31 Mart 2010 Çarşamba

Duygusal...


''Aşk fiziksel, duygusal ya da zihinsel yamyamlık değildir. Aşk paylaşmak, bizi bir yandan ayırıp öte yandan birleştiren sınırları gözeterek inşa etmektir. Bizi ayırt eden ama aynı zamanda da birbirimize doğru çekip tamamlayan farklılıkların toplamıdır... Sevmek, ikili arasında oluşmuş bağı ve şekillenmiş beklentileri de gözeterek ötekini cesaretlendirmektir. Sevmek, köleleştirmek, boyun eğdirmek ya da bağımlı kılmak değil, bunların tam aksidir. Dolayısı ile aşk, ebedî bir boyun eğiş, ilkesizlik, teslimiyet, aşağılanma ya da düş kırıklığı değildir. Aşkın sınırları özsaygımızda gizlidir. Birine aşıksan onu özgür bırak. Eğer sana dönerse senin olduğu içindir, dönmezse de asla senin olmadığı için...''

(Álex Rovira/İyi Hayat- Duygusal Çakıl Taşları bölümünden...)


29 Mart 2010 Pazartesi

Jetlag nöbeti...




Ben 24.00/07.00 ''Geceden Sabaha'' programı vardiyasına bu adı vermişimdir, zira herkes dişlerini fırçalayıp üzerinde pijamalarıyla esneye esneye yatağına giderken bizler tam tersini yaparız. Üzerimizi değiştirir, elimizi-yüzümüzü yıkar, sabaha kadar hayatta kalmamızı sağlayacak herşeyi çantamıza doldurup bizi yayına götürecek servisi beklemeye başlarız. Yani, herkes günü bitirirken biz yeni bir güne giriş yaparız. 24.00/07.00 arasında normal insanlar rûyadan rûyaya koşarken, bizim bütün algılarımız açık olmak zorundadır, gözümüzü bile kırpmayız. Dolayısı ile; kıtalar arası bir uçak seyahati gibidir bu nöbet, zaman kavramınız ters-yüz olur, metabolizmanız rotasından sapar. Normal zamanda mışıl mışıl uyuduğunuz bu zaman diliminde, kendinizi kahve içerken ya da kuru kayısılı probiyotik yoğurtla bir parça bayat simit yerken yakalamanız hiç de şaşırtıcı değildir. Elbette anons aralarına iyi kitaplar da eşlik edebilir. İnce uçlu kırmızı kalem ise gecenin karanlığına isyanın rengidir, bu defa kırmızı seçilmiştir, yerine ve ruh haline göre mor, pembe, cart yeşil falan da olabilir:)

Senelerin ve gecelerin getirdiği alışkanlıktan olsa gerektir, benim bu nöbette hiç uykum gelmez. Öyle hızlı başlayıp, sonlara doğru yayın masasına yapışmam yani... Üstelik; gece uyumayacağım diye gündüzden uyku da biriktirmem, sadece biraz gergin olabilirim, o da sorumluluğumun gereğidir, hiçbirşey eksik kalsın istemem, ruhum her halükârda bana yetişmelidir. Yayın boyunca bulunduğunuz şehrin yedi saatini dolu dolu izlersiniz stüdyonun penceresinden; ışıklar yanar, ışıklar söner, perdeler çekilir, sonra yeniden açılır, gökyüzü renkten renge, şekilden şekile girer, iklimler değişir, şimşekler çakar, yağmurlar yağar, bulutlar geçer, evlerin üzerinde asılı duran rûya balonları rüzgâra kapılıp gider, denizin rengi siyahtan mora, mordan laciverte döner, gece oraya-buraya takılıp yırtılmış eteğini toplarken sabah üzerindeki gıcır gıcır, yeni ütülenmiş giysisi ve en janti hali ile çıkagelir. Saatler geceyi yorar, makyajını bozar, eskitir. Dünle beraber gitmiştir düne ait ne varsa, artık yeni şeyler söylemek gerektir...

