26 Şubat 2013 Salı

Çantada keklik, ayy pardon, kedi!..


Az yazıyorum, evet. Hem şu sıralar okumanın yazma eyleminin hayli önünde olması, hem de yakında blogun gündemine çok geniş ve renkli bir coğrafyanın, Hindistan'ın bütün ihtişamıyla oturacak olması buna sebep... Bir nevî dinlenme/dinlendirme de denebilir. Dinlenme demişken; sevgili arkadaşım Lâle'nin son ziyaretinde getirdiği hediyelerden biri olan bu kendinden demlikli kupa dinlenme zamanlarımın vazgeçilmezi oldu bile:) Şu an içinde portakal kabuklu meyve çayı demleniyor meselâ, çok kullanışlı, pratik, faydalı ve sevimli bir şey, dört ayaklı varlık mıknatısı sevgili arkadaşıma bir kez daha teşekkür bu vesileyle...
 
İşe gitme zamanlarında, evin içinde ''ayyy şunu da unutmayayım, aman seslendirme metinleri yukarı odada kalmış, mataramı aldım mı, anahtarları nereye koymuştum yâhû?!!'' şeklinde bir aşağı-bir yukarı koştururken masanın üzerine bırakılan çanta anında rahat ve güvenli bir uyku alanına dönüşebilir bizim evde, şekilde görüldüğü üzere:) Kedilerin bize çok tuhaf ve aykırı gelen bu gibi davranışları çoktur lâkin; emin olunuz ki onların varlık boyutunda bütün bunların gayet mantıklı açıklamaları da mevcuttur, hiçbir şeyi lâf olsun diye yapmaz onlar. Evimizin en yaşlısı, su katılmamış İstanbul beyefendisi Yağmur elbette çantadan çıkarılmaktan hiç hoşlanmadı ama?..

Çantanın yanında duran kitap bitmek üzere, ön bilgiye buradan ulaşılabilir. Nil Gün'ü zaten severim, hayat arkadaşı Saim Koç'un kitaplarını da aynı sevgiyle tavsiye ederim. Birbirine aşkla bağlı bu iki insanın çalışmaları özgelişim/özdönüşüm konusunda çok mesafe katettirir insana, toplam fayda adına okuyunuz-okutunuz derim...

Her gece, üstelik gecenin geç vakitlerinde, hakiki anlamıyla katıla katıla, gözlerimden yaşlar gele gele, bir taraftan da komşuları rahatsız etmemek için fazla patırtı yapmamaya çalışarak, elimle ağzımı kapatarak kahkahalarla gülüyorum, hâttâ arada bu gülme krizlerinin çabuk geçmesi için bahçeye çıkıp serin havada derin nefesler alıyorum. Ruhsal ve bedensel sağlığıma bu şekilde paha biçilmez bir katkıda bulunan sebebi bilâhare yazacağım, şimdi değil. Lâkin; her gece yatağıma uzandığımda bütün varlığımla kalpten teşekkür ettiğim birileri var ve o birileri var ya, belki de hiç farkında olmadan aslında çok önemli bir görev yapıyorlar. Zekâ, yetenek ve varlıklarını kutluyorum her gece, kalbimle alkışlıyorum ben onları, iyi ki varlar:)

20 Şubat 2013 Çarşamba

Mendil verem mi?:)


Ankara'nın Keçiören'inde, epey uzun müddet çalıştığım Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'ndeki eski ofisimin kapısından içeri girdiğimde zaten gözlerim dopdoluydu, dokunsalar ağlayacak haldeydim. Ama gene de; yeni yaşımı karşılamama henüz dört gün varken ve biz çay-kahve içip bir yandan da muhabbet ederken ansızın kapının açılıp yardımcımız sevgili Sedef'in elinde doğum günü pastasıyla, arkasında da beraber çalıştığımız şoför arkadaşlarımızla içeri gireceğini hiç ummuyordum doğrusu. Üzerinde adım yazılı, en sevdiğim meyvelerden yapılmış pastayı, mumları falan görünce ''yaa siz bunu bana neden yapıyorsunuz Allah aşkına?'' diyerek tamamen koyverdim gitti artık gözümde birikmiş yaşları!.. 

