30 Nisan 2012 Pazartesi

''Bir rüzgârlı gemidir kadının mutfağı...''

 

Bembeyaz sıcak köpüklerini bulaşığın
Uzak denizlerin mavisine taşır kadın
Yeşil gözlü balıklar yüzer zamanda
Bir rüzgârlı gemidir kadının mutfağı
Elinde dümen ocak başı sıcağı
Hep başkaları karışır kadının okyanusuna
İnsanca kıpırtıları yaşantı dalgasının
Aydınlık dünya yundukça ışır bulaşıkta
Kırmızı bardaklar pırıl pırıl yüreklerce
Yemek kokusuna yosun yeşilleri sarılır
İsteklerinden başka şeyler düşünür kadın
Düşündüklerinden başka şeyler yapar hep
Bir hayalden bir gerçeğe dolar okyanus
Mutfak mavi gölgelerle taşar
Sıcacık fasulye pilav kokar
Bir rüzgârlı gemidir kadının mutfağı...
İnci ÖZKAN
............................................................................................
Mutfak yeniden ve ''yeni'' düzenine kavuşup ocağım tekrar tütmeye başlayana kadar, şimdilik vaziyet böyle ''paket'' şeklinde. ''Uçak yemeği'' formundayız yani kısa bir süre. Ama; her durumda ''az''lıktan ''öz''lük çıkarmayı ihmâl etmiyoruz tabii, seçimlerimiz buna göre, yok öyle sıradan ''fast food'' muhabbetleri bizde! Vejetaryen sebze köftesi, az bulgur pilavı ve patates, elbette salata ve tahıllı ekmek, yanına da bir fincan yeşil çay. Sonrası; ''Allah kerîm'' demişler:) Yemek kokusuna yosun yeşilleri sarılana dektir yani bütün mesele, mutfak yeniden mavi gölgelerle taşana kadardır. ''Mutfak yerleşince gerisi kolay...'' derdi ya hep taşınma ustası rahmetli babacığım, ben de onun miras bıraktığı geleneği uygularım daima, işe evvelâ mutfaktan başlarım. Ruhuna selâm OLsun. Mutfaklara sevgi, sağlık, bolluk-bereket dolsun. Cümleten mutlu haftalar:)

24 Nisan 2012 Salı

Ahora/Şimdi...

Şimdi; insan yavaş yavaş bedenindeki değişimleri farketmeli... Artık ''eskisi gibi olma''nın bu hayattaki görevini tamamlayıp gittiğini, bir daha da çıkıp gelmeyeceğini kabûl etmeli. Aklı varsa kişinin, zaten o ''eskisi gibi olma''yı da pek istememeli, ''yeni'' hallerini benimsemeli, sevmeli. Çünkü şimdi artık ''çöpü kapının önüne çıkarma'' vakti. Torbanın ağzını sıkıca bağlamalı, hayatın çöplerini fazla bekletmemeli...


Oturup pencerenin pervazına, hızla değişmekte olan mevsimi izlemeli...Yazın yazlık evini boşaltıp, telaşla valizlerini toplayışına tanıklık etmeli. Güzün eli kapının tokmağında, sabırsız bekleyişini görmeli (ki; biri çıkınca öteki gelip yerleşecektir mevsimlerin evine) ama her durumda herkes sırasını beklemeyi bilmeli...


Sabrın kanatlarına başını yaslamalı kişi, imtihanın bu kademesinin sonuna hayli yaklaşmışken sıkılıverip son soruları öylesine, kafadan atarak işaretlememeli, yapmamalı bunu ki; üç yanlış bir doğruyu götürmemeli. Huzurun kokusunu ne taraftan alıyorsa insan, pılısını pırtısını toplayıp o yöne göç etmeli, üşenmemeli, erinmemeli, gözünde büyütmemeli. Onurlu ve başı dik bir ''çekip gitmeyi'' inatçı ve öfkeli bir ''çakılıp kalmaya'' daima tercih etmeli. Üstelik keyifle yapabilmeli bunu, cebindeki yeni anahtarları şıngırdatarak, dudağında ıslıkla, gülümseyerek çekmeli ''eskinin kapısı''nı, giderken son bir kez daha ardına dönmemeli, geriye hiç bakmadan üzerindeki tozları şöyle bir silkeleyip ''bu da geçti Yâ Hû'' demeli. Kalanları ''kalma''nın karanlığında bırakıp kendi ışığına doğru yürümeli. Dilinde bin yıllık türkülerle, yüreğinde yepyeni bir heyecanla kervanını yola sürmeli insan dediğin, vakti zamanı gelende çıkıp gitmeyi bilmeli...
......................................................................................................
(''Tırmık İzi'' yazılarından biriydi, 2006'nın ve kanserin sonlarında yazılmıştı, bu mânâda hayli eski sayılabilir ama anlamı yeni:) İşte şimdi gene okunma vakti geldi...)

23 Nisan 2012 Pazartesi

Değer...

 
Asla sevmediğim birine ''seni seviyorum'' demedim,
Ya da asla birini severken karşılığını beklemedim.
Dostluğuma değer biçmedim, sevgime ise hiçbir zaman sınır çizmedim.
Sevdiysem sonuna kadar gittim, bitirdiysem öldürse de hasreti geriye dönmedim.
Bazen çok kırıldım, bazen belki de kırdım.
Ama hata insana mahsustur dedim.
Affettim, af diledim.
Kimileri birden fazla kırdılar kalbimi ama ben onları yine de affettim.
Onlar belki beni saflıkla yargıladılar.
Belki de içten içe sinsice güldüler:)
Ama asıl unuttukları şuydu;
Ben aldanmadım!..
Aldanan her zaman kendileri oldular ama bunu anlayamadılar.
Bir insan kaybının ne olduğunu bilemedikleri için,
Kaybetmek onlar için bir alışkanlık haline geldiği için...
Oysa ben hiç insan kaybetmedim.
Sadece zamanı geldiğinde ''vazgeçmeyi'' bildim o kadar...

 Diyen Can Yücel'in anısına saygıyla...


Bağımsızlık da, çocuk OLmak da çok değerli. Her ikisinin de değerinin bilineceği daha nice bayramlarımız OLsun, kutlu OLsun:)

22 Nisan 2012 Pazar

Ayna ayna, söyle bana...

Diğerleri hakkındaki acımasız eleştirileriniz, kendiniz hakkında kabul etmeniz gerekenlerdir.
(Yazının tamamını okumak için lûtfen yukarıdaki linke tıklayın...)


