31 Aralık 2010 Cuma

Kartpostal...


2010 yılı içinde çok başarılı çalışmalara imza atan ve bu konulara en duyarsız görünen kişi+kurumlarda dahi ciddî farkındalıklar yaratmayı başaran HAYTAP'a bu güzelim yeni yıl kartpostalları için değil sadece, o kadar çok şey için teşekkür ediyorum ki, o kadar olur yani. Bravo arkadaşlar, emeklerinize sağlık, 2011'de çok daha büyük başarıları canlarımızla birlikte kutlamak dileğimle...

İyi?..

''İyi insan olacağınıza öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik beklenmesin'' demiş Bertolt Brecht... Ve bu sözü başlık eden şiirinde Habib Bektaş da şöyle demiş:

sendeki bu uysallık
bu boyun eğiş
korkutuyor beni

sor kendine
''iyi''nin ölçüsü ne?
ve ne zaman süsleyecek
o çığlık dudaklarını
YETER BU İYİLİK...

Yeni yıldan fazla şey beklemek doğru mudur, bilemiyorum. İçip içip, her gece eve yalpalaya yalpalaya gelen, kapıdan girince ''durrr, durrr hele, valla  çok özledim, öpüjemmm...'' derken eşiğe yığılıp oracıkta sızan bir kocayı bekler gibi mi beklenir bu yeni yıl? Duruma ve eve geliş vaktine göre, kafasına indirmek üzere hazırlanan süpürge, oklava, tava ve son çare olarak yedekte tutulan tabanca onu adam etmeye yeter mi dersiniz? Yoksa ''alışmış kudurmuştan beter'' midir hakikaten? Herkesin bu kadar ''iyilik'' tasladığı bir dünyada bunca ''iyilik'' dileği neden o halde? Kim bu ''kötüler'' Allah aşkına, nerede saklanıyorlar, insanlar her yeni senenin başlangıcında hep aynı ''iyi'' dilekleri uçurduklarına göre sağa sola, kim yapıyor bu ''kötülük''leri dünyaya ve içindeki bütün varlıklara? Yoksa aslında çoktan tavsamış, haylidir tıkanmış ve yürümeyen ama bu hakikatin gönüllü olarak görmezden gelindiği berbat bir evliliğe mi benzemekte bu vaziyet? Öyleyse neden bu kadar şikayet?..

Dedim ya; kafam çok karışık bu konuda, bilemiyorum. Gene de bu kadar ''iyi'' dilek umarım ''iyi''ye işaret... Olsun mu? Olsun. Şu halde; eski yıla güle güle, yeni yıl kutlu ve de mutlu olsun...

28 Aralık 2010 Salı

Final...


Dile kolay; tam 32 yıl... TRT tarihinin en uzun süre devam etmiş, artık efsane olmuş programlarından biri olan ''Müzik Bahçesinden'' bu akşam son kez seslendi dinleyicisine. TRT'nin başarılı program yapımcılarından sevgili Tülay İlter Sunar'ın 32 yıl boyunca kesintisiz hazırladığı bu program, TRT İzmir Radyosu canlı yayın stüdyosunda bu akşam gerçekleştirilen bir canlı yayınla dinleyicisine veda etti. Yayın hayatı boyunca farklı zamanlarda ''Müzik Bahçesinden'' programına seslerini veren TRT'nin tecrübeli spikerleri bu veda yayını için biraraya geldi, aralarında artık emekli olmuş olanlar da vardı...

Bu programın benim için bambaşka bir anlamı daha vardı; TRT Radyo 3'te yayınlanan ''Müzik Bahçesinden'' programını ilkgençlik yıllarımda dinlemeye başlamış ve o zamanların pek çok genç insanı gibi müdavimi olmuştum. Aradan yıllar geçti, ben TRT spikerlik sınavlarına girip kazandım ve profesyonel meslek  hayatım başladı. Bir zamanlar hayranlıkla dinlediğim bu programı sunmak bana da nasip oldu. Bu çok özel ve güzel bir duyguydu:) Buradan hareketle; ''Müzik Bahçesinden''in final yayınına katılma çağrısı geldiğinde elbette biraz hüzünle ama öte yandan çok da sevinerek, hemen kabûl ettim. Yapımcısı, bir anlamda annesi olan sevgili Tülay İlter Sunar'ın da bizzat katıldığı bu son program hepimiz için unutulmaz nitelikteydi, çok hoş anılar paylaştık, eskilerden güzel müzikler çaldık, unutulmaz arşiv kayıtlarını yayınladık ve yıllarca bu programa emek vermiş kişiler olarak sevgiyle bitirdik ''Müzik Bahçesinden''i... Müteşekkirim, gönülden kutluyorum, henüz gencecik, çiçeği burnunda yayıncılarken başladığımız bu serüveni, orta yaşlarını geride bırakmış, artık hemen hepsi yakın gözlüğü kullanan, meslekî anlamda ''ustalık'' mertebesine erişmiş, yılları devirmiş yayıncılar olarak başarıyla tamamlamak öyle herkese nasip olmasa gerektir. Allah sağlık verdikçe daha nice programlara diyor, bu programda emeği olan bütün yayıncı arkadaşlarım kadar sadık dinleyicilerine de içtenlikle teşekkür ediyorum...

Vazgeçilmez...

Şartlar her ne olursa olsun vazgeçilmez şeyler vardır, olmalıdır da... Bana göre bunlardan biri ''kitap''tır, okuma eylemi şu ya da bu sebeplerle sekteye uğramamalıdır. Bu iş bir tür egzersiz gibidir, farklı bahanelere yaslanarak ertelenmemeli, bir temel yaşam pratiği olarak daima sürmelidir...

1990 senesinde yaşamının dünyevî boyutunu bırakmış olan huysuz Hintli fikir adamı Osho'nun Ganj Yayınevi tarafından yayınlanan bu ufak kitapları gayet başarılı, çantada, cepte taşınması kolay, baskısı, kapak tasarımı güzel, harf boyutları duruma göre yakın gözlüğü olmadan da okunmaya müsait, sevdim. İki-üç gündür bu kitapla dolaşıyorum, iki arada-bir derede çıkarıp okuyorum. ''Başkaldıran bir insan geçmiş tarafından koşullandırılmış bir robot gibi yaşamaz'' diyor Osho, ''din, toplum, kültür... düne ait olan hiçbirşey onun yaşam tarzına, onun yaşam biçimine herhangi bir şekilde karışmaz.'' Ve devam ediyor; ''bir çarkın dişlisi olarak değil, organik bir bütünlük olarak, bireysel bir biçimde yaşar. Yaşamı bir başkası tarafından değil, kendi aklı tarafından yönlendirilir. Yaşamın özündeki güzel koku, özgürlüğün kokusudur; sadece özgürlük içinde yaşamakla kalmaz, geri kalan herkesin de özgürlük içinde yaşamasına izin verir. Kimsenin onun hayatına karışmasına izin vermez; o da kimsenin hayatına karışmaz. Onun için özgürlük nihai değerdir ve yaşam o kadar kutsaldır ki onun için herşeyi, sorumluluğu, statüyü hâttâ yaşamın kendisini bile kurban edebilir. Başkaldıran insan tamamen kendi ışığına göre yaşayan ve özgürlüğe verdiği esas değer için gerideki herşeyi riske eden kişidir...''

Kitabın kapak resminde, gri balık sürüsünün tersi yönde yüzen kırmızı balık işte bu sebepten şahsına özel bir saygıyı haketmektedir bana kalırsa, çünkü o hem kalabalıkların, hem de kendisinin ezberini bozabilecek kadar cesurdur. Ve bu çok değerli birşeydir, kimileri için tıpkı ''kitap'' gibi, ''okumak'' gibi vazgeçilmezdir. Cesaret başkaldırmayı değerli kılar, başkaldırmak ise Osho'nun dediği gibi ''yaşamsal bir nitelik''tir. ''Kendi olma'' yolunda sağlam bir adımdır, yakıştırana yakışır...

Ek ve de dip: Huysuz Hintli ve de epeydir ölü düşünür Osho'nun memleketindeki İzmir'li seyyahlar hallerinden memnun:) Yılın son günü yurtlarına dönecekler inşallah, dolayısı ile fotoğraflar ve izlenimler pek yakında bu sinemada. Hayırla, uğurla, bilgiyle, ışıkla...

23 Aralık 2010 Perşembe

Hint kumaşı...

Gerçi o eskidenmiş, artık ''bulunmaz Hint kumaşı''nı bırakın bir tarafa, Hint ellerinden herbirşey kolayca geliyor buralara. Kınası, dövmesi, tütsüsü, çayı, eteği, örtüsü, takısı, boncuğu, hâttâ çakma Gandhi'si de dahil, hemen hemen nesini ararsanız bulmanız mümkün... De; ana memleketin havası, suyu, insanı, kokusu elbette yerinde görülmeli, yemeği orijinalinden yenmeli, baharatları koklanmalı, gecesini görmeli, sabahına uyanmalı insan. O enerjiyi asıl çıkış noktasında, kaynağında tecrübe etmeli...

Bizim Hindistan yolcularını bugün İzmir'den uğurladık efendim, sevgili Gülsün ve Halûk şu anda havadalar ve menzile ulaşmalarına henüz epey zaman var. ''Ne istersin oralardan?'' sorusuna cevabım ''her zamanki gibi, yediğiniz-içtiğiniz sizin olsun, gördükleriniz ve fotoğraflar bana yeter, benlik birşeye rastlarsanız hani öyle yükte ve pahada hafif, zaten alıp getirirsiniz'' oldu. Evvelâ hayırlısı ile varsınlar, haberlerini alalım inşallah, gerisi nasılsa gelir diyorum ve canlarımın Hindistan/Kerala seyahatlerinin çok güzel geçmesini diliyorum...

20 Aralık 2010 Pazartesi

İki ters, bir düz...