Elbette bu güzel sürprizin perde arkasında İstanbul ve Ankara'da çoook uzun yıllar beraber çalıştığımız, iyi-kötü günlerimizi, hastalıklarımızı, sevinçlerimizi, sıkıntılı zamanlarımızı, herşeyimizi paylaştığımız sevgili meslekdaşım, yol arkadaşım Fatih Öznur vardı. Annemin dediği gibi; evvelâ bizleri ağırladığı harika öğle yemeğinde kahkahalarla güldürdü, ardından yaptığı bu sürprizle duygularımızı coşturup hüngür hüngür ağlattı... Ne diyeyim ki ben şimdi ona, sanki ne söylesem  tam ifade edemeyecek hislerimi sözlerim, en iyisi ''iyi ki varsın, iyi ki hayatımdasın, seni seviyorum uzun yol arkadaşım, tüm kalbimle teşekkür ederim, sağOLasın, varOLasın'' deyip susayım. 

Hem hüngürdemeli, hem kahkahalarla gülmeli bu erken doğum günü partisinde annem de hayranı olduğu, tahmin raporlarını hiç sektirmeden takip ettiği  genç bir hava durumu sunucusuyla hatıra fotoğrafı çektirme imkânı buldu:) O Dr.Halit Sivuk'tu, kendisini TRT ekranlarında izlemektesiniz, bu genç meteoroloji uzmanı Fatih ve benim öğrencimiz olmasından gurur duyduğumuz, çok sevdiğimiz ve takdir ettiğimiz bir kardeşimizdir. Artık meslekdaş da olduk, gönülden tebrik ediyorum. Sevgili Halit, başarıların hep sürsün, yolun hep açık OLsun, TRT'nin kadrolu spikerleri arasına, aramıza hoşgeldin:)
                                                         
Sabahın kör vaktinde İzmir'deki evlerimizin kapılarını çekip çıkmamızla başlayan ve geceyarısına doğru  gene aynı kapıları açmamız ve ''ooh, çok şükür...'' diyerek evlerimize girmemizle sonuçlanan bu günübirlik Ankara serüveni aslında bunun içindi. Hindistan hükûmetinin kısa süre önce aldığı bir karar neticesinde mevcut vize uygulamasında değişiklikler yapıldı, Hindistan için vize başvurusu yapan herkesin bizzat elçiliğe ya da başkonsolosluğa gidip parmak izi vermesi ve orada fotoğraf çektirmesi şartı getirildi. Yeşil pasaport da dahil, herkesten vize isteyen bu ülkeye giriş yapabilmek için artık Ankara'ya, yâhût İstanbul'daki başkonsolosluğa kadar gidip on parmağınızın elektronik izini bilgisayara işletmeniz ve Hintli yetkililere fotoğraf çektirmeniz gerekiyor. Sizden istenen diğer evrak da hazırsa, sabah elçiliğe bıraktığınız pasaportunuzu akşam bu şekilde vize belgesi yapıştırılmış olarak geri alabilirsiniz, yok aynı gün içinde yetişmemişse bilâhare kayıtlı adresinize göndermek gibi bir incelik yapıyorlar. Bizim işlemlerimizde bir sorun çıkmadı ve aynı gün içinde vize+pasaportlarımızı alabildik çok şükür...  Hindistan'ın kılı kırk yaran bu yeni uygulaması biraz şaşkınlık ve sıkıntı yarattı tabii, zira evvelden evrak gönderilerek halledilebilen vize işi için hangi şehre daha yakınsanız, artık bir Ankara veya İstanbul seyahati yapmak gerekiyor, bu da ek masraf+zaman anlamına geliyor ama yapacak birşey de yok, kural kuraldır, ''madem o kadar yolu gideceksiniz, kendi şehirleriniz arasındaki bu yolu da gözünüzde fazla büyütmeyin a canım'' diyor yani Hindistan size:)

