26 Ekim 2012 Cuma

Medet?..

 
 
 
Bu çocukların, yarın büyüdüklerinde vicdan, merhamet, yaradılmış cana hürmet, acıma hissi gibi kimi ''insanî'' hususiyetlere sahip olacaklarını varsayan, ruh sağlığı yerinde, her nevî şiddetten uzak, dengeli ve tutarlı bireyler olmalarını uman, kısaca geleceklerinden medet ve hayır bekleyen var mı aranızda? Varsa hayırlısı OLsun, Allah utandırmasın diyelim peşinen. Amiiin...

Kan kırmızısı bayramınız bu sene de kutlu OLsun çocuklar:) Büyüdüğünüzde, anlayıp idrâk edebilecek yaşa geldiğinizde lüzûm hissederseniz eğer bir ara şu yazıyı okuyuverin, e mi? Bir de Burak Özdemir diye bir abi var, siz büyüdüğünüzde artık saçlarına kır düşmüş bir ''amca'' olmuş olur herhalde, bööööyle kalın kalın, tuğla gibi kitaplar yazıyor, diyanetle hak yoluna hıyanetin, sonradan uydurmalarla Kur'an'daki asıl gerçeklerin birbirine karıştırılmaması gerektiğini söylüyor hep, isterseniz onun kitaplarından da okuyabilirsiniz bu kurban meselesinin hakiki mânasını. Sonra bu gibi fikirlere güler geçersiniz nasılsa, bugün bu manzaraları sizlere izleten hürmetli ve derûn iman sahibi büyükleriniz gibi yani:) Cümle günahların bolca kanla çitilenip yıkandığı, koca koca hayvanların ayaklarından vinçlerle ters asılıp dinî ahlâka, merhamete, Rab'be hürmete sığmaz şekilde kesildiği, içlerinden kaçan-eden olursa tüfekle vurularak ya da bıçaklanarak çökertildiği, yerlerdeki kesik koç kafalarını tekmeleyerek, gûya Allah yolunda kurban edilen bu canlarla alay edip dalganızı geçerek eğlenceli oyunlar oynayabildiğiniz, denizlerin sularının kan kızılına boyandığı, henüz titremesi dinmemiş, korku enerjisi yüklü, laktik asit deposu halindeki kayış gibi etlerin afiyetle midelere yollandığı daha nice bayramlarınız OLsun. E ''bayram'' dediğin de böyle olur zaten, yüce Mevlâ bundan gayrı ne isteyebilir ki mümîn kullarından, değil mi? Haydi bakalım şimdi bu güzel görüntüler eşliğinde neşeli bayramlar herkese, kan çıkmazsa para yok ama haaa, ona göre:)

23 Ekim 2012 Salı

Öpüjemm ağbiii :)


Portekiz'in en sevilen bira markası ''Super Bock'' gündelik hayatta çok sık rastlayacağınız bir ayrıntıdır Lizbon'da. Bira istediğinizde kimse sormaz yani size genellikle ''hangi marka?..'' diye, siz aksini talep ettiğinizi belirtmediğiniz müddetçe bira eşittir Super Bock'tur:) Bunun bir de ''mini''si var üstelik, ufacık bir şişecik, bira krizi tutanlara acil yardım amaçlı üretilmiş gibi, çok sevimli. Talep ettiğinizde bu marka birayı bulamıyorsanız eğer, bilin ki bulunduğunuz ülke Portekiz olamaz, ülkeleri karıştırmışsınızdır, başka bir yerdesinizdir ihtimâl. Çünkü Super Bock Portekiz'in millî bira markasıdır adetâ, sokaklarda elinde bu marka bira şişesiyle dolaşan çok kişiye rastlarsınız, sıradan bir vaziyettir, şaşırmayın... 

Bir başka içki türü, şarap da su kadar yaygın tüketiliyor Portekiz'de, bilhassa Porto bölgesinin şarapları dünya çapında ün kazanmıştır. Başkent Lizbon'da da aklınıza gelebilecek her nevî şarabı bulabilir, Türkiye'ye göre hayret verici ucuzlukta ve çok kaliteli şarapları tadabilirsiniz. Dönerken birkaç şişe halis Portekiz şarabını yanınızda götürmek isteyebilirsiniz tabii ama, free-shoplardan ancak limitli alkollü içki satın alabilirsiniz, şarap mağazalarından veya marketlerden satın aldığınız şarapları da bavulunuza koyarak taşımak zorundasınız, el bagajlarında likit taşıyamıyorsunuz mâlûm, belli bir ölçüsü var ve şarap bu ölçünün zaten dışında kalıyor. Bırakın şarabı-marabı, ufak şişede su dahî bulunduramıyorsunuz el bagajlarınızda. Free-shoplardan izin verilen miktarda satın aldığınızda ağzı kilitli özel bir torbaya konuyor ve bu defa da mecburen elinizde taşıyarak tüm yolculuk boyunca ''aman kırılmasın, dökülmesin!..'' diye uğraşmanız gerekiyor, zahmetli iş yani, boşverin derim. Çok seviyorsanız Lizbon'un her tarafında en kaliteli şarapları bolca ve ucuza bulmanız mümkün, kaynağında için, yanınızda getirme sevdasından vazgeçin...
 