Bizim Oralet oğlan bildik kedisel kalıpları sevmez pek, bebeliğinden beri aynıdır, biraz farklıdır. Saflık çerçevesi içine ustalıkla gizlediği bir espri anlayışı, kısa hayatının mühim bir bölümünü kapsayan böbrek rahatsızlığından kaynaklanan mağduriyetine eklediği kurnazlığı ve artık meşhur olmuş ''sarı inadı'' vardır. Evin ''altın çocuğu'' kendi harfleri ve deneyimleriyle ''kediliğin el kitabı''nı adetâ yeniden yazmıştır. Hastalığı yüzünden çektiği fiziksel acılara bakarsak; aslında çok da haklıdır...

Yeni ev, yeni yıl, yeni hayat falan; ama Oralet gene aynı, bütün bu yeniliklere ve hayata tersten bakmayı sürdürüyor. Objektife de tersten bakıyor ve üstelik bir de göz kırpıyor:) Bu sarı oğlan kurallarla, kalıplarla, sınırlarla daraltılmış herşey ve bütün ezbere alışkanlıklar üzerinde düşünmemizi sağlıyor. Kedi suretinde bir sihirbaz o, iki ters, bir düz, hoop, abrakadabra, nedir bu mânasız telaş kardeşim, alt tarafı bir yıl daha bitiyor! Zaten ''zaman'' dediğiniz o şey sizin kendi uydurmanız değil mi, nedir yani, ne oluyor? Sanki sonsuz evren sizin bu ''yeni yıl-meni yıl'' dalganızı çok da sallıyor! Peh!.. diyor bana kalırsa... Bilmem? Bana üzerinde biraz  düşünmek lâzım gibi geliyor...

16 Aralık 2010 Perşembe

Ahvâl ve şerait...


Elbette o kadar da kolay değil a canım; ciddî bir plânlama gerektiriyor bir kere, yani ilk iş niyetlenme, sonra istikameti tespit etme, ardından eşinme, ayıklanma, artık lüzûmsuz ne varsa salıp bırakma, böylece  temizlenme, hafifleme  ve valizlere, kutulara, kolilere doluşup gitme vaziyeti. Bu kısım aynen yukarıdaki gibi... Sonra tam bir kaos başlıyor; ayağınızda sağ cebindeki makastan kenarı delinmiş, sol cebindeki kalın uçlu kalemden siyaha boyanmış, toza-kire batmış bir jeanla yerden tavana kadar yükselen kolilerin ortasında bir müddet öylece durma hali yani! Bu vaziyetle yüzleşmeyi kısa tutup, bir an evvel işe koyulmakta fayda vardır, aksi takdirde aradığınız hiçbirşeyi bulamamak yüzünden çıldırabilir, kendinizi kolileri tekmelerken ya da elinizdeki makasla delip deşerken bulabilirsiniz!..


Taşınma sonrası uzunca bir müddet koli, koli bandı, hurç, ambalaj naylonu, kutu-mutu benzeri şeyleri görmek istemiyor insan! Çünkü herşey yerine yerleşinceye kadar bir müddet bunların arasında yaşamak mecburiyeti var, kendinizi koliye tıkılmış gibi  hissetmeniz ise evet, hiç de tuhaf sayılmaz ama bu his fazla kalmıyor, geçiyor. Açılıp yerleştirilen  her koliyle, her kutuyla yeni hayatınızın bir parçası daha tamamlanıyor...


İlkokul günlerimin sevimli kahramanı, kalem kutumun üzerindeki resminden sevgiyle hatırladığım Snoopy ile tekrar karşılaştım:) O da taşınma plânları içindeymiş meğer, nedense buna hiç şaşmadım...



Bu fotoğrafı ise çok severim; hedefin daima ''daha iyi'' ve ''daha ileri'' olması gerektiğini hatırlatır bana her bakışımda... Bu hedefe ulaşmak  için risk alabilen ve böylelikle kendine yeni bir hayat ''yapan''  bu cesur balıkçığın gayretini takdir ederim. O sebepten buraya alıp paylaşmak istedim. Hem; zaten ben bir Balık burcuyum, buradan hareketle içinde su ve balık olan hemen herşeyi severim efendim, bu ahvâl ve şerait içinde geri hareketine başlamış olan Merkür'e, pılısını-pırtısını toparlayıp gitmeye hazırlanan yorgun 2010 senesine, ona-buna-şuna ve blogumu okuyan herkese selâm ederim:) 

Ek ve de dip: Adamakıllı dergi Esquire'ın, Tuncel Kurtiz'in siyah-beyaz fotoğrafını kapak yapan Kasım 2010 sayısına bayıldım, yazı ve fotoğraflar harikaydı, emek verenleri gönülden tebrik ediyorum. Henüz okumadım ancak Javier Bardem'i kapak yapan Aralık sayısına daha fazla bayılmayı plânlıyorum, ilgililere duyururum:)

Ve dünya, ve herkes, ve herşey hızla değişirken güzel memleketimde de artık birşeylerin değişmekte olduğuna dair, kafî gelmese de yapılana karşı yürek soğutan bir haber, bunda gayreti olan herkese de içten teşekkürler. Umutla hapis kararının çıkmasını bekliyorum, o kedicik küçüktü ama Allah çok büyük, hadi bakalım...

9 Aralık 2010 Perşembe

Tebdil-i mekân...


Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi

Valizimde taşıyorum keşkelerimi bilelerimi

Havalanmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare

Üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi...



Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor

Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor

İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi

Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor...



Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında

Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında



Soranlara "eh işte idare ediyor" dersin

İyi niyetli değilseler üstü kapalı geçersin

Dilersen ara beni ya da yaz bana arada bir iki satır

Ya da yazma ne bileyim hani yani tutarsa tersin



Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor

Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor

İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi

Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor



Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında

Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında...


Bu şarkıyı Sezen Aksu yazmış, ''Bahane'' isimli albümünde de seslendirmiş. Fikirlerine ve yaşanmışlarına hürmetim var, evet ama ben ''tebdil-i mekân'' hususunda kendisi gibi düşünmüyorum. Zira ben bu ''tebdil-i mekân'' vaziyetini  seviyorum:) Zannederim bu da rahmetli babacığımdan bana geçmiş bir genetik kod, hani mümkün olsa eve dört tekerlek takıp sıkıldıkça oradan oraya götüreceğim. Ve benim bu ''tebdil-i mekân'' krizlerimi yönetme ustası olan iki kıymetlimin, İstanbul'dan sevgili ''gecea''nın ve Ankara'dan sevgili Baturhan Atabey'in kulakları çınlasın diyeceğim:)

Neyse efendim; kısa bir müddet ''kutu kutu pense'' oynamak, sonra ''yine, yeni, yeniden...'' diyerek ortaya çıkıvermektir niyetim.  2010'un son demleri bu gibi şeyler için zaman-ı müsaittir diye düşünüyorum, velhasıl yeni yılla birlikte pekçok şeyi yeniliyorum. Bu arada; yeni yıldan bir hafta evvel, ''olay yeri inceleme ekibi''mizden sevgili Gülsün&Halûk Demiralp ikilisi kişisel tarihlerindeki en enteresan seyahatlerden birini gerçekleştirmek üzere, bu defa Hindistan'ın güneyine, Kerala bölgesine gidiyorlar. Kendilerini orada da adım adım takip edip, fotoğraf ve izlenimlerini ''Uygunsuz Vaziyet''te yayınlamak üzere heyecanla bekliyor, şimdiden hayırlı yolculuklar diliyorum. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere, herkese namaste:)

6 Aralık 2010 Pazartesi

Kolonyamın şişesi, ciğerimin köşesi...

Şimdiki gibi çeşit çeşit, cicili-bicili yüzlerce marka parfümün ortalıkta olmadığı zamanlarda o vardı. Tarihi ikiyüz yıl kadar önceye gidiyor ''kolonya''nın, daha ziyade ferahlamak için kullanılan bir kozmetik malzemeymiş vaktiyle, bergamot, limon gibi hafif turuçgil kokularıyla başlayan bu hikâye giderek çeşitlenmiş, türlü çeşit koku denenmiş, bu denemelerin birkaç adım sonrası ise ''parfüm'' olmuş muhtemelen... Ama kolonya, sadece hoş kokmak gayesi ile kullanılan bir malzeme olmadığından halen evlerin tuvalet masalarında, banyolarda ve pekçok yerde bulunuyor. Geleneğin uzantısı olarak, bir ikram ve hediye malzemesi şeklinde de kullanılıyor. Artık ortalıkta envaî çeşidi dolaşsa da, bildiğimiz klasik ''limon kolonyası'' ötekiler arasından her halükârda sıyrılıyor, içi daralana, gönlü sıkılana, bunalana, yorulana, ayılana-bayılana, terleyene, ağlayana,  hastaya, sağlama, berber dükkânına, büroya, bayram-seyran ziyaretine, şehirlerarası otobüse, hususi arabaya, umumî helâya falan halen yetişiyor. Koklayan açılıyor, içi-dışı ferahlıyor, kısmen mikrop kırıp hijyen sağladığına da inanıldığından kolonya gündelik hayat içindeki yerini koruyor. Belki artık bildiğimiz cam şişesi içinde değil, hemen her cafede, restoranda, pastanede, hastanede elimize tutuşturulan ''kolonyalı mendil'' kılığında daha çok çıkıyor karşımıza ama, uyduruk-kıydırık olsa da özü gene ''kolonya''...

Hayatının mühim bir kısmını hastane odalarında geçiren bendeniz, bir zamanlar bilhassa ''limon kolonyası''na karşı mesafeli duruyordum. Ziyarete gelirken getirilen şişe şişe limon kolonyasını koyacak yer bulamıyorduk o aralar. Ama ''lâvanta kolonyası''nı her zaman sevmişimdir meselâ, rahmetli babacığım ''after shave''lerin memleketimizin sınırlarına girmemiş olduğu zamanlarda tıraş kolonyası olarak kullanırdı lâvanta kolonyasını, belki de ondandır. Rahmetli babaannemin evinden hatırladığım bir başka kolonya da ''Altındamla''dır, şişesi İzmir'in meşhur saat kulesi şeklindeydi,  rengi kadar kokusu da hayli koyuydu, tabiri caiz ise biraz ''ağır''dı yani, gelen hatırlı misafirlere ikram edilirdi. O şekilli şişeler şimdi antika muamelesi görüyormuş, kolonyanın da herhalde ''altın''ı gitmiş, geriye ''damla''sı falan kalmıştır, bilemiyorum...
  
