31 Aralık 2010 Cuma

Kartpostal...


2010 yılı içinde çok başarılı çalışmalara imza atan ve bu konulara en duyarsız görünen kişi+kurumlarda dahi ciddî farkındalıklar yaratmayı başaran HAYTAP'a bu güzelim yeni yıl kartpostalları için değil sadece, o kadar çok şey için teşekkür ediyorum ki, o kadar olur yani. Bravo arkadaşlar, emeklerinize sağlık, 2011'de çok daha büyük başarıları canlarımızla birlikte kutlamak dileğimle...

İyi?..

''İyi insan olacağınıza öyle bir yere götürün ki dünyayı, iyilik beklenmesin'' demiş Bertolt Brecht... Ve bu sözü başlık eden şiirinde Habib Bektaş da şöyle demiş:

sendeki bu uysallık
bu boyun eğiş
korkutuyor beni

sor kendine
''iyi''nin ölçüsü ne?
ve ne zaman süsleyecek
o çığlık dudaklarını
YETER BU İYİLİK...

Yeni yıldan fazla şey beklemek doğru mudur, bilemiyorum. İçip içip, her gece eve yalpalaya yalpalaya gelen, kapıdan girince ''durrr, durrr hele, valla  çok özledim, öpüjemmm...'' derken eşiğe yığılıp oracıkta sızan bir kocayı bekler gibi mi beklenir bu yeni yıl? Duruma ve eve geliş vaktine göre, kafasına indirmek üzere hazırlanan süpürge, oklava, tava ve son çare olarak yedekte tutulan tabanca onu adam etmeye yeter mi dersiniz? Yoksa ''alışmış kudurmuştan beter'' midir hakikaten? Herkesin bu kadar ''iyilik'' tasladığı bir dünyada bunca ''iyilik'' dileği neden o halde? Kim bu ''kötüler'' Allah aşkına, nerede saklanıyorlar, insanlar her yeni senenin başlangıcında hep aynı ''iyi'' dilekleri uçurduklarına göre sağa sola, kim yapıyor bu ''kötülük''leri dünyaya ve içindeki bütün varlıklara? Yoksa aslında çoktan tavsamış, haylidir tıkanmış ve yürümeyen ama bu hakikatin gönüllü olarak görmezden gelindiği berbat bir evliliğe mi benzemekte bu vaziyet? Öyleyse neden bu kadar şikayet?..

Dedim ya; kafam çok karışık bu konuda, bilemiyorum. Gene de bu kadar ''iyi'' dilek umarım ''iyi''ye işaret... Olsun mu? Olsun. Şu halde; eski yıla güle güle, yeni yıl kutlu ve de mutlu olsun...

28 Aralık 2010 Salı

Final...


Dile kolay; tam 32 yıl... TRT tarihinin en uzun süre devam etmiş, artık efsane olmuş programlarından biri olan ''Müzik Bahçesinden'' bu akşam son kez seslendi dinleyicisine. TRT'nin başarılı program yapımcılarından sevgili Tülay İlter Sunar'ın 32 yıl boyunca kesintisiz hazırladığı bu program, TRT İzmir Radyosu canlı yayın stüdyosunda bu akşam gerçekleştirilen bir canlı yayınla dinleyicisine veda etti. Yayın hayatı boyunca farklı zamanlarda ''Müzik Bahçesinden'' programına seslerini veren TRT'nin tecrübeli spikerleri bu veda yayını için biraraya geldi, aralarında artık emekli olmuş olanlar da vardı...

Bu programın benim için bambaşka bir anlamı daha vardı; TRT Radyo 3'te yayınlanan ''Müzik Bahçesinden'' programını ilkgençlik yıllarımda dinlemeye başlamış ve o zamanların pek çok genç insanı gibi müdavimi olmuştum. Aradan yıllar geçti, ben TRT spikerlik sınavlarına girip kazandım ve profesyonel meslek  hayatım başladı. Bir zamanlar hayranlıkla dinlediğim bu programı sunmak bana da nasip oldu. Bu çok özel ve güzel bir duyguydu:) Buradan hareketle; ''Müzik Bahçesinden''in final yayınına katılma çağrısı geldiğinde elbette biraz hüzünle ama öte yandan çok da sevinerek, hemen kabûl ettim. Yapımcısı, bir anlamda annesi olan sevgili Tülay İlter Sunar'ın da bizzat katıldığı bu son program hepimiz için unutulmaz nitelikteydi, çok hoş anılar paylaştık, eskilerden güzel müzikler çaldık, unutulmaz arşiv kayıtlarını yayınladık ve yıllarca bu programa emek vermiş kişiler olarak sevgiyle bitirdik ''Müzik Bahçesinden''i... Müteşekkirim, gönülden kutluyorum, henüz gencecik, çiçeği burnunda yayıncılarken başladığımız bu serüveni, orta yaşlarını geride bırakmış, artık hemen hepsi yakın gözlüğü kullanan, meslekî anlamda ''ustalık'' mertebesine erişmiş, yılları devirmiş yayıncılar olarak başarıyla tamamlamak öyle herkese nasip olmasa gerektir. Allah sağlık verdikçe daha nice programlara diyor, bu programda emeği olan bütün yayıncı arkadaşlarım kadar sadık dinleyicilerine de içtenlikle teşekkür ediyorum...