Sonunda uçuş biter, uçağın iniş takımları açılır, tekerlekler yeniden piste değer. Pencereyi açar, sabahın taze havasını içeri buyur edersiniz. Kahve bulaşığı fincanlar yıkanır, yüzlere bir avuç su çarpılır, ağızlar çalkalanır, kullanılmış, eski sözcüklerin kırıntıları tükürülür. Ana bilgisayar kapatılır, çantalar toplanır, ışıklar söndürülür. Herkesin yeni güne uyandığı, mutfaklardan çay bardaklarında çınlayan kaşık sesleri, kızarmış ekmek kokuları geldiği bu mahmur zamanlarda artık keskinleşmiş olan o çok tanıdık, tuhaf yorgunlukla evlere dönülür. Bu tersine çevrilmiş hayatı bilenler genellikle dışarıdaki gündelik telaşlara bıyıkaltından gülerler:) Çünkü onlar için bu telaş anlamsızdır. Yatak odası havalandırılır, kahvaltı edilmez pek, belki şöyle ayaküstü birşeyler atıştırılır, yüzler yıkanır, saçlar ve dişler fırçalanır, pijamalar giyilir ve perdeler sabahın yüzüne kapatılarak yatılır. Şimdi artık ertelenmiş uykuların o dokunulmaz, özel zamanıdır. İçiniz susar, zihniniz kapanır, dış sesler birer birer azalır, bir müddet sonra zaten artık hiçbiri duyulmayacaktır. Telefonlar, kapılar çalabilir, üst kattakiler temizliğe kalkışabilir, saf ruhlar daima yerde yuvarlayacak ve kovalayacak birşeyler bulabilir, olabilir, herşey olabilir... Zihnim ve ruhum fazla dürtülmedikçe uyanmaz, ikinci bir emre kadar karnım acıkmaz, çişim gelmez, kulağım duymaz. Ben ''jetlag nöbeti'' nden dönmüş ve yatağıma gömülmüşsem, valla dünya yansa umurum olmaz! Vaziyet budur; bilemem artık ne kadar uygun, ne kadar uygunsuzdur:)


24 Mart 2010 Çarşamba

Bellek durumu ve...





Sevgili gecea marifetiyle ulaştı elimize nihayet; ''Tanrı'nın Doğumgünü''nden sonra okuma sırasında olan kitaptı. Henüz başlamadım, fırsatım olmadı zira gündelik gündem, genel trafik ve bellek durumu faktörleri vardı ama sırası geldi artık, Burak Özdemir yazdığına göre elbette okunmalı. Burak kardeşimin genel olarak hayvanlar, özel olarak da kedilerle ilişkisi düşünüldüğünde; bu eser kedilerden uzak tutulmamalı, saf ruhların yakınında durmalı:)

İzmir'e son gelişinin üzerinden dört ay geçti-geçmedi, bu defa daha kalabalık bir konser için çıkıp geldi. Çünkü İzmir onu, o da İzmir'i özellikle severdi. ''Gelevera Deresi'' ile başlattığı coşkulu konseri, tekrar okuduğu ''Yarim Yarim''le bitirdi. Neler yoktu ki bu konserde; horon tepmeler mi istersin, zeybek oyunları mı, Anadolu'nun hemen her köşesinde türkü türkü dolaşmalar mı, şiirler, hatıralar, fıkralar mı, yerine göre kahkahalar, yerine göre gözyaşları mı? Salonu tıklım tıklım dolduran seyircinin ikibin kişilik bir koro olarak şarkılara mükemmelen eşlik edişi belki de en fazla onu heyecanlandırdı. Hayat ve yol arkadaşı meşhur karavanı her zamanki gibi salonun giriş kapısındaydı. Sevgili Volkan Konak bu konserinde,  genç bir hayranına ve sevdiğine sahnede nişan yüzüğü bile taktı:)

Kimselere röportaj vermediğini biliyorduk ama sağolsun, bizi ve TRT FM'i kırmadı. Bu adam zaten gönül kırmayı hiç sevmez, öyle olmasa saatler süren bir konser sonrası, daha poposunu yere koymamış, terini kurulamamış, şöyle bir nefes almamışken kulis kapısına yığılan hayranları ile tek tek fotoğraf çektirmeyi göze alır mıydı? Genç asistanı sevgili Akın Bahçekapılı bu zorlu fotoğraf işini her zamanki gibi üstlendi ve zannederim kaçyüz kare fotoğraf çektiğini sonradan kendisi de hatırlayamadı! Fotoğraf makineleri ve cep telefonları gene tam kapasite ile çalıştı. Lâkin; insan yakından gözleyince daha iyi anlıyor işin vehametini, bence Volkan bu işe acil bir çözüm bulmalı. Hani hayran dediğin de, sevdiği sanatçıyı düşünmeli biraz, yorgunluğunu, dinlenme ihtiyacını anlamalı. ''Hayranı olduğu sanatçı ile fotoğraf çektirebilmek için herşeyi yapabilecek acaip seyirci'' formatından çıkmalı. O küfürlü-kıyametli kapı önü kavgaları, korumalarla itiş-kakışlar, bağırıp-çağırmalar bir şekilde son bulmalı! Yakışmıyor çünkü, hoş olmuyor, adamcağızın ağzına zorla tıkıştırılan ''bak ben bunu evde senin için yapıp getirdim'' kurabiyelerini yemek isteyip-istemediği meselâ, bence sorulmalı. O sırada yemek istemiyorsa, buna saygı duyulmalı ve getirilen bu gibi şeyler yardımcılarına bırakılmalı. ''Ben olsam acep ne yapardım?'' empatisinin neticesi şudur ki; bizim Volkan maşallah, çok ama çok sabırlı!..