Son zamanlarda tanışmaktan memnuniyet duyduğum bir kolonya var, geçenlerde Paşabahçe mağazasından alış-veriş yaparken rastladım. Farklı kokular arasından ruhuma ve burnuma  en müsait olanı seçtim, o da markanın ''Nişantaşı'' adıyla pazarladığı ''ıhlamur kolonyası''ydı. Ambalajı ve şişesi eski zaman kolonyalarına benzetilmiş, gayet sade, yalın, düz... ''Lokum'' firmasının Paşabahçe mağazaları için özel olarak ürettiği bu kolonyalar hoş olmuş doğrusu, bildik kolonya alışkanlıklarına farklı bir yorum da denebilir bu üretimler için, piyasadaki kolonya çeşitlerine oranla azıcık pahalı olsa da keyifli, zarif ve sade hediyelik arayanlara hitap edeceğini düşünüyorum. Değişikliği sevenler de sevecektir muhtemelen, ben ne vakit kullandıysam kokusuyla hemen dikkat çekti. İkram ettiğim kişiler hem ambalajını, hem de kokusunu hoş ve farklı buldu, ''nereden, kaça aldın?'' sorusu çok soruldu. Neticede kolonya olduğu için kokusu öyle fazla kalıcı değil ama sürüldüğünde tazelik, ferahlık hissini gayet başarılı yaşatıyor insana. ''Lokum''un sahibesi Zeynep Garan'ı bu ince fikrinden dolayı tebrik etmek lâzım, farklı zevkleri okşayacak farklı kokular tasarlanmış ve her birine çağrıştırdığı mekân isimleri verilmiş. Söylediğim gibi; ben ''ıhlamur'' kokulu ''Nişantaşı''nı seçtim ve doğrusu çok da sevdim...

Düşünüyorum da; kişisel tarihimizin ve geleneğimizin  bir parçası olan kolonyanın dev adımlarla büyüyen parfüm piyasasına karşı ayakta durabilmesi hoş birşey... Eskiden evlerde muhakkak bulunan kristal görünümlü kolonya şişeleri boşaldığında kolonya satan dükkânlara gidilir, bu güzel cam şişeler tekrar tekrar doldurulurdu. Şahsiyetsiz malzeme ''plastik'' daha sonra bu işin içine de burnunu soktu! Dolayısı ile o zarafet, o hoşluk nispeten kayboldu:( Bunu hatırlatan ve eski zaman kolonyalarına güzel bir gönderme olan ''Lokum'' kolonyalarını tavsiye ederim. Ben çantamda taşıyor ve önüme gelene ikram ediyorum. Sıkılıp bunaldığımda avucuma döküp kokusunu içime çekmeyi seviyorum, beni çocukluğumun o dertsiz-tasasız zamanlarına uçuruyor sanki, bu telaşlı karmaşa arasında, kısa da olsa bir müddet orada kalmak iyi geliyor. Babama gülümsüyorum, babaannemin elini öpüyorum, annem düşüp kanattığım dizlerime söylene söylene kolonya sürüyor falan, işte öyle... Hayatınızda her daim ferahlık olsun efendim, şimdi bana müsaade...

3 Aralık 2010 Cuma

Tiffany'de kahvaltı!..


Bu bir kısa roman adı aslında ama muhteşem Audrey Hepburn'ün başrolünü oynadığı filmi sanırım kitabın önüne geçmiştir. Başlığı kasten seçtim elbette, benim anlatacağım kahvaltı hikâyesi Tiffany'de falan değil, İzmir'in Karşıyaka'sında, ''Atakent Unlu Mamûller'' adında ortalama bir dükkânda geçiyor. Buradan telefonla eve simit, boyoz falan sipariş ederdik arada, yolumuz o tarafa düşerse ekmek, çörek,poğaça vs. aldığımız da olurdu. Burayla alâkalı yegâne sıkıntımız, ne vakit arasak telefonu açan ve alt tarafı iki simit, iki boyozdan oluşan siparişi alana kadar bize ecel terleri döktüren, sinirlerimizi hoplatan, tekrar tekrar söylemiş olmamıza rağmen siparişi gene ve her halükârda yanlış ya da eksik göndermeyi başarabilen o hanım görevliydi! Bu görevlinin yaptığı iş konusundaki ciddî özrü artık ve ne yazık ki tecrübe ile sabitti, buna rağmen dışarı çıkıp alma imkânımız olmadığı zamanlarda, her türlü iletişim kazası riskini göze alıp evvelâ telefonda bu kadınla cebelleşiyor, derdimizi anlatana kadar hayli emek sarfediyor ve neticede eksik-gedik de olsa siparişimize kavuşuyorduk. Veya onun uygun görüp gönderdikleri ile idare ediyorduk da denebilir, arkadaşın çok tuhaf, farklı bir algı mekanizması vardı ve karşı taraf ne söylerse söylesin, siparişin niteliği onun anlayabildiği ile sınırlıydı! Artık alışmıştık...


Geçtiğimiz Pazartesi'lerden birinde o taraflarda bir iş mevzubahis oldu, bankaya mı ne gitmem gerekiyordu, şimdi tam hatırlayamıyorum, geçerken burada oturup ufak çaplı bir kahvaltı edelim, oradan işe-güce yönelelim dediydik. Hava da günlük-güneşlikti o gün, hâttâ bu sebepten köpek kız Fadik de gelsin istedim, nitekim geldi, kahvaltı müddetince o da dükkânın önündeki bir ağacın gölgesinde oturup etrafı izledi falan... Ama şunu itiraf etmem lâzım; istikameti o tarafa doğru tayin ettiğimizde ''dur bakalım, o mâlûm şahıs bu defa nasıl salakça bir karmaşaya imza atacak acep?!!'' dediydim, böyle diyerek de o mâlûm şahsın kahvaltının sonunda, o güne dek becermiş olduklarını solda sıfır bırakarak yapacağı asıl zirveyi (!)  mıknatıs gibi  kendime doğru çekmiştim, kuantum yasası işte bu şekilde işliyordu, evren iyi ya da kötü, tüm beklentilerimizi karşılamak üzere hazırda bekliyordu, bunu nasıl da unutmuştum!..

Neyse işte, çay, peynir, zeytin ve simitten oluşan bu mütevazı kahvaltıya günlük gazeteler de eşlik etti, sonra ev için ekmek, radyo için kurabiye vs. gibi başka unlu mamûller de satın aldım, ödemeyi yapmak üzere kasadaki mâlûm şahsa kredi kartımı uzattım. Hepsi hepsi 11 lira tutmuştu zaten, şifremi tuşlamam için uzatılan pos cihazına daha iki hane kadar basmışken montumun cebindeki cep telefonumdan bir mesaj sinyali geldi, sonra bakarım diye aldırmadım, şifremin tamamını tuşladım  ve alışverişimin tamamlanmasını bekledim. Ve fakat; pos cihazı ve mâlûm şahıs arasında bir sorun var gibiydi, bir türlü olması gereken şey olamıyor, bende kalması gereken kredi kartı slibi, alışveriş fişim ve kredi kartım bana uzatılmıyor, pos cihazına öyle boş boş bakılıyordu. ''Hayrola'' dedim, ''bir sorun mu var?..'' Mâlûm şahıs ''ehem, öhöm, bi yanlışlık oldu galba, kem, küm...'' gibisinden saçmaladı ki; bana göre bunda şaşılacak bir taraf zaten yoktu! Dedim ya, arkadaşın bu konulardaki başarısı tescilliydi, böyle şeyleri baştan bekliyordum. Bu arada cep telefonuma az önce gelmiş olan mesajı okuyayım dedim, kredi kartımın bağlı bulunduğu bankanın güvenlik servisinden geliyordu ve bankam bana ''Değerli müşterimiz, ..... nolu kartınızla Atakent Unlu Mamûller firmasından şu şu saatte yapılan 11.007.93 liralık işlem bilginiz dahilinde değilse şu şu numarayı arayınız'' diyordu! İlk okuyuşta şaka gibi geldi, evet ama bu bir şaka değildi, işiyle alâkalı öteki özürlerinin yanına pos cihazı kullanma özrünü de ekleyen bu mâlûm şahıs 11 liralık tutarı (artık küsûratı nasıl becerdiyse, orası hiç bilinmiyor?!!) pos cihazına 11.007.93 lira olarak girmiş ve benden şifre tuşlamam talep edildiği halde bu korkunç alışveriş gene kendisi tarafından hususî bir beceri ile şifresiz olarak gerçekleştirilmişti!..

Neyse efendim, olan olmuştu artık, hem pos cihazına yanlış tutar girildiği başka dükkânlarda da vakî idi, derhal iptal ve düzeltme yolu nasılsa açıktı ve ben de hiç asabımı bozmadan, halen bu işlemin yapılmasını ve kartımın bana verilmesini, yani artık şu işin hayırlısı ile tamamlanmasını, işime-gücüme yönelmeyi safça bekliyordum! Ama olmadı, olamadı, beni ve bu hadiseye şahit olanları hayrete garkeden asıl şey de buydu ya, ne mâlûm şahıs, ne dükkândaki diğer çalışanlar, ne de firmanın sahibi pos cihazına yanlış girilen tutarın nasıl iptal edilip düzeltileceğini bilmiyordu!.. Ortalık bir anda karıştı, sağa-sola telefonlar ediliyor, bağırılıp çağırılıyor, başka herhangi bir işletmede olsa tek tuşla halledilebilecek bu mesele giderek berbat bir global  kriz tadı alıyordu! Tabii bu arada benim asabım da aynı çizgide kalmakta zorlanır olmuştu, artık sabrım taşmak üzereydi ama tuhaf bir şekilde, korkutucu bir sükûnet içinde, halen bu saçma komedyanın sona ermesini bekliyordum. Bu firmanın sahibi de dükkânında kullanılan pos cihazının güvenlik şifresini bilmiyordu, bankasından kendisine sorulan suallere cevap veremiyor, çözümü son derece basit olan birşeyi adamakıllı krize dönüştürüyor ve benim dehşet katsayımı giderek yükseltiyordu! Mâlûm şahıs ise gayet pişkin bir şekilde, pos cihazının tuşlarının takılı kalmış olduğu iddiasını tekrarlayıp duruyor, etraftaki diğer çalışma arkadaşlarını ukâlaca azarlıyor ve bu halleriyle adetâ  ''artık kolları sıva ve bana derhal giriş, dağıt ağzımı-burnumu, yol saçımı-başımı, valla buna gerçekten çok ihtiyacım var, lûtfen...'' mesajını bana doğru yönlendiriyordu!..

Bir saati aşan bekleyişim içinde bankamla bir görüşme yaptım, kart bilgilerimi incelediler, derhal iptal ve düzeltme yapılmadığından ne yazık ki kredi kartımdan 11 bin küsûr liranın çekilmiş olduğunu, sorunu hatayı yapmış olan karşı tarafın çözmesi gerektiğini ifade ettiler. Bunlar olurken, işletmenin sahibi de tıpkı çalışanı gibi giderek daha fazla saçmalıyor, meseleyi çözecek yerde daha da düğümlemeyi başarıyordu, demek bu burası için bir ''marka'' özelliğiydi! Beni bile şaşırtan bir sabır ve sükûnet içinde bütün bu olan-biteni izledikten sonra ''eee, yeter artık be!..'' diyerek  yumruğumu simit susamlarıyla dolu tezgâha indirdim ve...

Sonrası banka müfettişleri, güvenlik yetkilileri vb. kişilerle yapılan bir sürü telefon konuşması, adım adım takip edilen çok lüzûmsuz+can sıkıcı bir süreç ve bu hikâyenin anlatıldığı herkesin yaşadığı büyük şaşkınlıktı elbette. Sadece bir tuşa basılarak yapılabilecek bir iptal işleminin nasıl olup da becerilemediğine ne yetkililer, ne de hikâyeyi dinleyenler bir türlü akıl erdiremedi. Hele hele, işletmesine ait pos cihazının bırakın nasıl kullanılacağını falan, bankası tarafından verilen güvenlik şifresini dahî bilmeyen bir firma sahibinin varlığına çoğu kişi inanmadı. Atakent'de yapılan basit bir kahvaltı işte bu sebepten ''Tiffany'de Kahvaltı''ya dönüştü! Neredeyse iki senedir telefonla evden sipariş verdiğimiz Atakent Unlu Mamûller firmasına, tarihe geçen bu kahvaltıdan bir süre evvel ettiğimiz telefonda, her zamanki gibi  birkaç simit ve ekmek sipariş etmek istemiş, ancak telefonu açan gene aynı mâlûm şahsın (iki senedir sipariş getirildiği halde) ''bizim evin dağıtım bölgelerine girmediği ve siparişleri getiren çocuğun adresi bilmediği'' şeklindeki cevabıyla tatsız bir şakaya konu olduğumuzu düşünmüştük! Arkadaş meğer asıl büyük (!) şakayı sonraya saklarmış , telefondaki embesilliği buna zemin hazırlarmış, biz nereden bilelim? Yaşadık, gördük ve artık bırakın o dükkândan alışveriş yapmayı, bir daha önünden bile geçmemeye yemin ettik elbette...

On gün kadar süren işlemlerden sonra, az kalsın dünyanın en pahalı kahvaltılarından biri olarak kayıtlara geçecek olan bu saçma kahvaltının yanlış çekilen tutarı kredi kartıma iade edilebildi! Şimdi önüme gelen herkese bu trajikomik serüveni anlatıyor ve ikaz etmeyi görev biliyorum. Kredi kartı ile yaptığınız alışverişlerde lûtfen çok dikkatli olunuz, sliplerinizi ve orada yazılı tutarı alır-almaz derhal kontrol ediniz, alışveriş yaptığınız müessesedeki görevlilerin  zekâ seviyesi, pos cihazı kullanma becerisi, bilgisi ve işine gösterdiği itinayı muhakkak önemseyiniz. Embesilliğini defalarca tescillemiş elemanların halen, ısrarla çalıştırıldığı ve giderek daha büyük rezilliklere imza attığı/atacağı, karşılıklı mağduriyetlere sebep olduğu/olacağı firmalardan uzak durunuz, bu gibi durumları defalarca gözlemiş olmanıza rağmen, gene de  iyi niyetinizi muhafaza etmenin fayda yerine zarar getireceğini kabûl ediniz. İşini severek, hürmet ederek, itina ile yapan, becerileri arasında muhakkak eksiğini-yanlışını kabûl ederek müşterisinden özür dileyebilmek varolan, kim olduğunun, nerede bulunduğunun ve ne yaptığının FARKINDA OLAN elemanlarla çalışan firmaları tercih ediniz...

 Haa, konu ile alâkası yok belki ama, bir de şuraya bakınız istersiniz, memlekette ''doğru'', ''iyi'', ''güzel'', ''faydalı'' şeyler de olduğuna dair ışıktır en azından, umuttur, Kazdağları'ndan esen temiz bir nefestir hiç olmazsa, değil mi ya? Sevgi ve selâmlarla...

27 Kasım 2010 Cumartesi

New York dolaylarından derlenmiş bir türkü...


Üzerinde çok tartışıldığını ve daha da epey tartışılacağını biliyorum. Yani; deyim yerinde ise ''bu pilav daha çok su kaldırır'', bunun farkındayım. Birşeye ''iyi'', ''kötü'' ya da ''vasat'' falan diyebilmek için evvelâ onu deneyimlemek gerekir, peşin hükümle hareket etmeyi sevmem. Bu sebepten kalkıp filme gittim, klasik sublaj saçmalıklarına artık hiç tahammülüm olmadığındandır ki ''orijinal'' versiyonun gösterildiği bir seansı seçtim...

Amerikan tarzı aksiyonun filmin başından ortaya çıkacağını ben de tahmin etmiyordum ama öyle oldu. Mustafa Sandal biraderimiz işin başından sonuna kadar beni epey şaşırttı doğrusu, dersine iyi çalışmış demek yerinde olur, tebrikler. Eski arkadaş Hüseyin Avni Danyal'ın oyununda şaşacak bir taraf yok, adam zaten bu işin eğitimini almış, okulunda okumuş, kendine bir rol kalıbı seçmiş, oynuyor. Hüseyin Avni bu tarz rollerin içini dolduruyor, ayağına cuk oturan bir ayakkabı gibi, hakkını veriyor. Halûk Bilginer'in bazen beni rahatsız edebilen abartılı oyunculuğu bu filmde pek öne çıkmamış, filmin omurgasını iyi taşıyor, fazlaca eğip bükmüyor. Amerikalıları ve Mahsun kardeşimizi bir tarafa ayırırsanız, öteki rolleri üstlenen oyuncularda kayda değer birşey yok, düzgün oynamışlar, işlerini yapmışlar işte...


Baştan belirteyim; ben bu genç adama saygı duyuyorum. Bu sinema adına yaptığı herşeye koşulsuz şapka çıkartmayı gerektirmiyor kuşkusuz, daha ziyade emeğine, ilerleme cesaretine ve kendini aşma gayretine duyulan bir saygı bu... Nitekim; bence gene kendini oynuyor Mahsun, konuşmasındaki dialektten tutun da, hep kullandığı beden diline kadar bu böyle. ''Hoop, n'oluyoruz lan, bu da nesi?'' dedirtmiyor adama yani. Bu filmde haylice şiddet içeren sahnelerin burun-çene vs. dağıtıcısı olarak gördüğümüz genç polis rolünde de tuhaf kaçmıyor dolayısı ile, belirlediği hedef uğruna ''eğer omlet yapacaksan elbette birkaç yumurta kıracaksın kardeşim!'' mantığı içinde hareket eden Fırat karakterinde izleyiciyi irkiltmiyor, uymuş, olmuş, aferin, daha ne?..

Bu senaryo içindeki rolünü gayet dengeli bir üslûpla giyinip, haliyle parmağının ucu ile oynarcasına kotarmış olan kişi Danny Glover. Sonradan imana gelmiş, hidayete ermiş müslüman zenci ve vefalı arkadaş kimliğinden çok daha müşkül rollerde izledik evvelce kendisini, mâlûm... Adamın zaten bir kişiliği, üzerine oturmuş bir karakteri ve tarzı var, New York'ta, topluca kılınan namaz sahnesinde belindeki rahatsızlıktan ötürü sandalyede oturarak namaz kılması falan, hiç batmıyor, yapıştırma durmuyor. Diğer Amerikalı oyuncular için fazla birşey söylemek bence gereksizdir, taş atıp kollarını fazlaca yormadan, öyle çok da derinlik derdine falan düşmeden işlerini yapmışlar işte. İyidir, kâfîdir...

Filmin akışında ciddî mantık hataları yok mudur, elbette vardır. Ancak bu hatalar ve bazı Amerikanvarî görsel  ıkınmalar, kocaman iddialarla ortaya çıkarılan ve kurgusundaki donukluklar yüzünden izleyene hafakanlar bastıran, sonunda da  ''bu muymuş ulen?!!'' dedirten çoğu yerli yapımdan fazla değildir ki, bunu hiç olmazsa sonuna kadar izleyebiliyorsunuz, ne olmuş yani? Bu arada; kimi kareleri çok da sevdim, kamera hareketlerini, oyuncunun durduğu yeri, arkasındaki-önündeki fonu beğendim. Kareyi kuran şahıs Mahsun ya da bir başkası olabilir, bundan bana ne? ''En bi yönetmen benim, ben neylersem güzel ve özel eylerim!..'' iddiasındaki birçok Türk sinemacının böyük böyük şişinmelerine (!) rağmen, sanata ve emeğe duymam gerektiğine inandığım saygıdan yola çıkarak bütünüyle ''tın tın'' bulduğum halde sonuna kadar, sabırla ve ne yazık ki zorla  izlediğim, finalinde de baba bir hayâl kırıklığı ile koltuktan kalktığım çok film oldu. O sebepten; sırf bu filmi Mahsun Kırmızıgül ortaya çıkardı diye kıyasıya eleştirmeyi tuhaf bulmaktayım, kimse kusura bakmasın...