Sabah erken saatte Ankara Esenboğa Havaalanı'ndan başlayarak bütün gün bizimle birlikte oradan oraya koşturan emektar şoför arkadaşımız sevgili Hacı Ünlü'ye bilhassa teşekkür ediyoruz. Gene çok sevdiğimiz şoförlerimizden Mehmet Ali Bey, Ankara'da olduğum haberini alır-almaz koşup gelen THY personeli değerli dostumuz Kenan TavukçuDSİ Genel Müdürlüğü Ankara 5.Bölge Misafirhanesi'nin değerli personeli, Devlet Meteoroloji İşleri Genel Müdürlüğü'nde görevli sevgili dostlarım, değerli Meteoroloji'nin Sesi Radyosu çalışanları, T.C.Orman ve Su İşleri Bakanlığı'ndaki çalışma arkadaşlarım, hepinize içtenlikle bir kez daha teşekkür ederim. Bu çok sürâtli Ankara seyahati sizler sayesinde hem kolay, hem de keyifli oldu, hepiniz sağOLasınız. Eh Fatih, senin de alacağın OLsun e mi, hele bekle sen benim hayırlısıyla şu Hindistan'dan dönmemi! :)   

17 Şubat 2013 Pazar

Ruh ameliyatından sonraki durum...

 
''Şimdi; al eline kalemi-kağıdı, bunca yıllık hayatında yaptığın yanlışların tam listesini ve bunlara karşılık gelen doğrulamaları aynen benim  sana söylediğim şekilde, atlamadan, hiç ıskalamadan, bu defa kendine hiç torpil geçemeden yaz bakalım ... Egon elbette hiç hoşlanmayacak bu durumdan, sana bunların hepsinin bütünüyle bir saçmalıktan ibaret olduğunu tekrarlayıp duracak ama dinlememelisin onu, biliyorsun, onu dinlersen eğer hiçbir şeyi değiştiremezsin. Kolay olmayacak, evet, zira en basit görünen ameliyat dahî o kadar kolay değildir aslında, kesip alma, değiştirme, düzenleme, onarma vardır içinde. Sonrasında da yorgun hissedeceksin kendini, narkozdan uyanırmış gibi ve belki biraz acıyacak hayatının başından beri hep orada olduğunu bildiğin kavramlardan geriye kalan boşluk, ruhunun bazı yerlerinde hafif kanamalar da olabilir, kesilen yerin kanaması olağandır, şaşırma. Çalışma sonrası bir süre uzanman, hâttâ biraz uyuman tavsiye edilir, beslenme ve diğer konularda dikkat edilmesi gerekenleri zaten biliyorsun, bunları konuşmuştuk. Senin ve bütünün en yüksek hayrına OLsun...''

İçimdeki iyi ve kötünün, aydınlık ve karanlığın hesabını çıkarmak hiç kolay değildi, evet. İnsan böyle bir çalışma içinde kendi varlığına dışarıdan baktığı zaman taşıdığı defoları olanca çıplaklığıyla görebiliyor, kolaya kaçmayı sevenlere hiç hitap etmez, onlar duymak istedikleri şeyleri söyleyecek olanların kapısını çalmalı, meselâ üç vakte kadar falan, böööyle deve yüküyle gelen bi kısmet mi desek, artık ne desek, anladınız siz onu:) Şimdi biraz baş ağrısı, hafif bir kırıklık, anlatılması zor ve benim hiç alışık olmadığım bir suskunluk hali, kasırgaları, fırtınaları atlatmış derin/serin bir deniz sakinliği ve güçlü bir uyuma isteği var. Bugüne kadar ne çok gereksiz lâf etmişim, vır-vır-vır ne çok konuşmuşum, ne kadar boşa yormuşum kendimi hissi gibi yani... Bu ruhsal ameliyatla ilgili anlatmak isteyeceğim başka şeyler olursa belki sonra anlatırım, olmazsa zaten bir daha bahsi açılmaz. Herşey o kadar basit ve düz ki şimdi, hiç engebe yok artık yolumun üzerinde, önümde uzanıyor, inişsiz-çıkışsız-yokuşsuz- pürüzsüz. Öyle dümdüz...


9 Şubat 2013 Cumartesi

Kıymet verip kim bakar lo, sen var iken ellere:)


Bir Diyarbakır türküsüdür ''Başındaki Tellere'',  lâkin burada asıl konuyu desteklemek adına ''konu mankeni'' olarak kullanıldığını belirterek başlayayım. Ayrıca; bu yazıda anlatılan kişi ve olaylar tamamen gerçektir, sadece isimler benim uydurduğum takma isimlerle değiştirilmiştir. Bu yetişkinlerin okuması uygun olan bir yazıdır ama, günümüzün ''fena halde aşmış'' (!)  ergenleri okuduğunda hayatlarında bir felâkete de yol açmaz yani, orası garantidir...

Efendiiiim; ben bu hikâyenin kahramanlarından birini geçen senenin Mayıs ayında tanımıştım. Evimi+atölyemi henüz taşımıştım, boşalttığım evde boya-badana işleri yapılmaktaydı ve ben de bu işlerle ilgilenmek üzere iki ev arasında mekik dokumaktaydım. Boşalttığım evde temizlik yaparken yakın bir arkadaşım aradı, bir süredir bana bahsettiği bir arkadaşı vardı, onun yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüyor ve benimle tanıştırmak istiyordu, o arkadaşıyla berabermiş, müsaitsem uğramak isterlermiş. ''Valla bomboş bir evde, boyacı Kazım Usta'yla beraberim, o boya-badana yapıyor, ben de işi biten yerleri temizliyorum, bu şartları kabûl ederseniz buyrun gelin tabii...'' dedim. Çok geçmeden kapı çaldı, geldiler. Arkadaşımın yanındaki uzun boylu, iri yapılı, hoş bir hanımdı, ben bu yazıda ondan ''Çokaşık Abla'' olarak bahsedeceğim. Neyse, tanıştık-ettik falan, evde buzdolabı ya da çay-kahve yapacak düzenek artık olmadığından içecek serin birşeyler de getirmişler, Çokaşık Abla neredeyse eve girer-girmez cep telefonunu yokladı ve ''çekiyor değil mi burada?'' diye sordu. ''Evet, ben bir sorun yaşamadım şimdiye kadar...'' diye cevapladım. Telefon çantasında falan değil, elindeydi ve gözü de sürekli telefondaydı, huzursuz bir şekilde mütemadiyen telefonuyla uğraşıyordu. Bu arada; arkadaşım da yakınlarda bir yerdeki işini halledip dönmek üzere müsaade istedi ve ''siz de bu arada sohbet edersiniz...'' diyerek gitti. Çokaşık Abla sigara içmek isteyince ''balkona çıkalım, orası müsait...'' dedim ve elimizdeki bardaklarla ön taraftaki balkona çıktık. Artık oturacak herhangi birşey de yoktu, hepsi diğer eve gitmişti. Öyle ayakta dikildik karşılıklı ve Çokaşık Abla hikâyesini anlatmaya başladı...

Hayli muhafazakâr bir ailenin çok çocuğundan biriydi, baskı altında büyümüş, başı kapalı bir genç kızken birden bastırılan her ne varsa patlamış, ailesiyle ipleri kopararak başındaki örtüyü attığı gibi, uzun bacaklarına mini eteği de çekmişti. Aile hayatında pek sevgi gördüğü söylenemezdi. Okumuş-etmiş, meslek sahibi bir kadındı Çokaşık Abla, kendi işyeri, belli bir geliri vardı. Kabuk değiştirmesinden hemen sonra karşısına bir adam çıkmıştı, biz ona ''Sektirmez Abi'' diyeceğiz. Sektirmez Abi ilk karısından boşanmıştı, bu evlilikten onsekizine yakın bir kızı vardı. Tanıştıklarında işleri de pek yolunda sayılmazdı ama Çokaşık Abla kendisine yakın ilgi ve şefkat gösteren bu adama maddî durumu sallantıda, boşanmış, hem de çocuklu falan demeden, çabucak ve sırılsıklam aşık olmuştu. Hâttâ işleri düzeltsin diye ona maddî destek vermiş, Sektirmez Abi'yi de derhal hayatının merkezine oturtuvermişti. Bir müddet böyle devam etmişler, zaten çok geçmeden de evlenmişlerdi. Artık Çokaşık Abla hayatının en güzel zamanlarını yaşıyordu, her sabah yanında uyandığı adamı uyurken uzun uzun seyrediyor, yüzünü okşuyor, uyandırmadan öperek mutfağa gidiyor, ona kahvaltılar hazırlıyor, bir elini yağda, diğerini balda tuttuğu kocasının herbişeyi tamam olduktan sonra evden çıkıp işine gidiyordu. Sektirmez Abi de biraz rahat, hani nasıl derler, geniş bir adamdı, nasılsa Çokaşık Abla çalışıyor, evin ve onun her ihtiyacını karşılıyor, üstelik kendisine de zil-zurna aşık  diyerek epeydir sallanmakta olan işine öyle pek fazla asılmıyordu. Zaten alan memnun, satan memnundu, ortada bir sorun da yoktu. Ta ki; bir öğle vakti kocasını ansızın deli gibi özleyen Çokaşık Abla haber vermeden arabasına atlayıp eve gelene ve Sektirmez Abi'yi evlerinin alt katında kuaför dükkânı işleten kadınla kendi yatak odalarında iş üstünde basana kadar, gerçekten de oraya kadar sorun yoktu yani...   
 
Hikâyenin burasında Çokaşık Abla bir sigara daha yaktı ve cep telefonunu yokladı. ''Eh, ayrılmışsınızdır herhalde bu durumda...'' dedim sıkıntıyla, gözü telefonunun ekranında ''yoo, hayır'' dedi, ''afettim...'' Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı ama bu benim değil, Çokaşık Abla'nın hikâyesi ve onun kendi gerçekliğiydi. Anlattığına göre epey bir patırtı koparmış, camı-çerçeveyi indirmiş, kocasının altından çekip aldığı kuaför kadının saçını-başını yolmuş ama neticede kocasını affetmiş, hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etmişti. Sektirmez Abi de çok özürler dilemiş, defalarca aşk ilân etmiş, kendini affettirmek için türlü taklalar atarak sonunda bu meselenin kapanmasını sağlamıştı. Tabii görünüşte öyleydi. Çünkü Sektirmez Abi bu hadiseden sonra da durmayacak, adı üzerinde, uçanı-kaçanı sektirmeden hep aynı numaralarla yola devam edecekti. Adamın karakteri böyleydi, onun için bir kadınla beraber olmak sevişmek/bütünleşmek değil, aşk-sevda değil, ''bir karı daha ..kmekti'', erkekliğinin altı böyle çiziliyordu, o bir nevî koleksiyonerdi, yani öyle duygusal hassasiyetlerin, bağlanmaların, sadâkatin falan fazla önemi yoktu, ..kip geçiyordu işte, ne vardı ki bunda, değil mi ama? :)

Çokaşık Abla her aldatma olayında evin başka bir tarafını yıkıp döküyor, Sektirmez Abi'ye saldırıp suratını tırnaklıyor, suç aletini ortadan kaldırmak gayesiyle apışarasına tekme atmaya kalkıyor ama aynı aletten kendi faydasını da düşününce bundan vazgeçip adamın dizlerini, bacaklarını tekmelemek, karnına yumruk atmakla yetiniyordu. Gene de; bütün bu kavga-gürültüye ve yüz-göz olmaya rağmen ayrılmayı aklına bile getirmiyor, kocasını affedecek bir bahaneyi muhakkak bir yerlerden bulup çıkartıyordu. Kadınlar ve ihanetler çoğaldıkça bahaneler de çoğalıyordu kendi içinde, Çokaşık Abla'mızda bahane çoktu, Sektirmez Abi'mizinse tam anlamıyla maşallahı vardı, tavuk mâbadı gibiydi onun vaziyeti, tövbe tutmuyordu yani:) Artık kaç defa yemin edip, kaç kere tövbe bozduğunu muhtemelen kendisi de hatırlamıyordu. İşin en ilginç tarafı da şu ki; Çokaşık Abla bütün bunları bana gayet farkında olarak kendisi anlatıyordu, hiç çekinmesi, saklanması falan da yoktu?.. 