Aha bu gördüğünüz de bir başka millî içecektir, bir nevî vişne likörü denebilir. ''Ginjinha'' diye yazıldığı da olur, ''jinjiya'' gibi okunur, içinde hakiki vişne taneleri mevcuttur genellikle. Lizbon halkı bunu içmeye de çok düşkün, sadece ''ginja'' satılan ve ufacık bardaklarda ayaküstü içilen küçük dükkânlar var. Çoğu kişi evinde, kendisi yapıyormuş ama, hemen her markette ve alkollü içki satılan mağazalarda, farklı fiyat ve kalitelerde bulmak mümkün. Servis edilirken içine birkaç dilim narenciye ya da başka meyve de eklenebiliyor. Bu durumda vaziyet bir miktar İspanyolların meşhur ''sangria''sına benziyor. Hoş eğer meraklısı iseniz, Lizbon'da da güzel sangrialar içebilirsiniz zaten, pekçok yerde var. Tabii ben hakiki el yapımı sangriadan bahsediyorum, Avrupa'nın hemen her tarafında, marketlerde, büfelerde tombul plastik şişelerde veya tetrapak ambalajda gayet ucuza satılan Sangria Don Simon'dan değil. O sangrianın çakmasıdır, gerçek el yapımı sangrianın yanında basit bir meşrubat gibi kalır. Sangrianın hası hususî malzemelerle elde hazırlanır, içinde bol meyve ve bilhassa narenciye dilimleri bulunur, yeterli soğukluğa gelene kadar buzdolabında bekletilir, karıştırmak için uzun tahta bir kaşıkla beraber muhakkak cam sürahilerde servis edilir. Zaten plastikle alkol birbirini hiç sevmez, plastik ambalajda satılan alkollü içecekten uzak durmakta her zaman fayda vardır...

Son olarak; Brezilya'nın karakteristiği sayılan ''caipirinha''yı da Lizbon'un her tarafında bulabilir ve dilediğiniz kadar içebilirsiniz. Hâttâ; bazı gezginlerin iddiasına göre Lizbon'da hazırlanan caipirinhalar, Brezilya'dakilerden çok daha başarılıymış, bilemem artık ne kadar doğrudur. Kıyaslayabilmek için her iki yerde de içmiş olmak lâzım lâkin, hakiki caipirinha hazırlamak için gerekli iki ana malzemeye, ''lime'' olarak bilinen yeşil misket limonu ve ''cachaca'' denen özel rom türüne Lizbon'da, hemen her markette rastlamış olduğumu da belirteyim... 

Gündelik hayatta hayli alkol tüketen bir toplum olmalarına rağmen, Portekizlilerin son derece sakin, kavgasız-gürültüsüz (onları bu nedenle ''pasiante&calme'', yani yavaş ve sakin olarak tanımlıyor diğer dünya insanları), ayrıca gayet kendi halinde insanlar olduğunu da ekleyeyim, öyle iki kadeh içince sapıtıp ''öpüjemm ağbiii...'' durumlarına düştükleri ya da geçici alkol efeliği ile ''heeeeeyt, höööyt, öff ülen öff!..'' diye sokaklarda nara attıkları, sağa-sola kustukları ve sonra da içlenip salya-sümük ağladıkları falan yok yani:) 

22 Ekim 2012 Pazartesi

Neredeyim?:)

 
- Fıstık yeşili bavulun sapı koptu ve haşatı çıktı! Allah'tan üzerine takılan ''fragile'' etiketinin yardımıyla olsa gerektir, içindeki kırılacaklara bişey olmamıştı. Boşaltılıp kendisine şimdiye kadarki hizmetleri için teşekkür edildikten sonra artık çöpün kenarına bırakılacak. Çok kaliteli bir bavulla uzun ve aktarmalı seyahatlere çıkmanızı tavsiye etmem, gözden çıkarabileceğiniz ama iş de görür birşey olsun ki; sonradan ''ulen bu bavul da haşat olmuş işte, tüh!..'' demeyesiniz. Zira top gibi oradan oraya fırlatılıyor bagajlar, eğer bavulunuza aşkla bağlıysanız uluslararası havaalanlarında bulunan ''bagaj koruma sistemleri''nden destek alabilirsiniz, birkaç euro karşılığında kalın renkli naylonlarla kundaklanıyor bagajlar, sonradan açmak için ekstra bir  uğraşı da göze almalısınız elbette...

- 3500 km. yol kardeşim, 4.5 saatlik uçuş anlamına geliyor, üzerine İstanbul-İzmir uçuşunu da ekle, püfff yani! Hele bir de bir saati aşan rötar olunca ve aktarma uçuşunda da gene rötarla karşılaşınca öğlen başlayan seyahat, ancak sabaha karşı 03.00'lerde falan sona erebiliyor! Saat farkı, para birimi değişikliği, ''ben şimdi neredeyim yâhû?..'' karmaşası, bavul ve çanta kaosu daha bir müddet devam eder ama fazla sürmez, düzelir...
- Lizbon'daki evimiz ''Casa Claudia''ya çok alışmışız,  ayrılırken hüzün kapladı:( Neredeyse sevgili Friendly Rentals yetkililerine ''pencereleri açık unutmayın haa, yağmur giriyor sonra içeriye...'' ya da ''balkon kapısının altındaki bezi kaldırmayın, su alırsa o güzelim ahşaplar kabarır, ona göre...'' falan gibi direktifler verecektik. Bir ortalığı silip süpürmediğimiz, çamaşırları yıkayıp ütülemediğimiz, camları, balkonları paklamadığımız kaldı! Ülke kuralları gereği ayrıştırdığımız çöplerimizi bile kendimiz çıkarıp bidonlara götürdük. Evi güzelce havalandırdık. Sahiplenmişiz meğer bu çok eski ve güzel evi, emektar ''Casa Claudia''ya, kısa süreli apartman komşularımıza, Friendly Rentals Lizbon ekibine ve bilhassa her ihtiyacımızla derhal ve yakından alâkadar olan uzun ve bohem Lizbonlu Jaoui'ye gönülden teşekkür. O minare kadar boyuyla biz aşağıdaki cücelerin ne dediğini anlaması biraz zaman aldı adamcağızın ama olsun:) Aman eve iyi bakın, ortalığı dağıtmayın, incitmeyin, üzmeyin onu e mi?..

- Lizbon Havaalanı free-shop mağazaları Türkiye'dekilerden ucuz, komşumun ısmarladığı parfümü iyi ki Lizbon free-shopundan almışım, aklınızda bulunsun. Bagaj taşıma arabaları da Lizbon'da ücretsiz ama İzmir'de 2 euro karşılığında kullanılabiliyor:) Güzel ülkemize ayak bastığımızı farketmenin bir başka yolu denebilir! Cepte kalan son eurolarla kendi paramızın karışması hali de sık rastlanılan bir durumdur, şaşmamak lâzım...

- Tramvay kampanasını arıyor kulaklarım, bir de açık pencerelerden dışarı süzülen Portekiz şarkılarını... Mataramda Lizbon'un çeşme suyu kalmış, hafif, kireçsiz ve lezzetli bir su olduğu için rahatlıkla içilebiliyor, bizdeki gibi kapalı suya para veren pek yok. Yorgunluktan bitmiş halde yatağıma uzanmadan evvel birkaç yudum içtim ve bir kez daha kişisel arşivime çok değerli katkılarda bulunan Lizbon şehrine teşekkür ettim...

- Dört ayaklı çocuklarla çok özleşmişiz:) Sabaha karşı gerçekleşen karşılama töreni ve sevinç halleri eşsizdi, önce bagajlar koklandı, çok uzaklardan gelen farklı kokular tanımlandı, sonra açılanların içi keşfedildi, ''bize birşey var mı?..'' durumları yaşandı. Daha sonra da içlerine yerleşilip uykuya geçildi:) Komik varlıklar bunlar vallahi...

- Şimdi çamaşırları yıkama, herşeyi yerine yerleştirme, beş-altı günde haliyle normal rotasından sapan düzeni eski haline getirme vakti. Ve evet yâhû; ben neredeyim şimdi sahi?:)

20 Ekim 2012 Cumartesi

Teşekkürler Lizbon, herşey için...


Anıtın akşam manzarası güzeldi ve kuşların heykele ilgisi hiç azalmamıştı:) Lizbon'un en eski pastanesi  180 yıllık Casa Baltazar'da (Confeitaria Nacional olarak tanınıyor aslında)  birşeyler yemek üzere o tarafa giderken son bir fotoğrafını çekeyim dedim... Bu arada; bahsettiğim meşhur pastane dünya çapında ödüllere de sahipmiş meğer, çoğu da asla sapmadığı kalite geleneğiyle beraber, ilk kurulduğu zamanki halini halen muhafaza ettiği için verilmiş. Hakikaten öyleydi, atmosferini ve ürünlerini çok beğendim. Geleneksel tariflere bağlı kalınarak pişirilmiş, son derece lezzetli ve büyük bir dilim pastaya 2.30 euro ödüyorsunuz ama kesinlikle değer. Lizbon'a yolunuz düşerse bu pastaneye uğramadan geçmeyin derim...

Libon'un saygıdeğer balığı sardalya, kentin en sevilen motiflerinden biri olan tarihî tramvayın üzerinde de yerini almış gördüğünüz gibi...

Santos bölgesindeki çok eski ve artık içinde kimselerin oturmadığı evlerin kapıları da duvar sanatçıları tarafından ihmal edilmemiş. Bu resim en sevdiklerimden biri oldu, çok sevimli, değil mi?:)

Lizbon toplu ulaşımın çok yaygın kullanıldığı bir şehir. Belki de bu yüzden trafiği sakin ve düzenli. Bu gördüğünüz, kentin çok eski zamanlarından kalma üç funikülerinden biri olan ''Ascensor Da Bica''. Sıkı durun; 1892 senesinde halka hizmet vermeye başlamış ve halen de devam ediyor! Maşallah diyelim mi, diyelim bence. Lizbon yedi tepe üzerine kurulmuş ve yokuşu bol bir şehir olduğundan, sahil tarafından üst kısımlara ulaşabilmenin pratik yolları aranmış ve bu şekilde bulunmuş. Vaktiyle su ve su buharı ile çalışan bu şehir asansörü, şimdi elektrikle çalışıyor...  
 
Hizmet vermeye başladığı zamanki vagonlarını halen kullandığını da söyleyeyim ki; iyice şaşırın! Şehrin farklı yerlerinde bunlardan iki tane daha var. Biraz sıkışmak kaydı ile en fazla onbeş kişi taşıyabilen vagonlar bir aşağı, bir yukarı habire gidip geliyor. Bizim eve birkaç dakikalık yürüme mesafesinde olan ''Ascensor Da Bica''yı, şehrin en hareketli bölgelerinden biri olan ''Bairro Alto''ya kolayca ulaşmak için sıkça kullandık ve çok sevdik. Ayaklarınıza ve nefesinize güveniyorsanız, aynı yolu bilmemkaç yüz basamaklık bir merdivenle de katedebilirsiniz tabii. Eğer toplu ulaşım kartı almamışsanız, bu kısa ama çok keyifli yolculuk için 3.5 euro ödemeniz gerekiyor. Ama 5 euro ödeyip, 24 saat geçerli toplu ulaşım kartı alırsanız dilediğiniz kadar inip-çıkabilirsiniz, kimse sizden para falan istemez:) Bu kartlar otobüs, metro, tramvay, funiküler ve vapurlarda geçerli. Yani bu kartı alırsanız, günde 5 euroya bütün Lizbon'un tozunu attırabilirsiniz...

Funiküler hattı daracık bir sokakta, evlerin, dükkânların önünden işliyor. İnip-çıkarken hayâl edebileceğiniz en güzel Lizbon fotoğraflarını da çekebilirsiniz yani, hayatın içinden geçiyorsunuz çünkü. Tarihine her anlamda sahip çıkmış Lizbon'u ve Lizbonluları bir kez daha kutlamak isterim doğrusu, ekmek almaya bile arabasıyla giden, öyle yapmazsa pullarının döküleceğini zanneden yurdum insanına da sevgiler sunarım bu vesile ile!..

Artık güzel Lizbon'a veda etme zamanı. Yarın yolcuyuz. Varlığımıza çok şey ekleyen bu tarihî şehre geleneklere uyarak ve kendi dilinde veda etmek isterim: ''Obrigado Lisboa...''  Hiç unutmayacağım seni:)


19 Ekim 2012 Cuma

Şu Lizbon dedikleri bir tuhaf şehir...


El yapımı çinileri ve bunlarla süslü yapılarıyla da meşhur olan Lizbon'da, bazı eski binaların duvarlarını kaplayan çiniler ya zamana  ve hava şartlarına yenik düşüp dökülmüş, ya da şarapçı serseriler tarafından teker teker yerinden sökülüp turistlere üç-beş euroya okutulmuş. Ama duvar sanatçılarının yüreği kaldırmamış bu durumu, onlardan eksilen kısımları aynı şekilde boyamışlar. Yarım bırakmalarının sebebi de bir nevî kınama olsa gerektir, olsun, ben gene de bu eskiyi yakalama ve yaşatma gayretini takdir ettim, aferin...

''Bu ev benim olsaydı kendimi nasıl hissederdim?..''in fotoğrafı:) Dökülüyor olduğuna bakmayın, önünde ufacık bir bahçesi var ve arka cephesi muazzam bir manzaraya sahip. Lizbon'un üzerine kurulu olduğu yedi tepenin birinde, eski Arap mahallesi olan ''Alfama'' bölgesinde, şehre ve nehre tepeden bakıyor. Tarihî tramvaydan başka ulaşım aracı yok buralara, tramvaydan inip mahallene yürüyeceksin kardeşim, köşede bakkalın-manavın zaten var, sessiz, sakin, korna, egzos, acı fren sesi, kuduruk ergen vandallığı falan yok! Evsizler bile battaniyelerine sarınıp sessizce uyuyor bir köşede, kavga eden, itişen, bağırıp çağıran kimse görmedim? Her basamağa kondur bizim kedi çocuklardan birer tane, köpek kız Fadik bahçeyi sahiplensin, ben de bu güzel evin mutfağında sevdiklerime aşkla yemekler pişireyim, sonra manzaraya karşı oturup... O-hoooo, bu hayâlin sonu gelmez ki, değil mi ya?:) 

Melekler her zaman, her yerde bizimle. Elbette Lizbon'da da öyle...

Hindistan'da taksi yerine yaygın olarak kullanılan pratik ve ucuz taşıt ''tuk-tuk'' burada da çıkmasın mı karşımıza?:) El sallayan arkadaş, bu şeker şeyle turistleri dolaştıran tuk-tuk şoförü, işsizliğin ve ekonomik krizin giderek tırmandığı Portekiz'de bir işi olduğu için mutlu olsa gerek...

Bu ''Fatima Meryem''i; 13 Mayıs 1917'de, bugünün şartlarında Lizbon'a 1.5  saat kadar uzaklıktaki Fatima köyünde koyunlarını otlatan üç çoban kardeşe görünen ve onlara bazı sırlar veren bildiğimiz Meryem Ana yani. Şimdi orası çok mühim ve kutsal kabûl edilen bir hac yeri, dünyanın dört bir tarafından devasız derde düşmüş, hasta, sakat, koyu dindar insanların koşa koşa gittiği ve bu mucizenin gerçekleştiği yerden medet umduğu bir bölge. Orada her ne olmuş olursa olsun, ''İlahî OLan'' oraya inanarak gidenlerin hayır dualarını, ibadetlerini ve haclarını kabûl buyursun...

Kucağında bebek İsa ile gene Hz.Meryem ve aşağıdakilere manîdar bir bakış... 1147 yılından kalma Santa Maria Maior de Lisboa Katedrali'nde, bugün taze taze çekildi bu fotoğraf sizler için:)

Bildiğimiz sardalya bu şehrin neredeyse mübarek sayılan balığı, çünkü vaktiyle en önemli geçim kaynağı olmuş insanlara, çok ekmek yemişler sardalya avlayıp işleyerek ve satarak. Hâlâ Lizbon'un en karakteristik hediyelerinden sayılıyor sardalya konservesi, sardalya kızartması da en kolay ulaşabileceğiniz yiyecek, her yerde bulmak mümkün. Buradan hareketle; Portekiz halkı ''sardinha'' dedikleri bu balığa duydukları saygıyı çeşitli şekillerde ifade ediyor, sardalyayı her vesileyle onurlandırıyor, hediyelik eşya satan dükkânlarda da sardalya şeklinde bin türlü ıvır-zıvır var, bu kumaştan sardalyalar da çok sevimli, değil mi?:)
 

Alfama semtindeki bu eskici dükkânından sökerek çıkartabildiler beni! 2.fotoğraftaki el boyaması ahşap kukla gerçek insan boyunda ve yüzündeki hüzünlü ifade beni vitrinin önüne çiviledi adetâ. Burada satılan herşey en az yüz yıllık, öldüm-bittim, ruhumu orada bıraktım, o kadar diyorum yani!..
 

Alfama'nın rengârenk duvarlarına iliştirdim kendimi, hepsi ayrı bir  hikâye fısıldıyor insanın kulağına, dikkate almalı, duymalı onları, dinlemeli...
 
 
 

Ve onlar; gördüğümüze sevindiğimiz canlar... Lizbon denen bu tuhaf ve büyülü şehirde sokak hayvanı neredeyse hiç yok,  bugün Alfama'da bu kedilere rastlamasaydık ''neredeyse'' ifadesini de kaldırır ve ''hiç yok'' derdim. ''Gel pisi pisi...'' falan diyerek sevinçle onlara doğru koştuk ama, sanırım dilimizi anlamadılar ve derhal uzaklaşmayı uygun buldular. Ferforjeli pencerenin ardındaki tarçın rengi köpek de önce baktı, sonra fotoğrafını çekmek için az daha yaklaşınca mekânını biz yabancılardan koruması gerektiğini düşünerek koyverdi ''hav-hav''ları:) Lizbon'lu güvercinin ise pek umurunda olmadık sanırım, o hiç istifini bozmadı...
 
Bizim eski evlerde  kapı girişlerine asılan nazarlıklar, at nalları falan vardır ya, işte bu çini levhalar da aynı amaca hizmet ediyor. Evi ve içindekileri koruması için muhterem azizlerden, Lizbon şehrinin koruyucusu olarak bilinen St.Antonio özenle yerleştirilmiş kapının üzerine. Bunu söken-eden olmamış, Türkiye'de olsaydı en az yüz senedir aynı yerde durması mümkün olur muydu, bilemiyorum. Bir kere o ev olmazdı orada, çoktaaaan bir müteahhide uyduruk bir kat ve kıytırık bir dükkân karşılığı verilip yıkılmış olurdu, yerinde yeller eser, sıradan ve çirkin bir apartman yükselirdi, tarihî çini levhayı soranları da herhalde döverlerdi, bilmem yanılıyor muyum?!!! 

Night on Lisboa...

