30 Ekim 2011 Pazar

OLsun...

Biliriz ki; daraltılmaları deneyimlemek ve sabrederek akışa güvenmek, ardından gelecek ferahlıklara, genişliklere şükredebilme fırsatıdır aslında... O halde; önce daraltıp sonra genişletene şükürler OLsun, şimdi, ANda ve daima...

24 Ekim 2011 Pazartesi

Oysa...

Oysa; basit bir arama-kurtarma eğitimi verilerek şimdi deprem bölgesinde can kurtarıyor olabilirdi. Olmadı, olamadı çünkü pekçok türdeşi gibi o da Çandarlı'da zehirlenerek katledildi! Onun varlığında da tabiatın kutsal bilgileri/sezgileri kayıtlıydı. Sesleri, kokuları varlığındaki bu kadim bilgiler aracılığı ile pekçok teknolojik cihazdan daha çabuk ve kesin olarak hissedebilir, şu an enkaz altında hayat mücadelesi veren ama sesini kimseye duyuramayanların imdadına koşabilirdi. Olmadı, olamadı. Havaalanı zarar gördüğünden, deprem bölgesine karayolu ile ulaşmaya çalışan kurtarma ekipleri  ve yanlarında getirdikleri  eğitimli köpekleri umutla bekleniyor şimdi. Muhtemelen sabah bölgeye ulaşacak ve kimbilir kaç can kurtaracak türdeşlerinin ondan bir farkı yok ki, onlar eğitimli ve kahraman ilân edilmeye aday, o kadar. Enkaz altında seslerini insanlara duyuramayan kaç kişi umutla bir köpek havlaması duymayı bekliyor şu an dersiniz? Ama kurtarma köpekleri henüz bölgeye gelmedi, oysa onlar için geçen bir dakika bile ölümcül değerli! Bazı sesleri ''insan'' duymaz, duyamaz. Tabiatın evrensel bilgi ve sezgisiyle donanmış varlıkların ise çoğu kez sese bile ihtiyacı olmaz, kendiliğinden bilirler zaten yıkıntılar altında hâlâ nefes alan bir can bulunduğunu! Bol bulduğunu, nefesini fazla gördüğünü bu şekilde geberten insanoğlu şimdi eğitimli türdeşlerinin deprem bölgesine çabucak ulaşması için dua ediyor işte, eee, insanoğlu bu, her halükârda kıymet ancak işi düşünce!.. 

Oysa, oysa, oysa... Gene Karma Yasası, işte gene o acı karma!.. Göz göre göre, yazık be:(


BAKINIZ: DEPREMDEN 17 SAAT SONRA KURTARILDI 
Depremde en fazla hasar gören Erciş İlçesi’nde kurtarma çalışmaları devam ederken, eğitimli köpeklerle enkazda arama yapan Jandarma Arama Kurtarma (JAK) ekipleri, Halil Özdemir’i depremden yaklaşık 17 saat sonra bu sabah 06.30’da enkaz altından kurtardı... 


(İşleri bittikten sonra bu arama-kurtarma köpeklerini de zehirleyiverin gitsin, kalabalık etmesinler şimdi ortalıkta, ne gerek var ki onlara, değil mi ya?!!.)

20 Ekim 2011 Perşembe

Bir/lik...

Benim görevim olabildiği kadar çok kişiye anlatmak, anlayıp devamını isteyenlere de öğretmek. Yolumun ''bir''leştiği kişiler ve mekânlar bunun altını kendiliğinden çizmekte zaten. Bu Cumartesi akşamı, varoluş sebebi ve dahî açılış tarihi  Ezberbozan Atölye ile denk olan Stüdyo Bir'de, isteyen herkesin katılımına açık ve ücretsiz bir seminerde  ''Birlik Bilinci''ni ve aktarıcısı olduğum ''Deeksha Enerjisi''ni anlatacağım. Ne olduğunu, ne olmadığını, niçin varolduğunu, neye yaradığını, nasıl çalıştığını öğrenmek isteyenler buyursun gelsin efendim. Rezervasyon yaptırma gereği var. Müracaat ise bana değil, lûtfen buraya, bu çok hoş kardeş mekânın sahibi değerli Sevcan Hanım'a... Şükranlarla...