(Sevgili adaşım/arkadaşım benim yazdıklarımın özetini çıkarır gibi sanki:) Fikir fikre, kalp kalbe karşı tabii, sağolasın Handan'ım, gene eş frekansı yakalamışsın, teşekkürle...)
Buna ek olarak; bir de Epiktetos deyişi patlatalım bakalım:

" Kader önünde sonunda şöyle veya böyle günahlarımızın bedelini önümüze koyar. Görünen ya da görünmeyen zaman içinde herkes günahlarının bedelini öder. 
Ektiğini biçer. Bunu bilen kişi kimseye kızmaz, gücenmez, kimseyi aşağılamaz, kimseyi itham etmez, kimseden nefret etmez, kimseye kin tutmaz.
Bunu bilen kişi karşılaştığı aksiliklere şaşmaz.
Önüne çıkan maddi-manevi engellerin kendi günahlarından başka birşey olmadığını bilir.”



20 Nisan 2012 Cuma

Leylâ'nın Evi...


Bu aslında Zülfü Livaneli'nin bir kitabının adı, ancak biz geçtiğimiz Pazartesi hakikaten Leylâ'nın evindeydik:) Değerli hocamız Sami Şarhon, İzmir'den ayrılmadan önce hepimizi bu kez sadece ''bize özel'' bir çalışma için biraraya getirdi. Mekân; sevgili dostumuz Leylâ'nın eviydi...

Çaylar-kahveler, börekler-çörekler, mumlar-tütsüler, seçilmiş güzel müzikler ve kitaplar eşliğinde, kafamızdaki bütün sualleri değerli hocamızla paylaşma ve cevaplarını değerlendirme imkânı bulduk. Bize cevap vermeden önce ''bakın damarınıza basacağım ama biraz, ona göre...'' diyerek ikazda bulunan ve çok özel bilgilerini tecrübeleri ışığında bizlerle paylaşan sevgili Sami Şarhon'a binlerce teşekkür, her zamanki gibi...

Evet; damarımıza basılması gereken kimi konular vardı sohbetimizde, ''ego''larımızla ciddî yüzleşmeler vardı. Bunlar olmadan spiritüel varlığımızda ''tam temizlik'' sağlanabilmesi mümkün değildi çünkü, bunu zaten biliyorduk. Karma bağlarımızın bugünkü hayatımıza yansıyan ve gidişatını etkileyen taraflarını masaya yatırmak öyle pek kolay iş sayılmasa da, ''ego''muzun geveze çenesini kapatıp yaptık bunu. Olaylara, insanlara, durumlara bakış açımızı aslında  OLması gereken yönde değiştirerek muazzam fayda gördüğümüzü söylememe bilmem lüzûm var mı?..
 
''Başkalarında bizi çeken her özellik, zaten bizde de vardır. Başkalarında bizi çeken ve bizde bulunmayan hiçbir özellik yoktur. Böylelikle, başkalarında hayran olduğunuz ya da sevdiğiniz özellikleri gördüğünüzde kendinizde olmasını istediğiniz veya açığa çıkmak üzere olan yönlerinizi görüyorsunuz demektir. Eşinizde nefret ettiğiniz, sizi iten özellikler gördüğünüzde ise kendinizde gizlediğiniz özellikleri görüyorsunuz demektir. Eğer eşinizin dürüst, bütünlük sahibi biri olmakla ilgili eksikliği sizi üzüyor ya da kızdırıyorsa, bu aslında kendi dürüst olmayan yanınıza tahammül edemediğiniz içindir. Bu yönünüzü ya inkâr ediyorsunuz, ya saklıyorsunuz, ya da bastırıyorsunuz anlamına gelir. İçimizdeki yarayı hissetmek ve iyileştirmek üzere dürüst olmalıyız. Ancak o zaman, ilişkilerimizin bitmesine yönelik olarak kendi payımıza düşen sorumluluğu alabilir ve gelecekteki ilişkilerimizi şifalandırabiliriz...''
Debbie Ford/Spiritüel Boşanma

Zaten sevgili hocamızın söyledikleri de bu doğrultudaydı. Çünkü; duygularımızın sorumluluğunu üstlenmek, gücümüzü geri kazanmanın ve yaşamımız üzerinde kontrol sahibi olmanın tek yoluydu. Çalkantılı duygularımızın kopardığı fırtınanın içine dalmak, bu cesareti göstermek (ki; Birlik Bilinci felsefesinde de buna ''kaplanın ağzına atlamak'' denir...) yaşamlarımızda kutsal ve önemli bir dönümü/dönüşümü temsil ediyordu. Zira bu tutum, bizim içsel çatışmamızı gözler önüne seren, kendimiz hakkında tüm bildiklerimize meydan okuyarak ezberlerimizi bozan çok ciddî bir adımdı. Öfke, nefret, kin, kızgınlık, haset, düşmanlık, suçlama vb. gibi duygular, bunları yönelttiğimiz kişi ya da durumlara bizi sımsıkı bağlayan kalın halatlar ya da çok ağır çapalardı. Enerjik hareket alanımızı kısıtlıyor ve bizi mütemadiyen aşağı çekiyordu. Oysa, herkesin bildiği gibi  harikulâde bir gökkuşağının ortaya çıkabilmesi için hem yağmura, hem de günışığına ihtiyaç vardı, sadece biri ile olmuyordu. Ayrıca, olumsuz bir şekilde bağlı bulunduğumuz herşeye karşı güçlü bir aidiyetimiz de sözkonusuydu, e niye olsundu? Olumsuz düşüncelerimizi canlı tutan frekans dalgaları öylesine güçlüydü ki; bunlar sürekli olarak benzer olumsuz deneyimleri hayatımıza çekiyordu, bir nevî ''olumsuzluk alıcısı'' gibi yayın yapıyorduk evrene... Bu durumda, şu meşhur ''Çekim Yasası'' gereği antenlerimize yakalanan frekanslar da elbette olumlu olmayacak, olumsuzun peşine başka olumsuzlar takılıp daha da çoğalarak bize gelecekti. Yani, aynı şeyleri hep tekrar tekrar yaşayacak, bir türlü bu fasit daireden çıkış yolunu bulamayacaktık. ''Belki bu defa düzelir herşey, belki farklı olur...'' beklentisi/öz kandırmacası içinde maddî-manevî kayıplarımız asla kazanca dönüşemeyecek, zamanımız, yaşam enerjimiz, emeğimiz, güvenimiz, sevgimiz, bağlılığımız, kendimize olan inancımız, özsaygımız vs. durmadan tekrarlanan bu döngü içinde giderek eriyecekti. Düşmanlık ve kin beslediğimiz herşey ve herkesle adetâ Siyam İkizleri gibi aynı yastıkta uyumak, aynı tabaktan yemek ve mütemadiyen yanyana, bitişik, dipdibe yaşamak gibi gayet tüketgen bir anlamsızlığa mahkûm olacaktık. Ve bize lûtfedilen bu güzelim hayat deneyimini böyle saçma-sapan çalkantılar içinde heba etmek elbette ve apaçık aptallıktı!..

''Affedin ve karmik bağlarınızı kesin, bırakın gitsin sizden bunların yükü, ağırlığı, kendinizi egonuzun emirleriyle şimdiye dek bağışlamaya yanaşmadığınız negatif olaylardan, durumlardan, insanlardan muaf ve özgür kılın, hepsine arkanızı dönüp yürüyün ve zamandan/insanlardan/olaylardan aldığınız bu çok değerli dersler için şükran duyarak artık arkaya değil, sadece önünüze bakın...'' diyordu sevgili Sami Şarhon. Şubat ayından bu yana bizlere verdiği dersler/eğitimler de zaten çoğunlukla bunun üzerineydi. Bıkıp usanmadan sorduğumuz yüzlerce soruya gayet sakin bir şekilde çok değerli cevaplar verdi hep... ''Sizi sinirlendiren, öfkeden delirten her kim ve ne varsa...'' diyordu sinirleri alınmış gibi daima huzurlu bir sükûnet içinde olan hocamız, ''siz içinizdeki hassasiyet düğmelerini açık tuttuğunuz için var, bu düğmeler açık durumdayken mütemadiyen (gel benim hassas düğmeme bas!..) sinyali yayınlıyor çünkü. Korkularınızı, endişelerinizi, kendinizi korumak amacıyla etrafınıza ördüğünüz güvenlik duvarlarını ve geçmişinizdeki acı tecrübelerin yara izlerini aşamazsanız bu sinyalin önünü de asla kesemezsiniz. Hayatınıza daima bu hassas düğmelere basacak kişi ve olayları çekip durursunuz. Yani; insanlar değişir, mekânlar değişir, yapılan işler, meslekler vb. değişir ama neticeler değişmez, henüz şifalandıramadığınız kendi gerçekliğiniz gittiğiniz heryere sizinle beraber gelir...''  Bunun üzerine sohbete katılan herkes orasını-burasını yoklamaya başladı tabii hassas düğmelerinin yerini keşfetmek için:) Şaka şaka, hepimiz biliyorduk aslında o düğmelerin nerelerde olduğunu elbette, önemli olan artık onlara basılmasını istemiyor oluşumuzdu. Bu da ancak bizim gayretimizle olabilecek birşeydi, başkalarına ya da bizim dışımızdaki şartlara bağlı değildi. Vaktiyle, aslında tamamen bizim müsaademizle (farkında olalım ya da olmayalım, hakikat böyle) olmuş/olabilmiş şeylerden şikayet edip ''kurban'' rolü oynamalar, çoğunluğun yapageldiği gibi öyle kendimize acımalar, fedakârlık maskeleri ardına saklanmalar, haklı çıkabilmek adına geri yansıtmalar vs. falan aldığımız bunca eğitime, öğrendiklerimize, biriktirdiğimiz bilgilere tersti. Fazla sıradan kalırdı, yakışmazdı yani... Evrensel akışa direnmek ve OLandaki mükemmelliği görememek (tabii OLmayanda saklı duran hayrı da öyle...), OLmasını istemediğimiz, direnç gösterdiğimiz her ne varsa tümünün gücünü katlayarak onları hayatımıza daha çok çekiyordu. O yüzden; paşa paşa sorumluluklarımızı aldık, kabûl ettik, yüzleştik ve bundan sonrası için hareket plânlarımızı tesbit ettik. Zira; artık önemli olan yegâne şey buydu. Geçmişle ilgili olarak sakladığımız her acı deneyim, ruhumuzun eteğine yapışıp sürüklenen çürümüş cesetler gibiydi, onları gömüp huzura kavuşturmak ve yolumuza özgürce devam edebilmek için ne yapmamız gerektiğini bize gayet anlaşılır şekilde anlatan, öğreten ve aydınlanma sürecimize katkısı büyük OLan değerli hocamıza şükranlar sonsuz... 

Uzun lâfın kısası; o gün ''Leylâ'nın Evi''ne giren hiçkimse, girdiği gibi çıkmadı:) Bu birkaç saatlik ''özel'' çalışma ruhlarımızın kıyısında-köşesinde unutulmuş toz yumaklarını süpürüp temizledi ve içsel aynalarımızı silip parlattı. Bundan sonra artık hiçbirşeyin eskisi gibi OLmayacağının, bizi yoran, üzen, sıkan, inciten, acıtan, aldatan, öz varlığımıza saldıran, olaylardaki sorumluluğunu inkâr edip yansıtan, yaşam enerjimizi çalan, şu ya da bu sebebe dayandırarak özgürlük alanımızı giderek daraltan herkes+ herşeyle bambaşka bir başetme becerisi kazanmış OLduğumuzun farkındaydık. Zira, bütün bunları yapabilme potansiyelinin bizzat bizde de varolduğunu, ancak varlığında aydınlık ve karanlığı, iyilik ve kötülüğü, güzellik ve çirkinliği yaradılıştan birarada barındıran ''insan'' türünün, ruhsal tekâmül seviyesini belirleyen asıl yolun seçimlerinden geçtiğini biliyorduk. Ve hepsinden değerlisi; bunca tartışmanın ardından giderayak inanılmayacak kadar huzurluyduk:) 


''Ne zaman temellerimiz sarsılsa Tanrı'ya döneriz. Aslında temellerimizi sarsanın gene Tanrı olduğunu öğrenmek üzere...''
Charles C.West

13 Nisan 2012 Cuma

Ezberbozan'da bir akşam...

 
 
 
 
Üstad Sami Şarhon'un ayağı alıştı bir kere Ezberbozan Atölye'ye; bu defa birkaç günlük bir çalışma için geldi İzmir'e... İlki ''Ruhsal Rehberimizle İletişim Kurma Çalışması ve Meditasyonu'' idi, gayet güzel geçti. Katılan sevgili dostlarımıza, bu vesile ile spiritüel bilgilerini katlayan atölye kedilerimize ve değerli hocamıza sonsuz teşekkürle :) Kimi gece, kimi sabah nöbetinden çıkmış yorgun spikerler ve uçuştan döner dönmez atölye çalışmasına yetişmiş güzel hostesimizle gene dinlendirici, aydınlatıcı ve huzur verici bir uygulama gerçekleştirmiş olmanın hazzı içindeyiz. Yarın bir ''Geçmiş Yaşam Terapisi/Past Regression'' çalışmamız var. Daha sonra kendimizi negatif enerjilerden/düşük seviyeli ruhsal etkilerden koruma çemberi oluşturmayı ve topraklanmayı öğretecek bizlere sevgili Sami Şarhon... Üstad buralardayken kendisinin özel atölye çalışmalarına iştirâk etmek isteyenler olursa lûtfen 0.232.336 20 55 numaralı telefondan ya da atolyeezber@gmail.com e-posta adresinden bize ulaşmalarını rica ediyoruz. Şimdi artık yağmurla yıkanmış güzel ve enerjisi yüksek bir gecede huzurla dinlenme vaktidir, bütün çalışmalarımız bizlerin ve kutsal bütünün en yüksek hayrına OLsun dileriz. Şimdi, ''AN''da ve daima:)
..............................................................................................


Artı olarak; ''üzgünüm Hüseyin ama ben sana demiştim...'' bölümü linke tıklayınca huzurlarınızda...

9 Nisan 2012 Pazartesi

Son iki yazıyı tamamlayıcı bilgi desteği...

Sevgiyle kabul etmek herşeyi dengeler. (Linkin üzerine tıklayarak yazıya ulaşabilirsiniz.)
Okunması önerilir, dün yazdıklarımı tamamlayıcı bilgi desteğidir, blogunda paylaşan sevgili adaşım+arkadaşıma da teşekkür edilir...

8 Nisan 2012 Pazar

Ve... Nihayet son bölüm:)


Eveeet; kısa bir  kahve molasından sonra sıra artık hikâyenin sonunu bağlamaya ve karmik Oscar ödüllerini sahiplerine dağıtmaya geldi. Bildiğiniz gibi, içinden ruhu uçmuş bedeni ''ölü'' olarak kabûl ediyor ve götürüp gömüyoruz, inanç sistemlerine göre başka usûllerin uygulanması da mümkün ama bunun şeklinin, töreninin, ıvır-zıvırının artık bir önemi yok, bu ruhun kılıf olarak kullandığı ve artık bıraktığı şeyin başka birşeylere dönüşerek doğal döngüye katılma vaziyeti sadece, ister toprak olur, ister kül olur, ister suya karışır, ister havaya, bu ruhun umurunda olmayacak kadar basit bir ayrıntı ve bütünü ile geride kalan diğer ölümlüleri alâkadar edecek bir konu... Ölümlü olan beden çünkü, ruh değil. Ruh tekâmülünü tamamlamakla vazifeli, seçtiği her yaşamda başka bir söküğünü dikiyor, başka çatlakları onarıyor ve deneyimlerini çoğaltarak yükseliyor diyebiliriz.

Değerli hocam Sami Şarhon'un ifadesi ile; kâinatın bir parçası olan dünya planeti ''dualite/ikilik'' kavramı üzerine inşa edilmiş yüce yaradanımız tarafından,  sıcağın karşıtı soğuk, iyinin karşıtı kötü, alçağın karşıtı yüksek, beyazın karşıtı siyah, buna daha dünya kadar şey eklemek mümkün elbette. Uzakdoğu felsefesinde önemli yer tutan ''ying-yang'' kavramı da temelini bu karşıtlıklar kuramından alıyor zaten. Ying olmadan yang da olamıyor, bunlar dengede kalarak birbirini tamamlamak, bütünlemek zorunda. Tıpkı her birimizin içinde varolan eril/dişil enerjiler gibi, bunları dengede tutamadığımızda işler karmaşıklaşıyor demiştik daha önce, sürekli okurlar hatırlayacaktır. Dolayısı ile; ruhsal varlığımız da tekâmülü müddetince dünya hayatlarında bu ikiliğin her boyutunu deneyimlemek zorunda, birinde aldatan diğerinde aldatılan olmadan, birinde öldüren diğerinde öldürülmeyi deneyimlemeden tamamlanmıyor bu karma hadisesi. Sn.Şarhon buna ''aynanın her iki yüzünü de deneyimleme zorunluluğu'' diyor. Zaten seve seve, isteyerek seçiyor ruh bu deneyimleri, seçimlerinin sonradan unutturulması da karmik kontratın gerekliliği... Konunun asıl mühim tarafı şu; ruhsal varlıklarımız ebeveynini, ülkesini, eşini, işini, hayat ve ölüm şeklini seçerken tekâmül seviyesine göre hareket ediyor, bu plânda öyle dünyevî hayatta olduğu gibi işin kolayına kaçmak yok yani, daha çekilmesi gereken acılar, ödenmesi gereken karma borçları vs. varsa bunları dünyevî hayata taşıyacak ve yüzleştirmeler sağlayacak kişi, durum ve olaylar seçiliyor ruhsal plânda. En ufak ayrıntısına kadar hem de... Şimdiii; derin bir nefes alalım ve şimdiki hayatımızda bizi incittiğini, yaraladığını, bize zarar verdiğini düşündüğümüz, içimizde kin, nefret, öfke, kızgınlık, kırgınlık biriktirdiğimiz kim ve ne varsa hepsini şöyle bir aklımızdan geçirelim bakalım.

.....................................................................................................

Geçirdik mi? Pekâla... Bir film senaryosu düşünün, siz bu filmin yönetmeni olacaksınız ve senaryoya en uygun oyuncuları seçmeniz gerekiyor çekimlere başlamadan önce. Konu ile hiç alâkasız kişileri seçer miydiniz? Bu sizin filminiz, başarılı olmasını istediğiniz, bunun için para, emek ve zaman harcamayı göze aldığınız bir çalışma. Yapmazdınız değil mi? Ruh da yapmıyor zaten:) Senaryoya en uygun kişileri ve durumları seçmiş oluyor film çekilmeye başlamadan evvel. Bu filmde iyiler var, kötüler var, ihanet edenler var, aşık olunanlar, evlenilenler var, boşanılan, ayrılınanlar var, kaybettirenler, kazandıranlar var, acınanlar var, hiç acınmayanlar var, kavga edilenler, şiddet uygulayan ya da uygulananlar var, nefret edilenler, ölümüne sevilenler var, var da var yani, kadro geniş:) Rol arkadaşlarınızı tekâmül plânınızı gerçekleştirecek olan diğer ruhlar arasından seçiyorsunuz, burada da karşılıklı bir denge var elbette, zira siz de diğer ruhların tekâmül plânlarında yer almayı seçmiş oluyorsunuz böylece, herkesin rolü karşılıklı tekâmül ve karma plânına göre... Bu seçimlerini dünyevî hayat boyutunda unutmuş olan ruh, karşısına çıkan insanları, durumları, olayları yargılaya yargılaya,kıza-üzüle, kırıla-döküle, düşe-kalka, egosunun kılavuzluğunda  yoluna devam ediyor. Taa ki; artık uyanması  gereken zaman gelip çatıncaya kadar...

Şimdi gelelim ödül dağıtımına; hayatınızdaki oyuncular (rol arkadaşlarınız) rollerini başarı ile oynuyorlar tabii ki, bu karmik plân dahilinde herkes rolünü kusursuzca oynamak zorunda zaten, hayatınıza tam OLması gereken yerde ve zamanda girecek olanlar var, bunun tam tersi de aynen geçerli, sahnesi biten oyundan çıkıyor. Siz ya da aslında ruhunuz, bütün bunlardan almanız gereken dersleri alıyorsunuz, kızsanız da, kendinizi kurban ilân edip biteviye acısanız da, öfkeden, nefretten kudursanız da bu böyle, siz seçtiniz, bu sizin filminiz:) Dolayısı ile; bu eşsiz filmin ilahî yüce yapımcısı yönetmen koltuğuna sizi oturtmayı uygun bulduğuna göre (ki; sonsuz olasılıklar evreninde yapacağınız seçimleri elbette gözlemliyor o yüce yapımcı, kader plânınıza uygun olmayan seçimlerden döndürülmeniz, olmayacak duaya amin demekten paşa paşa vazgeçirilmeniz ve zaman içinde bunun aslında sizin+bütünün en yüksek hayrı için OLduğunu farkederek şükretmeniz o yüce yapımcının sizin eserinize lûtfudur da, tabii anlayana...) karmik Oscar ödülü kime gidiyor dersiniz? Rol arkadaşlarınızın emekleri bittabii takdire şâyan, onlara daima sonsuz alkışlar, onlar olmasaydı dersleriniz çoook eksik kalırdı, film tamamlanamazdı, hepsine gönülden şükran duyun, onları tebrik edin, size öğretmenlik ettiler, hikâyenize katıldılar, rolü tamamlananları gene şükran ve sevgi ile uğurlayın sahnenizden, onlarla karma bağlarınızı artık kesebilirsiniz, affedilmesi gerekenleri affedip yolculayın kendi kader plânlarına... Sizi tökezleten ve tekrar tekrar benzer deneyimleri yaşamanıza sebep olan karma bağlarından kurtulun yani, özgür kalın ve özgür de bırakın ilgililerini, bırakın serbestçe aksın herşey tam da OLması gerektiği gibi. Direnç sizi hep yavaşlatıp aşağı çekmedi mi şimdiye kadar? Eee, o halde? Artık anlamışsınızdır zaten karmik Oscar heykelciğinin kime gittiğini, evet, filmin yönetmenine yani size  gidiyor Oscar ödülü, tebrikler, şimdi kameralara gülümseyin:)

Ve sonu sevgili Fatoş Pabuccu Tuncay'ın şu yazısı ile bağlamayı uygun görürüm, kendisine gönülden teşekkür ederek:

Hayatımız bizim gözlerimizden şekillenir. Olanlara nasıl baktığımızdır onu "o" yapan...

Acı kadar mutluluk, sevinç kadar da hüzün daha fazlası değildir var olan..Bunlardan her biri yaşamın seyrinde deneyimlediğimiz olaylar sırasında kişinin farkındalık mertebesinde bulunduğu basamak uyarınca koyduğu etiketlerdir aslında. 

Beş yaşında iken sevinç tepkisi verdiğimiz olaya, bu gün belki de kayıtsız kalıyor olmamız da bundandır. Aynı olayları yaşarken zaman içinde farklılaşan tepkiler vermemiz, farklı duygular hissetmemizin de sebebi, bu gelişkinlik, farkındalık düzlemindeki değişimimizdir. 

Bu bağlamda, bugün birimiz "hayatın sonu" olarak adlandırabileceği denli büyük bir acı sonrasında; yaşamına son verecek kadar kaygı, keder ve korku içine düşerken, bir diğerimizin aynı olay karşısındaki bakış açısı "tamamen farklı bir yaşama açılan kapının anahtarı, yeni bir başlangıç, temiz bir sayfa ve yeni umutlar" olabilmektedir.

O halde "Kayıp" olarak adlandırdıklarımızı bu günden sonra; "düşmek değil doğru bir başlagıç için ayağa kalkmak", 
"Bitiş" olarak adlandırdıklarımızı; " yeni başlangıçlar" olarak görebilmek mümkündür. ''Acı'' kavramını bir kaldıraç, bir motivasyon aracı, bir nevî yol işareti olarak görebilmek yani...

Bizler bu olayları deneyimler iken, ilişkilerimizde yanımızda olup destek verenler kadar olmayanların da bizim gelişimimiz için rollerini oyanayan oyuncular olduklarının artık bilincine varmalıyız. Onlara kırılmak, suçlamak, olan bitene hayıflanmak, öfkelenmek yerine onların bu öğretmenlik görevini bu maddesel bedene girmeden önce bizzat bizlerin kendi isteğimizle vermiş OLduğumuz bilgisini artık anımsasak?..

İşte bu durumda, yaşamımızda zorlandığımız tüm olaylarda kendiliğinden ve çok hızlı çözülmeler  deneyimleyeceğinizden emin olabilirsiniz... Bu farkındalık, seziş, bu inanç, istek, gayret ve temenni ile yola/yolculuğa devam etmek pekâla da elimizde...Yapabiliriz değil mi? :)

Sevgi ve ışıkla...
...................................................................................

Eveeet; bütün bunlar size deli saçması olarak mı geliyor, o da olabilir elbette, keyfiniz bilir. Çünkü biz de tecrübelerimizden biliriz ki; hayatında olan-bitenin sorumluluğunu üzerine almak yerine mütemadiyen dış şartları ve başkalarını suçlamak, kurban rolü oynamak daha kolaydır, pratiktir, bu yüzden de en sık rastlanan vaziyettir. Bu durumda iç bayan arabesk şarkılar eşliğinde bir büyük rakı açmak (''Kader diyemezsin, sen kendin ettin'' şarkısı hariçtir, hâttâ onu günde birkaç doz dinlemek bu durumda faydalı bile olabilir, bize göre o şarkı ''kuantum arabesk''tir:)  derdine yanmak, kendine acımak, uçanı-kaçanı suçlamak, kadere, feleğe, gelene-geçene ana-avrat küfretmek falan tamamen serbesttir, kim ne karışır? Ne demiştir Mümin Sekman; ''Arabesk müzik Türk insanının öğrenilmiş çaresizliğini hûşû içinde yaşaması için icat edilmiştir. Daha çok dertli müzik dinleyerek derdinden kurtulmak bize özgü orijinal bir çözümdür. Arabesk müzik neden (bütün duyguları ağır yaralı) insanlarımıza ilaç gibi geliyor? Çünkü yurdum garibanı ''aydınlanma'' değil ''merhamet'' ister.
İnsanlar acep neden sorunları hakkında aydınlanmak değil de acınmak ister? Kimbilir?..
(Bunlar benim sözlerim değil, kişisel gelişim uzmanı Mümin Sekman'ın ifadeleridir, tekrar belirteyim...) 

Biz de bilmiyoruz zaten:) O vakit  biz de Şeyh Edebâlî'nin kelâmı ile koyarız noktayı ve herkesin fikrine-zikrine hürmet ile huzurdan çekiliriz gayrı:
''BİLESİN Kİ; ATIN İYİSİNE DORU, YİĞİDİN İYİSİNE DELİ DERLER...'' :) Eyvallah...

Bölüm-3


Evvelâ; parçası olduğumuz evrenin bir ''sonsuz olasılıklar'' bütünlüğü olduğuna inanmıyorsanız bu yazıyı okumanız lüzûmsuzdur, sadece duyularınızla algıladığınız sözde gerçeklik boyutunda aynen yaşamaya devam etmenizi öneririm. Sonra; hayatımızda olup-biten hiçbirşey basitçe ''tesadüf''den ibaret değildir, tamamı ilahî ve ruhanî bir kurgunun neticesidir. Hiçbir kitap, film, insan, durum ya da olay tesadüfen girmez hayatınıza, bunların hepsi tam da OLması gereken zamanda ve OLması gereken şekilde çıkar karşınıza, elbette benim için de aynı şey geçerli. Önce filmden başlayayım; ''Mr.Nobody/Bay Hiçkimse'' ile ilgili detaylı bilgiye buradan ulaşabilirsiniz. Şu sıralar kafamı meşgûl eden pekçok konuya cevap olması yanında, kurgusu, görüntüleri, çekim teknikleri, müzikleri ve bilhassa başroldeki muhteşem Jared Leto'su ile benden tam puan almış bir filmdir. Büyük bir marketin ucuzluk reyonundaki o tıklım-tıkış, bolca karıştırılıp altı üstüne getirilmiş DVD sepetlerinden birinde bulup aldım, 7.5 liraya izlenebilecek en muhteşem filmlerden biri diyebilirim, kesinlikle! Hayata, ölüme, kadere, ruhsal seçimlere, ilişkilere, aşka, ayrılığa, paralel evrenlere ve daha pekçok başka şeye bakışınızı tümden değiştirebilecek güçte bir yapım, tam da zamanında çıktı karşıma, bu belki de hepsinden harika ya:) Bütün emek verenleri gönülden kutlarım...

Filmde, dünyaya gelme sırasını bekleyen ruhlar küçük çocuklar olarak sembolize edilmiş. Bulutların üzerinde, neşeli bir şekilde oynayıp duruyorlar, beyazı, zencisi, çekik gözlüsü, hepsi birarada ve çocuk kaygısızlığı içinde. Derken; harika beyaz kanatları ile iki melek iniyor aralarına, çocuklar sıralanıyor meleklerin karşısına. Dünyada bedenlenme sırası gelmiş olan çocuk ruhların ya da ruh çocukların dudağının üstüne gülümseyerek başparmakları ile dokunuyor melekler, hani ''sus'' işareti yaparız ya bazen, işte öyle. Bunlar ''Unutturma Melekleri'' olarak niteleniyor filmde, bu ilahî dokunuşla ruh tekâmülünün daha evvelki evrelerini tamamen unutuyor ve bambaşka seçimler yaparak tekâmülünün eksik taraflarını tamamlamak üzere dünyada bedenleniyor. Hepimizin üst dudağı ile burnunun arasında varolan o dikey, hafif çukur Unutturma Melekleri'nin parmak izi olarak ifade ediliyor. Gayet romantik ve estetik bir anlatım yani. Ardından ruh dünyadaki ana-babasını, içine doğacağı hayatı, ülkeyi, hayatına girecek kişileri, aşık olacağı, evleneceği insan ya da insanları, başına gelecek iyi veya kötü bütün olayları, durumları ve ölüm şekli ile zamanını da seçerek evveliyatına dair herşeyi unutmuş halde, insan sûretinde dünyaya geliyor. ''Sonsuz Olasılıklar'' kuramı da bu noktada işlemeye başlıyor zaten... 

İzlediğim her filmden bir replik seçme alışkanlığım vardır, bu filmden seçtiğim de ana kahraman Nemo'nun sonlara doğru söylediği şu söz oldu:
''Ölüm beni hiç korkutmuyor evlât, asıl korktuğum şey yeterince yaşayamamış olmak...''
Gerisini size bırakıyorum; izlemiş olanlara lâfım yok ama, izlememiş olanlara hararetle tavsiye ederim, Mr.Nobody uyanma ve aydınlanma sürecinde izleyene çok şey katacak, gayet önemli bir film. (Ve tabii, her zaman olduğu gibi Türkçe dublajla değil, orijinalinden altyazılı olarak izlediğimi de ekleyeyim...)

Kitaba gelelim; Debbie Ford'un ''Spiritual Divorce/Spiritüel Boşanma'' adlı bu eseri  Nermin Karahan'ın başarılı çevirisi ile  dilimize kazandırılmış ve Goa Yayınları tarafından yayınlanmış. Soluksuz okuyorum desem yeridir, bitmek üzere... Tekâmül yolumuzun en önemli aşamalarından sayılan ilişki ve evlilik kavramına çok farklı/sağlıklı/spiritüel bir yaklaşımın anahtarları saklı bu kitabın sayfaları arasında. Üstelik, kendisi de  bu alanlardaki oyunu genel-geçer ezberlere göre defalarca kaybetmiş biri tarafından yazılmış olması ayrıca önem taşıyor. Zaten ''iyi ki kaybetmişim...'' diyor yazar da, ''zira o zamanlardaki çok eksik farkındalık seviyemle beni yere yapıştıran bütün bu deneyimleri zamanla olağanüstü bir ruhsal/duygusal kazanca dönüştürme gücü verdi bana o kayıplar...''  Bu kazanç meselesinin ekonomik tarafı da arkadan gelmiş tabii, Debbie Ford şimdi çok tanınmış bir ilişki danışmanı ve kişisel gelişim uzmanı :) Gayet akıcı ve anlaşılır bir dili var. Kuru önermelerle dolu değil kitabı, bizzat kendi deneyimleri ile yüzleşerek, hatalarını, eksiklerini sayıp dökerek harika bir kurgu içinde yükseltiyor okurunu. Çok tuttum, çok sevdim, çok şey öğrendim, bu kitap da hayatıma tam OLması gereken zamanda girdiği için sonsuz şükran doluyum:) Filmden sonra da gayet iyi gider, aynen tavsiyelerime eklerim... Hepsinin üzerine şöyle güzel bir cilâ çekmek isteyenlere de şu yazıyı işaret ederim. Kalemine, varlığına, yüreğine sağlık sevgili Korkut kardeşim... 

(Bu arada; değerli spiritüalite üstadı Sami Şarhon'un geçtiğimiz Şubat ayında, Ezberbozan Atölye'de gerçekleştirdiği ''Anima-Animus/Eril-Dişil Enerji Dengelemesi'' çalışmasında yaşadığımız birşey geldi aklıma, bu vesile ile paylaşayım. Çalışmaya katılmak üzere gelen uzun boylu, çok hoş endamlı, manken gibi yabancı uyruklu bir genç hanım hocaya eşiyle birbirlerini çok severek evlendiklerini, hâttâ ona duyduğu aşk uğruna anavatanını, , işini, ailesini vs. ardında bırakıp Türkiye'ye yerleştiğini, bu evlilikten bir de çocukları olduğunu ama zamanla eşinin davranışlarının değiştiğini, kendisine sözel ve fiziksel şiddet uygulamaya başladığını ve o ne yaparsa yapsın, nasıl davranırsa davransın eşinin bu tutumundan vazgeçmediğini, bunun sebebinin ne olabileceğini sordu. Sami Hoca ise gayet sakin bir şekilde bu çok alımlı genç hanıma dönerek bir karşı soru ile cevap verdi: ''Hanımefendi, burada mesele eşinizin size niçin sözel ya da fiziksel şiddet uyguladığı değil, sizin buna niçin ve ne adına müsamaha gösterdiğinizdir. Eşiniz burada olsa idi elbette ona farklı sualler sorardım ama burada değil, burada olan sizsiniz. Bana çocuğum için, çok aşık olduğum için, mecburiyet hissettiğim için, inat için vs. gibi bazı cevaplar verebilirsiniz ama, bu cevaplar sadece sizi bağlar, beni ya da karşı tarafı değil. Bu bahanelere sığınarak katlanmaya devam ediyorsanız o vakit şikayet de etmeyeceksiniz, bu şekilde yaşayacaksınız. Yok öyle değilse, o zaman ben de size sorarım, niçin hâlâ oradasınız ve onunla birliktesiniz? Burada asıl tartışılması gereken husus budur...'' Soruyu soran genç hanım da, çalışmaya katılan herkes de susup kalmıştı ve Sami Hoca olağanüstü profesyonelliği ile hiç duraksamadan, hemen başka bir konuya geçmişti zaten bu arada:) Sonradan öğrendim ki; ilişkisine dair ezberleri bozulan bu çok güzel genç hanım kendisini artık fazlasıyla mutsuz ve değersiz hissettiren eşinden ayrılmış,  farkında olmaksızın bağımlılık geliştirdiği  evliliğini bitirmiş. ''Şimdi çok iyiyim, artık kimseyi yargılamıyorum, direnmeyi bıraktım ve önümdeki yeni hayata bakıyorum...'' mesajı ulaştı bize, sevindik, her iki tarafın da hayrına OLmasını diledik. Bazen şer görünende büyük hayırlar saklı OLduğuna bir defa daha iman ettik...) 

Ne şeker bir bebek değil mi? Doğduğu devrin modasına göre kırkmalı kesilmiş saçları, tulumu, patikleri, boncuk gözleri ve yüzünde henüz başladığı hayata dair sonsuz hayret ifadesi ile güzelim bir oğlan çocuğu. Kim der ki; bu şeker oğlancık büyüyüp yetişkin olduğunda insanlık tarihinin en korkunç soykırımlarından birinin mimarı olacak, milyonlarca insan toplama kamplarında onun ortaya attığı hastalıklı zihniyet sebebi ile, acılar içinde ölecek ve bu tatlı bebek de neticede hayatına kendi elleri ile son verecek, kitleler üzerinde büyüleyici bir etki yaratarak arkasına binlerce insanı takmayı başarmış bu şahsın mezarının yeri bile bilinmeyecek? Zannediyorum kim olduğunu anladınız, evet, bu bebek bizzat Adolf Hitler :) Benim karmamda da önemli bir yeri olduğunu keşfetmiş bulunduğumdan bu fotoğrafını paylaşmak istedim. Artık ruhsal tekâmülünün  ''zûlüm'' ile alâkalı kısmını temizleyip tamamlayarak daha üst seviyelere geçmiş  OLmasını da gönülden dilerim... Zor bir karma seçmiş cesur ruhlardan olduğu kesin, öyle ki adı dünyanın neredeyse her köşesinde hâlâ yaşıyor ve pekçok insan onun inançlı/inatçı felsefesinin acı izlerini halen taşıyor... Artık hayatta olmasa bile, adı korku ile, kınama ile anılıyor. Öyle her ruhun seçmek isteyeceği bir karmik kontrat değil bu, cesarete hürmet etmek gerek.
 
Verilen hüküm karşısında meleklerin yapabileceği hiçbir şey yoktur…

Her birini (her bir insanı) önünden ve arkasından izleyen melekler vardır. O'nu Allah'ın emrinden (veya Allah'ın emriyle) korurlar." (Ra'd, 13/11)
Bazen insanın hoş bir tavrı, rahmet-i İlahinin harekete geçmesine vesile olur ve Allah (c.c.) onun hakkında onu memmun edecek bir hüküm verir.
Bazen de tam tersine, insanın münasebetsiz bir davranışı, İlahi gazabı galeyana getirir ve verilecek hüküm o şahsın aleyhinde olur. 
Verilen hüküm karşısında meleklerin yapabileceği hiçbir şey yoktur. 
Ne var ki, onlar her zaman beraber olduğumuz arkadaşlarımız olarak bizim başımızın üzerinde pervaz eder dururlar ve gelmesi muhtemel belaları savmak için bize kanat gerer, kalkanlık yaparlar. Zira bu onlara ait bir vazifedir. 
Bu meleklerin ruhânî haz ve lezzetleri, yaptıkları bu vazifenin içine konulmuştur. Yani melekler bizi koruma vazifesini, müthiş bir zevk, heyecan ve coşkunlukla yerine getirirler.
Hem Efendimiz (asv)'in hadisinden hem de bu ayet-i kerimeden anlaşılıyor ki, sinekler gibi insanın üzerine üşüşen bela ve musibetler, insanı çepeçevre kuşatan melekler tarafından çok defa geri çevrilmekte ve insan böylece öldürücü bin bir hâdise altında ezilip gitmekten korunabilmektedir. 
Elbette ki bu muhafaza, Allah’ın iradesine bağlıdır. Zaten her meselede İlahi murad, İlahi dileme ve arzu esastır.
"Allah'ın olmasını dilediği şey olur; olmamasını dilediği şey de olmaz." hakikatı de bize bunu anlatmaktadır. 
Bundan dolayı ,bela ve musibetler meleklerce uzaklaştırılır; 
Fakat kişinin kader programına girmiş ise önlenemez.
Buna vesile olabilecek şeylere gelince, biz onları bilemiyor, sınırlandıramıyoruz...

(İslâm Ansiklopedisi'nden alıntı...)


Son bölüm kahve molasından hemen sonra geliyor, zihnimi ve gözlerimi biraz dinlendirip, hikâyeyi bağlamak üzere döneceğim efendim :)

6 Nisan 2012 Cuma

Hüseyin'den taze haber...

''Bahse konu dilekçeniz işleme alınmış olup, ilgiliye konu ile ilgili olarak tebligat yapılmış bulunmaktadır. Savunmasının alınmasının ardından 2011-2012 Av Dönemi Merkez Av Komisyon Kararlarının atmacagiller ve doğangiller familyasından bütün türler bendi gereği 7.500 TL ceza tazmin edilecek ayrıca 4915 sayılı Kara Avcılığı  Kanunu'na muhalefetten dolayı gerekli idari yaptırım kararları uygulanacaktır...'' şeklindeki yazı taze geçti elime... Sakarya Orman-Su İşleri Bölge Müdürlüğü tarafından yazılmış resmî yazı yani.


