9 Şubat 2013 Cumartesi

Kıymet verip kim bakar lo, sen var iken ellere:)


Bir Diyarbakır türküsüdür ''Başındaki Tellere'',  lâkin burada asıl konuyu desteklemek adına ''konu mankeni'' olarak kullanıldığını belirterek başlayayım. Ayrıca; bu yazıda anlatılan kişi ve olaylar tamamen gerçektir, sadece isimler benim uydurduğum takma isimlerle değiştirilmiştir. Bu yetişkinlerin okuması uygun olan bir yazıdır ama, günümüzün ''fena halde aşmış'' (!)  ergenleri okuduğunda hayatlarında bir felâkete de yol açmaz yani, orası garantidir...

Efendiiiim; ben bu hikâyenin kahramanlarından birini geçen senenin Mayıs ayında tanımıştım. Evimi+atölyemi henüz taşımıştım, boşalttığım evde boya-badana işleri yapılmaktaydı ve ben de bu işlerle ilgilenmek üzere iki ev arasında mekik dokumaktaydım. Boşalttığım evde temizlik yaparken yakın bir arkadaşım aradı, bir süredir bana bahsettiği bir arkadaşı vardı, onun yardıma ihtiyacı olduğunu düşünüyor ve benimle tanıştırmak istiyordu, o arkadaşıyla berabermiş, müsaitsem uğramak isterlermiş. ''Valla bomboş bir evde, boyacı Kazım Usta'yla beraberim, o boya-badana yapıyor, ben de işi biten yerleri temizliyorum, bu şartları kabûl ederseniz buyrun gelin tabii...'' dedim. Çok geçmeden kapı çaldı, geldiler. Arkadaşımın yanındaki uzun boylu, iri yapılı, hoş bir hanımdı, ben bu yazıda ondan ''Çokaşık Abla'' olarak bahsedeceğim. Neyse, tanıştık-ettik falan, evde buzdolabı ya da çay-kahve yapacak düzenek artık olmadığından içecek serin birşeyler de getirmişler, Çokaşık Abla neredeyse eve girer-girmez cep telefonunu yokladı ve ''çekiyor değil mi burada?'' diye sordu. ''Evet, ben bir sorun yaşamadım şimdiye kadar...'' diye cevapladım. Telefon çantasında falan değil, elindeydi ve gözü de sürekli telefondaydı, huzursuz bir şekilde mütemadiyen telefonuyla uğraşıyordu. Bu arada; arkadaşım da yakınlarda bir yerdeki işini halledip dönmek üzere müsaade istedi ve ''siz de bu arada sohbet edersiniz...'' diyerek gitti. Çokaşık Abla sigara içmek isteyince ''balkona çıkalım, orası müsait...'' dedim ve elimizdeki bardaklarla ön taraftaki balkona çıktık. Artık oturacak herhangi birşey de yoktu, hepsi diğer eve gitmişti. Öyle ayakta dikildik karşılıklı ve Çokaşık Abla hikâyesini anlatmaya başladı...