4 Nisan 2010'da, Tuzla'da sadece sokak hayvanları yararına vereceği özel konseri de konuştuğumuz Volkan Konak, her zamanki duyarlılığı ve titizlikle muhafaza ettiği kendine has duruşu sebebiyle bir kez daha kutlanmalı. Zira ''sanatçı'' dediğin etrafında olup-bitenlere kör, sağır, dilsiz ve de yüreksiz olmamalı, içinden yetiştiği kültürün nabzı bizzat onun damarlarında atmalı, örnek olmalı, model olmalı ve bunu da rol olarak değil, hakikaten inanarak yapmalı. Sanatçı dediğin şöhretin cilâsı ardına saklanmamalı, tırnağınla kazıdığında altından başka bir renk çıkmamalı. ''Sokaklardaki, barınaklardaki canlar da bizim canlarımız, onlar için de birşeyler yapmalıyız'' derken yüreğinin titrediği anlaşılmalı. Kendisiyle dalga geçme becerisi, eğlendirirken eğlenişi, ekibiyle uyumu, kırgınlıklarını, acılanmalarını, öfkelerini, ezcümle insanî taraflarını saklamayıp zaman zaman hüzünlenerek ağlayışı İzmir'deki konserde olduğu gibi ayakta alkışlanmalı. ''Kuzeyin Oğlu''na binlerce teşekkürle, o ve onun gibiler hayatımızda hep varolmalı...

                                    

Yazar Filiz Özdem'in ''Veda Üçlemesi''nin son kitabı ''Yalan Sûreleri''nin ismine vuruldum. Kabûlümdür, ''gerçek''  diye bir kavram varsa, varlığını ''yalan''a borçlu olmalı ama bence yalanın bile kendi içinde bir ahlâkı, edebi bulunmalı. Çünkü ''Yalan dörtnala gider. Gerçek ise adım adım yürür ama gene de vaktinde yetişir...'' denmiştir, ille de yalan söylenecekse bu zamanlama kuralı unutulmamalı. İnsan ''şöyle dürüstüm, böyle doğruyum, aman Tanrı'm, ben nasıl da güvenilir bir şahsiyetim böyle, inanamıyorum valla kendime...'' diye diye, evvelâ kendine söylediği yalanların karanlığında kaybolmamalı. Hele hele gerçekliğini bir türlü ispatlayamadığı işkembeden sallamalarına yakınındakileri asla alet etmemeli, etrafındaki bir avuç kişiyi kendine inandırmayı zafer bellememeli, bu ''gelip-geçicilikten'' acizce beslenmemeli! Değil mi ki yalan söylemeyi göze alıyor, o halde bunun ayıbını da, sonucunu da cesaretle ve tek başına yüklenebilmeli. ''İftiraya uğradım, kullanıldım, ben böyle şeylere deliririm, bünyem kabûl etmez bi kere, açıklayacağım, beni dinleyin ey ahalî, böaaaaaa!..'' diye haykırmadan önce, ''acaba neye, niçin aynalık ediyorum, ne ettim de ne buldum?'' diye şöyle bir düşünmeli. Zira; bilinir, kendi doğruluğundan emin olan kişi için ''haksızlığa uğradım, bana iftira edildi, oyuna getirildim, valla-billa ben yalan söylemedim, söylediklerimin arasından cımbızla çekilip alınan şeyler bana karşı kullanılıyor, ben yalan söylememmmm, ben yanlış yapmammm!..'' savunmaları gayet gereksizdir. Hakikatin cımbızla-aynayla işi olmaz, o zaten kendini, durduğu yeri bilmektedir. Yalan gümbürtülü bir davul gibidir, belki bir müddet ortalığı velveleye verir ama sonu daima hezimettir. Gerçek ise ağırbaşlı ve sessizdir. Çünkü ne olursa olsun, sonunda anlaşılacağını bilir. Mâlûm ölçektir; kendini panik ve telâşla savunmak ancak ''suçunu bilenin'' psikolojisidir:) Yani nedir efendim? Şudur; adam olan, hedefine ulaşmak adına söylediği yalanlar tutmasa dahî kıvırmayıp her halükârda sözünün arkasında durabilmeli ve köşeye sıkışma halinde dellenip sağa-sola saldırmak yerine paşa paşa ''evet, ben kimi amaçlarım uğruna şu şu şu yalanları söyledim ama işte mumum yatsıya kadar yandı, beceremedim, kaybettim'' diyebilmelidir...

Bu gece saat 24.00'te, ''Geceden Sabaha'' programı ile TRT FM'de dinleyenlerle buluşmak üzere efendim, müsaadelerinizle artık huzurdan çekilme vaktidir...

Ek ve de dip: ''Düşmanımı cesur ve kuvvetli yap yüce yaratıcım, yap ki; eğer onu yenersem utanç duymayayım...''
(Apache Kabilesi atasözü)

                                    

22 Mart 2010 Pazartesi

Önce özetler...

Konsere gitmeden önceki hazırlık aşaması, ''ayna ayna, söyle bana...'' vaziyeti...

Karşıyaka Mavişehir Spor Salonu'ndaki harika konserden sonra sevgili Volkan Konak'a uzatılan ses kayıt cihazı ve sevilen sanatçının sadece TRT FM'e verdiği özel röportajın başlangıcı...

Bizim Volkan ne kadar yorgun olursa olsun, daima insanı güldürecek birşeyler bulur ya, işte bu da o anlardan biri:) TRT FM'e verdiği içten röportaj ve her zamanki sıcak dostluğu için değerli sanatçımıza teşekkür ediyor, şimdilik ''önce özetler'' diyerek gerisini sonraya bırakıyoruz... İyi haftalar efendim...

18 Mart 2010 Perşembe

On air...

Bir yayıncılık terimidir; mikrofonun sende olduğunu gösteren kırmızı ışık yandığında üzerinde bu kısa yazı görünür: ''On air''... Bu noktadan sonra artık uçuş serbesttir yani, bir nevî kuleden uçuş izni aldıktan sonra pistte hızla ilerleyip uçağın tekerleklerini yerden keserek havalanmak anlamına gelir. Ama bu kısma gelmeden evvel elbette uçuş güvenliği için kimi hazırlıklar gerekir...

Gözlüğün, suyun, çayın-çorban, kalemin, yayın akışın, teknik ekibin ve de ruhun tamamsa uçuşa hazırsın demektir. Ve son dakika haberleri uçuştan kısa süre önce önüne gelir, saatin son beş saniye sesi  saat başını haber verir. Sonra kırmızı ışık yanar, mikrofon artık sendedir. Yani; ''on air''...

Dün geceki yayınıma yağan mesajlar yaptığım işin ne kadar anlamlı ve özel olduğunun işaretidir. Varsın kimi ''çakma okurlar'' adsızlıklarının ardına gizlenip akıllarınca dalga geçsin, zaten bilen bilir, bu benim ''yeni işim'' değil, 1987 senesinden bu yana onurla yürüttüğüm, basın kartımda, pasaportumda, kimliklerimde yazılı asıl mesleğimdir:) Aha da yukarıda gördüğünüz ilk anonsun resmidir, çok güzel bir başlangıç oldu hakikaten, harika mesajlarla içimi ısıtan tüm dostlara teşekkür ederim, dilerim gerisi de hayırla gelir. Haa, bir de ek not, bu arada bir belirip beni güldüren ''adsız çakma''lar cesarete gelip yorumlarının altına isimlerini de yazabilirse günün birinde, bu sayfanın yazarı valla daha bir keyiflenir:) Zira malûmdur; ödleklik kolay ve sıradandır ama cesaret, adam olana daima yakışan birşeydir... Ayrıca beğenmeyen dinlemesin birader, çıkışlar sağ üst köşeden, tekrar hatırlatırım, burası istemeyene silah zoruyla okutulan bir sayfa değildir:)

15 Mart 2010 Pazartesi

Yeniden...

Yeniay bu gece saat 23.00 civarında, Balık burcunda gerçekleşecek ve bu durum haliyle pekçok ''yenilik'' getirecek diyor astroloğumuz İrem Su... Benim hayatımda ise bir ''yeniden''in işareti oluyor sanırım bu yeniay, zira 17 Mart 2010 Çarşamba gecesi, saat 22.00/24.00 arası TRT FM mikrofonunda, canlı yayında olacağım, buna keyifle hazırlanıyorum. ''Hayli uzun bir aradan sonra...'' dememe lüzûm var mı, bilemiyorum. Ama bildiğim o ki; neredeyse ikibuçuk seneyi bulan bir moladan sonra, yeniden asıl mesleğime, mikrofonuma geri dönüyor olmanın tuhaf heyecanını ve mutluluğunu yaşıyorum:) Bu sebepten; sözü fazla uzatmıyorum. Bundan böyle TRT FM yayınlarında birlikte olmak ve hayatı paylaşmak üzere, herkese iyi haftalar ve uğurlu yeniaylar diliyorum...

11 Mart 2010 Perşembe

Anne dopingi...

''Genç kızlığında hayâl ettiği dünyayı bulamayan veya yetenekleri doğrultusunda yaşayamadığını sanan; kendi evliliğinde içten içe mutsuz olan ya da senelerce çevresiyle sorunlar yaşayan; velhasıl bir türlü kendini tam olarak geliştiremeyen, potansiyelini açığa çıkaramayan nice anne varını-yoğunu oğluna, oğullarına adıyor...'' 28 Şubat 2010 tarihli Haber Türk gazetesini kedilerin kum kabına yayarken gözüme ilişti bu başlık, Elif Şafak'ın Pazar yazısının başlığıymış meğer, kenara ayırdım bu eski gazeteyi, kum kabına başka bir gazete yaydım ve daha sonra oturup okudum. Devamı şöyle geliyordu:

''Tutkuyla, sabırla, kararlılıkla... Bunca duygusal enerji, bu kadar beklenti oğlan çocuklarının üzerine odaklanıyor. Sonra o çocuklar büyüyor ve kendi mutsuzluklarını yaşıyor, yaşatıyor... Ve işte en büyük zorlukları bu tür erkeklere aşık olan, onlarla bir hayat kurmaya çalışan kadınlar yaşıyor. Bir kadın için en zor şey (annesinin oğlu) olan bir erkeği sevmek...''

Annelerin kendi yitik hayatlarının süngeri gibi oluyor bazı oğullar, ya da bir tür karatahta silgisi, kader yazısının yanlış görünen taraflarını silip düzeltmeleri bekleniyor sanki, buna çoğunun gücü yetmiyor tabii. Sonuç tuhaf ve sağlıksız bir ''bağımlılık'' oluyor, bu asla tamamlanamayan ''taslak hayatlar'' başka başka hayatlara kopyalanıp duruyor, hiçbir zaman son ve asıl şeklini alamıyor. Elif Şafak'ı seviyorum, içinde yaşadığı, bir parçası olduğu bütünü sağlam gözlemliyor ve dürüstçe yüzleşiyor...

Anneler ve kızları arasındaki ilişkiler de çok sancısız değil, çünkü burada aynı cinsten olmanın ama gayet tabii olarak bunu her konuda ''aynı'' olmaya yettirememenin sıkıntısı gözleniyor. Seni kendi bedeninden çıkaran, varlığını seninle bölüşen annenin karbon kopyası olmadığını ve aslında olman da gerekmediğini kavrayacak yaşa geldiğinde biraz sarsılıyorsun haliyle... Bir tür ''soğuk savaş''a ya da ''vaziyeti idare etmeye'' dönüşüyor ananla arandaki ilişki. O senin ''olamadığı kadın'' olmana içten içe bozuluyor, sen de onun ''olduğu kadın''la didişip duruyorsun. Ama bildiğim o ki; ana-kız ilişkisi her halükârda farklı bu meşhur ana-oğul pratiğinden, kadın zekâsının işleyiş biçimi daha kabûl edilebilir bir çıkar yol bulmayı beceriyor galiba. Annemden pekçok konuda farklı olduğumu biliyorum ama bu hayatımın hemen her ayrıntısını herkesten evvel onunla paylaşmama engel teşkil etmiyor. Ve annemle oturup konuşmak bana müthiş bir doping oluyor, onunla sağlam bir arkadaşlık ilişkisi içinde olmayı, ona bütünüyle bağımlı olmaya tercih ediyorum. Bu sayede birlikte geliştiğimize, değişip dönüştüğümüze inanıyorum. Dün Bostanlı'da sevdiğimiz bir kafede, harika kahveler eşliğinde, uzun ve içten bir sohbeti paylaştık annemle, bu bana çok iyi geldi doğrusu. Ne tümden kopup uzaklaşma, ne de vıcık vıcık bir içiçe geçmişlik, ikisi de sağlıklı değil, kâinatın özünde varolan o kutsal dengeyi bu konuda da tutturabilmek çok önemli, böylece iki farklı ''kadın'' olarak bir anlaşma zemini buluyorsun ve ana-kız ilişkisinin hakiki anlamına varıyorsun. Teşekkürler anneciğim...