19 Ekim 2011 Çarşamba

...................................

Ortak bir acı varken... Bazı şeyler yapılmaz. İçinden gelmez insanın. Sanki bilip de söylemişim gibi oldu; gayet ciddî ve acı bir gerekçe  ile pekçok canlı yayın iptal edildi bugün:( Benim konuk olduğum programın yayınlanacağı tarihi bilâhare bildireceğim. Şimdi şiddetin artık bir son bulması ve evrensel barış için dua zamanı... Gerisi boşluk...

15 Ekim 2011 Cumartesi

Haber-cik...

Evet, inşallah öyleyiz. ''Evimin dördüncü odası'' diye nitelendirdiğim  Ezberbozan Atölye'den, hayatımı aydınlatan Birlik Bilinci'nden, yogadan, meditasyondan, çakralardan, niyetin gücünden, negatif düşünce kalıplarından, bana nice eşikler atlatan meme kanserinden, kitabım Tırmık İzi'nden, bana ışık tutan diğer kitaplardan, blog yazılarımdan, çevre&hayvan haklarından ve diğer herşeyden bahsetmek üzere genç meslekdaşım Berna Ergin'in program konuğu olacağım. İzlemek isteyenlerle 19 Ekim Çarşamba sabahı, saat 10.00'da, Ege TV ekranında, Gökkuşağı programında, bu çok canlı yayında buluşalım mı? İlâhî olan sağlık verir ve bir manî çıkmazsa elbette buluşalım:)

10 Ekim 2011 Pazartesi

Karışmak...

''Tıpkı cama vuran yağmur damlaları gibi... Hani tek başına aşağı doğru kayan bir damla bir diğeriyle birleşir ve daha büyük bir damla olur ya, ötekine karışarak güçlenir. İşte öyle. Ben de sana karıştım aşkım. Artık daha güçlüsün...''
(İncir Reçelfilminin finalinden...)


İnsan kimin hikâyesine, ne vakit karışacağını bilemez önceden, yani aslında bilir de, ruhsal seçimlerini bu boyutta hatırlaması imkânsız kılınmıştır. Hiçbirşey basitçe tesadüf değildir ki; olan herşeyin muhakkak bir anlamı, bir lüzûmu vardır. Bu temel bilgi insanı ''Allah Allah, çok tuhaf, bu insanlar da kim, benim bu eski hikâyenin içinde ne işim var şimdi ya?'' diye düşünmekten de kurtarır ayrıca, olması gerekiyordur ki olmuştur, bunu heyecan verici, gizemli, hüzünlü ya da sıkıcı bulmak ise tamamen sizin seçiminize bırakılmıştır. Dilediğinizi seçersiniz; ya ''öfff be, eski-püskü bişey işte, hem bana ne ki!'' deyip döner arkanızı gidersiniz, ya da geçmiş zamanlardan sizin önünüze düşürülen hikâyenin aralık kapısını itip içeri girersiniz. Siz bilirsiniz...