Hayli muhafazakâr bir ailenin çok çocuğundan biriydi, baskı altında büyümüş, başı kapalı bir genç kızken birden bastırılan her ne varsa patlamış, ailesiyle ipleri kopararak başındaki örtüyü attığı gibi, uzun bacaklarına mini eteği de çekmişti. Aile hayatında pek sevgi gördüğü söylenemezdi. Okumuş-etmiş, meslek sahibi bir kadındı Çokaşık Abla, kendi işyeri, belli bir geliri vardı. Kabuk değiştirmesinden hemen sonra karşısına bir adam çıkmıştı, biz ona ''Sektirmez Abi'' diyeceğiz. Sektirmez Abi ilk karısından boşanmıştı, bu evlilikten onsekizine yakın bir kızı vardı. Tanıştıklarında işleri de pek yolunda sayılmazdı ama Çokaşık Abla kendisine yakın ilgi ve şefkat gösteren bu adama maddî durumu sallantıda, boşanmış, hem de çocuklu falan demeden, çabucak ve sırılsıklam aşık olmuştu. Hâttâ işleri düzeltsin diye ona maddî destek vermiş, Sektirmez Abi'yi de derhal hayatının merkezine oturtuvermişti. Bir müddet böyle devam etmişler, zaten çok geçmeden de evlenmişlerdi. Artık Çokaşık Abla hayatının en güzel zamanlarını yaşıyordu, her sabah yanında uyandığı adamı uyurken uzun uzun seyrediyor, yüzünü okşuyor, uyandırmadan öperek mutfağa gidiyor, ona kahvaltılar hazırlıyor, bir elini yağda, diğerini balda tuttuğu kocasının herbişeyi tamam olduktan sonra evden çıkıp işine gidiyordu. Sektirmez Abi de biraz rahat, hani nasıl derler, geniş bir adamdı, nasılsa Çokaşık Abla çalışıyor, evin ve onun her ihtiyacını karşılıyor, üstelik kendisine de zil-zurna aşık  diyerek epeydir sallanmakta olan işine öyle pek fazla asılmıyordu. Zaten alan memnun, satan memnundu, ortada bir sorun da yoktu. Ta ki; bir öğle vakti kocasını ansızın deli gibi özleyen Çokaşık Abla haber vermeden arabasına atlayıp eve gelene ve Sektirmez Abi'yi evlerinin alt katında kuaför dükkânı işleten kadınla kendi yatak odalarında iş üstünde basana kadar, gerçekten de oraya kadar sorun yoktu yani...   
 
Hikâyenin burasında Çokaşık Abla bir sigara daha yaktı ve cep telefonunu yokladı. ''Eh, ayrılmışsınızdır herhalde bu durumda...'' dedim sıkıntıyla, gözü telefonunun ekranında ''yoo, hayır'' dedi, ''afettim...'' Gözlerim faltaşı gibi açılmıştı ama bu benim değil, Çokaşık Abla'nın hikâyesi ve onun kendi gerçekliğiydi. Anlattığına göre epey bir patırtı koparmış, camı-çerçeveyi indirmiş, kocasının altından çekip aldığı kuaför kadının saçını-başını yolmuş ama neticede kocasını affetmiş, hiçbir şey olmamış gibi kaldığı yerden devam etmişti. Sektirmez Abi de çok özürler dilemiş, defalarca aşk ilân etmiş, kendini affettirmek için türlü taklalar atarak sonunda bu meselenin kapanmasını sağlamıştı. Tabii görünüşte öyleydi. Çünkü Sektirmez Abi bu hadiseden sonra da durmayacak, adı üzerinde, uçanı-kaçanı sektirmeden hep aynı numaralarla yola devam edecekti. Adamın karakteri böyleydi, onun için bir kadınla beraber olmak sevişmek/bütünleşmek değil, aşk-sevda değil, ''bir karı daha ..kmekti'', erkekliğinin altı böyle çiziliyordu, o bir nevî koleksiyonerdi, yani öyle duygusal hassasiyetlerin, bağlanmaların, sadâkatin falan fazla önemi yoktu, ..kip geçiyordu işte, ne vardı ki bunda, değil mi ama? :)

Çokaşık Abla her aldatma olayında evin başka bir tarafını yıkıp döküyor, Sektirmez Abi'ye saldırıp suratını tırnaklıyor, suç aletini ortadan kaldırmak gayesiyle apışarasına tekme atmaya kalkıyor ama aynı aletten kendi faydasını da düşününce bundan vazgeçip adamın dizlerini, bacaklarını tekmelemek, karnına yumruk atmakla yetiniyordu. Gene de; bütün bu kavga-gürültüye ve yüz-göz olmaya rağmen ayrılmayı aklına bile getirmiyor, kocasını affedecek bir bahaneyi muhakkak bir yerlerden bulup çıkartıyordu. Kadınlar ve ihanetler çoğaldıkça bahaneler de çoğalıyordu kendi içinde, Çokaşık Abla'mızda bahane çoktu, Sektirmez Abi'mizinse tam anlamıyla maşallahı vardı, tavuk mâbadı gibiydi onun vaziyeti, tövbe tutmuyordu yani:) Artık kaç defa yemin edip, kaç kere tövbe bozduğunu muhtemelen kendisi de hatırlamıyordu. İşin en ilginç tarafı da şu ki; Çokaşık Abla bütün bunları bana gayet farkında olarak kendisi anlatıyordu, hiç çekinmesi, saklanması falan da yoktu?.. 