Yazın ilk günleriydi zaten, hava sıcaklamaya başlamıştı, üstüne bir de bu daraltıcı hikâye eklenince alnımdan terler akıyordu artık, içinde bulunduğum vaziyetin komik mi, trajik mi olduğunu çıkartamaz olmuştum! ''Anladım...'' dedim, ''çok zor bir durum tabii, sonra ne oldu peki?..'' Umursamaz bir tavırla sigarasından nefes çekerek  ''hiiiiçç'' dedi Çokaşık Abla, ''hâlâ evliyiz işte, ben ona bir iş kurdum, kredi-borç falan aldım epey, onu da batırdı zaten, öyle gidiyoruz yani...'' Yüzüne şaşkınlıkla baktım, ''İstanbul'dan hocamız geliyor haftaya...'' dedim, ''sizinle görüştürürüm isterseniz, yardımcı olabilir sanıyorum...'' ''Ben yardım falan istemiyorum ki...'' diye cevap verdi Çokaşık Abla, ''ben ona deli gibi aşığım, o olmazsa yaşayamam, onsuz bir hayatı aklıma bile getiremem, dolayısıyla sorun yok yani...'' Bardaktan aldığım yudumu elimde olmadan ''puhhh!..'' diye dışarı püskürttüm, çantasından bir kağıt mendil çıkartıp bana uzatırken kayıtsız bir tavırla gülüyordu. Mendili alıp üstümü-başımı sildim, bu arada o telefonla aramış olduğu kişiyle muhabbetli ve hararetli bir konuşma yapmaktaydı, konuşması bitince bana döndü, ''kocamdı...'' dedi, ''onu her aradığımda bulunabilecek durumda olması gerekir, telefonu cevap vermiyorsa, hele de kapalıysa aklımı kaybederim, aradığımda muhakkak bulmalıyım onu! Bir defasında kuaförde boya yaptırıyordum, birkaç aramada açılmadı telefon, öyle kafamdaki boyalarla fırladım kuaförden, koşa koşa eve gittim, yatak odasının kapısını açtım, uyuyordu, duymamış telefonumu, sarıldım, öptüm, öptüm, kokusunu içime çektim, sonra geri döndüm kuaföre. O kadar aşığım yani ben kocama, çok aşığım...''

''A-anlıyorum...'' diye kekeledim, karşımdaki kadının gözlerinin içine bakarak ''sen yanlış biliyorsun güzelim, o bahsettiğin aşk falan değil, o aslında nefretin ta kendisi, sen aslında kendi kıçını kollamak, bir şekilde bulup nikâhı bastırdığın kocayı ele-güne karşı elde tutmak adına yemiş-yutmuş görünmüşsün bunca şeyi ama, aslında taş gibi dizili o lokmaların hepsi boğazında, hepsinin intikamını zamana yayıp, gıdım gıdım, kustura kustura alabilmek için hâlâ o herifle evlisin, çünkü başka türlü rahat edemeyeceksin, ve tabii olacaklardan ödün patlıyor, ne olduğunu bildiğin halde bilmezden gelerek hâlâ kendini kandırıyorsun, şimdi karşıma geçip masal anlatma bana!..'' diyemedim tabii. Bu arada arkadaşım da geldi, Çokaşık Abla bir yandan gene cep telefonunu yoklayarak veda etti bana, sonra çıkıp gittiler. Çıkarken veririm, icap ederse arar diye elimde tuttuğum kartvizitim de elimde kaldı, zaten almış olsa da da ihtimâl hiç aramayacaktı. Arkalarından öyle şaşkın, bakakaldım...