 
 
 
 
 
 
 
Bizim Lizbon dediğimiz kente Portekizliler alenen ''Lijboa'' diyorlar, hayır, onlardan daha iyi bilecek halimiz yok tabii de enteresan bir dil doğrusu, ilk duyduğunuzda Rusçaya falan benzetiyorsunuz vurguları. İspanyolcadan çok etkiler almış, evet ama bana göre lisan müziği olarak aslında hiç de benzemiyor. Yazılış ve okunuşunda bu kadar fazla ''ş'' ve ''ç'' harfi/sesi olan başka bir Avrupa diline rastlamış değilim? Bu gece bir klüpte canlı caz dinledik, ortam ve müzik gayet hoştu, Portekizli müzisyenlerin caz icrasını beğendik. Eve dönerken de sokaklara, vitrinlere yansıyan Lizbon gecesinden bazı detaylar arakladım. İyi gezginler bilir, yabancısı olduğunuz bir şehri gerçek yüzüyle tanımanın yegâne yolu yürümektir. Hâttâ; ana caddelerden, bilinen yollardan çıkıp ara sokaklara dalmak, turistik ezberleri bozmak her zaman daha çekicidir. Bu sebepten, çok gerekmedikçe taşıt kullanmıyoruz, yürümeyi tercih ediyoruz. Böylece asıl Lizbon'la daha yakından tanışma imkânımız oluyor, harika dükkânlar, restoranlar, kafeler, klüpler ve barlar keşfediyor, eve her zaman farklı yollardan dönerek Lizbon kazanının kepçesi oluyoruz bir anlamda:) Ayaklarımız her zaman aynı fikirde olmasa da, böylesi daha keyifli. Güzel bir Lijboa gecesinden selâm OLsun herkese, memlekette birazdan sabah olacak gerçi ama, hadi neyse:)

18 Ekim 2012 Perşembe

İçinizdeki Aztek benim:)

''Derler ki; bilge kişi her gün bir başkasından yeni bir şey öğrenen kişidir. Mutluluğun anahtarı ise, elinde olanları görmekte yatar. Kuvvetli olan kişi de, zayıflığını bilen ve içinde olan kötü eğilimi iyiye çevirebilendir. Hangisini istersen o OLursun. İste ve OL...''
Eddi ANTER

Lizbon'un ana meydanlarından birinde görkemli heykeli olan bu adam, içindeki keşfetme ve fethetme arzusunu pek de iyi yönetememiş aslında, bu nedenle bana göre başarılı sayılmıyor ama, dünya tarihi o bildik kahramanlık ezberinden beslendiği için farklı konuşuyor tabii. Bence keşfetmek başka, ait olduğu topraklarda huzur ve güven içinde yaşayan yerli halkı soykırıma uğratıp, zenginlikleri yağmalayıp ''işte ben de bu toprakları böyle keşfettim, ne yüce adamım lan ben!..'' egosuna teslim olmak başka... Bu Portekizliler öteden beri denizci millet tabii, habire denize açılıp açılıp ''ya biz aslında keşif yapıyoruz, yanlış anlamayın haaa'' diyerek uzak kıtalarda kendi halinde mutlu-mesut yaşayan yerli halkların köküne kibrit suyu ekmiş, ellerinde onlara ait ne varsa, inanç ve kültürleri de dahil koparıp almışlar! Bu nedenle, bugün bir Güney Amerika ülkesi olan Brezilya'nın anadili Portekizce, haydi şimdi gel de bu uzak alâkaya çay demle! Aslında bir İspanyol olan 
Hernán Cortés için ben bu yüzden ''kaşif'' diyemiyorum, ''denizci komutan'' tanımını da dileyen kullansın, beni bağlamıyor, hiçbir savaş içinde namus olduğuna inanmam ben, savaşın namusu olmaz! Neyse ki garibim Azteklerin ahı yerde kalmamış, Karma Yasası gene işlemiş ve vaktiyle büyük komutan, başarılı kaşif, Meksika fatihi vs. diye nitelenen bu adam bir köşede unutulmuş şekilde ölüp gitmiş. Heykeli meydanın orta yerinde duruyor durmasına ama, gayrı ne fayda? Başındaki miğferin ve elinde tuttuğu asanın üzerinde sevimli martılar oturuyordu, artık orasına-burasına konup habire pisleyen alaycı martıları bile kovamayan Hernán Cortés'e kendimce hürmetlerimi sundum, kabûl eder ya da etmez, artık orası onun bileceği iştir, ben Azteklerin tarafındayım, içinizdeki Aztek benim yani, duydun mu Portekiz, he he:)

Lizbon dolaylarından türküler dinlediniz...


Mekâna girdiğinizde birkaç tahta masa ve güleryüzlü bir adam karşılıyor sizi, yani zorlasanız da 25 kişiden fazlasını almaz burası, ufacık-tefecik bir yer. Lâkin; Lizbon'un en meşhur fado mekânlarından biriymiş çünkü burada turistlere özel kaktırma şovlar yapılmıyor, hakiki fado, hakiki sanatçılar anlayacağınız, öyle çakma turistik iş değil. Dolayısı ile, önceden rezervasyon yaptırmak şart, aksi takdirde yer bulmanız olanaksız. Bu kırmızı ceketli hoş hanım, siz ilk geldiğinizde ortalıkta görünmüyor zira kendisi önünde önlüğü, ayağında günlük kotuyla mutfakta, konukların yiyeceği yemekleri hazırlamakla meşgûl o sırada... Fotoğrafın sağ köşesinde, kucağında klasik gitarıyla görülen gözlüklü adam ise Marina'nın kocası, aynı zamanda mekânın sahibi ve garsonu:) Başka hizmetli yok, bütün işi karı-koca sırtlamışlar, yemeğinden içki servisine, müşterilerin hemen her isteğine koşuyorlar, şaraptan ekmeğe, balık ve deniz ürünlerinden acı biber soslarına kadar da mekânda ne varsa hepsini kendileri yapıyor, pişirip kotarıyorlar?!!! Yemekler de öyle önceden hazırlanmış falan değil ha, siz mönüden seçiyorsunuz, patron ve de garson koca anında koşup mutfağa bildiriyor, Marina hemen istediğiniz yemeği pişirmeye koyuluyor. Eh, bu durumda biraz bekliyorsunuz tabii ama, doğrusu beklediğinize değiyor, mis gibi ev yemeği yiyorsunuz...