Vazgeçilmez...

Şartlar her ne olursa olsun vazgeçilmez şeyler vardır, olmalıdır da... Bana göre bunlardan biri ''kitap''tır, okuma eylemi şu ya da bu sebeplerle sekteye uğramamalıdır. Bu iş bir tür egzersiz gibidir, farklı bahanelere yaslanarak ertelenmemeli, bir temel yaşam pratiği olarak daima sürmelidir...

1990 senesinde yaşamının dünyevî boyutunu bırakmış olan huysuz Hintli fikir adamı Osho'nun Ganj Yayınevi tarafından yayınlanan bu ufak kitapları gayet başarılı, çantada, cepte taşınması kolay, baskısı, kapak tasarımı güzel, harf boyutları duruma göre yakın gözlüğü olmadan da okunmaya müsait, sevdim. İki-üç gündür bu kitapla dolaşıyorum, iki arada-bir derede çıkarıp okuyorum. ''Başkaldıran bir insan geçmiş tarafından koşullandırılmış bir robot gibi yaşamaz'' diyor Osho, ''din, toplum, kültür... düne ait olan hiçbirşey onun yaşam tarzına, onun yaşam biçimine herhangi bir şekilde karışmaz.'' Ve devam ediyor; ''bir çarkın dişlisi olarak değil, organik bir bütünlük olarak, bireysel bir biçimde yaşar. Yaşamı bir başkası tarafından değil, kendi aklı tarafından yönlendirilir. Yaşamın özündeki güzel koku, özgürlüğün kokusudur; sadece özgürlük içinde yaşamakla kalmaz, geri kalan herkesin de özgürlük içinde yaşamasına izin verir. Kimsenin onun hayatına karışmasına izin vermez; o da kimsenin hayatına karışmaz. Onun için özgürlük nihai değerdir ve yaşam o kadar kutsaldır ki onun için herşeyi, sorumluluğu, statüyü hâttâ yaşamın kendisini bile kurban edebilir. Başkaldıran insan tamamen kendi ışığına göre yaşayan ve özgürlüğe verdiği esas değer için gerideki herşeyi riske eden kişidir...''

Kitabın kapak resminde, gri balık sürüsünün tersi yönde yüzen kırmızı balık işte bu sebepten şahsına özel bir saygıyı haketmektedir bana kalırsa, çünkü o hem kalabalıkların, hem de kendisinin ezberini bozabilecek kadar cesurdur. Ve bu çok değerli birşeydir, kimileri için tıpkı ''kitap'' gibi, ''okumak'' gibi vazgeçilmezdir. Cesaret başkaldırmayı değerli kılar, başkaldırmak ise Osho'nun dediği gibi ''yaşamsal bir nitelik''tir. ''Kendi olma'' yolunda sağlam bir adımdır, yakıştırana yakışır...

Ek ve de dip: Huysuz Hintli ve de epeydir ölü düşünür Osho'nun memleketindeki İzmir'li seyyahlar hallerinden memnun:) Yılın son günü yurtlarına dönecekler inşallah, dolayısı ile fotoğraflar ve izlenimler pek yakında bu sinemada. Hayırla, uğurla, bilgiyle, ışıkla...

23 Aralık 2010 Perşembe

Hint kumaşı...

Gerçi o eskidenmiş, artık ''bulunmaz Hint kumaşı''nı bırakın bir tarafa, Hint ellerinden herbirşey kolayca geliyor buralara. Kınası, dövmesi, tütsüsü, çayı, eteği, örtüsü, takısı, boncuğu, hâttâ çakma Gandhi'si de dahil, hemen hemen nesini ararsanız bulmanız mümkün... De; ana memleketin havası, suyu, insanı, kokusu elbette yerinde görülmeli, yemeği orijinalinden yenmeli, baharatları koklanmalı, gecesini görmeli, sabahına uyanmalı insan. O enerjiyi asıl çıkış noktasında, kaynağında tecrübe etmeli...

