ailem, kendim ve beni sevenler için çok değerliyim, evrenin özel, güzel ve kıymetli çocuklarından biriyim, farkındayım, uyanığım, aydınlık yollardan bana doğru gelen sevgili yolcularım var, içimde bir sevinç, nasıl deriiin bir huzur, yatağa yeni serilmiş mis kokulu bir çarşaf tazeliği... Allah'ım, sana şükürler OLsun, daha ne diyebilirim ki? Teşekkür ederim, tüm kalbimle teşekkür ederim. Hoşgeldin, safalar getirdin yeniay :) 

18 Temmuz 2012 Çarşamba

Günün olumlaması:)

 
''Yaşamda neşeyle yürüyorum. Anlayışım açık ve net. Değişen dünyaya ayak uyduruyorum. Güvendeyim. :)''
(Sevgili Serap Özger'e her gün paylaştığı bu güzel afirmasyon/olumlamalar için gönülden teşekkürler. Afirmasyon dediğimiz bu cümleler, iç frekansınızı düzenleyerek dışınızdaki karmaşık frekansları değiştirir, tıpkı içtiğiniz-kullandığınız suya pozitif niyet yüklemeye benzer, bilinçaltınızı olumlu yönde değiştirerek dışınızdaki hayatı pozitive edersiniz, çok işe yarar, deneyin...)

17 Temmuz 2012 Salı

İkisi aynı şey değil çünkü...

 
''Seni affedecek kadar olgunum ama, tekrar güvenecek kadar aptal değilim...''
Sir William Gerald Golding (''Sineklerin Tanrısı'' kitabının yazarı, 1983 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi, İngiliz ve 1993'ten beri ölü...)

Fotoğrafı ise meme kanseriyle tanışmış bütün kadınlara adarım.  Geçmiş OLsun ve öyledir...

Ve Kandela'dayız:)

 
Yaptığımız görüşmeler sonucunda, kampımızın gerçekleşeceği tesis olarak Alaçatı'daki ''Kandela''yı seçmiş bulunuyoruz. Katılımcılarımızın her anlamda rahat edebileceği bir butik otel olması, plânladığımız çalışmalara uygun bir mekân oluşu ve sahiplerinin sadece para odaklı olmayan bize çok yakın hayat felsefesi/duruşu da bu kararı vermemizde etken oldu tabii. Öyle ki; bu hoş mekânın adı bile sanki tam bizim için seçilmiş, ''kandela'' bir ışık şiddeti birimi, aynı zamanda mum, kandil, aydınlatıcı kaynak anlamına da geliyor :) Sitede göreceğiniz fiyatlar bizim için geçerli değil, bu çalışmaya özel, çalışacağımız sezona uygun ve gayet cazip bir fiyat politikası uygulandı bizler için. Bilâhare duyuracağız. Eylül sonunda bu küçük, özel ve güzel mekânda dostlarımızla buluşmayı diliyoruz:) Katılmayı düşünenler şimdiden programlarına alsınlar lûtfen, 25 Eylül'den sonra varlığımıza lüzûmsuzca yük ettiğimiz herşeyden arınmak ve şifalanmak üzere Sn. Sami Şarhon ve ekibiyle beraber orada olacağız...


ÖNEMLİ DİPNOT: Burayı okuyalım ve aman haaa diyelim... Geçecek, hepsi geçecek.

Ezberbozan Kamp...

 
25 Eylül'den sonra, Alaçatı'da gerçekleştirmeye niyet ettiğimiz ''İçsel Dönüşüm ve Spiritüalite Kampı'' için artık son plânlamaları yapıyoruz. Üç gece, dört gün olarak tasarladığımız bu çalışma içinde sabah ve akşam yoga, çeşitli amaçlara yönelik farklı meditasyonlar, ruhsal ve bedensel şifa enerjileri uygulaması, içsel rehberlik çalışmaları ve daha pekçok şey yer alacak. Akşam yemeğinden sonra biraraya gelip sohbetler edeceğiz ve spiritüel konularda aklımıza gelen her ne varsa, bunlar üzerinde uzun uzun konuşacağız. Değerli kaynaklardan, kitaplardan, özel çalışma dosyalarından faydalanacağız, hep birlikte okumalar-tartışmalar yapacağız. Birkaç günlük bu özel çalışma sırasında yalnızca vejetaryen yiyecekler tüketilecek, alkol kullanılmayacak. Bilgisayar, cep telefonu ve televizyonla ilişkimiz sınırlı olacak. Sadece özel ve seçilmiş müzikler dinleyeceğiz, bazı spiritüel filmler izleyeceğiz. Zihinsel arınma, bedensel olanla desteklenmezse yapılan çalışmalar havada kalabilir, öyle değil mi?:) Eğlenceyi ''eller havaya'' tarzı müzik, tıklım-tıklım kalabalık, tıka-basa yemek ve bol alkole endeksleyenlerden değilseniz eğer, gayet eğlenceli bir çalışma olacağını da şimdiden söyleyebiliriz tabii... Katılımcı sayısını en fazla 20 kişi civarında tutmayı plânladığımız bu çalışmaya katılmayı düşünenler için fiyat-çalışma programı-tarih vs. gibi ayrıntılar kısa süre içinde burada olacak. Hayrımıza OLsun, sevgimizle...

16 Temmuz 2012 Pazartesi

Kader?..

 
''Biz her insanın kaderini kendi çabasına bağlı kıldık...''
(Kur'an-ı Kerîm/İsrâ Sûresi-13.ayet)
(Sûrenin isim anlamı ''gece yürüyüşü'' dür. Fotoğraf ise muhteşem kadın, sevgili Çiğdem Cin'in Facebook sayfasından alıntıdır, teşekkürle...)

15 Temmuz 2012 Pazar

Maalesef mavi...

 
TRT İstanbul Radyosu'ndan sevgili arkadaşım Kıvanç Nalça'nın tamamen kendine ait bir çalışmasıdır bu, ''Maalesef Mavi''... Varlığına sağlık onun, selâm OLsun.

14 Temmuz 2012 Cumartesi

Kim ha, kim?:)

 
Ben izin vermezsem eğer; kim yorabilir ki artık beni? :)
...................................................................


''Aynı şeyi tekrar tekrar yapıp farklı sonuçlar beklemenin tek bir adı vardır: DELİLİK!..''
A.Einstein
(Einstein'ın bu cümlesinin sonu ''ahmaklık'' olarak da yazılı bazı kaynaklarda ki; aslında o daha akla yakın, evet...)

Şimdi...

 
Eveeet; şimdi artık vaktiyle ekilenlerin biçilme zamanıdır. Yakınmadan, şikayet etmeden, direnmeden, herşeyin sorumluluğunu alarak, paşa paşa kabûl ederek, cesaretleri saklandığı kutulardan çıkartıp giderek hızlanan kozmik hizalanmadaki yerleri alma zamanıdır. Sımsıkı tutunulanları, yapışılanları, çapalananları bırakma, en derindeki korkularla yüzleşme, vicdanları elden geçirip halının altına süpürülenleri hepten ortaya çıkarma, kökten-dipten temizlik yapma, cümle ezberleri allak-bullak etme, belki önce dağılıp-parçalanıp, sonra yeniden ve artık başka bir hizada birleşme zamanıdır. Şimdi OLan herşey, bu kaçınılmaz hizalanmanın tezahürüdür. Şimdi artık ''hasat zamanı''dır. Herkes vaktiyle kendi elleriyle ne ektiğini gayet iyi  bildiğine göre, şimdi biçmeye hazırlandığına da şaşırmamalıdır.  ''Hayır'' ekilen yerden ''şer'' biçilmez zira, değil mi?.. Daima en yüksek hayırlar için OLsun, hasatlar verimli OLsun, ''şimdi''ye ve OLan herşeye şükürler OLsun.


''FARKINDALIK EN BÜYÜK ÖZGÜRLÜKTÜR...''
Osho
...................................................
Ve bir hatırlatma:
KARMA: Her hareketin bir öncekine bağlandığı nedensellik döngüsü, uygun nedenlerden oluşan sonuçlar zinciri...

İşini ''aşk''la yapmak:)

Yeter...

 
Fazla söze boğmayalım, şurayı okuyun ve farkında OLun, yeter...

13 Temmuz 2012 Cuma

Herkesinki kendine:)

Tektaşsa tektaş işte, ille pırlanta ya da elmas olması gerekmiyor ki a canım, o artık bayatlamış bir gelenek zaten, kalsın... Madem parmaklarımda hâlâ boş yerim ve de seçme özgürlüğüm var; o halde ben Judith Brightn bu tektaş tasarımlarıdan yana kullanıyorum oyumu. Bilhassa ''mor'' olanı tabii:) Beyaz altından dağınık bir montür üzerine oturtulmuş kaba kesim yarı değerli taş, işte kafalardaki o bildik ''tektaş'' ezberini darmadağın edecek bir tasarım, şık, farklı, renkli, ama asî ve serseri de öte yandan... El yapımı bu yüzüklerin fiyatının en fazla 100-150 dolar civarında olduğunu da belirteyim, kullanılan taşa göre değişiyor fiyat. Tektaşla kafayı bozmuş zevzek eşe, sevgiliye, nişanlıya sıkıştırılmış pırlanta tozundan çakma dandik yüzükler kakalamakta sakınca yok, evet ama, öyle olmayanlara verilecek çok daha özgün ve kıymetli bir hediyedir bence. Beğenmeyen, burun kıvıran şöyle kenara çekilsin bakiim, ayrıca herkesin zevki de, tektaşı da kendine, tamam mı kardeşim? :)

Ek ve de dip: Haftasonu için Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nün tekrarladığı uyarılara bakılırsa; hissedilir sıcaklık bazı bölgelerde neredeyse 50 dereceyi bulacak! İzmir ve çevresi de bu bölgeler arasında yer alıyor. Yani bu ne demek oluyor? Aklı olan burnunu kapıdan dışarı çıkarmasın, herhangi bir kronik hastalığı, kalbi, tansiyonu, aşırı kilosu falan olan ise zaten hiç yerinden kımıldamasın, ciddîye alınması gereken bir uyarıdır, aman dikkat!..

11 Temmuz 2012 Çarşamba

Hangisine?..

''Şerefsizim seni seviyorum!..'' dedi, hangisine inanacağımı şaşırdım? :)
Küçük İskender elbette, bunu başka kim diyebilir ki?..

10 Temmuz 2012 Salı

Galiba...

 
Bugüne dek canlandırdığı karakterlere bakarsak, söyledikleriyle örtüşüyor, evet... Severiz kendisini, galiba biraz da bu sebepten:)

9 Temmuz 2012 Pazartesi

Yangın...

 
Devlet Tiyatroları'nda kısa bir süre oyunculuk yaptığım o gençlik günlerimden beri ismiyle büyülendiğim oyun olmuştu hep... İstanbul'da, Osmanlı devrinde yaşanan fantastik bir aşk hikâyesini konu edinen ''Aşkımız Aksaray'ın En Büyük Yangını''nda oynayabilmeyi hep istemiştim ama, benim oyunculuk serüvenimde merhum Haldun Taner'in ''Keşanlı Ali Destanı'' hiç peşimi bırakmayacaktı, bu oyunu hem yönettim, hem oynadım defalarca, farklı yerlerde, farklı rollerde, farklı zamanlarda. Velhasıl; Güngör Dilmen'in beni ismiyle büyülemiş bu oyununda sahneye çıkmak kısmet olmadı bana. Ve şimdi haber aldım ki; o yangın da sönmüş:( Değerli sanatçı Güngör Dilmen Kalyoncu'yu da uğurlamışız kutsal ışığa. Tekâmül yolu açık OLsun. Ben onu ''Midas'ın Kulakları''ndan önce ve daima bu oyunuyla hatırlayacağım. Aşkımız Aksaray'ın en büyük yangını...ydı, demek o yangın da söndü artık, yani bir kez daha ''tozlar tozlara, küller küllere...'', peki o halde, çaresiz güle güle:(

8 Temmuz 2012 Pazar

Ege TV Gökkuşağı Programı/4. ve son bölüm...

Son not ve...

Programı uzun olduğu için dört bölümde internet ortamına aktarabildik, son bölüm bir üst postta yer alıyor, vakit ayırıp izleyen herkese teşekkür ederiz. Son olarak belirtmek istediğim şey şudur ki; programın bir bölümünde de bahsi geçtiği gibi, etrafında olan-bitene bakış açısını değiştirme niyeti olmayan (yâhût henüz bu değişime hazır olmayan da denebilir...) kişiler burada anlatılanları kuşkusuz ciddîye almayacak ve hâttâ gayet saçma,anlamsız, lüzûmsuz bulacaktır. Olabilir, buna da hürmet ederiz zaten, bizim vazifemiz kendi bilgi ve tecrübelerimizin kılavuzluğunda yardım edebileceğimiz her kim ve ne varsa yardım etmektir, bu işlerde asla zorlama, güdümleme, dayatma vb. uygulamalar olamaz. Ayrıca; türlü eğitimler, sertifikalar vs. almış, bu konularda eğitmenlik/hocalık seviyesinde çok çalışmış olmak hiçbirimizi ''guru'' yapmaz, hepimiz halen ''öğrenci''yiz ve bunun da farkındayız. Aslında bizler, bizzat  kendi hayatlarımızdaki batış/çıkış, duvara toslayıp ayılış serüveni ve bu süreçte gerçekleşen ''uyanış''ımızın hikâyesini anlatıyoruz danışanlarımıza, ''bize nasıl yardım+bilgi geldiyse elbette size de gelebilir, yeter ki kendinizi yardıma/rehberliğe açın, yeter ki bunun zamanı artık gelmiş OLsun'' diyoruz naçizane... Kolay olduğunu iddia etmiyoruz bu işin, bu yüzden çalışmalarımızı ''ruhlarımız üzerinde ağır işçilik'' olarak nitelendiriyoruz. Emek gerektiriyor, sabır, inanç ve süreklilik istiyor, bazen ağrılı-sancılı geçiyor, düşe-kalka ilerliyor insan bu yolda. Bildiğimiz tek şey (ve belki de işin mevcut ezberleri en fazla zorlayan kısmı budur ya...) ''mağdur bilincinde, kendi çaresizliğini kendi yaratmış olduğuna dair anlayışı kabûllenmenin çok zor olduğu''dur. Bu hakikaten zorlu bir süreçtir ve hepimiz için, bütün tekâmül boyutları  için geçerlidir. Er ya da geç, kabûllenmemiz gereken yegâne gerçek yani. Biz en iyisi  her zaman OLduğu gibi; tecrübe ettiğimiz herşey hepimizin tekâmül plânının ve ait OLduğumuz kutsal bütünün en yüksek hayrına OLsun diyerek bitirelim efendim, cümleten iyi Pazarlar...

Ege TV Gökkuşağı Programı/3.Bölüm

Ege TV/Gökkuşağı-2.Bölüm

Ege TV/Gökkuşağı-1.Bölüm...

7 Temmuz 2012 Cumartesi

Ve bir rûya gördüm...

 
Dün gece sabaha karşı uyudum, kitabımı kapatıp okuma ışığını söndürmek üzere düğmeye uzandığımda dijital saatin ekranında 05'li rakamlar vardı, ortalık henüz alacakaranlıktı. Ve bir rûya gördüm, o rûya bana son zamanlarda anlamakta zorlandığım herşeyi açıkça anlattı... Sonra tuhaftır, biri beni sarsmışcasına ansızın uyandım, artık gün ağarmıştı ve içimde tarifsiz bir mutluluk vardı, açmazları açıklayan ve rûyamda tezahür ettirene şükrettim tüm kalbimle, o his içinde tekrar kapadım gözlerimi ve yeniden uykuya daldım. Saatler sonra uyandığımda ilk dalışımda gördüğüm o rûyayı  bütün detaylarıyla hatırladım, zihnimde gizemli şair Edgar Allan Poe'nun ''A Dream Within A Dream/Rûya İçinde Bir Rûya'' şiiri dönüyordu: ''Bir düşün içinde bir düş mü bütün gördüğümüz ve göründüğümüz?..'' Ailemizin müzisyeni Alan Parsons'un ilk kez 1976'da yayınladığı, daha sonra 1987 ve 2007 yıllarında tekrar elden geçirdiği harika albümü ''Tales of Mystery and Imagination'' aynı şaire adanmıştı ve albümde bu isimde bir şarkı da vardı, şiir kısmını ünlü aktör Orson Welles seslendirmişti hâttâ, pek severdim. İnternette arayıp buldum hemen, birkaç kez dinledim. Hem gördüğüm rehber rûyaya, hem sonrasına katılan bütün bu değerli sanatçılara ve en fazla da tamamının asıl yaratıcısına teşekkür etmesem olmazdı doğrusu, ettim:) 


Derken... Bir eski dosttan gelen Twitter mesajı tamamladı hepsini, bu yazıyı okuyup vaktiyle kendi yazmış olduklarıyla Edgar Allan Poe'nun ifadesi arasındaki çok benzer bağı işaret ediyordu bana. ''Senin rûyanı gördü Yusuf, seni rûya diye gördü...'' Haklıydı. Şükranlar, şükranlar:)  

O hesap...

 
Bu kuru çiçek sepeti senelerdir Radyo'nun konuk odasında durur. Eskimiş, renkleri solmuş, yaprakları ufalanıp dökülmüş ve toz içinde, öylece... Kaldırıp atılmaz da haa, bazen masanın üzerinde, bazen pencerenin pervazında, bazen sehpanın köşesinde, habire yer değiştirir ama hep durur ne hikmetse? Sevgili Serdar Özeren bu fotoğrafına ''10.katta sabah 6'' ismini vermiş ve bizim emektar çiçek sepetini sabah nöbetinde işte böyle çekmiş. Dün gece de konuştuk bunu yayından sonra kendisiyle, fotoğrafı yaratan aslında ileri teknolojik donanım değildir, çekenin bakışında yaratılır fotoğraf. Bu yüzden; en başarılı fotoğraf en mükemmel makine ile çekilmez, o zaman parayı basıp teknolojiyi satın alabilen herkes fotoğraf sanatçısı olabilirdi. O çok bildik ''bakmak'' ve ''görmek'' arasındaki fark hikâyesi yani, herkes bakar bir fotoğraf nesnesine ama farklı görebilmek/gösterebilmek herkesin harcı değildir işte... Yazarlık/şairlik  de öyle değil midir, herkesin kullandığı kelimeler aynıdır ama yazar onları kendi ruhundan eleyip süzerek yanyana dizer, anlamını değiştirir adetâ ve yeniden yaratır. Herkesin hergün kullandığı, sıradan ve olağan kelimelerin içine sihir ekler, efsunlu cümleler kurar. Bu da o hesap işte, herkesin bir köşede unuttuğu, artık varlığına alıştığı için farketmediği, oradan oraya sürüklenen toz-pas içindeki köhne çiçek sepeti, sabah ışığı ve çekenin bakışı. Bu kompozisyon içinde  herşey o kadar basit ki aslında,  belki dönüp baktırmaz bile sizi. Fark yaratan ve döndürüp baktıran sevgili Serdar'a yeniden teşekkürle...

Yağmurdan başka...

 
''üstünde yağmurdan başka hiçbir şey yoktu
anlam olmak için yeterince çıplaktın

şiirin nasıl bir şey olması gerektiğini

hatırlatıyordu gözlerin, sana böyle inandım...''

Haydar ERGÜLEN/ ''Mavi'' adlı şiirinden...



Vaktiyle gece programlarımda şiirlerini okumayı en sevdiğim şairlerdendi sevgili  Haydar, ''Eskiden Terzi'' adlı kitabını yayınlara getire-götüre hakikaten eskitmiştim:) İstanbul'da çok keyifli bir röportaj da yapmıştım kendisi ile, kulakları çınlasın. Değerli çalışma arkadaşım, sağlam fotoğrafçı Serdar Özeren'in, çok sıcak bir günden sonra ruhumu ferahlatan bu yağmurlu fotoğrafına eşlik etmesi gereken dizeler sanki bunlardı, oturdu, yerleşti, yerini buldu içimde... Her iki sevgili sanatçıya da sonsuz teşekkürle.

Aydınlık...

 
"Aydınlatılabilecek birini aydınlatmamak onu harcamak demektir; aydınlatılamayacak birini aydınlatmaya çalışmak boşuna nefes tüketmek demektir. Akıllı insan ne insanları, ne de nefesini boşa harcar..."


Demiş Konfüçyüs, gece gece gelen bir e-postadan önüme düşüvermesin mi üstadın bu cümlesi? :) Teşekkürler...

6 Temmuz 2012 Cuma

vintage biscuit: no baskı yes vitamin*

vintage biscuit: no baskı yes vitamin*: Baskı illa 'heytt höyttle' olmuyor.İlla kaba saba ve zorlama şekliyle olmuyor.Baskı bazen birine karşı geliştirdiğiniz yoğun empati mekani... (Devamı için beyazla işaretli linke tık lûtfen...)

Sevgili Vintbis döktürmüş gene, çok seviyorum ben onun bu kendine karşı dürüstlüğünü:) Onunla benim aramda tuhaf bir bağ vardır üstelik, birbirimizden hiç haberimiz olmadan aynı ya da benzer konularda yazarız, hani derler ya; bazen böyle karşılıklı yazdıklarımız ''cuk oturur'' adetâ birbirine. Bunu konuşup ''Allah Allah yaaa, hayret di mi?'' demişliklerimiz vardır yani. Mükemmel de bir gözlemci/tahlilcidir tabii öte yandan, okuyalım, faydalanalım, kâm alalım onun rengârenk dünyasından:)

Zorla?..

 
İnsanın muhakkak uyanır, tekâmül sürecinin bir yerinde gerçekleşen bir olay, bir durum (ki; bu bazen musibet görünümünde de olabilir) onu süregiden uykusundan mutlaka sıçratır, ama şimdiki hayatında, ama daha sonrakilerde... Eğer mevcut hayatındaki kader plânında ''uyanma'' kontratı yok ise,  o kişi için ne kadar uğraşırsanız uğraşın, ne kadar anlatırsanız anlatın, artık uyansın diye ne kadar sarsarsanız sarsın, hiç farketmez. Kimseyi zamanı gelmeden uyandıramazsınız yani. Bu sebepten; spiritüel çalışmalar içinde asla ''zorlama'' yoktur, olamaz. Siz anlatır çekilirsiniz, isteyen üzerinde düşünür, ciddîye alır, içselleştirir ve devam eder, dileyen de sizinle alabildiğine dalga geçerek, aşağılayarak, küfrederek, hâttâ ''deli'' yaftası yapıştırarak kendi aynasını size yansıtır, o deriiiin ve bildik uykusuna aynen devam eder. Ne ki; bu çok sık rastlanan tanıdık üslûp, spiritüel yolu ve o yoldakileri  hiç bağlamaz. Bağlayacak olsa, zaten bu alanda bu kadar çalışma, pratik, yöntem, gayret, öğreti vs. olmaz. Herkes küsüp kenara çekilir/di ama hiç öyle değil. Adı üzerinde; bu bir ''yol''dur, yola girdiniz diye derhal tamamlanmaz, bir anda ''Buddha'' oluvermezsiniz, asıl mesele orada başlar zira... Tecrübe ede ede, her adımda biraz daha fazlasını öğrenerek ve tekâmül ederek ilerlersiniz. Tecrübelerinizi paylaşmak ve yoldakilere yardım etmek de sizin varoluş vazifenizle alâkalıdır zaten, kimi yapar, kimi yapmaz. Ama bilmelisiniz ki; rehberlik ister ve kendinizi buna açarsanız, size muhakkak yardım edilecektir. Alay edip dalga geçenlere de gene kendilerine ve bu eğlenceli duruma göre bazı rehberler gönderilecektir, bunu özellikle istemediği takdirde kimse yalnız bırakılmaz yani, emin olun:) Henüz ilkokulu bitirmemiş çocuğu tutup ortaokul derslerinden imtihan edemezsiniz, değil mi ya? Rehberlik de seviyeye göre olacaktır elbette... Bu ''yol''da ve ''yolculuk''ta kimse sizi herhangi birşeye zorlamaz, sadece yardım ve rehberlik isterseniz size yardım edilir. İstemezseniz? Eh, elbette o da sizin seçiminizdir, bu durumda size ''hayırlı yolculuklar'' dileyip kenara çekilenleri artık suçlayamazsınız herhalde, değil mi? Hoş, zaten suçlasanız da birşey farketmez. Herkes gene ve aynen kendi ''yol''unda ilerler. Hayırlı yolculuklar OLsun:) Zor? Yoo, zor her halükârda oyunu bozar. O kadar, işte o kadar...