Dünkü anne dopinginden evvelki gece de ruhuma iyi gelen bir film izlemiştim zaten, hiç yabancısı olmadığım yerlerde, hiç yabancısı olmadığım insan tipleri arasında geçen, damağımda ''anane işi ev kurabiyesi'' lezzeti bırakan bir filmdi, çok hoşuma gitti:) ''Eyvah Eyvah'' şu sıra sinemalarda gösterimde, hayatın bulandırdığı zihninizi azıcık aralamak ve bütün karmaşaların ardındaki o içten sadeliğe gülerek bakmak isterseniz muhakkak gidip izleyin. Eminim tanıdık çok şey bulacaksınız. Filmi benden önce izleyen ve ''mutlaka git, seveceksin'' diyen anneme bir defa daha teşekkür ediyorum. Anneciğim; seni seviyorum:)

7 Mart 2010 Pazar

Uçuşumuz rötarlı sadece, hayatımız değil...

Sabah uçağı ile gelip, akşam uçağı ile dönecek bir yolcu için belki de en tatsız şeydir rötar. Ama bu sadece bizim ülkemize has bir vaziyet değildir ki; dünyanın her yerinde uçaklar kimi sebeplerle rötar yapabilir. Hem ben havaalanlarında vakit geçirmeyi seven biriyimdir, çantada atıştırılacak birşeyler, iyi-kötü bir kitap ya da dergi, mp3çalarda da sevdiğim müzikler mevcutsa makûl sınırları aşmayacak bir rötara her zaman tahammül edilebilir...

Beraberimde uçağı benimkinden önce ve rötarsız kalkacak bir arkadaş varsa, onu uğurlayana kadar muhabbet etme imkânı da var demektir ve bu her halükârda iyi birşeydir. Gerçi az sonra uçağı için  ''kalkışa hazır'' anonsu duyulacak ve muhabbet mecburen sona erecektir ama olsun, arkadaşı çıkış kapısına kadar götürmek ve hayırlı yolculuklar dileyerek vedalaşmak da kendi içinde anlamlı bir törendir...

Sonra onun uçağı kalkar, sen yerine döner ve beklemeye devam edersin. Hayatındaki önemli bir dönemeci geride bırakmış olmanın tuhaf huzuruna, artık adamakıllı keskinleşen yorgunluğun da eklenir. Kulaklığından zihnine dağılan müzik ne kadar kıpırdak olursa olsun çaresiz uykun gelir. Esneye esneye tüketirsin zamanı, hem bu bekleyiş sana sükûnet içinde düşünme fırsatı da verir. Bilirsin ki; ne kadar uzun görünürse görünsün, hiçbir rötar sonsuza kadar değildir. Neticede senin uçağın için de ''kalkışa hazır'' anonsu gelir. Bir süreliğine havaalanı koltuğuna yayıp dağıtmış olduğun varlığını toparlarsın, bütün gün gerekli-gereksiz türlü haberleşmeye aracılık etmiş cep telefonunu intikam alır gibi kapatırsın, montunu ve yorgunluğunu sırtına geçirip uçağına biner, koltuğuna yerleşip uyku pozisyonu alırsın. Pilot rötar için özür dileyip ''kabin ekibi, kalkış için yerlerinize lûtfen'' dediği sırada sen muhtemelen çoktan başka bir boyuttasındır, öyle ki bu sıradan anonsu dahî duymazsın. Ankara bütün hikâyeleri ve ışıklarıyla arkanda kalır, artık geride bıraktıklarına değil, önünde uzanan yola bakman gerekir. Ve uykuya dalmadan evvel şu düşünce döner zihninde; ''çok şükür uçuşumuz rötarlı sadece, hayatımız değil...''

Bu Pazarın favorisi: ''Doğruyu söylediğin zaman sana kimse inanmayacak! İşte, yalan söylemenin cezası budur... (Talmud)