Mahsun bu memleketin kimi hakikatlerini bir derleme şeklinde sunmayı, böylece altını çizmeyi faydalı görüyor anladığım ve izlediğim kadarı ile, hani bir taşla birden fazla kuş vurma vaziyeti yani, olabilir, sakıncası yok bence. Neticede salt inancına dayandırarak can yakmak da, kan davası da, şu veya bu gerekçe ile körükörüne adam suçlamak da  bütünüyle saçmalık, bunların vurgulanmasında bir tuhaflık olmasa gerek diye düşünüyorum...

Ezcümle; bu film New York dolaylarından derlenmiş bir türküdür belki de, türküler şimdinin uyduruk pop şarkıları gibi sadece aşk ya da ayrılık acısı ezberinden beslenmez, yaşanmışlardan yola çıkar, çoğu zaman epey eski köklerden dallanıp budaklanır, hikâyelerinde eski acılar, hesaplaşmalar, yüzleşmeler falan vardır. Ve ''ben kimim ki lan Danny Glover'ı falan yöneteceğim, peh...'' kalıbı içine hapsolmayıp bunu da denemeyi göze alabilen birine bence hürmet etmek lâzımdır. Ayrıca; beğenmeyen dinlemesin efendim, silah zoru yok yani, bu kadardır...

Filmden bir diyalog: Dinibütün ve iyi insan Hacı rolündeki Halûk Bilginer irticaî teşkilât kurma ve yönetme iddiası ile enselenip Türkiye'ye getirildikten sonra çapraz sorguya alınır. Hep aynı şeyleri tekrar eden ve konuyla ilgisi olmadığını belirten Hacı'nın kayda değer hiçbirşey söylememesi üzerine tecrübeli amir rolündeki Salih Kalyon artık zıvanadan çıkar.

Hacı: Yemin ederim benim bu işlerle hiçbir ilgim yok, ben sadece Allah'a bağlıyım...

Emniyet amiri: Ulan sen sadece Allah'a bağlısın da biz Devlet Su İşleri'ne mi bağlıyız ha, konuş, anlat şerefsizzz?!!!!  

24 Kasım 2010 Çarşamba

Tencerede neler var?..

Efendiiiim; araya önce bayram, sonra bir hafta kadar süren soğuk algınlığı falan girdi, yazı bu ve buna benzer sebepler yüzünden habire ertelendi. Yazılma sırası bekleyen çok konu vardı, bu arada birikenler de benim tencereye eklendi. Dolmalık biber şeklindeki bu tencereyi Madrid-Pinto'da, bir sürü tuhaf ve ucuz zımbırtıyı bir arada satan bir Uzakdoğulunun dükkânında görmüş ve derhal sevmiştim. Zaten sadece bir adet kalmıştı, o da rafların birinde tozlanmış, birinin onu farketmesini bekliyordu. Satıcı fiyatını da bu yüzden hatırlayamadıydı, ''ver işte beş-altı, euro, al git bacım'' durumu yaşanmıştı, ben de alıp gelmiştim. Sevimli dış görünüşü haricinde bir halta yaramazmış meğer, içindeki kaplama hemen sıyrıldı, orası-burası paslandı falan ama bunlar benim tencereyi sevmeme manî değildi elbette, şekilde görüldüğü gibi halen birlikteyiz:)

Ben ona ''konu tenceresi'' diyorum ve aklıma gelenleri ufak kağıtlara not edip içine atıyorum. Olaylar, konular bir müddet birikiyor böyle, geceden suya konmuş kurufasulye gibi bekletiyorum onları. Sırası geleni tencereden çıkarıp değerlendirmeye alıyorum. Ancak bu defa tencere biraz fazla doldu, çeşitli sebeplerle bir miktar  ihmâl mevzubahis oldu. Sürü-sepet film izlendi meselâ, ''New York'ta Beş Minare'' bunlardan sadece biriydi, yazılacak. İzmir'de hayata geçmesi hayli yakın olan, muhteşem bir alternatif yaşam projesi var ''35.Sokak'' diye, beni öyle kuşatan, kucaklayan bir proje ki bu, o da yazılacak ve bana kalırsa ''35.Sokak'' seçilmiş ve tasarlanmış yaşam biçimine dair ne kadar ezber mevcutsa hepsini bozacak. Sonra fıkra gibi, şaka gibi, bütünüyle birebir yaşanmış bir kahvaltı hikâyesi var tenceremde, embesilliği telefonla sipariş alamamadan tescilli bir unlu mamûller dükkânı çalışanının hepi-topu 11 liralık kahvaltı bedelini kredi kartımdan 11.073.90 lira olarak, aslında varolmayan küsûratı ile beraber çekme başarısının bankaların güvenlik servislerini ayağa kaldırması ki, elbette ballandıra ballandıra, çeke uzata, keyifle anlatacağım! Kayıtlara geçmiş en pahalı simit-peynir-çay üçlemesinin hikâyesi eminim herkesi güldürecek ve en basit görünen işi bile adam gibi, dikkatle, saygıyla yapmanın önemi üzerine  düşündürecek:) Bir kolonya üzerine de yazacağım, ıhlamur kokan, bildik kolonya fikirlerini ustalıkla değiştiren bir kolonya üzerine...

Daha başka şeyler de var tabii, sırasını bekliyor hepsi. O sebepten; bir girizgâh olsun bu, toparlayayım, ayıklayayım, sıralayayım ve öyle oturup yazayım istiyorum. Velhasıl tenceremin kapağını açıp şöyle bir  içine baktım, şimdilik kaydı ile  tekrar kapatıyorum:)

18 Kasım 2010 Perşembe

Kurban edilenler...


Bunu daha önce yazmıştım, gene yazmakta sakınca görmüyorum. Şuraya bakarsanız detaylar hakkında daha fazla fikir sahibi olacak ve belki bu çalışmaya siz de katılacaksınız. Greenpeace'in gayet yerinde bir uyarısı ve doğru bir uygulamasıdır. Büyümesine fırsat tanımadığımız, bencilce ve hoyratça avladığımız  balıkçıklarla birlikte deniz rezervlerimizi ne uğruna kurban ettiğimizi düşünmek adına faydalıdır. Ve tabii ''acaba burada kurban edilenler yalnızca onlar mıdır?'' sualine de cevap aramaktır...
(Benimki kaç santim öğrendim: http://bit.ly/d8PtfD, seninki kaç santim?)


Bana tuhaf geliyor, üzgünüm. Başlangıç mantığı ve temel gaye olarak doğru ama şu an geldiği nokta bana göre çok trajik:( Çünkü tablo hiç değişmiyor, her sene artık lûtfen farklı olmasını diliyorum ama olmuyor. Düşünüyorum; Allah aşkı adına yapılan bir ibadet, Allah'ın aşkla yarattığı varlıklara bu kadar hürmetsiz, bu kadar acımasız, bu kadar insafsız davranmayı nasıl gerektirebilir ki? Yaradanına yaklaşmak için kurban edeceğin varlığa nasıl, hangi hakla, hangi üstünlük zannıyla bu kadar berbat ve saygısız davranabilirsin? ''Kurban'' adında bile tabii olarak bir kutsiyet ve kıymet yok mudur ki zaten? Ahvale bakılınca artık öyle olmadığı açıkça görülüyor! Üstelik bu vaziyet düzeleceğine yıldan yıla daha da beterleşiyor sanki! Hani ''ibadetimi yaparım ama bunun için bana emrolunan kaideleri nah takarım! Kafama göre keserim, biçerim, kan akıtırım, böylece günahlarımı kanla yıkar, Allah'a yaklaşırım, kimseye de lâf söyletmem çünkü bunun adı ibadet, mühim olan da bunu ne şekilde olursa olsun yapmak, işte o kadar!'' tavrı okunmakta sanki haberlerden, görüntülerden, ifadelerden... Burada da; ''zûlmederek,  dinî, sıhhî ve vicdanî kaideler umursanmadan gûya kurban edilen hayvanlar mı acaba sadece kurban edilen? Kim kimi kandırıyor yani şimdi?..'' suali dönüyor zihnimde. Bu yüzden sevmiyorum, içime kapanıyorum, susuyorum, ben bu bayramı hiç öyle  ''bayram'' gibi kutlayamıyorum. Birgün belki aslolan mânası yeniden farkedilir ve buna göre davranılır, bilemiyorum, bunu halen safça umut ediyorum. Ne diyeyim ki başka, inşallah diyorum...

13 Kasım 2010 Cumartesi

İstanbul'a bakıyorduk...

''İstanbul'a bakıyorduk denizden. Ölülerimizin yüzlerine bakıyorduk. Onların gözlerindeki kendi kederimize. Çaresizliğimize bakıyorduk, avuçlarımızda beliren zavallılığa, kanımızda filizlenen korkaklığa... Elimizden alınan hayata bakıyorduk. Güneşli günlerimize, umut dolu sabahlara, eğlenceli bahar akşamlarına... Sönen anılarımıza bakıyorduk, ölen hayallerimize, yıkılan düşlerimize... Sönen anılarımızı, ölen hayallerimizi, yıkılan düşlerimizi yüklenip yorgun bir şilep gibi bizden uzaklaşan şehrimize... Şehrimizle birlikte yitirdiğimiz kendimize bakıyorduk...''

Kitap arkası cümleleri bunlar. Hani kalın bir kitabı okumaya üşenen çakma entellerin göz atmayı seçtiği en kolay kaynaktır ya, kitap hakkında kâfî mâlûmata arka kapağı okumak sureti ile erişebileceğini zanneden çok insan vardır hâlâ... Bu kadarcık okuma zahmetine katlanmalarına dahî hürmet etmek icap eder belki de, onu da yapmayabilirlerdi zira:) Dan Brown'un ''Melekler ve Şeytanlar'' kitabı koltuğunda, Roma'yı karışlayanlara karşılık artık bizim de bir kitabımız var diyebiliriz ve bunun için kısmen sevinebiliriz. Zira; Ahmet Ümit'in ''İstanbul Hatırası'' hem polisiye, hem de tarihseverleri ortak çizgide buluşturabilecek bir eser olarak niteleniyor. Henüz yeni aldım, okumadım ama hakkında fikir sahibiyim, röportaj yaptım en azından... Elbette okuyacağım ve bende bıraktığı izleri paylaşacağım.