Yemek faslı bitip tabak-çanak toplandığında ufak mekân fado dinletisi için düzenleniyor, masalar kenara çekiliyor. Müzisyenler teker teker gelmeye başlıyor. Bu arada; Marina da mutfaktaki gündelik aşçı kılığını değiştirip fado solisti kılığına giriveriyor. Kocası ise sırtı sahne olarak düzenlenen tarafa dönük oturan konuklardan masanın diğer tarafına geçmelerini rica ediyor, ''fado dinlerken görülecek birşey olduğundan değil, yanlış anlamayın...'' diye açıklıyor sebebini, ''fadoya sırtınızı dönmenizi istemem, haksızlık olur bu, sadece bundan...'' Herkes yerini alıyor, kendisi de gitarını alıp oturuyor, ardından ışıklar karartılıyor ve müzik başlıyor. Beş kişi fadonun vazgeçilmez enstrümanı olan ve bir tür mandolin diyebileceğimiz ''Portekiz gitarı'' çalıyor, iki kişi ise bildiğimiz klasik gitar. Başka enstrüman yok zira fadonun ana enstrümanı çıplak, mikrofonsuz, yalın insan sesi aslında...

Kapının önünde bir kalabalık farkediyorsunuz bu sırada, kadınlı-erkekli, çeşitli yaşlarda insanlar buldukları yere oturuyor ve bekliyor. Garson-gitarcı-patron koca onları sırayla davet ediyor fado söylemeleri için, akraba, arkadaş, komşu, eş-dost falanmış hepsi meğer, sanki dünyanın farklı ülkelerinden mekâna gelen gezginlere değil de, kendileri için çalıp söylüyor gibiler ve tek kelimeyle muhteşemler! Şarkı söylemek için bekleyenlerin eline birer kadeh ev şarabı tutuşturuluyor, kimi yer olmadığından ayakta, kimi oturuyor. En son Marina'ya sesleniyor kocası, mutfakta az önce yediğiniz yemeklere soğan falan doğrayan o aşçı kadın üzerini değiştirmiş olarak ortaya geliyor ve sanki soğan doğradığı o bıçakla bu kez yüreğinizi dilim dilim doğramaya başlıyor! Çünkü fado bir nevî ''ağıt'', çoğu denize gidip dönmeyen, dönemeyen ya da bir şekilde ayrı düşülen, kavuşulamayan sevgililere yakılan hasret, tutku, keder ve bazen de nefret dolu ağıtlar yani... Bu mânada; içinde beddua da bulunan ağıt demek belki daha doğru olur. Az buçuk İspanyolcamla, kırık-dökük anlıyorum bazılarının sözlerini, ''bana yalan söyledin, beni aldattın, yarım bırakıp gittin, Allah senin cezanı versin, inşallah ölüp gebermişsindir, şimdi denizin dibindesindir, balıklar kemiriyordur seni, yolunu beklerken ömrüm çürüyüp gitti, bu benimki de kader mi yani!..'' falan gibi şeyler. Marina şarkıların arasında aşka gelip ''ahhh erkekler, hepsi yalancı, hepsi numaracı işte!'' diyerek masanın üzerindeki şarap kadehini kafasına dikiyor, garson-gitarcı-patron koca da gülerek onun söylediklerini millete tercüme ediyor, ''eee haklı tabii, bunlar enternasyonal gerçekler, her yerde aynı...'' diyor, sonra gene çalıp söylemeye başlıyorlar, tuhaf bir durum anlayacağınız:) Bu Portekizliler enteresan insanlar hakikaten!..

Onlar yorulana kadar devam ediyor bu vaziyet, sonra herkese teşekkür edip bitiriyorlar. Dışarıda yağmur yağıyor, alkış sesleri yağmurun sesine karışıyor. ''Portekiz'den, Lizbon dolaylarından derlenmiş türküler dinlediniz, bir başka programda gene buluşmak dileğiyle...'' anonsu dönüp duruyor içimde, çünkü fado tam olarak bu, Portekiz'in halk müziği, türküsü, aşkı, tutkusu, kederi, öfkesi, nefreti, kıskançlığı, hasreti. Tıpkı bizim türkülerimiz gibi yani... Giderken Marina ile kucaklaşıp öpüşüyoruz kırk yıllık dost misali, sesi yaprakları yolunmuş kızıl bir gül gibi takılı kalıyor yakamızda. Ve Lizbon'a hâlâ yağmur yağıyor, günü olduğu gibi geceyi de ıslatıyor. Fadolar   hüzünle el sallıyor arkamızdan...