Akşam arkadaşımı aradım, ''hayatımda gördüğüm en ilginç vakalardan biri bu...'' dedim, ''ve senin sandığın gibi yardım falan da istemiyor, gayet memnun halinden...'' ''Sen öyle san!..'' diye sert bir sesle cevapladı arkadaşım, ''her ikisinin de eline birer kadeh içki ver ve sonra seyret bakalım, neler oluyor...'' ''Pardon?'' dedim, ''anlamadım sanırım, sarhoş olmaları mı gerekiyor, nasıl yani?..'' ''Kadın iki yudum içince bilinçaltına attığı, yani görmezden gelip halının altına süpürdüğü herşey çok çirkin bir gerçeklikle ortaya çıkıveriyor, adamın eski karısı, kızı, ailesi, anası-danası, kim varsa hepsi ağza alınmayacak küfürlere malzeme oluyor, benim ve başka misafirlerin önünde kaç kere adama saldırıp suratını tırnakladı, yüzüne tükürdü! Adam da geri durmuyor tabii, buna etmedik küfür, sıralamadık hakaret bırakmıyor, ne ...spuluğu kalıyor, ne bilmemneliği, kaç kere polislik, karakolluk oldular böyle. Ama farketmiyor onlar için, ertesi sabah ayılınca herşeyi başa sarıyorlar, unutuyorlar, aşkım, canım, cicim, hayatım, ruhum, bitanem oluveriyorlar gene, o yüzden ben artık evlerine gitmiyorum...'' ''Hmmm...'' dedim, ''saygı çoktan ölmüş yani, ilişki artık sadece bağımlılık üzerinden yürüyor anlaşılan...'' ''Adamın bağımlılığı değil Handan'' diye cevapladı arkadaşım, ''herif ne yaparsa yapsın bırakmayan bu, adam ağzına ..çsa ooh, çok şükür, bugün de doydum diyecek yani, n'apayım, çok aşığım deyip kapatıyor konuyu...'' ''Ama iki kadeh içince ikisinin de içlerinde sakladığı pislik kıvama gelip dışarı dökülüyor, değil mi?..'' dedim, ''fokur fokur kaynayıp kabaran pis kokulu bataklık çamuru gibi, yazık, insan niye yapar bunu kendine ve karşısındakine?..'' ''Neyse işte...'' dedi arkadaşım, başka bir konuya geçtik. Çokaşık Abla'yı bir daha hiç görmedim, arkadaşıma birkaç defa sordum ne yapıyor diye, ''hiiç'' dedi, ''bildiğin gibi işte, aynı, geçenlerde gene yakalamış kocasını otelin birinde iş üstünde, kırmış-dökmüş, tırnaklamış, bağırmış, küfretmiş falan, sonra da...'' Gülümseyerek lâfını kestim ''biliyorum gerisini...'' dedim, ''affetmiş, değil mi?'' ''E tabii...'' dedi arkadaşım, ''o kocasına çok aşık çünkü, o olmadan yaşayamaz ki...'' İkimiz de güldük ama, bu gülüşlerde daha ziyade iç yakan bir acı tadı vardı...

Dün gece Ümit Ünal'ın ''Nar'' adlı filmini izledim. Film üzerine yorum yapmayacağım. Sadece şu kısmı alıp bu yazıya noktayı onunla koyacağım: "Hepimiz nar taneleri gibiyiz. Bizi bir arada tutan kabuk; birbirimize duyduğumuz inançtır. Peki ya o kabuk çatlar ve adalet duygumuz kaybolursa? Ya her insan kendi adaletini aramaya başlarsa? Çatlayan bir nar gibi taneler her yere yayılmaz mı?.." Yere saçılan nar tanelerini toplamak artık sizin işiniz değerli okuyucu, zira yazar işini bitirdi, noktayı koydu...

8 Şubat 2013 Cuma

Yalanın anası kim ki?..

 
''Sorgulamak, yalnızlığı göze alanların cesaretli adımıdır. Yalnızlık boşluk gibi algılansa da, içi yaratımın hammaddesiyle doludur. Korkmak yerine sorgulamamız dileğiyle, sevgiyle...'' demiş değerli Nur Ocaklı, sağOLsun. Ve bunu da Dostoyevski söylemiş vaktiyle, onun da ruhuna teşekkürle:
''Korku yalan doğurur...''

Ve dışarıda nasıl bir deli yağmur...

4 Şubat 2013 Pazartesi

Muhtaciyetsiz...

 
''İki insan birbirini, ancak her biri kendi başına yaşayacak güçte olup da birlikte yaşamayı seçtikleri zaman sevebilirler!..''
 (Az Seçilen Yol / Dr. M. Scott Peck)

Ve hakiki sevgi aslında ''muhtaciyet'' kavramından ne kadar da uzaktır, bu cümle de zaten bunu doğrulamaktadır ya. Herkese mutlu haftalar OLsun...