30 Ağustos 2010 Pazartesi

Zaman/sız...

Ne vakit Kazdağları'nın eteklerine, yani bizim ''körfez''e gidecek olsam hep aynı his sarar benliğimi; büyük şehirlerin gündelik hayatında tutsağı olarak yaşadığımız o amasız ''zaman'' kavramının dışına çıkıp bir müddet ''zaman/sız'' olmak gibidir oralarda bulunmak. Hava farklıdır, su farklıdır, uykular, uyanmalar, yenilenler, içilenler farklıdır. Anne elinden çıkmış börekler, yemekler yemek, anne eliyle yapılmış yataklarda uyumak, dağlardan esen rüzgârla ürperip battaniyeye sarınmak o amansız ''zaman''dan kısa da olsa bir mola almak ya da ''zaman''dan kimi ''an''lar çalmaktır sanki. İyi gelir insana...

Ön bahçedeki limon ağacı hastalanmış biraz ama gene de yeşil limoncuklar asmaktan geri durmamış dallarına. Mevsim yavaş da olsa değişiyor ya, ayvalar, narlar çoktan belirmiş ağaçlarda...

Kediler gelir, kediler geçer zaman/sızlığın içinden, kimileri şöyle bir uğrar, kimileri ise kalır, gitmez. Kendilerince anlamlar ekler kediler yazın son demlerine, kahvaltı masalarının altından mevsim kırıntılarını toplar bazen, bazen de hiçbirşey söylemeden sadece ve öylece bakar kediler... Bazen zaman/sızlığa bir çivi çakar, bazen de zamanın suyunda akar kediler. Öyledirler, iyidirler. Gerçektirler. Sevilirler. Kazdağları gibi... Gittim, geldim, gene gideceğim. Ve belki birgün, ben de o dağların halkına ekleneceğim, artık geri dönmeyeceğim...

25 Ağustos 2010 Çarşamba

-meli...

Eğer mutfağımda bundan bol miktarda bulunmuyorsa ortada ciddî bir sorun var demektir, acilen o sorun giderilmeli! Her zaman elimin altında olmalı, bitmeye yakın derhal gidilip yenisi alınmalı, asla dişler koflaşana, boşalana, bayatlayana kadar beklememeli yani, keyifle, şükürle, iştahla tüketilmeli, varlığına hürmet edilmeli, o olmasa ''lezzet'' denen kavramın ne kadar eksik kalacağı düşünülmeli...

Ve bu... Yaprağından yağına, nesi varsa olmalı mutfağımda. Sadece kahvaltılara değil, her öğüne muhakkak eşlik etmeli, tanesini geçtim hadi ama yağı boy boy, şekil şekil şişelere bölüştürülmeli, türlü çeşit otla, baharatla buluşturulmalı, ev yapımı ekmeklerle seviştirilmeli, domatesin, salatalığın, peynirin bile üzerinde muhakkak şöyle bir gezdirilmeli. Rengi, kokusu, tadı asla es geçilmemeli, şöyle adam gibi hissedilmeli. Sonra, sevgili Oya Kayacan dostumun bir yazısında belirtmiş olduğu gibi; mutfak dediğin yemek pişirirken dağılmalı, yağlanmalı, kokmalı, kirlenmeli ki mutfak olduğu anlaşılsın, yoksa oraya mutfak değil ''laboratuar'' denmeli:) Bu ikisinin eksik olduğu mutfağın ne kadar ''mutfak'' sayılabileceği üzerine açık oturumlar falan düzenlenmeli bence, mutfaklarda pişen hemen her türlü yemek bu iki ana malzeme üzerinden temellenmeli. Yani efendim; başka neye ''hayır'' denecekse denmeli de, bu ikisinin içinde olduğu herşeye ''evet'' denmeli. Sevmeyenler beri dursun, sevenleri sevmeli, sık sık eve yemeğe davet etmeli:)

21 Ağustos 2010 Cumartesi

Veda...

Ona bu vedayı çok göremem, yabancım ya da can düşmanım falan değil ki, ne de olsa birkaç sene benimle birlikte, bedenimde kaldı. Hâttâ; aslında onu ben bizzat kendi varlığımdan varettim, belki başta ufacık bir kristal zerresiydi, ben onu yavaş yavaş büyüttüm, ince ince işledim, dört milimetre boyutuna gelip küçük bir struvit taşı olana kadar paşa paşa beraber yaşadık işte. Artık ayrılık zamanının geldiğini birkaç gün önce başlayan tuhaf bir sancıyla haber verdi bana, başlangıçta pek de ciddîye aldığımı söyleyemem. Ama ertesi günün akşamında kendimi en yakın hastanenin acil servisinde bulunca sevgili böbrek taşımın bu konuda gayet kararlı olduğunu anladım! Ardarda uygulanan ağrı kesici ampullerin tesiriyle ona toparlanacak biraz daha zaman verildi tarafımdan, hâttâ Perşembe gecesi upuzuuuuun bir yayını da son defa paylaştık. Gerçi yayının sonlarına doğru kendisi biraz sapıttı, sabırsızlığı arttı ama ''bana bak, ..k yeme, otur yerinde bir yarım saat daha, adamın asabını zıplatma!'' şeklinde kalayı yediğinde ''eh, hadi bakalım, az daha duralım madem'' dercesine huzursuz kıpırdanmasına bir müddet ara verdi. Birlikte eve döndük, ben biraz daha oyalanma, kendimce uzatmaları oynama niyetindeydim ama bu defa yemedi, zira benim güzel struvit kristalim için artık ayrılık zamanı gelmişti...

Uzun lâfın kısası efendim; dün akşam saat 19.00 sularında, mesanemin en alt kısmına kadar kararlı yolculuğunu sürdürmüş ve bu müddet içerisinde bana mecazî anlamda birkaç çocuk doğurtmuş olan sevgili böbrek taşımla yollarımız tamamen ayrıldı! Fotoğraftaki ortadan ikiye ayrılmış halidir, yoksa çekilen ultrason ve filmlerde böyle iki parça falan değil, gayet yekpâreydi. Düşmesi için özel hiçbirşey yapılmadı, sadece bol su içtim, bazı ağrı kesiciler kullandım ve normal aktiviteme devam ettim. Kahveyi biraz azalttığımı, onun yerine bol limonlu şekersiz çaya dadandığımı söyleyebilirim. Ağrının iyice arttığı zamanlarda sürekli nefes egzersizleri yaptım, tepem çok attığında da küfrü bastım, hepsi o kadar. Ağrı sebebiyle ağlayıp sızlamayı hiç sevmem, bu tür durumların yüzde biri sayılabilecek ağrılar karşısında derhal ''ayy, ölüyorum galiba!'' havalarına giren nanemollalardan biri değilimdir, yaşadığım türlü hastalıklar neticesi başkalarını yere serecek şartlara da epey şerbetliyimdir. Bu defa da durum değişmedi, tıbben yapılması gerekenler yapıldı, elbette ağrı olacaktı, oldu, her ayrılıkta bir miktar acı vardır elbette, yaşandı, geçti, bitti...

Spiritüel anlamda katılaşmış duygu ve düşüncelerimin, lüzûmsuz kırgınlık, kızgınlık ve acılanmalarımın, affedemediğim şeylerin  neticesi olan böbrek taşım artık bedenimde değil. Fiziksel  olarak vücudumuzun son süzgeçleri olan böbrekler, geleneksel Çin tıbbı ve spiritüel pratiklerde de çok önemli organlar, ying-yang dengesi içinde beyni ve bütün metabolizmayı yönettiklerine inanılıyor ve bir tür manevî elek olarak niteleniyor. Manevîyatımızda barınmaması icap eden kimi şeyler atılamayıp muhafaza edildikçe böbreklerde katılaşıp taşlaşıyor, giderek zarar veren, can acıtan kimi fiziksel oluşumlara sebebiyet veriyor. Dolayısıyla; atılması, bırakılması, tutulmaması gerekenleri yüce sistem bize bazen de böyle anlatıyor, öğretiyor. Bu özel ders ve deneyim için böbrek taşıma teşekkür ediyor ve onu hayatımdan şükranla uğurluyorum. Sol böbreğim mi daha konforluydu, yoksa artık içinde bulunduğu siyah mücevher kutusu mu, tabii orasını bilemiyorum. Ama ne olursa olsun, yolu açık olsun, bu veda ikimizin de hayrına olsun diyorum. Meraka hacet yoktur efendim, şimdi çok şükür gayet iyi olduğumu kamuoyuna duyuruyorum. Bu vesileyle, dostlardan gelen bütün değerli geçmiş olsun dileklerine, şifa niyetlerine de gönülden teşekkür ediyorum:)

18 Ağustos 2010 Çarşamba

Karar...


Birkaç yıldır bir arada yaşadığımızı biliyordum zaten, birbirimize dokunmamayı seçmiştik. Ancak bunun sonsuza kadar böyle devam etmeyeceği de aşikârdı. Yerini terketmeye karar verdiğine dair işaretler dün gece başladı, derken sallantılar yoğunlaştı ve ardından asıl deprem çıkageldi! Tam da Marmara depreminin yıldönümünde acı bedenim aktive oldu ve böbrek taşımla uyum içindeki ortak hayatımız bozuldu! Hâlbûki; ben ona evsahipliği yapmaktan memnundum, bedenimdeki kiracılığı sessiz-sakin sürseydi sanki ne olurdu? Artık taşınmaya karar vermiş oluşuna hürmet ediyorum etmesine de,  giderken bu kadar tantana yapmasına doğrusu hiç de gerek yoktu!.. ''Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar'' şarkısı vaziyete müsait midir, bilemem. Böbrek taşımın yolu açık olsun, hiç umutlanmasın kendisi, vallahi bu halde ardından  öyle su falan dökemem!

Ek ve de dip: ''Fortis imaginatio generat causum.'' (Güçlü bir hayâl gücü olayın kendisini doğurur.) Mersi...

15 Ağustos 2010 Pazar

Klima etkisi...

Sabaha karşı saatlerde ter içinde uyanıp balkona çıkıyorum bazen, sıcaktan bunalmış, rahatsız ve parçalanmış uykuların kokusu dolaşıyor sokakta, böyle zamanlarda hava yorgun bir hayalete benziyor. Pencereleri sıkı sıkıya kapatılmış yatak odaları, kapalı balkon kapıları bu çok sıcak yazın varlığını inkâr eder gibi... Tuhaf geliyor bana. Ciklet gibi uzayan, gereksizce uzayan, serinlikten henüz çok uzak bu gecelerde birbirini bastırmaya çalışan klima uğultuları duyuluyor sadece. İnsanlar sımsıkı kapalı pencerelerin, kapıların ardında fena halde ''klimatize'' uykular uyuyor çaresiz ve yetersiz. Klimalardan biteviye damlayan sular küçük derecikler oluşturuyor. Gecelerin sessiz bekçilerinden bir sokak kedisi gelip yalıyor yerdeki birikintileri. Mevsim normallerini çoktan sollamış yaz sıcağı  klimalara kızar gibi sanki, gece azalacağına daha da artıyor, rûyalar adamakıllı terleyip zor dalınan uykulara yapışıyor. Herşey birbirine karışıyor. Gözlerimi kapatıp serin yağmurlar yağdırıyorum kentin dört köşesine, üflüyorum, nefesim rûzgâr oluyor. Gözlerimi açıyorum sonra, sıcak hâlâ alevli kahkahalar atıyor, düş kurmak yetmiyor. Sonbahar yağmurlarına kaç var acaba diye parmak hesabına koyuluyorum, ürpermeye, örtünmek istemeye kaç kaldı? Zihnimde sayılar karışıyor, hesap bozuluyor. Klimalar yoruluyor, ben sıkılıyorum. Buzla doldurduğum bardağa su ekliyorum, bardak terliyor, ben terliyorum, herşey terliyor. Elimde klimanın uzaktan kumandası, gene yatağa dönüyorum. Paulo Freire'ın sözü dönüp dolaşıyor zihnimde: ''Dünya aç oldukları için uyuyamayanlarla, açlardan korktukları için uyuyamayanlar arasında bölünmüş durumdadır...'' Ve klima etkisi altındaki kent uğulduyor.

11 Ağustos 2010 Çarşamba

Hep...

Bolluk ve bereketi ile gelmesi temennî olunur, daha ziyade yeme-içme ile alâkalı bir ibadet olarak kabûl edildiğinden bilhassa gıda alışverişi hızlanır, piyasalar canlanır, bazı gıda maddelerinin fiyatı tırmanır. Sair zamanlarda pek yüzüne bakılmayan ''hurma'' meselâ; tezgâhlarda başköşeye yerleşir. Aynı şekilde ''güllaç'', aslında her zaman bulunur raflarda ama Ramazan ayında birden talep patlaması yaşanır, öyle her istediğinizde bulamayabilirsiniz. TV reklâmları da derhal tarz değiştirir, kalabalık aile sofralarında cola doldurulmuş bardaklar ve tabaklardaki hazır çorbalar eşliğinde, hûşu içinde beklenen iftar saati görüntüleri doldurur ekranları, bütün bu ticarî numaraları yerseniz ''tüketici'' sınıfı olarak etkilenip,  gidip o reklâmı yapılan zımbırtılara dadanmanız beklenir. İştah mekanizmanız Ramazan ayında buna göre dürtüklenir, tüketim alışkanlıklarınızın kimi görsel dayatmalarla değişmesi, çoğalması hedeflenir. Bütün bu telâşe içinde hemen hiç düşünülmeyen, akla getirilmeyen şey orucun sadece belli saatler içinde yemeden içmeden ve cinsel içerikli eylemlerden vazgeçmek olmadığı hakikatidir ki; bu zaten vahşi ticaret sisteminin öyle çok da umursadığı birşey değildir...

Asıl anlamları çoook derin olan kimi kavramların salt yüzeyel anlamları ile algılanıp, belli zamanlar içine sıkıştırılması beni hep rahatsız etmiştir. Adam senenin onbir ayı babalar gibi içki içer meselâ, ama Ramazan ayında cehennem korkusuna kapılıp içmeyi keser, birden dine-imana sarılır, sonra herşey gene eski haline döner, bu böyle sürer gider. Tek taraflı bir aldatmacadır tabii, haaa sıhhat üzerindeki tesirine elbette birşey diyemeyiz, en azından bir aylık bir detoks anlamına gelir, lâkin bu vaziyet aslında hiç olmaması icap eden birşeyden, ''yaratıcısının gazabından tırsmak'' olgusundan temellenir ki; bunu da bir ay içine hapsederek daraltmak başka bir insanî çelişkinin ta kendisidir, bana göre oturup adamakıllı bir yüzleşmeyi icap ettirir...

''Oruç'' bütünsel bir anlam içerir, çoğu kişi bedenî ibadetten sayar ama aslında gayet ruhanî bir meseledir. Bu sebepten öyle yemeyi-içmeyi keserek, bedenî arzuları  bastırarak şıp diye halledilecek bir mevzu değildir, bedenden ziyade ruhu ilgilendirir. Zaten hangi ibadet türü itici gücünü ''korku''dan alıyorsa orada muazzam bir soru işareti gizli demektir. Bedenî ve ruhanî terbiye senenin bir ayında, korku zoruyla başarılabilecek birşey değildir. Ömrün bütününe yayılmadıkça, bir temel felsefe olarak uygulanmadıkça sadece vicdanî bir sigorta gibidir, gerisi hikâyedir. O nedenle hakiki ''oruç'' ne Ramazan ayıyla sınırlıdır, ne de temelini günah korkusundan alır, bu kadar basite indirgenemeyecek kadar değerli bir vazgeçiş ve bütünsel bir hayat pratiğidir. Buradan hareketle; orucun hakiki anlamını karşılayabilmek herhalde öyle her babayiğidin harcı değildir, ağzı ve bacakarasını bir ay müddetle belli saatler arasında kapatmak öyle insanüstü bir gayret gerektirmez. İftarı hiç olmayan oruçlular var, şu ya da bu sebeple daima öyle yaşıyorlar, eee, öyleyse  insanı bu hususî ibadetle bir adım öne çıkaracak asıl şey nedir? Geleneği-göreneği güzeldir, gündelik hayata elbette hoşluklar getirir ama asıl anlamı üzerinde düşünülmeli ve istenenin hakikatte ne olduğu farkedilmelidir. Artık farkedilmelidir. Hep midir, hiç midir, az mıdır, biraz mıdır, nedir, ne değildir? Her halükârda düşünmeye hayırlı bir vesiledir. Şu halde ''bütün'' için hayırlı olması dilenir, elbette hoşgelmiştir...

6 Ağustos 2010 Cuma

Azat...


''Her ne kadar bilinçaltımda, kendi doğallığımla ilgili şeylerden utanmam gerektiği programı otomatik işliyorsa da, bu utançların, çocukluğumdan itibaren bilinçaltıma yerleştirilen telkinler olduğunu kabul etmeyi seçiyorum. Daha çocukken kendi doğama özgü davranışlarıma yapılan eleştiriler, uyarılar, benim kendimden utanmama neden oldu. Birşeyi öğrenmeye çalışırken hata yapmam çok doğal olduğu halde, ben bir hata yaptığımda utanmam gerektiğine programlandım ve hata yapmaktan korkmaya başladım. Hata yapmamak için, kendi gelişimimi sabote ettim. Başkalarına göre utanç olarak algılanan şeyleri kendi utançlarım olarak algıladım. İçimdeki çocuk, duygularını göstermeyi bile bir utanç olarak algıladı. Şimdi utanç kavramını yeniden sorgulamayı seçiyorum… Bütün bunların bilinçatıma yerleşmiş sağlıksız bir utanç duygusu olduğunu kabul ediyorum. Sahip olduğum doğal özelliklerin fark edilmesinden utanmaya artık son veriyorum. Kendi sahip olduğum doğal özelliklerden utandırıla utandırıla, insanlığımdan uzaklaştım. Şimdi; içimdeki o utandırılmış çocuğun duygularını hissetmeye odaklanıyorum. Onun duyguları benim duygularımdır... Birikmiş duygularımı boşaltarak, içimdeki çocuğu özgürleştiriyorum..."

Eve geldiğimde, bilgisayarımın ekranından bana gülümseyen bu çok değerli mesajı göndererek dışarıdaki aşırı sıcaktan hasar görmüş içsel enerjimi yeniden şarj etmemi sağlayan sevgili dostum Navanalini'ye sonsuz şükranla... Eskimiş, yorulmuş, tükenmiş, kilitlenmiş, bizler için vazifesini artık tamamlamış ne varsa hepsini sevgiyle azat etme zamanının tam orta yerinde olduğumuzu hatırlattı bana. Elimizden alınanlar var evet, gidenler, ölenler, bitenler. Öyle olması gerektiği için öyle. Evren boşlukları sevmiyor, vazifesini tamamlamış olanlar hayatımızdan çekilirken yerine yenileri geliyor. Ölümlerin ardından doğumlar geliyor, kayıpların ardından kazançlar. Büyük ve köklü değişimler/dönüşümler dönemindeyiz. Şu halde; evvelâ kendimizle barışmalı ve özvarlığımızı olduğu gibi, kabûlle sevmeliyiz. Ve gerektiği durumda azat etmeyi öğrenmeliyiz, nefretle, öfkeyle, kavgayla, küskünlükle, utançla, pişmanlıkla, suçlamayla değil ama, sevgi ve şükranla. Şükürler olsun bizi biz yapan tüm hatalarımıza, çocuk yanlarımıza, eksik-gedik taraflarımıza, eğri-büğrülüklerimize, aykırılıklarımıza, tuhaflıklarımıza, varoluşumuzu kutladığımız bu güzel Cuma'ya ve onu bize bağışlayana. Ve öyledir. Daima...