5 Temmuz 2012 Perşembe

Formül ve...

 
Hayatı formüller içinde geçmiş bir adam olabilir, bana göre ise müthiş bir spiritüeldir, bilim adamlığını fersah fersah geçmiştir bu özelliği, severim velhasıl...

Şu an okumakta olduğum kitap ise genç bir meslekdaşımın ilk kitabı, Nuray Kaya'nın ''Bavul''u... Kimi imlâ yanlışlarını editöre yormayı seçiyorum, bazen zorlanan anlatımı ise meslekdaşımın gençliğine ama; bende not alma isteği uyandıran, yaza-çize, dura-kalka okuduğum kitapları önemserim, bu da öyle bir kitap, evet... Meselâ:
''Bir erkeği çözmek için, onun annesiyle başlayan ve süreç içinde büyüyen kadın ilişkilerinin kalitesine bakmanız yeterlidir. Eğer mutlu olmak istiyorsanız, bir kadının yüzüne gerçekten bakın. Onun tüm hatlarını ezberleyin, yüzünde yolculuğa çıkın... Kendiniz için iyi birşey yapın. Kadınsanız, yüzünüzün, yüreğinizin derinine inecek bir erkek bulun. Erkekseniz, böyle bir kadını kaybetmeyin...''

... Gibi, sağlam tahlil doğrusu, sevdim...
Sevgili Nuray'ın kırmızı  ''Bavul''undan başka şeyler de çıkardım, zaman zaman paylaşacağım. Bizim üzerinde çalıştığımız bazı spiritüel pratiklere yaptığı akıllıca/doğru göndermeler itibarıyle de hitap etti okur ve eğitmen  kimliğime. İlk kitap olarak (elbette tökezleyen bazı tarafları hariç) gayet iyi, tavsiye edebilirim. Kaleminin ucu hep açık OLsun Nuray Kaya...

4 Temmuz 2012 Çarşamba

Gökkuşağı'ndan geçtik...

 
 
Bugün Ege TV'de canlı olarak yayınlanan ''Gökkuşağı'' programı gayet keyifliydi:) Evsahibemiz sevgili Berna Ergin'e, Ege TV program ekibine ve değerli hocam Sami Şarhon'a gönülden teşekkürle... (İzleyemeyenler için program kaydı yakında burada olacak, duyuralım.)

3 Temmuz 2012 Salı

Düşünmeli...

 
Hmm, acep öyle midir ki? Üzerinde bir miktar düşünmeli... Düşünüp-taşınmalı falan demiyorum bakınız, ''taşınma'' lâfını uzun müddet kullanmamaya yemin ettim de, ondan yani:) Sadece düşünmeli, bu kâfî...

Heyyy!..

 
Ben, sizin rakibinizim ve bu da hikâyem!

Ben, kendi varlığım da dahil olmak üzere her şeyden şüphelenmenizi sağlayan içinizdeki sesim.

Ben depresyonum, öfkeyim, kıskançlığım, endişeyim, korkuyum, kendinizle gururlanmanız ve bencilliğinizim.

İhtiyaç duymaya ve hayâl kırıklığına, olumsuzluğa ve alaycılığa duyduğunuz bağımlılığım.

Fakat size tüm tarihiniz boyunca ilk kez bir sır vereceğim:


Bu savaşta sizi sürekli yenilgiye uğratıyor olsam da, aslında bu akışı tersine döndürme gücüne sahipsiniz...



Heyyy; okunmalı, hemen! Nereden mi buluruz, birçok seçenek var, meselâ buradan...

Yani...

 
Yani; ''insanların size nasıl davrandığı onların, sizin onlara nasıl tepki verdiğiniz ise sizin karmanızla ilgilidir''. Dr. Wayne W.Dayer'e şükranla... Hani hep deriz ya; ''karma karma, makarna...'' :)


(Hatırlatalım bu arada; hoca ve öğrencisi yarın saat 13.30'da, Ege TV ekranında...)

Bekâr...

 
Habere ''yeniden bekâr'' diye manşet atılmış ama, bu adamın ruhu zaten hep bekârdı ve öyle de kalacak bence...

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Ay dolunay, dalgın gecede...

 
Dolunay vakti geldi çattı gene... Korkmayın canım, dolunay deyince aklınıza hemen vampirler, cadılar, yarasalar falan üşüşmesin:) Evvelâ,  üzerimizde ne gibi etkileri olacağını öğrenmek için buraya bakalım ve rûya farkındalıkları eğitmeni sevgili Zeynep Felix Ergen Pekmen'e teşekkür edelim. Sonra, yıllar öncesinin güzel bir şarkısında Yeni Türkü'yü dinleyelim. 3 Temmuz dolunayı hayrımıza OLsun...

1 Temmuz 2012 Pazar

Pazar notları...

 
- Herkesin şehirleri boşaltıp, ıncık-cıncık deniz kenarlarını, plajları, otelleri-motelleri, pansiyonları doldurduğu şu fena halde ''yüksek sezon''da en iyi, en sakin ve en konforlu dinlenme mekânı kesinlikle ''evim''dir, hiç tartışmam...

- ''Güzellik'' tek başına ve hayli yalnız bir kavram, öyle düz, dümdüz.  ''Çekicilik'' ise derin anlamlar içeriyor, kalabalık ve gizemli. Çekiciliğin olması için güzelliğe gerek de yok ayrıca, hâlbûki her güzellikte çekicilik olamıyor işte, güzellik sadece ve çok ıssız ''güzel'' kalıyor, bu kavram üzerine tartışırım bak...

- Bu fecî sıcaklarda bando-mızıka, faytonlara doluşup pür makyaj, bol sprey saç ve tül-tarlatan-fiyonk-fırfır (!) eşliğinde düğün konvoyu oluşturabilme kapasitesine şaşarım? Pardon, neyi kutluyoruz bu sıcakta böyle ite-kaka, adetâ zorla, gariban fayton atlarına eziyet ederek üstelik, ha?!!..

- Menopozda olmak hakikaten harika birşey, insan bu havalarda bunun kıymetini daha iyi anlıyor valla. Banyo dolabında artık ped ya da tampon bulunmayan kadınlara selâm çakarım buradan:) Yaşasın hür menopoz kardeşliği!..

- Canım isterse yaparım, istemezse yapmam! Manevî baskılara hiç açık değilim, kusura bakmayın lûtfen. Bunu salonumda halen duran kitap kolilerine söylüyorum, canımın istemesini bekleyecekler mecburen:)

- Giysiye ''urba'' deme zamanı çoktan geçmedi mi yâhû? Benim çocukluğumda çizgi romanlarda vardı, ''Kırmızı Urbalılar'' falan... Sokaktan geçen eskicilerin ''hadeeee iyeeeskiiiurbaciiiii geldiii'' şeklinde haykırması bir bana mı tuhaf geliyor acaba?.. 

- Çalışma izni olmayan yoksul Romenlerin karı-koca-çocuk şeklinde, sokaklarda dolaşarak akordeon çalması ve başları yukarıda, balkonlardan, pencerelerden atılacak üç-beş lirayı umutla beklemesi hep hüzünlendirir beni :( Bir de; neden hep ''Hatırla Sevgili''?..

- Keçim, ineğim, koyunum, tavuğum olsaydı beslemek hiç zor olmazdı diye düşünüyorum bir vejetaryen olarak... Kedi-köpeğin önüne karvun-karpuz kabuğu, zerzevat artığı, sebze ölüsü falan konamıyor mâlûm! Bunca etcille nasıl yaşıyorum ya ben hakikaten? :)

- İyidir iyi, herşey OLması gerektiği ve OLduğu gibi, gayet iyi... Hoşgeldin Temmuz ve şükürler OLsun bu fecî sıcak Pazar gününden, huzurlu yuvamdan, evimden:)