Kahve ve çikolata ise birbirine yakışır zannımca, iyi arkadaş sayabiliriz bu ikisini... Kahve bol köpüklü ve usûlüne uygun yapılmış tarafından, çikolata ise evde mevcut, hafiften bayatlamaya yüz tutmuş çikolataların benmari usûlü ile eritilip yeniden kalıba dökülmüş halidir. Şekil bozuklukları ve kısmî çatlaklar müessesemizin orijinal  ikramı olup, hesaba dahil değildir:) Bu üçleme ile çevreye vermemiz muhtemel zararlardan ötürü özür diler, gene kitaptan iki cümle ile yazımızı bitiririz efendim:

- İnsan ruhunun yarası dikiş tutmaz...
ve
- Handan'a yazdım o şiiri. Hayatımdaki tek kadına...

Geceniz kahve, çikolata ve İstanbul koksun dilerim. Şimdi;  ayaklarımın ucuna basarak, sessizce giderim... 

10 Kasım 2010 Çarşamba

Anî...

İçinden ''İstanbul'' geçen bir şarkı gibi, içinden ''İstanbul'' geçen bütün şarkılar gibi... Biraz hüzünlü, biraz sevinçli, hazırlıksız, çabucak, kısa ve anî...

İçinde ''İstanbul'' olan birçok cümle kurdum, nasıl uçtum, nasıl kondum, içinden nasıl bir nefes gibi geçip gittim, hatırlamıyorum... Özetle; ansızındı, karmaşıktı, başladığı gibi bitti sanki. Nasıl oldu bütün bunlar? Bilemiyorum, hiç bilemiyorum...

6 Kasım 2010 Cumartesi

Takdir...


Sevdiği kadının hayatına çok şey ekleyen, onu destekleyen, çoğaltan, büyüten, onunla birlikte büyüyen ve senelerdir cesaretle, istikrarla yanyana yürüyen bu adamı takdir ediyorum. Şu şekilde ifade ettiği hayat felsefesine ise şapka çıkartıyorum, altına denden koyuyorum, ayağa kalkıp öyle alkışlıyorum:

FARKLI OLMAYA CÜRET ET!


DAHA ÜSTÜN BİR HAYATI HEDEFLE!


SIRADAN OLMAK ÖLÜMDÜR!

Çoğunluğun kuralları yerine kendi prensiplerine öncelik ver. Seçimlerini kendi etik kurallarına, değerlerine ve prensiplerine göre yap ve sonuçlarından tamamen kendin sorumlu ol. Çoğunluğun dayattığı bir hayatı kabullenme. Topluluktan farklı olmaktan korkma ve farklı olduğun için kendini sev. Topluluk farklı olandan korktuğu için senin aynılaşman için elinden geleni yapacaktır, taviz verme. En küçük tavizin bütünlüğünü yitirmen demektir. Çoğulların takdirini ve onayını beklemek en büyük zayıflıktır. En değerli takdir özeleştiriden doğandır.


Sıradanlığı asla kabullenme. Sürekli daha yüksek seviyeli bir varoluş şekli ve üstün bir hayatı hedefle. Daha üstün bir hayat her zaman daha çok para, daha çok mal, mülk demek değildir. Daha üstün bir hayat mutlak özgürlüğe ulaşma çabasıdır. Bu da ancak kendi prensiplerin doğultusunda yaşamaktır. Bilimde ve sanatta devrimler yapanlar her zaman sıradışı insanlar olmuştur.


Bilinmeyenden korkmamak ve anlamaya çalışmak, iyi ve kötü, doğru ve yanlışı ayırt etmek bilgeliktir. Bilgelik hayattaki tek gerçek güçtür. Zihinsel ve duygusal gelişim için çalış. Duygu ve düşüncelerinin mutlak hakimi ol. Şiddet ve yıkımı reddet. Cehalet ve sorumsuzluk en büyük düşmanlardır. Bilim en değerli araçtır, kullan.


Hiçbirşeyi sorgulamadan ve kendi yargından geçirmeden kabul etme. Varoluşunun tek sorumlusu sensin. Kendini tanımladığın şekilde varolursun. Sana satılan tüm maskeleri reddet. Büyü. Kendi kendini yarat... diyen Demir Demirkan aynı zamanda bir vegan ve bu seçiminin gereklerine göre yaşıyor. Ezcümle; bu adamın duruşu, bakışı, üslûbu, tavrı vb. tarafımdan seviliyor.

                                    

Henüz erişkin boya gelmemiş, ufacık/yavrucuk balıkların avlanması suretiyle denizlerimizdeki balık rezervinin hızla ve korkutucu şekilde azalıyor olduğu yeni bir haber değil, Allah kahretsin, ne yazık ki değil! Ve bu vaziyet yıllardır kimsenin pek umurunda da değil/di, hep olduğu gibi yumurta kapıya dayanınca bazı acı hakikatler farkedildi. Greenpeace Akdeniz'in yukarıdaki çalışmasını da takdir ettim, aciliyeti olan bu konuya dikkat çekmenin pekçok farklı yolu olabilir tabii ama, bu memlekette kafalar daha ziyade apışaralarına odaklı olduğundan ''seninki kaç cm?'' diye kütedenek sorarsanız çok kişiyi irkiltmeyi, dürtüklemeyi  becerirsiniz. İyi akıl, ustaca bir yaklaşım, bu sualin cevabı mahiyetinde de ''boyut önemlidir!'' demiş ve konunun vehametini izah etmişler, bravo, çok tuttum, hakikaten tebrikler. Başka türlü kimse yavru balık, balık rezervleri, gidiyor/bitiyor, tükeniyor falan gibi lüzumsuz (!) şeylere kafa yormaz, ''ne diyo la bunlar?'' diye okuma zahmetine katlanmazdı. Netice olarak ne diyoruz; balık avı da katliama, soykırıma dönüşmesin, unutmayın efendim, bazı hallerde ''BOYUT ÖNEMLİDİR!..'' Hem de çok önemlidir, aman diyelim yani, ona göre...

3 Kasım 2010 Çarşamba

Kedili...


Kedi kadının yanındaydı
Kadın gecenin yanındaydı
Kedi gitti geceye değdi karardı
Döndü kadına değdi
Bir kadın portresi belirdi
Elinde siyah bir gül vardı
Kucağında kırmızı bir kedi...

Özdemir Asaf


Bugün kargo geldi, zarfın içinden oluklu mukavvadan sarı bir kutu, kutunun içinden de bu gerdanlık çıktı. Çift taraflı, eskitilmiş bir madalyon uzun, kahverengi bir zincirin ucuna yerleştirilmiş, madalyonun üzerinde beyaz dantelden bir fiyonk, altında ise iri bir inci tanesi... Madalyonun her iki yüzünde de kedi var, biri evcil, öteki vahşi. Zincirin klips kısmında ise küçük bir inci tanesinin altında sallanan güzelim bir yusufçuk. Çok sevindim, hemen boynuma taktım, bütün gün onunla dolaştım:) Kendimi o eski ve güzel zamanlara ait sandım. Dostlarım bu gibi ''kedili'' şeyleri çok sevdiğimi bilir, denk geleni alıp bana ulaştırırlar, sağolsunlar. Bu defa canım Cheetos, muhakkak sevgili Batos'un da bilgisi dahilindedir tabii:) Bu iki kıymetlim benim ruhuma dokunacak, içimi ısıtacak şeyleri iyi bilir, tam da böyle sevinmelere ihtiyacım olan zamana rastlatır ve öte yandan da içimi sızlatırlar. Birlikte olduğumuz zamanları ne kadar özlediğimi farkederim. Ama mesafelerin izafî olduğunu da bilirim elbette, yüreğimi böyle serinletirim. Daha ne diyeyim ki? Ankara'daki can parçalarıma çok teşekkür eder, daima hayatımda olmalarını dilerim...

31 Ekim 2010 Pazar

Directo/ Düz...


Yüzleşmek istedim; en az doğum kadar tabii bir durum olduğunu ve bizim bu hakikati hep bilerek, baştan kabûl ederek yaşayabilecek kadar mucizevî varlıklar olduğumuzu ruhuma bir defa daha hatırlatmak istedim. Üzeri o çok tanıdık yeşil örtü ile örtülü oymalı sanduka camii avlusunda, diğerleriyle birlikte ikindi namazını bekliyordu. Yaklaştım, başucunda bir masa ajandasından koparılıp raptiye ile tutturulmuş kağıt akşam esintisi ile havalanıp duruyordu. Üzerinde isim yazılıydı, ben o ismi taa ilkgençlik zamanlarımdan sevgiyle hatırlıyordum. En son karşılaşmamız birkaç ay önceydi, o artık hayli hasta ve yaşlanmış olmasına rağmen hâlâ o günlerdeki kadar zarif, kibar, inceydi...

Sonra ezan okundu, cemaat namaz için camiye girdi. Bu esnada, içimde haber bültenlerinde belki yüzlerce kere okuduğum o cümle dönmekteydi: ''Cenazesi ikindi namazını müteakîben...'' Bu ''müteakîben'' kelimesinde aslında müthiş bir veda sızısı saklandığını ben ancak dün farkettim. Çünkü sonrası artık fazla uzun sürmüyordu, namazdan çıkan cemaat tabutların başında duran imamın karşısında saf tutuyor, namaz sûrelerinden Sübhaneke sadece cenazelerde eklenen bir kısım olan ''ve celle senaüke'' ile birlikte okunuyor, imamın ''nasıl bilirdiniz?'' sualine herkes bir ağızdan ''iyi bilirdik'' diyor, üç defa sorulan ''hakkınız helâl midir?''e gene üç defa ''helâl olsun'' dendikten sonra o bir namazlık saltanat da sona eriveriyordu. Bundan sonrası kısa ve çok sessiz bir yolculuk, katlanan yeşil örtü, üzerine çörekotu serpilmiş hüzünlü beyazlık ve küreklerden ince bir toz bulutuyla boşalan topraktı ve işte hepsi o kadardı...