4 Ağustos 2010 Çarşamba

Foça'da yaz, kırmızı-beyaz!..

Senelik izin için (benim adıma) henüz erken, yazın en sıcak ve en kalabalık zamanları şimdi, benim izin ayım genellikle Eylül'dür, ancak bu bazı günübirlik tatil provalarına manî teşkil etmiyor elbette. Marmaris Selimiye'deki tatillerini henüz tamamlayıp İzmir'e dönen Gülsün&Halûk ikilisi ve ben,  bu bir günlük boşluğumuzda  İzmir yakınlarında uygun bir yere gidelim bari dedik ve bunun için Foça'yı seçtik. Dolayısı ile Salı günü Eski Foça ile Yeni Foça arasında yer alan Mambo Beach Club'teydik efendim, hep birlikte hoş bir gün geçirdik...

Mambo'nun bana göre en keyifli tarafı bahçesinin bol kedili-köpekli oluşuydu, kadrolu kedi ve köpek çocuklar kamış şemsiyelerin altında kitap okuma ve uyuklama seanslarına eğlence katmaktaydı:) Misafirler de bu durumdan hiç şikayetçi görünmediler gözüme, işletme çalışanlarının hoşgörülü ve sevgi dolu tavırları ise takdire şâyandı. Bu gibi işletmelerde hayvanlar hep olmalı, genel ambiansı tamamlamalı, ortama neşe ve hareket getirmeli, insan doğanın içinde olduğunu hissetmeli, değil mi yani?

Misafirler tarafından kucak manyağı yapılmış yavru kedilerden biri oyundan yorulmuş, restoran kısmındaki beyaz minderli, rahat kanepelerden birine serilmiş, ikindi vakti şekerlemesi yaparken objektife takıldı:) Ne ki; bu şekerleme fazla uzun sürmedi, fotoğrafta görülen arkadaş az sonra öteki cin mısırı kardeşleriyle beraber ortalığı yeniden birbirine kattı, insan çocuklarla kedi çocukların neşeli koşuşturmaları akşamı peşine taktı, Foça'da güneş giderek alçaldı, denizle kucaklaştı. Güzel manzaraydı...

Mambo Beach Club  yolu o tarafa düşecek olanlar için tavsiye edilir bir tesis, tuvaletler, ortak mekânlar temiz, derli-toplu, müzikler çok yüksek sesli ve rahatsız edici tarzda değil, mutfağında da hemen her zevke göre farklı seçenekler mevcut. Biz makarna çeşitlerinden tattık, lezzetler hafif, porsiyonlar doyurucu, fiyatlar ortalamanın biraz üzerinde olsa da çok abartılmış değildi. İskeleden serin Ege sularına atlamak ve bu çok sıcak günde denizde olmak keyifliydi. Şezlonglar uzanıp birşeyler okumaya, sonra tatlı tatlı bastıran uykuya teslim olmaya gayet müsaitti. Lâkin; şemsiyelerin gölge sağlayabilme vaziyeti güneşin hareketine göre değişmekteydi elbette, ben işin bu teknik kısmını atlamışım ve şezlongun yerini değiştirmeden uyuyakalmışım. Koruma faktörü epeyce yüksek bir güneş ürünü kullanmama rağmen, güneşin hareketi neticesi açıkta kalan  kısımlarım kırmızı, şemsiyenin altında kalan kısımlarım ise beyaz olmak üzere şezlongtan iki renkte kalkmayı başardım! E bu durumda yarı tarafım kırmızı, öteki yarım beyaz olarak ''kırmızı, beyaz, en büyük Türkiye!'' diyorum ve kendimi hararetle (!) alkışlıyorum efendim. Böylece ''amele yanığı'' olarak bilinen kavrama da yepyeni bir boyut getirdim! Neyse, sanırım bu çift renkli vaziyetim fazla uzun sürmez, bir müddet sonra tekrar  normal rengime dönerim:) Yazıyı okuyan herkese selâm eder, iyi tatiller dilerim...