Ah be Hüseyin ah, ah be uşağum, ben sana ''inşallah kenarda-köşede vardır en az 6500 lira kadar bir paran...'' demiştim ama? Vurup yere indirdiğin, indirmekle de kalmayıp fotoğraflarını Facebook sayfanda göğsünü gere gere yayınladığın o ''doğan''ın ahı yaradana tez ulaştı herhal, sana benim tahminimden bin lira daha fazlasına mâloldu bak, ''ayrıca...'' ile ifade edilen bahis de ayrı, ah ki ne ah,  ne denir gayrı? Gelmiş-geçmiş olsun falan mı demeli, bilemiyorum ki? Hah buldum; ''Allah affetsin Hüseyin, kanun affetmedi seni ama, Allah affetsin...'' bence bu gayet iyi ve yeterli.


(Bu da nesi şimdi diyenler çıkabilir, Hüseyin'e dair evvelce yazdığım yazıyı okumayanlar olabilir. Bu durumda müracaat buraya lûtfen, vurulan ve artık sonsuza dek yaradanının korumasında OLan doğan için dilekçe gönderen herkese kalbî teşekkürlerle... Karma Yasası aha da böyle işler hanımlar-beyler, ne yeryüzünde, ne gökyüzünde varolan hiçbir mahlûk sahipsiz değildir!..)

5 Nisan 2012 Perşembe

Özetle...


Üşenmedim; sevgili Ümit Olcay ile seneler evvel çektirdiğimiz fotoğrafı arayıp buldum:) Bin bilmemkaç fotoğraf arasından bulup çıkarmanın zor olacağını sanıyordum ama, hiç de öyle olmadı, elimi attığım ilk albümde ve bir defada şak diye buluverdim. Bulduğuma da pek sevindim, herşeyin dijitalleştiği şu zamanda, karta basılmış bir fotoğrafı elimde tutmak keyifliydi doğrusu, belleğimi yanıltmayan fotoğraf arşivime ve bizi olgunlaştıran, çay misali demleyen zamana teşekkür ederim. Şimdikinden en az on yaş daha genç olabiliriz bu fotoğrafta ama; mevcut ve yaşlanmış hallerimiz bence çoook daha iyi:) ''An''dayız, farkındayız, büyüdük, biriktirdik, denedik, denendik, tatlanıp lezzetlendik, daha güzel OLduk şimdi çok şükür, öyle değil mi?..
 
Karma hikâyesinin üçüncü ve son bölümünü yazacaktım gûya; araya milyon tane başka şey girdi, hayatın temposu da şu sıralar epey yükseldi. Sevgili Sami Şarhon hoca 13-14 Nisan'da farklı çalışmalar için gene Ezberbozan'da olacak, onları organize etmem gerekti. Radyo'da işler yoğun, öte yandan okuma manyaklığım zirve yapmış durumda, başucu kitaplarım her zaman olduğu gibi gene üstüste, dizi dizi! Zihnim ve mor işaret kalemim son sürât çalışmakta yani. Uykumdan zaman aşırıp okumayı daha ziyade tercih ediyorum geceleri... E sabahları da vaziyet gördüğünüz gibi, bizim yatakta daima en geniş yeri kaplayan yegâne şey: KOŞULSUZ SEVGİ :) Yoga, meditasyon,  farklı şifa çalışmaları, melek enerjileri, izlenmesi gereken filmler, gelenler, gidenler, telefon ve e-posta trafiği, şu-bu derken, araya epey zaman girdi. Ama yazacağım, öyle sonunu bağlamadan bırakmayacağım tabii. Üç müsait günüm var önümde, seçeceğim birini ve artık dağıtacağım o bahsettiğim karmik Oscar ödüllerini:) Sonunu bekleyen ve merak edenler, bu kadar beklediniz, azıcık daha bekleyin e mi?.. Şimdi gene yoğun bir günün ardından dinlenmeye çekilme vakti. Özetle; herkese bizden bolca selâm+sevgi...

1 Nisan 2012 Pazar

Ümit:)



Yeni izledim evet; ''Entelköy Efeköy'e Karşı'' isimli o çok hoş filmi ancak izleme imkânım oldu. ''Dondurmam Gaymak''ın yönetmeni Yüksel Aksu'nun benzer lezzetteki bu sıcacık Ege filminde, seni canlandırdığın ''Entel Enes'' rolünde gördüğümde sevgili çocuk, aklıma öğrencim olduğun zamanlar geldi tabii, yıllar önceki hakiki Akademi İstanbul günlerimiz, kedilerle aran çok iyi olmasa da dersler için arada geldiğin Fulya'daki o ufacık evim, metin okumalarında ''üff hocam ya, siz böyle karşımda sınav yapar gibi durunca heyecanlanıp takılıyorum, napiym!'' dediğin için salondaki kanepenin arkasına saklanıp ''işte şimdi görmüyorsun beni, hadi bakalım tekrar, bahane yok, baştan alıyoruz!..'' diye diye seni saatlerce çalıştırmalarım, İstiklâl Caddesi'ndeki kahve muhabbetlerimiz, beraber izlediğimiz ''Green Mile/Yeşil Yol'' filminin sonunda ben boğula boğula ağlarken bana kağıt mendil uzatman falan... Baba acımız da ortaktı, çoğu kırılganlığımız da. Bazen ben senin hocandım, bazen de sen benim:) Dertleşirdik, dedikodu yapardık, gülerdik, ağlardık acıyan yanlarımızı birbirimizden hiç saklamadan... Şimdi övünüyorum başarılarınla, çok sevdiğim bir eski öğrencimi kaliteli işlerde izlemek gurur veriyor bana.  Ümit Olcay; (biz hiç kullanmasak da, adının başında Ahmet de var) yolun hep açık OLsun, sen anacığının sevgili ve çok vefalı evlâdı olduğun kadar benim de güzel gözlü, biraz haşarı, dersten sıkıldığında kaynatmanın muhakkak bir yolunu bulan ama hiç kızamadığım koca çocuğumsun:) Varsın 37. yaşını kucaklamana şunun şurasında birkaç gün olsun yani, ne farkeder? Beraber çektirdiğimiz matrak bir fotoğrafımız vardı, bir on yıl geçmiştir herhalde üzerinden, benim suratım solaryum yanığı, sen fena halde babyface tabii, o zamanki komik hallerimiz işte, bulursam onu da yayınlayayım da zaman tüneline dalalım, gülümseyelim. Kelimelerin sonunu yutma, doğru nefes al,  hadi bakalım tekrar okuyoruz, bu defa daha dikkatli, bak gene haylaz espriler yapıp sakın kaynatma dersi haa, tamam mı?:)