''Üzerinize vazife olmayan işlere karışmayın siz!'' kalıbı, her anlamda sağlam bir sürüleştirme, itina ile tektipleştirme plânının o çok tanıdık ezberi değil midir zaten? Neyin üzerinize vazife, neyin değil olduğuna sizin adınıza karar veren sistemlerin gücünü işaret eden, sizi daima sizden başka ve kimi üstün (!) bilinçlerin yöneteceğine dair ikaz ihtiva eden, aba altından sopanın ucunu gösteren, sizi olmanız istenen kalıplara sokup şekillendirirken öte yandan da aslında ''hiç''leştiren bir vaziyettir. Çocukluğunuzdan beri bu bilincin aşılandığı bireyler olarak, ''kendiniz''i kademeli şekilde bir kenara itmiş ve sisteme çoktan teslim olmayı seçmişsinizdir muhtemelen... Çünkü bu kolaydır, baş ağrıtmaz, uslu olacaksınız, öyle fazla soru sormayacaksınız, mevcut düzenlerin cici birer parçası olup size uygun görüldüğü kadar yaşayacaksınız işte, daha ne? Doğacaksınız, derhal kalıba sokulup büyütüleceksiniz, başkalarının seçtiği ve dayattığı yiyeceklerle besleneceksiniz, başkalarının istediği makbûl eğitimleri görüp gene o isteklere uygun makbûl işlerde çalışacaksınız, etrafınızdakiler hangi dinden ise siz de koşulsuz ona inanıp uyacaksınız, evleneceksiniz, çocuk yapacaksınız, içinizde her ne yaşarsanız yaşayın bildik düzenleri değiştirmeye asla kalkışmadan, birilerine ya da birşeylere mütemadiyen katlanarak yaşayıp ööööyle de yaşlanacaksınız. Çünkü herkes öyle yapıyor. Değil mi?.. E âlâ tabii.

Oysa karışmanın içinde bir cesaret vardır, iyidir karışmak, insana yeni kapılar açabilir, o açılan kapılardan karanlığınıza farklı ışıklar düşebilir. Daha evvel tanımadığınız, bilmediğiniz yollarda yürürken başkalarının tespit edip şekillendirdiği düzene aykırı da olsanız, kendinizi kendiniz gibi hisseder, size sizin dışınızdan yüklenen korkulara ve kurallara cesaretle başkaldırırsınız. Bedelini şikayet etmeksizin ödemeyi de göze almak kaydı ile elbette. O güvenli ve tanıdık ''sürü''den ayrılmışsınızdır, kurtla nasıl başedeceğiniz bütünüyle sizin meseleniz olmalıdır artık...

Ezcümle; ben severim karışmayı, bana eski zamanlardan uzatılan ipin ucuna yapışıp takip etmeyi, hikâyenin aslını hiçbir zaman bilemeyecek olsam da, elimdeki taslak üzerinden yeni hikâyeler yazmayı severim. Karışmak güçlü kılar insanı, o yüzden kenarda durmamalı, karışmalı. Küller küllere, tozlar tozlara, damla damlaya, insan insana, dün bugüne... Karışmalı...