Bizim Hindistan yolcularını bugün İzmir'den uğurladık efendim, sevgili Gülsün ve Halûk şu anda havadalar ve menzile ulaşmalarına henüz epey zaman var. ''Ne istersin oralardan?'' sorusuna cevabım ''her zamanki gibi, yediğiniz-içtiğiniz sizin olsun, gördükleriniz ve fotoğraflar bana yeter, benlik birşeye rastlarsanız hani öyle yükte ve pahada hafif, zaten alıp getirirsiniz'' oldu. Evvelâ hayırlısı ile varsınlar, haberlerini alalım inşallah, gerisi nasılsa gelir diyorum ve canlarımın Hindistan/Kerala seyahatlerinin çok güzel geçmesini diliyorum...

20 Aralık 2010 Pazartesi

İki ters, bir düz...

Bizim Oralet oğlan bildik kedisel kalıpları sevmez pek, bebeliğinden beri aynıdır, biraz farklıdır. Saflık çerçevesi içine ustalıkla gizlediği bir espri anlayışı, kısa hayatının mühim bir bölümünü kapsayan böbrek rahatsızlığından kaynaklanan mağduriyetine eklediği kurnazlığı ve artık meşhur olmuş ''sarı inadı'' vardır. Evin ''altın çocuğu'' kendi harfleri ve deneyimleriyle ''kediliğin el kitabı''nı adetâ yeniden yazmıştır. Hastalığı yüzünden çektiği fiziksel acılara bakarsak; aslında çok da haklıdır...

Yeni ev, yeni yıl, yeni hayat falan; ama Oralet gene aynı, bütün bu yeniliklere ve hayata tersten bakmayı sürdürüyor. Objektife de tersten bakıyor ve üstelik bir de göz kırpıyor:) Bu sarı oğlan kurallarla, kalıplarla, sınırlarla daraltılmış herşey ve bütün ezbere alışkanlıklar üzerinde düşünmemizi sağlıyor. Kedi suretinde bir sihirbaz o, iki ters, bir düz, hoop, abrakadabra, nedir bu mânasız telaş kardeşim, alt tarafı bir yıl daha bitiyor! Zaten ''zaman'' dediğiniz o şey sizin kendi uydurmanız değil mi, nedir yani, ne oluyor? Sanki sonsuz evren sizin bu ''yeni yıl-meni yıl'' dalganızı çok da sallıyor! Peh!.. diyor bana kalırsa... Bilmem? Bana üzerinde biraz  düşünmek lâzım gibi geliyor...

16 Aralık 2010 Perşembe

Ahvâl ve şerait...


Elbette o kadar da kolay değil a canım; ciddî bir plânlama gerektiriyor bir kere, yani ilk iş niyetlenme, sonra istikameti tespit etme, ardından eşinme, ayıklanma, artık lüzûmsuz ne varsa salıp bırakma, böylece  temizlenme, hafifleme  ve valizlere, kutulara, kolilere doluşup gitme vaziyeti. Bu kısım aynen yukarıdaki gibi... Sonra tam bir kaos başlıyor; ayağınızda sağ cebindeki makastan kenarı delinmiş, sol cebindeki kalın uçlu kalemden siyaha boyanmış, toza-kire batmış bir jeanla yerden tavana kadar yükselen kolilerin ortasında bir müddet öylece durma hali yani! Bu vaziyetle yüzleşmeyi kısa tutup, bir an evvel işe koyulmakta fayda vardır, aksi takdirde aradığınız hiçbirşeyi bulamamak yüzünden çıldırabilir, kendinizi kolileri tekmelerken ya da elinizdeki makasla delip deşerken bulabilirsiniz!..


Taşınma sonrası uzunca bir müddet koli, koli bandı, hurç, ambalaj naylonu, kutu-mutu benzeri şeyleri görmek istemiyor insan! Çünkü herşey yerine yerleşinceye kadar bir müddet bunların arasında yaşamak mecburiyeti var, kendinizi koliye tıkılmış gibi  hissetmeniz ise evet, hiç de tuhaf sayılmaz ama bu his fazla kalmıyor, geçiyor. Açılıp yerleştirilen  her koliyle, her kutuyla yeni hayatınızın bir parçası daha tamamlanıyor...


İlkokul günlerimin sevimli kahramanı, kalem kutumun üzerindeki resminden sevgiyle hatırladığım Snoopy ile tekrar karşılaştım:) O da taşınma plânları içindeymiş meğer, nedense buna hiç şaşmadım...



Bu fotoğrafı ise çok severim; hedefin daima ''daha iyi'' ve ''daha ileri'' olması gerektiğini hatırlatır bana her bakışımda... Bu hedefe ulaşmak  için risk alabilen ve böylelikle kendine yeni bir hayat ''yapan''  bu cesur balıkçığın gayretini takdir ederim. O sebepten buraya alıp paylaşmak istedim. Hem; zaten ben bir Balık burcuyum, buradan hareketle içinde su ve balık olan hemen herşeyi severim efendim, bu ahvâl ve şerait içinde geri hareketine başlamış olan Merkür'e, pılısını-pırtısını toparlayıp gitmeye hazırlanan yorgun 2010 senesine, ona-buna-şuna ve blogumu okuyan herkese selâm ederim:) 

Ek ve de dip: Adamakıllı dergi Esquire'ın, Tuncel Kurtiz'in siyah-beyaz fotoğrafını kapak yapan Kasım 2010 sayısına bayıldım, yazı ve fotoğraflar harikaydı, emek verenleri gönülden tebrik ediyorum. Henüz okumadım ancak Javier Bardem'i kapak yapan Aralık sayısına daha fazla bayılmayı plânlıyorum, ilgililere duyururum:)

Ve dünya, ve herkes, ve herşey hızla değişirken güzel memleketimde de artık birşeylerin değişmekte olduğuna dair, kafî gelmese de yapılana karşı yürek soğutan bir haber, bunda gayreti olan herkese de içten teşekkürler. Umutla hapis kararının çıkmasını bekliyorum, o kedicik küçüktü ama Allah çok büyük, hadi bakalım...

9 Aralık 2010 Perşembe

Tebdil-i mekân...


Nereye gitsem yanımda götürüyorum çilelerimi

Valizimde taşıyorum keşkelerimi bilelerimi

Havalanmıyor, oyalanmıyor ruhum ne çare

Üstüne hasretle dolduruyorum filelerimi...



Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor

Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor

İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi

Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor...



Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında

Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında



Soranlara "eh işte idare ediyor" dersin

İyi niyetli değilseler üstü kapalı geçersin

Dilersen ara beni ya da yaz bana arada bir iki satır

Ya da yazma ne bileyim hani yani tutarsa tersin



Neresinden başlasam, eskisi gibi kolay olmuyor

Kelimelere itimadım kalmadı işim çok zor

İri yarı, kötü kalpli, boyalı, geçgin kadınlar gibi

Dil, çöplerini naylon torbalarında saklıyor



Tebdil-i mekanda ferahlık yokmuş aslında

Acının yüzölçümü yeryüzünden çokmuş aslında...


Bu şarkıyı Sezen Aksu yazmış, ''Bahane'' isimli albümünde de seslendirmiş. Fikirlerine ve yaşanmışlarına hürmetim var, evet ama ben ''tebdil-i mekân'' hususunda kendisi gibi düşünmüyorum. Zira ben bu ''tebdil-i mekân'' vaziyetini  seviyorum:) Zannederim bu da rahmetli babacığımdan bana geçmiş bir genetik kod, hani mümkün olsa eve dört tekerlek takıp sıkıldıkça oradan oraya götüreceğim. Ve benim bu ''tebdil-i mekân'' krizlerimi yönetme ustası olan iki kıymetlimin, İstanbul'dan sevgili ''gecea''nın ve Ankara'dan sevgili Baturhan Atabey'in kulakları çınlasın diyeceğim:)

Neyse efendim; kısa bir müddet ''kutu kutu pense'' oynamak, sonra ''yine, yeni, yeniden...'' diyerek ortaya çıkıvermektir niyetim.  2010'un son demleri bu gibi şeyler için zaman-ı müsaittir diye düşünüyorum, velhasıl yeni yılla birlikte pekçok şeyi yeniliyorum. Bu arada; yeni yıldan bir hafta evvel, ''olay yeri inceleme ekibi''mizden sevgili Gülsün&Halûk Demiralp ikilisi kişisel tarihlerindeki en enteresan seyahatlerden birini gerçekleştirmek üzere, bu defa Hindistan'ın güneyine, Kerala bölgesine gidiyorlar. Kendilerini orada da adım adım takip edip, fotoğraf ve izlenimlerini ''Uygunsuz Vaziyet''te yayınlamak üzere heyecanla bekliyor, şimdiden hayırlı yolculuklar diliyorum. En kısa zamanda yeniden buluşmak üzere, herkese namaste:)

6 Aralık 2010 Pazartesi

Kolonyamın şişesi, ciğerimin köşesi...

Şimdiki gibi çeşit çeşit, cicili-bicili yüzlerce marka parfümün ortalıkta olmadığı zamanlarda o vardı. Tarihi ikiyüz yıl kadar önceye gidiyor ''kolonya''nın, daha ziyade ferahlamak için kullanılan bir kozmetik malzemeymiş vaktiyle, bergamot, limon gibi hafif turuçgil kokularıyla başlayan bu hikâye giderek çeşitlenmiş, türlü çeşit koku denenmiş, bu denemelerin birkaç adım sonrası ise ''parfüm'' olmuş muhtemelen... Ama kolonya, sadece hoş kokmak gayesi ile kullanılan bir malzeme olmadığından halen evlerin tuvalet masalarında, banyolarda ve pekçok yerde bulunuyor. Geleneğin uzantısı olarak, bir ikram ve hediye malzemesi şeklinde de kullanılıyor. Artık ortalıkta envaî çeşidi dolaşsa da, bildiğimiz klasik ''limon kolonyası'' ötekiler arasından her halükârda sıyrılıyor, içi daralana, gönlü sıkılana, bunalana, yorulana, ayılana-bayılana, terleyene, ağlayana,  hastaya, sağlama, berber dükkânına, büroya, bayram-seyran ziyaretine, şehirlerarası otobüse, hususi arabaya, umumî helâya falan halen yetişiyor. Koklayan açılıyor, içi-dışı ferahlıyor, kısmen mikrop kırıp hijyen sağladığına da inanıldığından kolonya gündelik hayat içindeki yerini koruyor. Belki artık bildiğimiz cam şişesi içinde değil, hemen her cafede, restoranda, pastanede, hastanede elimize tutuşturulan ''kolonyalı mendil'' kılığında daha çok çıkıyor karşımıza ama, uyduruk-kıydırık olsa da özü gene ''kolonya''...

Hayatının mühim bir kısmını hastane odalarında geçiren bendeniz, bir zamanlar bilhassa ''limon kolonyası''na karşı mesafeli duruyordum. Ziyarete gelirken getirilen şişe şişe limon kolonyasını koyacak yer bulamıyorduk o aralar. Ama ''lâvanta kolonyası''nı her zaman sevmişimdir meselâ, rahmetli babacığım ''after shave''lerin memleketimizin sınırlarına girmemiş olduğu zamanlarda tıraş kolonyası olarak kullanırdı lâvanta kolonyasını, belki de ondandır. Rahmetli babaannemin evinden hatırladığım bir başka kolonya da ''Altındamla''dır, şişesi İzmir'in meşhur saat kulesi şeklindeydi,  rengi kadar kokusu da hayli koyuydu, tabiri caiz ise biraz ''ağır''dı yani, gelen hatırlı misafirlere ikram edilirdi. O şekilli şişeler şimdi antika muamelesi görüyormuş, kolonyanın da herhalde ''altın''ı gitmiş, geriye ''damla''sı falan kalmıştır, bilemiyorum...
  
Son zamanlarda tanışmaktan memnuniyet duyduğum bir kolonya var, geçenlerde Paşabahçe mağazasından alış-veriş yaparken rastladım. Farklı kokular arasından ruhuma ve burnuma  en müsait olanı seçtim, o da markanın ''Nişantaşı'' adıyla pazarladığı ''ıhlamur kolonyası''ydı. Ambalajı ve şişesi eski zaman kolonyalarına benzetilmiş, gayet sade, yalın, düz... ''Lokum'' firmasının Paşabahçe mağazaları için özel olarak ürettiği bu kolonyalar hoş olmuş doğrusu, bildik kolonya alışkanlıklarına farklı bir yorum da denebilir bu üretimler için, piyasadaki kolonya çeşitlerine oranla azıcık pahalı olsa da keyifli, zarif ve sade hediyelik arayanlara hitap edeceğini düşünüyorum. Değişikliği sevenler de sevecektir muhtemelen, ben ne vakit kullandıysam kokusuyla hemen dikkat çekti. İkram ettiğim kişiler hem ambalajını, hem de kokusunu hoş ve farklı buldu, ''nereden, kaça aldın?'' sorusu çok soruldu. Neticede kolonya olduğu için kokusu öyle fazla kalıcı değil ama sürüldüğünde tazelik, ferahlık hissini gayet başarılı yaşatıyor insana. ''Lokum''un sahibesi Zeynep Garan'ı bu ince fikrinden dolayı tebrik etmek lâzım, farklı zevkleri okşayacak farklı kokular tasarlanmış ve her birine çağrıştırdığı mekân isimleri verilmiş. Söylediğim gibi; ben ''ıhlamur'' kokulu ''Nişantaşı''nı seçtim ve doğrusu çok da sevdim...

Düşünüyorum da; kişisel tarihimizin ve geleneğimizin  bir parçası olan kolonyanın dev adımlarla büyüyen parfüm piyasasına karşı ayakta durabilmesi hoş birşey... Eskiden evlerde muhakkak bulunan kristal görünümlü kolonya şişeleri boşaldığında kolonya satan dükkânlara gidilir, bu güzel cam şişeler tekrar tekrar doldurulurdu. Şahsiyetsiz malzeme ''plastik'' daha sonra bu işin içine de burnunu soktu! Dolayısı ile o zarafet, o hoşluk nispeten kayboldu:( Bunu hatırlatan ve eski zaman kolonyalarına güzel bir gönderme olan ''Lokum'' kolonyalarını tavsiye ederim. Ben çantamda taşıyor ve önüme gelene ikram ediyorum. Sıkılıp bunaldığımda avucuma döküp kokusunu içime çekmeyi seviyorum, beni çocukluğumun o dertsiz-tasasız zamanlarına uçuruyor sanki, bu telaşlı karmaşa arasında, kısa da olsa bir müddet orada kalmak iyi geliyor. Babama gülümsüyorum, babaannemin elini öpüyorum, annem düşüp kanattığım dizlerime söylene söylene kolonya sürüyor falan, işte öyle... Hayatınızda her daim ferahlık olsun efendim, şimdi bana müsaade...

3 Aralık 2010 Cuma

Tiffany'de kahvaltı!..


Bu bir kısa roman adı aslında ama muhteşem Audrey Hepburn'ün başrolünü oynadığı filmi sanırım kitabın önüne geçmiştir. Başlığı kasten seçtim elbette, benim anlatacağım kahvaltı hikâyesi Tiffany'de falan değil, İzmir'in Karşıyaka'sında, ''Atakent Unlu Mamûller'' adında ortalama bir dükkânda geçiyor. Buradan telefonla eve simit, boyoz falan sipariş ederdik arada, yolumuz o tarafa düşerse ekmek, çörek,poğaça vs. aldığımız da olurdu. Burayla alâkalı yegâne sıkıntımız, ne vakit arasak telefonu açan ve alt tarafı iki simit, iki boyozdan oluşan siparişi alana kadar bize ecel terleri döktüren, sinirlerimizi hoplatan, tekrar tekrar söylemiş olmamıza rağmen siparişi gene ve her halükârda yanlış ya da eksik göndermeyi başarabilen o hanım görevliydi! Bu görevlinin yaptığı iş konusundaki ciddî özrü artık ve ne yazık ki tecrübe ile sabitti, buna rağmen dışarı çıkıp alma imkânımız olmadığı zamanlarda, her türlü iletişim kazası riskini göze alıp evvelâ telefonda bu kadınla cebelleşiyor, derdimizi anlatana kadar hayli emek sarfediyor ve neticede eksik-gedik de olsa siparişimize kavuşuyorduk. Veya onun uygun görüp gönderdikleri ile idare ediyorduk da denebilir, arkadaşın çok tuhaf, farklı bir algı mekanizması vardı ve karşı taraf ne söylerse söylesin, siparişin niteliği onun anlayabildiği ile sınırlıydı! Artık alışmıştık...


Geçtiğimiz Pazartesi'lerden birinde o taraflarda bir iş mevzubahis oldu, bankaya mı ne gitmem gerekiyordu, şimdi tam hatırlayamıyorum, geçerken burada oturup ufak çaplı bir kahvaltı edelim, oradan işe-güce yönelelim dediydik. Hava da günlük-güneşlikti o gün, hâttâ bu sebepten köpek kız Fadik de gelsin istedim, nitekim geldi, kahvaltı müddetince o da dükkânın önündeki bir ağacın gölgesinde oturup etrafı izledi falan... Ama şunu itiraf etmem lâzım; istikameti o tarafa doğru tayin ettiğimizde ''dur bakalım, o mâlûm şahıs bu defa nasıl salakça bir karmaşaya imza atacak acep?!!'' dediydim, böyle diyerek de o mâlûm şahsın kahvaltının sonunda, o güne dek becermiş olduklarını solda sıfır bırakarak yapacağı asıl zirveyi (!)  mıknatıs gibi  kendime doğru çekmiştim, kuantum yasası işte bu şekilde işliyordu, evren iyi ya da kötü, tüm beklentilerimizi karşılamak üzere hazırda bekliyordu, bunu nasıl da unutmuştum!..

Neyse işte, çay, peynir, zeytin ve simitten oluşan bu mütevazı kahvaltıya günlük gazeteler de eşlik etti, sonra ev için ekmek, radyo için kurabiye vs. gibi başka unlu mamûller de satın aldım, ödemeyi yapmak üzere kasadaki mâlûm şahsa kredi kartımı uzattım. Hepsi hepsi 11 lira tutmuştu zaten, şifremi tuşlamam için uzatılan pos cihazına daha iki hane kadar basmışken montumun cebindeki cep telefonumdan bir mesaj sinyali geldi, sonra bakarım diye aldırmadım, şifremin tamamını tuşladım  ve alışverişimin tamamlanmasını bekledim. Ve fakat; pos cihazı ve mâlûm şahıs arasında bir sorun var gibiydi, bir türlü olması gereken şey olamıyor, bende kalması gereken kredi kartı slibi, alışveriş fişim ve kredi kartım bana uzatılmıyor, pos cihazına öyle boş boş bakılıyordu. ''Hayrola'' dedim, ''bir sorun mu var?..'' Mâlûm şahıs ''ehem, öhöm, bi yanlışlık oldu galba, kem, küm...'' gibisinden saçmaladı ki; bana göre bunda şaşılacak bir taraf zaten yoktu! Dedim ya, arkadaşın bu konulardaki başarısı tescilliydi, böyle şeyleri baştan bekliyordum. Bu arada cep telefonuma az önce gelmiş olan mesajı okuyayım dedim, kredi kartımın bağlı bulunduğu bankanın güvenlik servisinden geliyordu ve bankam bana ''Değerli müşterimiz, ..... nolu kartınızla Atakent Unlu Mamûller firmasından şu şu saatte yapılan 11.007.93 liralık işlem bilginiz dahilinde değilse şu şu numarayı arayınız'' diyordu! İlk okuyuşta şaka gibi geldi, evet ama bu bir şaka değildi, işiyle alâkalı öteki özürlerinin yanına pos cihazı kullanma özrünü de ekleyen bu mâlûm şahıs 11 liralık tutarı (artık küsûratı nasıl becerdiyse, orası hiç bilinmiyor?!!) pos cihazına 11.007.93 lira olarak girmiş ve benden şifre tuşlamam talep edildiği halde bu korkunç alışveriş gene kendisi tarafından hususî bir beceri ile şifresiz olarak gerçekleştirilmişti!..

Neyse efendim, olan olmuştu artık, hem pos cihazına yanlış tutar girildiği başka dükkânlarda da vakî idi, derhal iptal ve düzeltme yolu nasılsa açıktı ve ben de hiç asabımı bozmadan, halen bu işlemin yapılmasını ve kartımın bana verilmesini, yani artık şu işin hayırlısı ile tamamlanmasını, işime-gücüme yönelmeyi safça bekliyordum! Ama olmadı, olamadı, beni ve bu hadiseye şahit olanları hayrete garkeden asıl şey de buydu ya, ne mâlûm şahıs, ne dükkândaki diğer çalışanlar, ne de firmanın sahibi pos cihazına yanlış girilen tutarın nasıl iptal edilip düzeltileceğini bilmiyordu!.. Ortalık bir anda karıştı, sağa-sola telefonlar ediliyor, bağırılıp çağırılıyor, başka herhangi bir işletmede olsa tek tuşla halledilebilecek bu mesele giderek berbat bir global  kriz tadı alıyordu! Tabii bu arada benim asabım da aynı çizgide kalmakta zorlanır olmuştu, artık sabrım taşmak üzereydi ama tuhaf bir şekilde, korkutucu bir sükûnet içinde, halen bu saçma komedyanın sona ermesini bekliyordum. Bu firmanın sahibi de dükkânında kullanılan pos cihazının güvenlik şifresini bilmiyordu, bankasından kendisine sorulan suallere cevap veremiyor, çözümü son derece basit olan birşeyi adamakıllı krize dönüştürüyor ve benim dehşet katsayımı giderek yükseltiyordu! Mâlûm şahıs ise gayet pişkin bir şekilde, pos cihazının tuşlarının takılı kalmış olduğu iddiasını tekrarlayıp duruyor, etraftaki diğer çalışma arkadaşlarını ukâlaca azarlıyor ve bu halleriyle adetâ  ''artık kolları sıva ve bana derhal giriş, dağıt ağzımı-burnumu, yol saçımı-başımı, valla buna gerçekten çok ihtiyacım var, lûtfen...'' mesajını bana doğru yönlendiriyordu!..

Bir saati aşan bekleyişim içinde bankamla bir görüşme yaptım, kart bilgilerimi incelediler, derhal iptal ve düzeltme yapılmadığından ne yazık ki kredi kartımdan 11 bin küsûr liranın çekilmiş olduğunu, sorunu hatayı yapmış olan karşı tarafın çözmesi gerektiğini ifade ettiler. Bunlar olurken, işletmenin sahibi de tıpkı çalışanı gibi giderek daha fazla saçmalıyor, meseleyi çözecek yerde daha da düğümlemeyi başarıyordu, demek bu burası için bir ''marka'' özelliğiydi! Beni bile şaşırtan bir sabır ve sükûnet içinde bütün bu olan-biteni izledikten sonra ''eee, yeter artık be!..'' diyerek  yumruğumu simit susamlarıyla dolu tezgâha indirdim ve...

Sonrası banka müfettişleri, güvenlik yetkilileri vb. kişilerle yapılan bir sürü telefon konuşması, adım adım takip edilen çok lüzûmsuz+can sıkıcı bir süreç ve bu hikâyenin anlatıldığı herkesin yaşadığı büyük şaşkınlıktı elbette. Sadece bir tuşa basılarak yapılabilecek bir iptal işleminin nasıl olup da becerilemediğine ne yetkililer, ne de hikâyeyi dinleyenler bir türlü akıl erdiremedi. Hele hele, işletmesine ait pos cihazının bırakın nasıl kullanılacağını falan, bankası tarafından verilen güvenlik şifresini dahî bilmeyen bir firma sahibinin varlığına çoğu kişi inanmadı. Atakent'de yapılan basit bir kahvaltı işte bu sebepten ''Tiffany'de Kahvaltı''ya dönüştü! Neredeyse iki senedir telefonla evden sipariş verdiğimiz Atakent Unlu Mamûller firmasına, tarihe geçen bu kahvaltıdan bir süre evvel ettiğimiz telefonda, her zamanki gibi  birkaç simit ve ekmek sipariş etmek istemiş, ancak telefonu açan gene aynı mâlûm şahsın (iki senedir sipariş getirildiği halde) ''bizim evin dağıtım bölgelerine girmediği ve siparişleri getiren çocuğun adresi bilmediği'' şeklindeki cevabıyla tatsız bir şakaya konu olduğumuzu düşünmüştük! Arkadaş meğer asıl büyük (!) şakayı sonraya saklarmış , telefondaki embesilliği buna zemin hazırlarmış, biz nereden bilelim? Yaşadık, gördük ve artık bırakın o dükkândan alışveriş yapmayı, bir daha önünden bile geçmemeye yemin ettik elbette...

On gün kadar süren işlemlerden sonra, az kalsın dünyanın en pahalı kahvaltılarından biri olarak kayıtlara geçecek olan bu saçma kahvaltının yanlış çekilen tutarı kredi kartıma iade edilebildi! Şimdi önüme gelen herkese bu trajikomik serüveni anlatıyor ve ikaz etmeyi görev biliyorum. Kredi kartı ile yaptığınız alışverişlerde lûtfen çok dikkatli olunuz, sliplerinizi ve orada yazılı tutarı alır-almaz derhal kontrol ediniz, alışveriş yaptığınız müessesedeki görevlilerin  zekâ seviyesi, pos cihazı kullanma becerisi, bilgisi ve işine gösterdiği itinayı muhakkak önemseyiniz. Embesilliğini defalarca tescillemiş elemanların halen, ısrarla çalıştırıldığı ve giderek daha büyük rezilliklere imza attığı/atacağı, karşılıklı mağduriyetlere sebep olduğu/olacağı firmalardan uzak durunuz, bu gibi durumları defalarca gözlemiş olmanıza rağmen, gene de  iyi niyetinizi muhafaza etmenin fayda yerine zarar getireceğini kabûl ediniz. İşini severek, hürmet ederek, itina ile yapan, becerileri arasında muhakkak eksiğini-yanlışını kabûl ederek müşterisinden özür dileyebilmek varolan, kim olduğunun, nerede bulunduğunun ve ne yaptığının FARKINDA OLAN elemanlarla çalışan firmaları tercih ediniz...

 Haa, konu ile alâkası yok belki ama, bir de şuraya bakınız istersiniz, memlekette ''doğru'', ''iyi'', ''güzel'', ''faydalı'' şeyler de olduğuna dair ışıktır en azından, umuttur, Kazdağları'ndan esen temiz bir nefestir hiç olmazsa, değil mi ya? Sevgi ve selâmlarla...