Okunan Kur'an-ı Kerîm'e içimden usulca eşlik ettim, tuhaf bir şekilde okunan kısımları ezbere biliyor olduğumu farkettim, yâhû ben bunları ne vakit öğrenmiştim? Artık vazifesini tamamlamış oymalı sandukayla kimsenin ilgilendiği yoktu, orada kapağı öylece yana bırakılmış vaziyette ve bomboş duruyordu. Yaklaştım, başucunda hâlâ dalgalanan isim yazılı kağıdı çekip aldım, sonra cenaze mezara yerleştirilirken üzerinden içine dökülen çörekotlarını gördüm. Bir tutam da ondan alıp kağıdın içine yerleştirdim, özenle katlayıp ufak bir paket yaptım, cebime koydum. Bunu niçin yaptığımı sormasın kimse, çünkü ben de bilmiyorum. Bir müddet daha üzerine ince toz bulutu çökmüş o kıraç tepede dikildim, başımdaki siyah namaz örtüsünü havalandıran esintiye fısıltıyla ''yavaşşş'' dedim. Herşey çabucak olup bitmişti belki ama, galiba insanın biraz yavaşlamaya ihtiyacı oluyordu o dakikada. Karşıda uzanan başkente baktım, hayatla ölüm arasındaki çizgi kadar düz göründü gözüme. İçim de bir o kadar düzdü, yüreğim bir daha asla geri dönüşü olmayan o son vedanın tanımsız acısını imbikten geçirdi, zihnim düşüncelerimi süzdü. Arabaya oturup şoföre ''öndekileri takip edeceğiz'' dedim, ''sağa sola hiç sapmadan, dümdüz...'' 


Ben vedaları hiç sevmedim ki; o yüzden elveda demeyeceğim, bütün akıbeti aynı olanlar gibi, zamanın bir yerinde muhakkak görüşürüz...

.....................................................................................................

(Bu yazı 04.08.2008 tarihinde, eski blog sayfam ''Tırmık İzi''nde ve daha sonra aynı isimle basılan kitabımda yayınlanmış, okurlardan en fazla geri dönüş alan yazılardan biri olmuştu. Çok değerli bir aile dostumuzun vefatı üzerine Ankara'da kaleme alınmıştı. Bugün gene bizleri çok eşit kılan o acıda, ''ölüm acısı''nda buluştuk. Bu defa canım arkadaşım Füsun Ünsal'ın annesi Muazzez Teyze'mizi sonsuzluğa yolculadık. Yolu ışıklı olsun, huzurla uyusun. Bugün bu acıyı bölüşmek üzere bir aradayken, bu yazıyı ilk yayınlandığı hali ile arşivden çıkarıp tekrar yayınlamam gerektiğini düşündüm, orada karar verdim ve şimdi bu kararımı uyguluyorum. Füsun'cuğum; bu da geçecek, hayat elbette eski ritmine dönecek ama senin yüreğindeki o bir tek mum hiç sönmeyecek, aynı yoldan defalarca geçtim, oradan biliyorum. Söyleyecek fazla söz ve söyleneceklerin de fazla bir anlamı yok ki, bu sebeple sabır ve metanet diliyorum canım arkadaşım, seni seviyorum...)

28 Ekim 2010 Perşembe

Cıvıltı...

Kelime anlamı bu, evet, ''cıvıltı'', ''cıvıldamak''... Bu nedenle sembolü sevimli, mavi bir serçe. Bana göre ise Twitter diğer sosyal paylaşım alanlarını çoktan sollayıp geçmiş, kendisinin söyleyecek ya da yapacak, yani bütüne ekleyecek  birşeyi olmadığı halde başkalarının hayatlarını sessiz-sedasız dikizlemek isteyenleri pek de cezbetmeyecek, şimdilik gayet faydalı bir düşünce paylaşımı ortamı. Bu gibi kişileri niçin cezbetmez; zira fotoğraf ve video paylaşımları sayfada ancak link olarak yer alabiliyor, ortalıkta fotoğraflar, videolar alenen dolaşmıyor yani, ayrıca Twitter'da ''cıvıldamak'' isteyenler bunu 140 harfle sınırlı olarak yapmak zorunda, fazlası kabûl edilmiyor ve çok da iyi ediliyor elbette. Bu sınır insanı net ve direkt ifade geliştirmeye teşvik ediyor, ''kanonik anlatım'' konusunda eğitiyor, derdini 140 harfle sınırlı olarak anlatmayı öğretiyor. Söyleyecek şeyi olmayanlar diyelim ki başkalarının söylediklerini görmek için Twitter hesabı açmış olsun, önemli değil, buyursunlar, neticede bu ortam zevzek videolar, internette beşyüzmilyon defa dolaşmış ve artık iç baymaya başlamış sıradan özdeyişlerin, şiirlerin müzikâl sunuları ya da elâlemin tatil, düğün, nişan, sünnet, doğum, ebelek-gübelek fotoğrafları gibi görselliğe yönelik bir cazibe içermiyor. Twitter'da evvelâ ''okur'' olmanız gerekiyor, ''bakar'' olmanız bir yere kadar ve altalta uzayan yazılara bakmak bir müddet sonra sıkar yani, ayrıca bu ortamda herkesin kendince ''yazar'' olduğunu da belirtmek gerek...

Burada Facebook'daki gibi saçma-sapan ve lüzûmsuz bilgilerle profil oluşturmanız hiç gerekmiyor, aslında kimseyi ilgilendirmemesi gereken dinî inanç, ilişki durumu, siyasî görüş vb. zımbırtılar hiç sorulmuyor, zaten bu gibi kıvır-zıvırlar profil oluşturma sisteminde yer almıyor. Twitter'da sürekli akan ve güncellenen bir yazı/fikir/durum trafiği mevcut ve gerçekten çok sağlam fikirleşmeler var. ''Follower''larınızı, yani takipçilerinizi alenen görüyorsunuz, takipçi listenize eklenen her yeni kişiden haberdar ediliyorsunuz, bunlardan istemediklerinizi bloklamanız mümkün. Yani Twitter'da kimsenin kimseyi rahatsız etmesi falan mümkün değil bence, isterseniz durmadan yazabilirsiniz, istediğinizde durabilir, sadece okuyabilirsiniz. Yazılanlara fikirlerinizle katılabilirsiniz ya da eleştirebilirsiniz. Tiryakisi olduğum kişiler var, bayılıyorum onların ''tweet''lerini okumaya. Ve en güzel tarafı kimsenin kimseye karşı kendini sorumlu falan hissetmemesi belki de, yazıyorsunuz, sizi okuyorlar, yazıyorlar, siz onları okuyorsunuz. Bilmemkim bunu beğendi, öteki buna bayıldı, diğeri yerlere yayıldı gibi şeyler yok, insana ''şimdi ben buna cevap yazmazsam ayıp olur mu ki...'' hissini yaşatacak bir durum yok. Yani bu Twitter olayı, benim gündelik hayatım içinde haberdar olmak, yazmak, okumak, gülmek, eğlenmek, düşünmek, fikirleşmek adına artık Facebook vb. sosyal paylaşım ortamlarını çoktan tarihe gömmüş vaziyette. Bilemiyorum sonrası ne olur ama şu anki gidişattan gayet memnun olduğumu ifade etmeliyim. Bilgisayar başında geçirdiği zamanı hiç olmazsa biraz anlamlı kılmak, azıcık zihnini yormak, okumak ve yazmak isteyenlere tavsiye ederim. Kına, sünnet, gelin başı, bebek poposu, dağda, deniz kenarında ya da yurtdışındaki tatil fotoları ile ucuz popüler kültürün ürettiği türlü zımbırtıdan içi sıkılanlara tabii, blog yazarlarının çoğunun da üyesi olduğu Twitter bu gibi şeylere meraklı olanları hiç açmaz der, müsaadenizle şimdi  ''tweet'' yazmaya giderim efendim:)

25 Ekim 2010 Pazartesi

Sıcacık bir çorba hikâyesi...


Yukarıda görülen bir kâse  ''ramen''dir, bir çeşit Japon şehriye çorbası olarak da tanımlanabilir.  İçinde türlü sebzeler (ıspanak, soğan, havuç vs.) , baharatlar, ince dilimlenmiş et ve ''noodle'' denen özel ince makarnalar bulunur. Bu malzemenin tutulabilecek olanları çubukla (chopstick) yakalanıp yenir, geriye kalan ve asıl lezzeti saklayan suyu ise ya porselen kaşıklarla, ya da çanağı direkt ağıza götürmek, tabiri caiz ise alenen hüüüürppp diye ''kafaya dikmek''  sureti ile içilir, güzel olur, afiyet olur...

Bu da Robert Allan Ackerman'ın yönettiği, başrollerinde sevimli Brittany Murphy ve en az onun kadar sevimli bir sürü Japon'un oynadığı, 2008 yılı yapımı ''The Ramen Girl'' adlı filmdir. Evet; genel özellikleri itibarı ile belki sinema tarihine geçecek bir şaheser değildir ama, gerek karakterleri, gerekse hikâyenin işlenişi ile insana çok üşümüş ya da fena üşütmüşken içilen anne işi çorba sıcağı duygusunu gayet başarılı şekilde verir. Dün gece izlenmiş ve izleyenlerce takdir edilmiştir. ''Yemek yapmak da hayat gibidir. Sevgi eksikse mükemmel olmaz.'' anafikrinden yola çıkan ve  aslında bize hayli yabancı, karman-çorman bir Uzakdoğu çorbası olan ''ramen'' aracılığı ile, insana hayatı boyunca yapacağı herşeyde evvelâ ''tutku'' olması gerektiğini ustaca anlatan bu film izlemeyenlere önemle tavsiye edilir. Kendisini eğiten Japon ''ramen ustası''nın aklı bir karış havada Amerikalı genç kadına durmadan söylediği şu cümleler ise zannımca mutfakta zaman geçirmeyi, pişirmeyi, yemeyi, yedirmeyi seven herkesin temel ilkesi olmalıdır:

''Kafanın içinde bin türlü şey var, bla, bla, bla, bla, hepsi habire dönüp duruyor. Hâlâ kafanla yapmaya çalışıyorsun yemeği. Hayır, öyle olmaz! Bu yüzden beceremiyorsun. Asıl lezzeti yakalayamıyorsun. Zihnini sustur. Ezberlerini unut. Bu kutsal bir törendir. Yemeği hisset, malzemelerin tamamını hisset, hepsindeki  evrensel gücü farket, yemeğine onlardan önce tutkunu kat, pişirdiğin yemeğin onu yiyecek olanların varlığına ekleyeceği şeyleri düşün. İşte o zaman ona göre pişirecek ve farkı göreceksin...''

Dün gece yediğimiz ''ramen''i biz çok beğendik, bu yüzden herkese tavsiye ederiz efendim, afiyet olsun şimdiden... Haa, unutmadan, bu işin en keyifli kısmı ramendeki ince makarnaları  hüürrrp diye ses çıkararak ağıza çekmektir, eğlencelidir, çekinmeyin, herkeş öyle yapıyor, siz de yapın :)

Ek ve de dip:  I am on Twitter now, bye Face, hello twitty:)


21 Ekim 2010 Perşembe

Köşe...

Evimde özellikle sevdiğim ve aslında özellikle sevmek için oluşturduğum kimi ''köşe''ler vardır. Mutfağımdaki bu ''mavili köşe'' de bunlardan biridir. Fincan takımı anneanne yadigârı, Hollanda'dan gelme, incecik porselenini pek severim. Üzerindeki resim ise Ankara'daki iki kıymetlimin armağanı, bu yüzden hep gözümün önünde olsun isterim. Evimdeki bu ''köşe''ler gibi, bazı gazetelerdeki yazar ''köşe''lerini de bilhassa severim. Kedilerin çiş kabına gazete döşerken elime geçer kimi, tarihi geçmiş gazetelerden böyle epey sevdiğim ve kenara ayırdığım ''köşe''ler çıkar yani. Dün gece olduğu gibi...

''Öyle bir zihniyet var ki'' diyor Elif Şafak Haber Türk gazetesinin 26 Eylül 2010 Pazar günkü köşesinde, ''sarkıntılık yapana ceza vermek yerine adeta sarkıntılığa uğrayandan kendisini aklamasını bekliyor.'' Ve devam ediyor: ''Önce bir ispatla bakalım, ahlâklı kadın mısın, ahlâksız mı?..'' Yazının sonrası da şöyle geliyor:

''Ve biz kadınlar ne yazık ki bu haksız ikiliğin devam etmesine katkıda bulunuyoruz. Sadece erkekler değil, kadınlar da birbirlerini iyi kadın-kötü kadın diye damgalıyor, kategorilere ayırıyor. Ona göre muamele yapıyor. Unutmayalım ki; biz anneler oğullarımızı nasıl yetiştirirsek onlar da öyle öğreniyor. Biz oğullarımıza kadınlardan daha üstün olduklarını, herşeyin ellerinin kiri olduğunu, yıkasalar geçeceğini öğretirsek onların hatalarından bizler de mesûlüz demektir. Oğullarımızın günahları bize de yazar. Yok şayet biz oğullarımıza, kız kardeşlerinden başlamak üzere, her kadına eşit ve saygılı davranmalarını öğretirsek işte o zaman bir fark yaratabiliriz. Daha insanca, daha yumuşak, daha muhabbetli bir gelecek için...

Masallarla büyüdük, masallar anlatıyoruz birbirimize. (Cadı üvey anne) diye birşey nasıl yoksa, (kötü kadın) diye birşey de yok! TV dizilerinin köhne bir masal kalıbını ısıtıp ısıtıp önümüze sürmesinden yorulduk. Kötülük dediğin şey kalptedir, görünüşte, giyinişte değil. Ve bir insanın kalbinde ne kadar fesat taşıdığını biz öyle uzaktan bakarak bilemeyiz. Yargılayamayız...''

Efendim; Ankaragücü taraftarlarından bir grup çok yaratıcı errrrkekk (!)  popüler TV dizilerinden beslenen yeni bir slogan üretmiş çünkü, Elif Şafak da oturup bunun üzerine yazmış. Slogan şu: ''Fatmagül'ün suçu yok, biz onu Bihter sandık!..''

Eee şimdi, biz bu çok yaratıcı arkadaşlara niçin kızalım ki kardeşim, direkt analarına gitmek lâzım şu noktada. ''Benim rahmim var, ben doğurganım, anayım, dünya rahmim ve vajinam arasındaki tünelde döner, gerisi hikâye, pehhhheeee!'' altfikri ile yaşamış, doğurduğu oğulları ancak ''hanimiş de pipisi benim aslan oğlumun, yermiş onu annesi, mını mını mınıııı'' pratiğiyle sevebilmiş, kendisinde olmayan, kendisinin başaramadığı şeyleri yapabilmiş, onlara sahip olabilmiş her ''öteki'' kadını dedikodu, pislik atma, iftira ya da laf sokmalarla incitip yenmeye çalışmış (kendisi ile aynı ezberi paylaşan kadın kankaları, yani kabilesi hariç olmak kaydı ile elbette:) ama aslında hep bir-sıfır yenik ve o bok attıklarının ancak ''kötü bir taklidi'' olarak kalacağını bilmenin acısıyla anlatılamayacak kadar mutsuz olmuş/mutsuz etmiş o pek muhterem ''analar gürûhu''nun serî üretimleridir bunlar bayanlar, baylar! Niye şaşırıyorsunuz ki? Hani iki lâfından biri ''ben sizler için saçımı süpürge ettim, yemedim yedirdim, giymedim giydirdim, kendim için değil, sizler için yaşadım, herşeye sizin için katlandım, bu reva mıdır bana, böhühüüüü!..'' olan, zavallı hayatlarında ortalamanın bir kademe üstüne asla çıkamayacağını bilen ve bu yüzden hep aynı bayat ''kurban olma'' mantığından beslenerek varolabilen o muhteremler, o fedakâr+cefakâr, daima full namus o  ''çok iyi kadınlar'' (!)  vardır  ya, aha da onlar diyorum. Yoksa ne Fatmagül bacımızın bir suçu mevcut, ne de kafalarını futboldan başka birşey adına yaratıcı anlamda kullanabilme özelliğinden mahrum bu arkadaşların. Sorun ana rahmi ile oğul pipisi arasında bir yerlerde, özel bir ''köşe''de saklı durmakta yani, fazla düşünmeye ne hacet? :) O oğulcuklar da şimdi ancak ''pipileri'' ile alabiliyorlar intikamlarını etraflarındaki bütün vajinalardan ve kendilerinden daha aciz gördüklerinden işte, daha ne? Yok efendim aldatmaymış, ihanetmiş, yok tecavüzmüş, yok küfürmüş, sarkıntılıkmış, tacizmiş, aile içi şiddetmiş, ensest ilişkiymiş, cinsel/duygusal istismarmış falan, geçin bunları geçin hele, doğurmakla bitmiyor iş, hayvanlar da yapabiliyor onu biteviye! Asıl mesele doğru yetiştirip önce ''erkek'' veya ''kadın'' değil, önce ''insan'', önce ''adam'' etmekte, koktu o her ahval ve şeraitte ''kendine acıma'' ayakları, sorumluluk alma zamanıdır artık, pehhhheeee!..

18 Ekim 2010 Pazartesi

Islak...

Heryer ve herşey ıslak... Camlar ıslak, çamaşırlar ıslak, kedilerin tüyleri, balkon demirleri, dallarda mandalinalar, yerde salyangozlar ıslak. Pabuçların burunları, çantadaki kağıt mendiller, sesler, sözler, kelimeler ve hâttâ düşünceler ıslak. Fena mı? Yoo, hayır, iyi... ''Kurunun yanında yanacak yaş'' falan yok işte, herşey gayet adilâne, her kim ve ne varsa etrafımda tamamı ıslak...

15 Ekim 2010 Cuma

Mum...

Bazı mumlar yatsıya kadar yanar, bazıları da bitesiye kadar... Bazı mumlar en ufak bir esintide sönüverir, bazılarını da söndürme gayesiyle ne kadar üflerseniz üfleyin, söndüremezsiniz bir türlü. Hani doğumgünü pastalarının üzerine dikilmiş o renkli mumlar vardır ya, onların kısmeti dibine kadar yanmak değildir genellikle, biraz yanıp sonra üflenerek sönmektir kaderleri. Ama işte; bazen pastanın üzerindeki diğer mumlar nefesin rüzgârıyla hemen sönüverirken, içlerinden biri dirençli çıkar, sönmez. Oysa gelenek pastanın üzerindeki bütün mumların üflenerek söndürülmesidir, alkış sesleri arasında üflenecek ve sonra hevesleri kursaklarında kalmış sönük mumlar toplanıp pastanın kesilmesine geçilecektir. Ben eğer varsa başkaldıran, sönmemeye inat eden o tek mumun gayretine hürmet edilmesi gerektiğini düşünmüşümdür hep, diğerleri sönerken o yanmaya devam ediyorsa artık tükenene kadar yanmalıdır bana göre, söndürmeye uğraşılmamalıdır. O mum nefesle imtihanını geçmiş sayılmalıdır yani. Hakkıdır artık, bitesiye kadar yanmalıdır...

Eğer hayatlarımızda ne kadar üflersek üfleyelim, bir türlü söndüremediğimiz bir mum varsa artık onun dibine kadar yanma hakkını teslim etmemiz gerekir. Hâttâ; alevin çevresini ellerimizle kuşatıp o sıcak ışığı muhafaza etmeli, tükenene kadar yanmaya hak kazanmış mumu koruyup gözetmeliyiz belki de... Ki; o nefesle imtihanını geçmiştir, artık eriyip bitene, fitili kıvrılıp kendiliğinden sönene kadar bir daha asla üflenmemelidir. Zira bu da kendi içinde bir serüven, bir tür zaferdir. ''Son''u neresiyse, oraya kadar sürmelidir...