17 Ekim 2012 Çarşamba

Islak...


Yağmur neredeyse hiç durmadı bugün ama dediğim gibi, asla rahatsız etmedi ve engellemedi bizi. Lizbon'un ''Alfama'' bölgesine tramvayla gittik ve daracık sokaklardan geçerek dura-kalka, bazen nefesi tıkanarak da olsa inatla yokuş yukarı çıkan bu çok eski ulaşım aracını bir kez daha sevdik...

Şapkasız ve şemsiyesiz çıkılması tavsiye edilmez, kısa sürede sıçana dönersiniz yoksa:)

Lizbon'un en meşhur pastanelerinden biri bu, 1829'dan beri aynı yerde ve aynı kalitede hizmet veriyormuş, hiç bozulmamış, başka şube falan açmamış. Neredeyse bir asır evvel serviste kullanılan tabak-çanak, bardak vs. dükkânda sergileniyor, burada yiyeceğiniz  herşey katkısız ve el üretimiymiş, eski tarifler aynen muhafaza edilerek yapılmaktaymış, helâl OLsun adamlara, ne diyelim ki daha?..

Akordeon sesine hiç dayanamam, hemen gözlerim dolar. Genç Romen müzisyenin küçük köpeciğinin ağzında tuttuğu sepete cebimdeki tüm bozuklukları bıraktım ve evet, o hüzünlü şarkılardan biri içimi çizdi geçti, gene ağladım... Neyse ki; hemen köşeyi dönünce tam benlik bir 2.el giysi dükkânı çıkıverdi karşıma, üstelik adı da ''Buddha''ydı, toplam 20 euroya güzelim şeyler aldım da o hüzün uçup gitti:)
 
Bu akşam ''fado'' dinlemeye gidilecek, şimdi yorgun ayakları dinlendirme ve bu ıslak günün akşamında biraz içe dönme vakti...

Kazık?..


Yağmur, yağmur, yağmur... Çamur yok, pislik yok, trafik yok, karmaşa-kaos yok ama güzel güzel yağan bir yağmur var, keyifli, hoş.
 

Akdeniz kültürünün vazgeçilmezi zeytin ve zeytinyağı, yemeklerden önce muhakkak masaya geliyor, ev yapımı kara ekmeklerle beraber. Gerisi? İyilik-sağlık tabii:)
 
 
 
Portekiz şarabı, gündelik bir içecek yani, herkesin mütemadiyen içtiği su gibi birşey buralarda. Kılıç şiş, ahtapotlu pilav, her nevî deniz mahsûlü, fecî ucuz ve akıllara zarar lezzette. Sırf bunun için bile buralara kadar gelmeye değer, bilhassa sokak arası esnaf lokantalarında yenirse daha da ucuz ve fevkînde leziz, şaşırdık kaldık vallahi? Ne kazıklar yeniyormuş meğer o balıklarla, kalamarlarla, ahtapotlarla beraber  benim üç tarafı denizlerle çevrili güzel memleketimde!..

Lizbon'dan sabah haberleri...


Sevgili Batos banyolardan detay istemişti, bu benim banyomdan lâvabo detayı. Yalnız çok da kullanışlı olduğunu söyleyemeyeceğim, zira metal lâvabonun etrafı bizdekiler gibi fayans ya da mermer değil masif ahşap ve kullanırken gayet tabii olarak su sıçrıyor, habire silmek gerekiyor ya da ben öyle yapma gereği duyuyorum, bilemeyeceğim artık... Ama göze hoş göründüğü kesin.

Günün hayli erken başladığı banyodan mutfağa geçiş, kahvenin suyu kaynamakta, Lizbon'daki ilk kahvaltıda bol patatesli İspanyol omleti ''tortilla'', vanilyalı soya sütü, kekik/limon çeşnili zeytin, yöresel peynir ve kahve mevcut. Buralarda bildiğimiz siyah çayın yüzüne pek bakan yok...

Final bir Lizbon klasiği olan ''Belem tatlısı'' ile yapıldı. Köşedeki ufak fırından taze taze alındı, mikrodalgada biraz ısıtıldıktan sonra kahveyle birlikte lüpletildi, söylendiği kadar varmış, hiç de abartılmamış, pek güzeldi, evet... 
 
Lizbon'da gün yağmurla başladı. Kapılar-pencereler uyanır-uyanmaz tarafımdan ardına kadar açıldı, bol ozonlu temiz yağmur havası içeriye buyur edildi. Tütsüler yakıldı, sonra salonda, güzel ahşap Buddha heykelleri önünde sabah yogası yapıldı ve isteyenlere yaptırıldı:) Esneyen kaslar ve ruhlar güne hazır hale geldiğinde de, kahvaltı masasına geçildi. Yağmur devam ediyor, birazdan çıkıp yağmurlu Lizbon'a karışacağız. Güzel bir gün OLsun, herkes için...