Yazın ilk günleriydi zaten, hava sıcaklamaya başlamıştı, üstüne bir de bu daraltıcı hikâye eklenince alnımdan terler akıyordu artık, içinde bulunduğum vaziyetin komik mi, trajik mi olduğunu çıkartamaz olmuştum! ''Anladım...'' dedim, ''çok zor bir durum tabii, sonra ne oldu peki?..'' Umursamaz bir tavırla sigarasından nefes çekerek  ''hiiiiçç'' dedi Çokaşık Abla, ''hâlâ evliyiz işte, ben ona bir iş kurdum, kredi-borç falan aldım epey, onu da batırdı zaten, öyle gidiyoruz yani...'' Yüzüne şaşkınlıkla baktım, ''İstanbul'dan hocamız geliyor haftaya...'' dedim, ''sizinle görüştürürüm isterseniz, yardımcı olabilir sanıyorum...'' ''Ben yardım falan istemiyorum ki...'' diye cevap verdi Çokaşık Abla, ''ben ona deli gibi aşığım, o olmazsa yaşayamam, onsuz bir hayatı aklıma bile getiremem, dolayısıyla sorun yok yani...'' Bardaktan aldığım yudumu elimde olmadan ''puhhh!..'' diye dışarı püskürttüm, çantasından bir kağıt mendil çıkartıp bana uzatırken kayıtsız bir tavırla gülüyordu. Mendili alıp üstümü-başımı sildim, bu arada o telefonla aramış olduğu kişiyle muhabbetli ve hararetli bir konuşma yapmaktaydı, konuşması bitince bana döndü, ''kocamdı...'' dedi, ''onu her aradığımda bulunabilecek durumda olması gerekir, telefonu cevap vermiyorsa, hele de kapalıysa aklımı kaybederim, aradığımda muhakkak bulmalıyım onu! Bir defasında kuaförde boya yaptırıyordum, birkaç aramada açılmadı telefon, öyle kafamdaki boyalarla fırladım kuaförden, koşa koşa eve gittim, yatak odasının kapısını açtım, uyuyordu, duymamış telefonumu, sarıldım, öptüm, öptüm, kokusunu içime çektim, sonra geri döndüm kuaföre. O kadar aşığım yani ben kocama, çok aşığım...''

''A-anlıyorum...'' diye kekeledim, karşımdaki kadının gözlerinin içine bakarak ''sen yanlış biliyorsun güzelim, o bahsettiğin aşk falan değil, o aslında nefretin ta kendisi, sen aslında kendi kıçını kollamak, bir şekilde bulup nikâhı bastırdığın kocayı ele-güne karşı elde tutmak adına yemiş-yutmuş görünmüşsün bunca şeyi ama, aslında taş gibi dizili o lokmaların hepsi boğazında, hepsinin intikamını zamana yayıp, gıdım gıdım, kustura kustura alabilmek için hâlâ o herifle evlisin, çünkü başka türlü rahat edemeyeceksin, ve tabii olacaklardan ödün patlıyor, ne olduğunu bildiğin halde bilmezden gelerek hâlâ kendini kandırıyorsun, şimdi karşıma geçip masal anlatma bana!..'' diyemedim tabii. Bu arada arkadaşım da geldi, Çokaşık Abla bir yandan gene cep telefonunu yoklayarak veda etti bana, sonra çıkıp gittiler. Çıkarken veririm, icap ederse arar diye elimde tuttuğum kartvizitim de elimde kaldı, zaten almış olsa da da ihtimâl hiç aramayacaktı. Arkalarından öyle şaşkın, bakakaldım...