DİP: Nicolai Andriomenos İstanbul'un en eski fotoğrafçılarından, saray fotoğrafçısı. Son Osmanlı şehzadelerinin fotoğraflarını çeken ve onlara fotoğrafçılık eğitimi de veren kişi. İlk fotoğrafhanesini 1867'de Beyazıt'da açmış, daha sonra Pera'ya taşınmış. Özellikle İstanbul'lu Rum ve Ermeni ailelerin özel günlerini fotoğrafladığı biliniyor. Özel kolleksiyonlarda ve mezatlarda çektiği fotoğraflara rastlamak halen mümkün. Kendisinden sonra işi mahdumu, yani oğlu devralıp devam ettirmiş. 1940 senesinden kalma bu nikâh fotoğrafı da bu mahdum tarafından aynı yerde, Foto Saray'da çekilmiş. Mimoza mevsimi imiş, gelin çiçeğindeki taze mimoza dalları ne hoş görünüyor, o uyduruk-kıydırık yapma ve çok sahtekâr gelin buketlerinden değil, gayet sahici. Gelin de, damat da çok zarif zaten, sade ve ince bir şıklık var hallerinde, 1940 senesinin 28 Nisan gününde kalan belli-belirsiz gülümsemelerinde... Fotoğrafın karton çerçevesi, arkasındaki elyazısı not falan duruyor durmasına da, belli çok yağmur yemiş, sonra kurumuş, hâttâ güneşte kavrulmuş, sonra gene ıslanmış. Üzerinden çoook mevsim geçmiş. Bu sebepten; karton çerçeve dokununca un gibi ufalanıyor adetâ, fotoğraf ise 71 yıllık hikâyesini anlatmadan yok olmamaya kararlı, yorgun, lekeli, kenarları yırtık ve kıvrık olsa da vazgeçmemiş. Zamana ve unutulmuşluğa direnmiş. Sit alanı ilân edilip nicedir çökmeyi bekleyen çok eski bir evin yıkıntıları arasında, hüzünlü bir evrak-ı metrûke olarak sonunda bir kamyona yüklenip, hatıraların enkazıyla birlikte toza dönüşmeyi seçmemiş yani. İnatçı çıkmış. Cesur çıkmış. Beni beklemiş. Günün birinde onu savrulduğu yerde bularak eğilip alacağımı, göğsüme bastıracağımı ve hikâyesine karışacağımı bilerek beklemiş. 
Teşekkür ederim ona, bunca zamana direnmesini sağlayan cesaretinin ve bunca insan arasından yalnızca bana anlatmayı seçtiği hikâyesinin önünde hürmetle eğilirim. Daima...

8 Ekim 2011 Cumartesi

-memeli...


Önceliği hangisine vereceğiniz sizin bileceğiniz iş; ancak türünüz ve cinsiniz gereği  bir ''memeli'' iseniz bu organlarınızı sadece emzirme ya da seksi görünme vasıtası olarak değerlendirMEMEnizi, onları iyi tanımanızı ve herhangi bir değişimi derhal yakalayabilmek için memelerinizle iyi geçinmenizi tavsiye edeceğim. Gene şahsî tecrübelerimden yola çıkarak diyeceğim ki; aslında değişikliği sizin yakalamış olmanız da tek başına yeterli değil, farkettiğiniz o değişik şeyi fazla bekletmeden, o mudur, bu mudur tartışmalarına girmeden hemen ultrason ya da mamografi yolu ile tespit ettirmeyi ve tedavî şekli her ne ise hemen, derhal  başlamayı seçin. Tabii memelerinizi kaybetmek istemiyorsanız, aksi durum geçerli ise birşey diyemem. İç ya da dış protezlerle hayata devam etmek elbette mümkün ama, doktorların, ameliyatların size sağladığı görüntü mükemmele yakın olsa da hiçbir zaman kendi doğal dokunuzu yakalayamayacaktır. Küçük, büyük, sarkık, dik, diri, pörsük falan demeyin, önce kendi memelerinizi olduğu hali ile sevin, sonra onlara dokunun, parmakuçlarınızı kılavuz edip yoklayın, avuçlayın onları, sıkın, bırakın, elleyin yani, uzak durmayın, çekinmeyin, utanmayın... Bazı şeylerin çokluğundan yakınmak, yokluğu halinde size söz hakkı vermeyecektir, ilahî sistem böyle işler. Löpür löpür sallanan ya da fincan kadar, ufacık memeleriniz olabilir, olsun, bu sizin doğal halinizdir, bu halle barışın. Silikon-milikon derdine düşmeyin, sandığınız kadar konforlu olmadığını söylemek benim için hiç de zor değil. Bırakın memeleriniz nasılsa öyle kalsın, sizinle birlikte yaşlansın, sarkıyorsa sarksın, pörsüsün, gevşesin. Günün birinde doktorunuz size ''üzgünüm, meme kanserisiniz'' derse o zaman o beğenmediğiniz memeleriniz daha önce hiç olmadığı kadar kıymetli olur, kesilip alınmasın diye türlü yol denemeye razı gelirsiniz ama?..

İnsan olan her memeli, memelerini zinhar ihmâl etMEMEli, benden bir kez daha söylemesi. Sağlık diliyor ve hatırlatıyorum...


DİP: Bir de şu ''göğüs kanseri'' söylemi hayli yaygın ama yanlış, burada bahsettiğimiz adlı adınca ''MEME'' kanseridir. MEME demek, diyebilmek bu kadar ayıp olmasa gerektir. Göğüs tek başına bir organı tanımlamaz ki, vücudun bir kısmını ifade eder. Kalp de göğüs kısmımızda yer alır, akciğerler, kaburgalar ve kimi başka şeyler de... ''Göğüs kanseri'' dendiğinde hangisini anlayacağız? Böyle bir kanser türü yok ayrıca. Ama ''MEME KANSERİ'' var, olduğunu ben biliyorum:) İfadeler konusunda da rahatlamak lâzım, nedir bu özenti mahremiyet şeysi yâhû? Alın yazıyorum işte; MEME, MEME, MEME... Göğüs kanseri de neymiş be kardeşim, tövbe, tövbe!


3 Ekim 2011 Pazartesi

Reçel bulaşmış yazı...

''İncir Reçeli''ni zaten severim, bu film hakkında söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden falan haberdar olmaksızın ismi ilgimi çekti ve izledim. Hakkında hiçbirşey bilmeden, tarafsız izledim yani... Daha sonra araştırdım, meğer epeyce ciklet olmuş da benim haberim yokmuş. Neyse, Aytaç Ağırlar hem senaryoyu yazmış, hem yönetmiş. Filmi kıyasıya eleştiren, bayık ve klişe bulanlara sözüm yok tabii ama zannederim  onlara tamamen katılmak zorunda hiç değilim. Dileyen dilediğini söyleyebilir, bence herkesin ''İncir Reçeli'' kendine göredir kardeşim. Bırakın olsun zaten, müdahaleye ne lüzûm var ki?..

Bir kere; fonda çok güzel İstanbul'lar var, kareler güzel, renkler, ışıklar güzel, insanın berbat ruh halleri içinde bile kimi estetikler bulunabileceği, bu hallerin her zaman çirkin olması gerekmediğinin farkında oluşu ile sevdim senarist-yönetmenin bakış açısını. Çekilen her yerli filmi derhal üstün sinema öğretileri ile kıyaslayıp mahkûm edenlerden değilim, bende yarattığı hisse göre nitelemeyi seçerim. Tökezleyen tarafları mevcut, tamam ama bayık, sıkıcı, saçma, zaman kaybı, yarısında çıkılacak film şeklindeki yorumlara iştirâk edemeyeceğim, kimse kusura bakmasın...


İmkânsız aşk hikâyeleri edebiyatı, sinemayı ve başka sanat dallarını her zaman beslemiştir ve beslemeye de devam edecektir, bu bir gerçek olduğuna göre bunu geçelim. Halil Sezai Paracıkoğlu'nun oyununu, ifade kullanımını, tavrını çok tuttum. Bildik ''yakışıklı jön'' kalıbını başarı ile yıkanlardan olmuş, öyle bir kasıntısı olmayışı bilhassa hoşuma gitti. Acısını erkekliğinin ardına saklamayan, köpek gibi aşık olup dağılan, dağılabilen, icabında salya-sümük ağlayabilen adam sahiciliğini hissettirdi mi bana, evet, hissettirdi, e o zaman geçmiş olsun, bana ne başkalarının yazıp-çizdiklerinden? İzlemeyen varsa izlesin, herkes kendi ''İncir Reçeli''nin tadına, kıvamına kendi karar versin kardeşim der konuyu kapatırım...

Ve dün geceki ''Gecenin İçinden'' programında konuğum olan bu elleri tuhaf dövmeli adam acaba kim? Aslında çoook eskiden tanırım kendisini, ikimizin de henüz üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlardan yani. Oyuncudur, öğretmendir, yönetmendir ama en mühimi ''insan''dır, etrafına daima pozitif enerji dağıtan, gülümseyen, bilgi ve sevgi dolu çok değerli bir dosttur. Şu sıralar William Shakespeare'ın meşhur ''Romeo ve Jüliet'' eserinde oynuyor ve bu sebeple, rol icabı elleri  dövmeli dolaşıyor...

Klasik eserlerin alışıldık tarzın dışında yorumlanması çoğu kişiyi rahatsız edebilir, bu bir yere kadar anlaşılabilir birşeydir. İşte Avustralya'lı yönetmen Malcolm Keith Kay'ın el attığı ''Romeo ve Jüliet'' de öyle, bir hayli farklı, tempolu, aksiyonu yüksek, gürültülü, şiddetli. İzmir Devlet Tiyatrosu sezonu bu oyunla açtı, dün geceki yayında oyunun Romeo'su, Jüliet'i ve ''elleri dövmeli aksiyon  adamı'' ile beraberdik, anlattılar ve hâttâ meşhur balkon sahnesini de kısaca oynadılar. Heyecan verici buldum, oyun sırasında çekilen fotoğraflar, ışıklar, kompozisyon falan muhteşemdi. Tarafların kılıçla birbirlerine daldığı sahnelerden kalma ufak yaralar bacaklarında, kollarında ve henüz tazeydi. Kafamızdaki ''Romeo ve Jüliet'' ezberini çatır çatır bozan bu farklı yorumu muhakkak izlemek istiyorum. Benim değerli dostumun ellerindeki dövmeler geçici tabii ama oyun gereği birkaç günde bir yenilenmesi gerekiyormuş. Oyunun Romeo'su olan Tamer Yılmaz'ın işi daha zor, çünkü onun hayli kısa olan saçları beşbuçuk saat süren bir kaynak operasyonu ile sırtına kadar uzatılmış durumda ve sanatçı buna alışmakta çok zorlandığını ifade etti:)

Bana kalsa; sevgili Gürol Tonbul hep bu dövmelerle dolaşsın isterim tabii ama, o bir oyuncu ve başka rollerde başka kimlikleri de giyinmesi gerekiyor haliyle:) Çok emek verilmiş bu oyunun emeklerin karşılığını bir o kadar çok alkışla almasını diliyor, programıma katılan ekibe teşekkür ediyorum... 

DİP: Şu ''y'' üzerine basılarak ve ilgili-ilgisiz her durumda söylenen ''ayyyyyyyynen öyyyle'' kalıbından artık fecî sıkılmış vaziyetteyim! Modası ne zaman geçecek, mümkünse çabuklaştırabilir miyiz bunu? İşitmeyi hiç sevmediğim birşey haline geldi, sıktı-bayılttı artık, kaşındırıyor beni! Bir zamanların ''canısı''sı, ''hayret bişey''i gibi, çiğnene çiğnene şekeri kaçmış sakıza benzetiyorum ben bu gibi moda kelimeleri! Lûtfen bu hafta ''ayyyynen öyyyyle''siz olabilir mi? Teşekkürler bakî... 

Tanıdığıma sevindim...

                         

Bu genç adamdan haberdar değildim, filmi izleyene kadar. Aslında müzisyen olduğunu da bilmiyordum, meğer sadece oyuncu değilmiş. Bu film içinde en fazla onun üzerinde durulması gerektiği kânaatindeyim. Ayrıca kendisinin, sevgili Ömür Gedik'in gelirinin tamamı hayvanlar için harcanacak olan ''Hop Dedik, Orda Kal!'' çalışmasında bir düetle yer almış olması da ne kadar adam gibi bir adam olduğunun diğer göstergesidir elbette.  Filmden ayrıca bahsedeceğim ama bu vesile ile Halil Sezai Paracıkoğlu'nu tanıdığıma sevindim, çok sevindim...