Akşam arkadaşımı aradım, ''hayatımda gördüğüm en ilginç vakalardan biri bu...'' dedim, ''ve senin sandığın gibi yardım falan da istemiyor, gayet memnun halinden...'' ''Sen öyle san!..'' diye sert bir sesle cevapladı arkadaşım, ''her ikisinin de eline birer kadeh içki ver ve sonra seyret bakalım, neler oluyor...'' ''Pardon?'' dedim, ''anlamadım sanırım, sarhoş olmaları mı gerekiyor, nasıl yani?..'' ''Kadın iki yudum içince bilinçaltına attığı, yani görmezden gelip halının altına süpürdüğü herşey çok çirkin bir gerçeklikle ortaya çıkıveriyor, adamın eski karısı, kızı, ailesi, anası-danası, kim varsa hepsi ağza alınmayacak küfürlere malzeme oluyor, benim ve başka misafirlerin önünde kaç kere adama saldırıp suratını tırnakladı, yüzüne tükürdü! Adam da geri durmuyor tabii, buna etmedik küfür, sıralamadık hakaret bırakmıyor, ne ...spuluğu kalıyor, ne bilmemneliği, kaç kere polislik, karakolluk oldular böyle. Ama farketmiyor onlar için, ertesi sabah ayılınca herşeyi başa sarıyorlar, unutuyorlar, aşkım, canım, cicim, hayatım, ruhum, bitanem oluveriyorlar gene, o yüzden ben artık evlerine gitmiyorum...'' ''Hmmm...'' dedim, ''saygı çoktan ölmüş yani, ilişki artık sadece bağımlılık üzerinden yürüyor anlaşılan...'' ''Adamın bağımlılığı değil Handan'' diye cevapladı arkadaşım, ''herif ne yaparsa yapsın bırakmayan bu, adam ağzına ..çsa ooh, çok şükür, bugün de doydum diyecek yani, n'apayım, çok aşığım deyip kapatıyor konuyu...'' ''Ama iki kadeh içince ikisinin de içlerinde sakladığı pislik kıvama gelip dışarı dökülüyor, değil mi?..'' dedim, ''fokur fokur kaynayıp kabaran pis kokulu bataklık çamuru gibi, yazık, insan niye yapar bunu kendine ve karşısındakine?..'' ''Neyse işte...'' dedi arkadaşım, başka bir konuya geçtik. Çokaşık Abla'yı bir daha hiç görmedim, arkadaşıma birkaç defa sordum ne yapıyor diye, ''hiiç'' dedi, ''bildiğin gibi işte, aynı, geçenlerde gene yakalamış kocasını otelin birinde iş üstünde, kırmış-dökmüş, tırnaklamış, bağırmış, küfretmiş falan, sonra da...'' Gülümseyerek lâfını kestim ''biliyorum gerisini...'' dedim, ''affetmiş, değil mi?'' ''E tabii...'' dedi arkadaşım, ''o kocasına çok aşık çünkü, o olmadan yaşayamaz ki...'' İkimiz de güldük ama, bu gülüşlerde daha ziyade iç yakan bir acı tadı vardı...

Dün gece Ümit Ünal'ın ''Nar'' adlı filmini izledim. Film üzerine yorum yapmayacağım. Sadece şu kısmı alıp bu yazıya noktayı onunla koyacağım: "Hepimiz nar taneleri gibiyiz. Bizi bir arada tutan kabuk; birbirimize duyduğumuz inançtır. Peki ya o kabuk çatlar ve adalet duygumuz kaybolursa? Ya her insan kendi adaletini aramaya başlarsa? Çatlayan bir nar gibi taneler her yere yayılmaz mı?.." Yere saçılan nar tanelerini toplamak artık sizin işiniz değerli okuyucu, zira yazar işini bitirdi, noktayı koydu...

Hiç yorum yok: