26 Ocak 2011 Çarşamba

Bazı...

''Vardım Hint eline'' dosyası henüz tamamlanmış değil, daha yazılacak şeyler var ancak kimi zaman araya ''bazı'' şeyler giriyor ve zihnimdeki yazı önceliklerini değiştiriyor. Annemin geçen gün alıp ayıkladığı ve bir bölümünü de bana ayırdığı bu ''karışık Ege otları'' meselâ, benim her zaman gidip taze taze almaya vaktim olmuyor. Ama bu otlarda saklı mucizelerin elbette farkındayım, lezzetlerini de çok severim. Bunun için illâ Giritli ya da vejetaryen olmak gerekmiyor zaten, bana göre olan da, olmayan da yemeli bu otları. Anacığım sağolsun, bolca almış ve bir pişirimliğini de ayırıp bana saklamış. Formül gayet basit, evvelâ ayıklanacak, sonra sirkeli suyla güzelce yıkanıp tozundan-toprağından arınacak, ardından kaynayan suyun içine atılacak ve yeşilliği, diriliği kaybolmadan, otların canını çıkarmadan, yani işi fazla çekiştirip uzatmadan haşlanacak. Aslında en iyisi buharda haşlamak ama ben gayet az miktarda su kullanıyorum, o suyun ölçülü buharı da otların olması gerektiği kadar haşlanmasına yetiyor. Öyle çataldan pelte gibi sarkmayacak yani otlar, fazla haşlanmaktan çamura dönmeyecek, aksi takdirde bütün özelliği uçup gider, faydasız ve yavan lezzetli bir posa elde edersiniz ki; bu da güzelim otların varlığına haksızlık olur. Haşlandıktan sonra süzgece alacaksınız, soğuyunca taze sıkılmış limon suyu, ezilmiş birkaç diş sarmısak ve sızma zeytinyağıyla hazırladığınız  sosu otların üzerine gezdireceksiniz. Ekleyeceğiniz tuz miktarı size kalmıştır, isterseniz hiç tuz koymazsınız ama sarmısak şarttır, hem de o sarmısak öyle püre haline getirilmez, azıcık dişe-damağa gelecek şekilde, irice kıyılır... (Bu karışık otlarla yapabileceğiniz sadece bu kadarla sınırlı değildir, onu da bilesiniz, bakınız şöyle alternatifler de mümkündür.)

Sonrası mı? O da tamamen size kalmıştır aslında, ister diğer yemeklerin yanında salata ya da meze kılığında getirirsiniz sofraya, ister yanında başka hiçbirşey olmadan, sadece bunu ana yemek ilân edip oturursunuz başına. Balığın kenarına muazzam yakışır meselâ, başka birşey aratmaz insana. ''Allah'ın otu işte!..'' deyip geçmenin ne büyük bir hata olduğunu ancak yediğinizde anlarsınız. Dağda-bayırda, kendiliğinden biten bu mütevazı otların şifası da yanınıza kâr kalır, benden söylemesi:)

''Bazı'' kitaplar vardır, sanki tek bir şey için yazılmış gibi görünür ama işin aslı öyle değildir, o ''bazı'' kitapların satır aralarında hayatın gölgeli taraflarını aydınlatacak daha pekçok şey saklıdır. İşte bu kitap da o ''bazı''lardandır. ''Sıradan bir kedinin sıradışı yeteneği'' sloganını taşıyan bu kitabın tam adı ''Ölümü hisseden kedi: Oscar''. Bir geriatri uzmanı olan Amerikalı doktor David Dosa tarafından yazılmış. ABD Rhode Island'da bulunan Steere House Bakım ve Rehabilitasyon Merkezi'nde görevli Dr.Dosa bu kitapta sadece tuhaf bir sezgiyle öleceğini anladığı (çoğu ağır bunama ya da Alzheimer'dan musdarip olan) hastaların yanına giden ve hayattan ölüme geçişlerinde yanıbaşlarında olarak onlara huzurlu bir ölüm armağan eden kedi Oscar'ın muhteşem hikâyesini anlatmıyor. Bu kitapta gayet sıradan görünen, kendi halinde, hâttâ biraz da soğuk tabiatlı bir kedinin sıradışı yeteneğinden bahsederken, aynı zamanda Alzheimer gibi ölümcül bir hastalıkla mücadele eden hastalara ve onların yakınlarına yol gösterebilecek mükemmel bir rehbere de imza atmış oluyor ki; zannediyorum kitabın en önemli tarafı bu...

''Annemizi kendi gerçekliğimize asla geri döndüremeyecektik'' diyor annesini bu hastalıktan kaybeden Annette, ''bu yüzden onunkine dahil olduk''... Annette ve Rita isimli iki kızkardeş, annelerinin hastalığı süresince yaşadıklarını ve bu katı gerçekle başedebilmek için kendi geliştirdikleri yöntemleri paylaşıyorlar okuyucuyla. Ve tabii gizemli kedi Oscar, rehabilitasyon merkezinde bakılan çoğu hastada olduğu gibi, onların annesinin de son nefesinde yanıbaşında olmuş, hayattan ölüme geçiş anında hastanın yatağında, hiçbir yere ayrılmadan öylece sükûnetle beklemiş. Rehabilitasyon merkezindeki hastaların genel sağlığına olumlu katkıları gözlendiğinden her katta birkaç kedi bulunuyor, bu kediler Alzheimerlı hastalarla vakit geçiriyor, odalarına girip çıkıyor, onların kendilerini daha iyi hissetmelerini hâttâ hafızalarının gölgeli bölümlerine ışık tutarak unuttukları kimi şeyleri hatırlamalarını dahî sağlıyor. Ama Oscar biraz farklı, o sadece hastalardan birinin öleceğini sezdiği zaman ortaya çıkıyor, hastanın oda kapısı kapalıysa içeri girebilmek için kapıyı tırmalıyor, kapı açılıp içeri girene kadar asla bir yere gitmiyor, ısrarla ve inatla uğraşıyor. İçeri girmesine izin verildiğinde ise sakinleşiyor, hastanın yatağına çıkıp yanına kıvrılıyor, Oscar odaya girdikten birkaç saat sonra hasta ölüyor ve bu ilginç durum bir süre sonra herkesin dikkatini çekiyor. Kitabın yazarı Dr.Dosa'nın kabûl etmemekte hayli direndiği ve tesadüf sayarak bir müddet görmezden geldiği bu tuhaf durum, örnekler çoğaldıkça Oscar'ı haklı bir ilgi odağı haline getiriyor. Yakınlarının ölümünden sonra görüşleri alınan hasta sahipleri, enteresan bir şekilde bu durumun hiç de korkutucu olmadığını, tam tersi kedinin orada bulunmasının ''ölüm'' anının yükünü adetâ hafiflettiğini, hastalarının huzur ve sükûn içinde hayattan ölüme geçtiğini gözlediklerini anlatıyorlar. ''Bu mümkün'' diyor Dr.Dosa, ''zira hayvanlar insanı yargılayan varlıklar değildir. Sözgelimi bir kedi hayatınızı yaşamak için ne yaptığınızı, zengin ya da fakir olup olmadığınızı umursamaz. Bir kedi için herhangi bir ismi ya da tarihi anımsamayışınızın hiçbir önemi yoktur. Pekçok ziyaretçi için bakımevi gerçeğiyle yüzleşmek oldukça sarsıcı olabiliyor. Ve onların huzuru bulmalarının geçerli olabilecek tek nedeni tanıdık birşeylerin varlığı. Bu bir kedi olsa bile...''

Dr.Dosa bir bilim adamı olarak, eğitiminin gerektirdiği çoğu teorik/tıbbî ezberi sessizce bozan Oscar'ı ve onun hayatlarına/ölümlerine  dokunduğu pekçok kişiyi anlatıyor bu kitapta. Alzheimer gibi zorlu bir hastalığın farkedilmesinden ölüme kadar olan evrelerini ve beraberinde getirdiği zorunlu şartlarla başetme yöntemlerini de yaşanmışlardan süzerek, ustaca kopyalıyor okurun zihnine. Son derece düşündürücü bir kitap bu bence, notlar alarak, dura-kalka, düşüne-taşına, araştıra-karıştıra  okuyorsunuz yani. Ayrıca;  burada anlatılanların kurmaca değil, tamamen yaşanmış gerçekler, sahici tecrübeler olması da mühim tabii. Devamını/tamamını merak eden muhakkak alıp okusun derim ve bu yazıyı kitaptaki şu cümleyle bitiririm:

''Yeryüzünde iki şey tamamen kusursuzdur: Saat ve kedi...''
Bu benim değil efendim, cümleyi vaktiyle kurmuş olan Emile Auguste Chartier'in fikri:)

Ek ve de dip: ''Karma Yasası'' der dururum ya hep, işte bu büyük yasa daima sessizce işlemekte, yani inananın-inanmayanın çokluğu ya da yokluğu ana sistemi hiiiç ilgilendirmemekte. Buyrun, isterseniz okuyun, istemezseniz unutun gitsin. Okumayı tercih edenler şurayı da atlamasın, eksik kalmasın bu hikâye. Ve elbette teşekkürler değerli Sevgi Ekmekçiler'e...

25 Ocak 2011 Salı

Uyuyan...


Güzellik iddiam yok, ''Geceden Sabaha'' kadar çalışmış biri olarak hiç yok yani, bu sebepten meşhur masalın ''uyuyan'' kısmı ile alâkalıyım daha ziyade, devamı beni pek bağlamıyor şu an:) Hayırlısıyla eve varıp diş fırçası, sabun, havlu ve pijama aşamalarını hızlıca tamamlamaktan, sonra da işin en lezzetli kısmı olan yorganın ucunu kaldırıp yatağa uzanmaktan başka bir hedefim mevcut değil an itibarı ile. Haa, bu arada, tiroid ilacımı unutmamam lâzım elbette, ve tabii bir tatlı kaşığı bal +sirke, biraz da okaliptüs yağı burun deliklerine, sonra artık gözlerimi huzur ve şükürle kapatabilirim yeni güne:) E n'apalım canım, hep aynı sıra olacak değil ya, benim masalım da işte böyle, tam tersine. Sadece ''uyuyan'' olmak istiyorum özetle, önceliğim budur, ''güzel''liği isteyen alsın, mümkünse bana yalnızca ''uyuyan'' kalsın, he mi? O zaman; hadi size günaydın, bana iyi uykular:) Şimdilik bu kadar. Biz çıkalım kerevetine...

20 Ocak 2011 Perşembe

''Vardım Hint eline''/ Kedi, fare, kuyruk...

Hindistan'da enteresan hayvanat halleri de gözleniyor. Birinci fotoğraf Mumbai'de bir sokak arasında, gece çekilmiş. Burada gayet sakin bir ''kedi-fare-kuyruk'' üçlemesi görüyorsunuz. Kimsenin kimseye aldırdığı yok, maksat herkesin karnı doysun. İrkilmeye, tiksinmeye gerek duyanlar varsa bunu rahatça yapabilirler elbette, bu oradaki varoluş gerçeğini değiştirmeyecek nasılsa...

Bu da aynı yerin gündüz gözüyle çekilmiş fotoğrafı, fare kardeş ortalarda yok ama kedi familyası yerli yerinde:) Onları sevip himaye eden Hintli amca eşliğinde aynı sade gündelik hayata devam... Kavgaya-dövüşe lüzûm yok yani, herkesin bir nasibi, rızkı var nasılsa, bu memleket şartlarına bağlı olarak gayet az olsa da. Bizimkiler bu amcaya hayvanlara ve kendisine yiyecek alması  için biraz para vermişler, o da kedileri çok sevdiğini, onlara kendisinin baktığını belirterek defalarca teşekkür etmiş bu beyaz tenli yabancılara. Kucağındaki pisinin beden dili hakikati apaçık ortaya seriyor zaten, saf ruhlar yalan söylemez, bulundukları yer dünyanın teee öte ucu olsa da...

Mütevazı bir dükkânın önünde rastgelinmiş bu ufaklığa, pet şişeden kesilmiş su kabı ve önünde bir adet bisküi varmış yalnızca. Ama sevginin dili dünyanın her köşesinde aynı olduğundan, son derece zayıf tipik bir Hintli kedi olsa da mutlulukla mırıldayarak cevap vermiş başını okşayan bu yabancıya:) Önünde çeşit çeşit kuru maması, sütü, altında yumuşacık minderi falan yok belki ama, ait olduğu coğrafyanın ana felsefesi gereği ''az''la kanâat etmeyi, elindekiyle mutlu olmayı, şımarmadan, cozutmadan sükûnetle yaşamayı öğrenmiş işte, daha ne?..

Ve hayat devam etmek zorundadır sen nefes aldıkça, varlığını sürdürmenin bir yolu muhakkak bulunacaktır. Hijyene, nefasete, görüntüye falan fazla takmayacaksın bu durumda, olanla idare etmeyi becereceksin. Hiçbirşeyi ziyan etmeyeceksin yani, burun kıvırmayacaksın, bulduğuna şükredeceksin...

 Hindistan'daki kimi şartlar, batılılara çok iğrenç,  pis ve tahammül edilmez gibi görünebilir tabii ama, en kalabalık ve en modern kentlerin öteki yüzlerine yakînen tanıklık etmiş biri olarak bu ülkede herşeyin nisbeten daha ortada olduğunu söyleyebilirim. Burada makyaj yok yani, cilâ yok, iyi ya da kötü, ahval herneyse o. Dolayısıyla; bu vaziyet ''pisliğini halının altına süpürüp gûya temiz görünme ikiyüzlülüğünden'' çok daha sahici geliyor bana... Ülkemin en baba kentlerinden İstanbul, Ankara ve İzmir'in o ''en cici'' yüzlerinin ardında saklanan asıl surat geliyor da aklıma, ''pöh!'' diyorum yani, ''bu kadar abartılacak ne var ki bunda?..'' Ve her zamanki düstûr tabii, ''ya olduğun gibi görün, ya göründüğün gibi ol, ikisi arasında mânasızca bocalama, ne kendini, ne etrafındakileri kandırmaya çalışma! Sözde kurnazlık edip (türlü numarayla aslolanı ne de güzel sakladım, lan hakkaten amma da uyanığım) deme, vakti gelir, takke düşer, kel görünür, mazallah herbişey daha fena karışır sonra...'' Anlayan anlayacağını anlamıştır zaten, anlamayana ise her zamanki gibi davul-zurna ve hâttâ bando-mızıka:)

17 Ocak 2011 Pazartesi

Şükran...

Tabiat onu darmaduman edip kendi egemenliği altına sokmaya çalışan her türlü ''dış mihrak'' tesirine rağmen, daima sükûnet içinde varlığını sürdürmeye programlı, muhteşem bir sistem. Kalabalık, kirli ve yorgun kentlerin orasına-burasına serpiştirilmiş ''sözde'' parklarda dahî onun bu olağanüstü varoluş gayretini görmek mümkün. Evet; ne iyi ki mümkün...

Ve bunlar o eşsiz egosunun pençesinde yuvarlanan ''insan'' türüne kafî cevap olmakla birlikte, aslında harika birer müjde de... Şşşt, alooo, siz ne kadar kirletseniz, dağıtsanız, olanı yok etmeye, yoksaymaya çalışsanız da bu ''kuru'' sandığınız dallara can veren var, siz kendinizi kışın karanlığında sanmaya devam edin hâlâ, bakın hazırlıklara başlamış bile ilkbahar. Kırsanız, dökseniz, incitseniz, acıtsanız, yaksanız, kesseniz, kökleseniz de farketmiyor yani, tabiatta çöp yok, atık yok, her zerrenin, herşeyin bir gerekliliği var. Köpek bokunun, kedi sidiğinin, salyangoz sümüğünün, sinek kanadının, karınca ayağının, daldan düşen buruşuk yaprağın, topraktaki solucanın, otun, çamurun, herşeyin, herşeyin bir lüzûmu var da bütün bunlar ondan var! Cips paketi, kola kutusu, dandik market poşeti, sigara izmariti falan tabiatın sorunu değil yani, onlar sizin kendi pisliğiniz, onu siz düşüneceksiniz! Yaaaa...

Eski bir tüp kamyonetinin branda örtülü kasasında uyuyan bu kedinin sorunu değil sizin onun varlığını lüzûmlu ya da lüzûmsuz görmeniz. Kovsanız da, dövseniz de, öldürseniz de tabiatın varoluş sistemi içinde onun bir yeri ve gerekliliği varolduğu için var o, kabûl etmek istemeseniz de bu böyle, bu yüzdendir etrafınızda istemediğiniz, ''ötekileştirdiğiniz'' herşey gibi bütün gayretinize, zûlmünüze rağmen toptan yok edemeyişiniz!.. Siz nasıl varolmak istiyor ve bunu bir temel hak olarak görüyorsanız, aynı hak aha bu canda da var. Uyusun, büyüsün, sağolsun, varolsun, o ve onun gibiler iyi ki var. Dedim ya; ne yaparsanız yapın, külliyen yok etmeyi beceremeyişiniz bundan zaten. O ''ana''sı olan tabiattan kopmuş değil, sadece ve çok kendiliğinden tabiatın+tabiatının gereği olarak ''varoluyor'', dolayısı ile sizin ''sözde'' medeniyetinizin kılı-tüyü, zart-zurtu da onun sorunu sayılmıyor! Yaaa...

Son zamanlarda aldığım en güzel, en anlamlı hediyelerden birini tutuyorum avucumda, sevgili Sunay Akın'ın İstanbul'daki ''Oyuncak Müzesi''nden kalkıp bana gelen bu minik tahta topaç iyi ki var:) Bana hatırlattığı o güzel zamanlar iyi ki yaşanmış, ne iyi ki acısıyla-tatlısıyla beni bugünkü ben yapan o hatıralar, o deneyimler var. Şükür ki; kötü gittiğini sandığımız herşeyin içinde saklı iyilikler de var, ocaktaki tencerede kaynayan piyazlık fasulyeler, pencerelere yavaşça inen akşam, kör yavru kedinin huzurlu uyku nefesleri, yan daireden gelen istikrarlı çekiç sesleri, bütün bunların hepsi, ne iyi ki var. O halde yola devam, o halde içimden taşan bu şükür hissinin asıl sahibine daima bakî şükran. Yaaa... Şükran...

16 Ocak 2011 Pazar

''Vardım Hint eline''/Tatlı vaziyetler...

Evet; artık sıra Hindistan'daki yeme-içme hallerine geldi. Lâkin, bildik sıralamayı tersine çevirip ''tatlı'' işinden başlayalım ve geriye doğru gidelim dedik. Hintli kardeşlerimizin topunun vejetaryen olduğunu sanmak yanlış bir kere, bu kocaman ülkede pekçok farklı inanç ve yaşam pratiği bir arada görülüyor çünkü. Ama büyük bir kesimin bitkisel odaklı beslenmeyi seçtiği gerçek, ineklere kutsallık atfedilen bölgelerde bu hayvanın eti asla tüketilmiyor olsa da, hayvanî temelli beslenenler mevcut tabii. Keçi, koyun, balık, ördek eti yeniyor vejetaryen olmayanlar tarafından... Gene de, resmin bütününe baktığınızda Hindistan'daki beslenme alışkanlıklarının pekçok batılı ülkeye kıyasla gayet sağlıklı olduğunu söylemek mümkün.

Elimdeki paket tipik bir ''traditional Indian delicacy'' yani ''geleneksel Hint lezzeti'' olan ''soan papdi''ye ait. Popüler bir Hint tatlı türü olan ''soan papdi''nin içeriğinde bitkisel yağ ya da ''ghee'' (Hindistan'da manda sütü yağını eritip kaynatarak yapılan bir tür sadeyağ), salatalık tohumu, fıstık, şeker, nohut unu, buğday unu ve ne olduğunu çözemediğimiz Hint işi bazı başka şeyler var...

Paketi açıp baktığınızda ise karşınıza ''aaa, bu tıpkı bizim pişmaniye yâhû!..'' dedirtecek bir mamûl çıkıveriyor. Yegâne fark bundaki lezzetin çok daha hafif ve şeker miktarının damağa yapışmayacak, iç baymayacak kadar karar oluşu. Hindistan'da beyaz şeker tüketimi neredeyse yok denecek kadar az,  şeker imâlatında da şeker pancarı yerine şeker kamışı kullanılıyor. Hâttâ caddelerde, sokaklarda bazı ufak büfelerde, özel aletlerle sıkılan taze ''şeker kamışı suyu'' satılıyor ve sevilen bir meşrubat türü olarak rağbet görüyor. Bir diğer doğal meşrubat ise bizim hemen hemen hiç bilmediğimiz ''hindistan cevizi sütü'', bunda bardağa da ihtiyaç yok zaten, satıcılar hindistan cevizinin üst kısmını kesip bir kapak açıyor, elinize de bir pipet verildi mi alın size mis gibi, doğal ve taze bir içecek. İçinde katkı maddesi var mı, gıda boyası mevcut mu, son kullanma tarihi geçmiş mi, uzun vadede adamı kanser eder mi falan gibi soruları baştan ve toptan bertaraf ediyorsunuz yani, gayet pratik, sağlıklı ve basit. Bu sütün konserve edilmiş haline bizim büyük marketlerde de rastlamak mümkün, oldukça yoğun, biraz yağlıca ama asla çok şekerli olmayan bir lezzeti var. Şekerkolikleri kesmez yani, hoş Hindistan'daki hemen hiçbir tatlı türü şekerkoliklere hitap edecek gibi değil ya, Hintli kardeşlerimiz aslında çok doğru birşey yaparak yoğun ve aşırı şeker tadından uzak durmayı, bu konuda gayet ölçülü olmayı seçiyor. Rafine edilmiş şeker yerine, taze ve doğal tatları tercih ediyorlar, yemek sonraları ve ara öğünlerde bol meyve yemeleri, hâttâ kahvaltıda çoğu kez sadece farklı meyve türlerini tüketmeleri de bu sağlıklı alışkanlığın göstergesi. Özetle; biz bu  ''soan papdi''yi severek yedik, hafif ve lezzetliydi...

Kavanozun içindeki bu rengârenk zımbırtılar nedir peki? O da bir tür kuruyemiş, yoğun baharatlı yemeklerden sonra hem ağız tatlılığı olsun, hem de ağız ve nefes ferahlasın diye imâl edilmiş. Kişniş tohumu başta olmak üzere, başka pekçok hoş kokulu bitki tohumundan oluşuyor. Parmak ucuyla alıp ağıza atılıyor, çıtır-pıtır çiğneniyor, ağzınıza bir ferahlık, hoş bir esinti getiriyor...

Nane ya da mentolde olduğu gibi bir serinlik hissi değil bahsettiğim, daha baharat esaslı, oldukça farklı ama güzel bir lezzet yayılıyor damağınıza bu tohumları çiğneyince... Bir sürü farklı türü var ama hepsinde ''kişniş tohumu'' ya da Hindistan'ın en popüler baharat türlerinden ''kakule'' mevcut. Bazen yemeklerden sonra tatlı niyetine atıyorlar ağızlarına, bazen de bizim karanfil tanesi çiğnememiz gibi nefesi ferahlatıp ağızdaki yemek kokusunu silmek için... Hintlilerin tatlı konusundaki mütevazılığını anlamanız adına, kimi lokantalarda yemek sonrası tatlı niyetine, ufacık bir tabak içinde şeker kaplı pirinç taneleri ikram edildiğini de söyleyebiliriz. Damağı bizdeki yağlı-ballı-hamurlu-şerbetli tatlılara alışkın olanları hiç açmaz yani:) Ne ki; Gülsün ve Halûk olağan gündelik hayatları içinde de şekere ve tatlı türlerine gayet mesafeli olduklarından bu vaziyet onları hiç rahatsız etmemiş. Hâttâ; bu mütevazı tatlı çeşitlemelerinden hoşlanmışlar...

Hindistan'da bolca tüketilen ve ''dry fruits/kuruyemişler'' başlığı altında toplanan, ''tatlı'' kavramını farklı algılayan bizlere biraz tuhaf gelen bu gibi  mamûlleri merak edenler şurayı tıklayıp bakıversin. Daha dünya kadar çeşit mevcut çünkü... Bizimkilerin söylediğine göre, ''tatlı'' konusundaki bu sadelik sebebiyle Hindistan'daki pastanelere hiç uğranmaması, bunun yaratacağı hayâl kırıklığı yerine her yerde kolay ve çok ucuza bulunan muz, mango, ananas, hindistan cevizi gibi meyvelerin bol bol yenilmesi çok daha akıllıca olur-muş... diyor ve Hint mutfağına tersten dalış yaptığımız bu yazımızı da burada bitiriyoruz efendim. Elbette devamı var ama şimdilik bu kadar. Herkese sağlıklı ve mutlu haftalar...

Meraklısı için: Yeni yılla birlikte, artık her Pazar gecesi, saat 23.15/01.00 arasında, bir TRT Radyo-1 klasiği olan ''Gecenin İçinden'' programında dinleyicilerime seslendiğimi mutlulukla duyururum:) TRT FM'deki programlara devam tabii, ama çok eskiden beri sunduğum bu programı da hayli özlemişim doğrusu... Sağlam konular, sağlam konuklar, güzel müzikler ve elbette bol sohbet, Sunay Akın'lı, Akgün Akova'lı, Sirel Ekşi'li, Gürol Tonbul'lu radyo gecelerine buyrun,  bekleriz efendim...     

12 Ocak 2011 Çarşamba

''Deveden büyük fil var'' demişler...

Bu bir Asya fili, henüz 8 yaşında. Gülsün'e türlü şaklabanlılar yapmış, oyun oynamak istemiş. Ancak Gülsün ona doğru kolunu uzattığında hortumuyla sert bir şekilde kavramış kolunu, kuvvetle çekmiş. Gülsün bu durumun onu biraz ürküttüğünü ifade etti, nitekim filin bakıcısı da yabancı kişilerin file fazla yaklaşmasının sakıncaları olabileceğini, zarar vermek istemese de bazen can acıtabileceğini belirterek çok yaklaşmamasını söylemiş. Gene de Gülsün bu genç filin çok sevimli olduğu kanâatinde, amacının sadece oyun oynamak olduğunu düşünüyor...

Bakıcısının fili beslemek için yiyecek hazırlamasını ilgiyle izlemiş bizimkiler... Ön ve arka ayaklarının tekinden zincirle bağlı durumda olan genç fil, alışkın olduğu bakıcısına daha sakin tepkiler veriyormuş. Plastik kova içinde filin beslenmesi için gereken bitkiler bir karışım olarak hazırlanıyor, daha sonra bakıcı bu bulamaçtan iri toplar yapıyor...

Bu iri mama topları fil kardeşe gördüğünüz şekilde ikram ediliyor. Bir hafta içinde 2 tondan fazla yiyecek tüketebilen bu güzel varlıkların vücut ağırlıkları da haliyle birkaç tonu buluyor...


Fil kendisiyle ilgilenilmesinden ve elbette sunulan yiyecekten hoşnut, memnuniyetini bağırarak ifade ediyor:)

 
Mamasını keyifle yiyen ve karnını doyuran genç filin zincirleri çözülüyor. Zira kendisi birazdan çok uzaklardan gelen bir gezgini sırtına alıp kısa bir tur attıracak...


Ve Halûk hayatında bir ''ilk''i deneyimlemek üzere önünde çömelen genç filin sırtına tırmanıyor. Gördüğünüz gibi; filin sırtında herhangi bir örtü ya da eğer benzeri birşey yok...


Halûk bir filin sırtında olmanın çok tuhaf bir duygu olduğunu söyledi, hayvanın hayli kalın ve tüysüz bir derisi olduğunu, ayrıca ona sadece boynunda bağlı bulunan kalın ip aracılığıyla tutunmak gerektiğinden sırtında durabilmenin hiç de kolay bir iş olmadığını da ekledi. Bu noktada vazgeçip inmeyi de düşünmüş ama sonradan sürekli bağlı duran hayvancık biraz dolaşıp ayaklarını açsın diye ve tabii biraz da meraktan, devam etmeye karar vermiş...


''O benim ağırlığımı muhtemelen hiç hissetmedi ama, ben onun sırtında durabilmek için bir hayli efor sarfettim. Bu kadar büyük kütleli bir hayvanın sırtında, hiçbir örtü, eğer ya da tutucu destek olmadan sabit durabilmek gerçekten çok zordu, öyle ki tur tamamlanana kadar kan-ter içinde kaldım, tişörtüm sırtıma yapıştı!..'' diye ifade ediyor yaşadıklarını Halûk. Fil ise artık ezberlediği köy yolunda rahat rahat yürümeye devam etmiş:)


''Filin kafası çok ilginçti'' diye anlatıyor Halûk, ''olağanüstü büyük olan bu kafanın üzerinde yeni doğmuş bebeklerin kafasında olduğu gibi seyrek ve dik tüyler var, aslında çok sevimli ama dedim ya, sırtında düşmeden durabilmek hiç kolay değil ve bu insanı çok yoruyor...''


Ve artık bu kısa turun sonuna geliniyor. Başlangıç noktasına geri dönülüyor. Genç fil birazdan gene çökecek ve sırtındaki terli yolcuyu indirecek...


Halûk düşmemek için son gayretlerini gösteriyor, genç fil ise bakıcısının komutlarına uyarak uysal bir şekilde çömeliyor...


E tabii; filin sırtında durabilmek için epey zorlanan Halûk da bu tuhaf deneyimin sonunda ''ohh be, nihayet!..'' dercesine filden bu şekilde atlıyor ve kazasız-belâsız ayaklarının yeniden toprağa basmış oluşundan duyduğu memnuniyeti ifade ediyor :) Bunun belki ''try anything once/herşeyi bir defa dene'' mantığından hareketle, hayatta bir kez denenebilecek birşey olduğunu ama günün birinde tekrar file binmek isteyeceğini sanmadığını da ekliyor. Aslında hiçbir hayvanın sırtına binip dolaşmayı sevmeyen ve onaylamayan kardeşim, evvelce de belirtmiş olduğum gerekçelerle bu fil hikâyesini yaşayıp böylece tamamlıyor. Elbette Hindistan'da filin sırtına binip dolaşmak hiç de tuhaf karşılanmıyor ama bizler gibi fili sadece hayvanat bahçelerinde ve sirklerde görebilmiş insanlar için (ki; dileriz her ikisi de olmasın, yeni kuşak filleri ve diğer egzotik hayvan türlerini doğal yaşam alanlarına uygun, çağdaş doğal yaşam parklarında görerek tanıyabilsin) böyle bir  deneyim haliyle çok tuhaf ve ilginç olabiliyor...

Ben ise bugün artık orta yaşlı sayılan bir zamanların İzmir'li çocuklarının çoğu gibi, hatıralarımda yer edinmiş olan sevgili Pakbahadır'ı düşünüyor, avucumdan hortumuyla alıp yuttuğu leblebiler hâlâ o çocuk avuçlarımdaymış gibi hissederek hüzünleniyorum. Bu çilekeş filin yalnızlığını, içinde ömrünü tükettiği eski İzmir Hayvanat Bahçesi'ni, bari ölmeden önce vatanına dönsün, aslında en temel hakkı olan özgürlüğü çok kısa da olsa yaşasın diye başlatılan kampanya sırasında TRT FM mikrofonlarından yaptığım çağrıları, ne çare ki buna ömrü yetmeyen sevgili Pakbahadır'ın ölüm haberini hüzünle okuyuşumu ve 2009 senesinin Nisan'ında, her anlamda örnek bir mekân sayılabilecek İzmir Doğal Yaşam Parkı ziyaretimde bilhassa uğradığım anıt mezarını düşünüyorum. Ve benim kuşağımı olduğu kadar, sonraki birkaç kuşağı da ''fil''le tanıştırabilmek için son derece olumsuz şartlarda, doğduğu toprakların çok uzağında ömrünü tüketen, neticede bu olumsuz şartlar sebebiyle hastalanıp ölen çocukluğumun unutulmaz hatırası Pakbahadır'la birlikte, sırf insanların keyfi olsun diye sirklerde, demir parmaklıklar ardında çile dolduran, acı çeken, çalıştırılan, özgürlüğü elinden alınmış bütün fillerin (ve aslında cümle hayvanatın) önünde hürmetle eğiliyorum. Büyük hesap zamanı gelip çattığında, hepsinin, bütün o saf ruhların  insanı ve insanlığı affetmesini diliyorum...

Ek ve de dip: Mühim, hem de son derece mühim bir konuyu, ciddî bir çelişkiyi  dile getiren değerli Güray Tezcan'a ve onun bu yazısını sayfasında yayınlayan değerli Timur Demir'e teşekkürle...

8 Ocak 2011 Cumartesi

''Vardım Hint eline''-2...


''Hindistan'da çocuk olmak'', dünyanın herhangi başka bir yerinde çocuk olmaktan farklı mıdır? Kimi sosyal, ekonomik, coğrafî ve dinî kalıpları bir tarafa bırakırsanız, herhalde pek farklı sayılmaz. Bu ufak kız çocuğuna kutlanmakta olan yeniyıl sebebi ile özel bir makyaj yapılmış. Yabancı gezginlerin çocuklarının fotoğrafını çekmesi, Hintli aileleri özellikle mutlu ediyormuş, buna engel olmak bir yana, daha güzel fotoğraflar çekilmesi için ellerinden gelen kolaylığı gösteriyorlarmış. İşte bu boyalı bebek de bu şekilde derhal Gülsün'ün kucağına verilmiş:) Bu konuda kendisinin ne düşünüyor olduğu ise biraz karmaşık tabii, ama ne olursa olsun çocuk heryerde çocuk ve elbette sevimli...

Hindistan'ın güney bölgesi sosyo-ekonomik şartlar itibarı ile daha gelişmiş, ''Hindistan'ın çağdaş yüzü'' sayılan bu eyaletlerde okuma-yazma oranı diğer bölgelerin hayli üzerinde. Okur-yazar olmanın önemi çoktan farkedilmiş ve özellikle çocukların eğitimine önem veriliyor. En basit görünen köylerde bile ''okuma salonları'' mevcut. Buradan hareketle; Hindistan'ın bu bölgesine yolunuz düşerse eğer, çocuklara vereceğiniz en değerli ve sevindirecek hediyenin ciklet, şeker ya da çikolata değil, ''kalem'' ve ''defter'' olduğunu bilmenizde yarar var. Bizimkiler bunu evvelden öğrenmiş olduklarından, yanlarında Hintli bebeleri sevindirmek üzere bol miktarda kalem götürmüşlerdi... 

Bu ''kalem-defter'' hediyelikleri çocuklar kadar ebeveynlerini de mutlu kılan birşey, o sebepten çocuklarına bu tür armağanlar sunan gezginleri gördüklerinde muhakkak gelip teşekkür ediyorlarmış. Bu Hintli aile de bizimkilerin yanına gelip özellikle ve içtenlikle teşekkür etmiş. Basit birer kalem ya da defterin insanları bu kadar mutlu etmesi manîdar tabii, belki de oturup üzerinde uzun uzun düşünülmeli. Bilhassa çocukların hızlı ve gereksiz tüketim alışkanlıklarının kurbanı olduğu ülkeler adına bu tablo bence çok önemli, çocukları asıl cezbeden hediyenin birtakım lüzûmsuz abur-cubur değil  ''kalem-defter'' olması ise elbette çok hoş, çok değerli...

Hindistan'ın güney bölgesinde ''sosyalizm'' halen yaşıyor. Bu sebeple; basit köy evi duvarlarında Che resimleri görmek, sağda-solda ''orak-çekiç'' sembollerine rastlamak hâttâ sosyalist liderler anısına dikilmiş bu gibi anıtlarla karşılaşmak hiç de şaşırtıcı sayılmıyor...
  
Ve tabii Hindistan dendiğinde akla gelen belki de ilk hayvan, yani ''fil''... Sokaklarda, köy evlerinde file rastlamak çok sıradan birşey. Sadece turistik gayelerle fil beslenmediğini, bu ülkede filin gündelik hayata yardımcı bir unsur olduğunu, bir başka deyişle Hindistan'ın yükünün büyük bir kısmını (hemen her anlamda) fillerin sırtladığını da belirtmek gerekiyor. Ama işin turistik kısmı da mevcut elbette, gündelik hayat içinde bu denli vazgeçilmez yeri olduğu için  işleme, desen, motif, resim, biblo, heykel, mask ve daha bin türlü turistik eşya üzerinde ''fil'' görmek durumundasınız. Hâttâ; bu sevimli ve iri hayvancağızın süslenmesinde kullanılan kimi geleneksel malzemeler de turistik amaçla pazarlanıyor, bizdeki develerin süslenmesinde kullanılan şeylere benzeyen bu yöresel malzemeler turistler tarafından rağbet görüyor. Yani sadece büyükten küçüğe sıralanan ve bizde de neredeyse her evde bulunan o filli cam biblolar değil, daha başka bir sürü ''filli zımbırtı'' da hediyelik olarak gayet makbûl. Tabii bu arada,  Hindu inancının köşe taşlarından meşhur fil başlı tanrı Ganesha'yı da atlamamak gerekiyor. (Hazır yeri gelmişken; Ankara'daki kıymetlilerimizden sevgili Cheetos ve Batos, ipek kumaş üzerine elle işlenip boyanmış Ganesha motifli tablonuz pek yakında size doğru yola çıkıyor, hediye paketinin tamamlanması için tek bir şey bekleniyor...)  Görülen o ki;  Hindistan fil üzerinden epey prim yapıyor. Bu süslü-püslü şey de bir ''fil alınlığı'', havaalanlarındaki hediyelik eşya mağazalarında bile satılıyormuş. Memleketindeki filine takmak üzere alan kaç turist vardır, orasını bilemeyiz ama orijinal bir dekor malzemesi olarak duvara falan asılabilir sanırım:)

Bir sonraki yazının ana malzemesi ''fil'' ve buradan yola çıkarak kimi hayvanat olacak efendim. Zira bizimkiler kaldıkları yerde sekiz yaşında genç bir fille karşılaştılar, ayaklarından zincirle bağlı durumdaki filcik biraz yürüyüp açılsın ve sahibi de üç-beş kuruş fazladan kazanarak onu daha iyi şartlarda beslesin diyerek fil üzerinde kısa bir tur da attılar. Ne ki; bu işin öyle ata-eşeğe binmek gibi kolay birşey olmadığı ancak filin sırtında anlaşıldığından epey zorlandıklarını da itiraf ettiler. İşte bu ''içinden fil geçen hikâye'' ve ilgili fotoğraflar bir sonraki yazıda yer alacak, bekleyiniz, görünüz:)

Ek ve de dip: Bildik ekonomik sistemlere bir alternatif olarak, meraklısı aha da burayı tıklasın, baksın, incelesin hele... Belki uyar, birilerinin işine yarar, değil mi ama? Ne deriz biz hep; ''ezberler bozulmak içindir''. Hadi bakalım :)

4 Ocak 2011 Salı

''Vardım Hint eline''-1...

Bizimkiler Hindistan seyahatlerinin ilk etabında, uluslararası misafir ağırlama sistemine kayıtlı, yani kendi evlerinde turist ağırlayan ve bu işten para kazanan bir ailenin evinde kaldılar. Evin dış görünüşü epey iddialı olsa da, içinin sade ama temiz ve yeterli olduğunu ifade ettiler. Evsahiplerinin Hristiyan olduğunu farkedince biraz şaşırmış olduklarını da belirttiler. Evde bir ibadet köşesi bulunuyor, ortadaki vefat etmiş büyük dedenin fotoğrafı...

Gülsün'ün içinde oturduğu ufacık, sevimli taşıt aracı bir ''tuk-tuk''. Bir tür motorsiklet-taksi de denebilir buna. Küçük olduğundan yoğun trafikte kullanışlı, üstelik çok da ucuz. Tuk-tuk gerektiğinde evsahibi bey Matthew (bu da tipik bir Hintli erkek adı değil tabii) tanıdığı bir şoföre telefon ederek aracı eve çağırıyormuş. Bu sebeple bizimkiler gidecekleri yerlere hep aynı şoför ve araçla gitmişler...

Bu da tuk-tuk içinden gözlenen tipik Hindistan kalabalığı... Bir zamanlar mahalle aralarında öte-beri satan motoguzziler vardı, hatırlayanlar çıkacaktır, işte bu tuk-tuk onun bir benzeri, Hindistan'da kent içi ulaşımın büyük kısmı tuk-tukla sağlanıyor. Ucuz olduğu için de turistler özellikle tercih ediyor...

Telefonla konuşan bey bizimkilerin kaldığı evin sahibi Matthew, gördüğünüz gibi merdiven basamaklarının üzerinde çıplak ayakla duruyor. Zira bu eve asla ayakkabı ile girilmiyormuş ve Hindistan'da görülmesi pek de kolay olmayan hijyen ve temizlik kuralları titizlikle uygulanıyormuş. Bizimkiler bu durumdan gayet hoşnut olmuşlar tabii, ayrıca evsahiplerinin konuklarına gereken her konuda içtenlikle yardımcı olmalarını da takdir etmişler. Hiç bilmediğiniz, tanımadığınız bir ülkeye gitmişseniz bu son derece önemli bir husustur, aksi halde hemen her ülkede ''avanak turist'' muamelesine maruz kalır, en basit ihtiyacınızda dahî kazıklanır, kolayca gidebileceğiniz mesafeler için fazla zaman+para kaybeder ve bunu çok sonradan farkedebilirsiniz. Oranın yerlisi olan birinin sizi yönlendirmesi, kimi konularda ikaz etmesi ve yardımcı olması iyidir...

Bizimkiler tam Noel'de orada olduklarından, Hristiyan geleneklerine göre yapılan kutlamalara da tanık olmuşlar. Noel gecesi ''Christmas pastası'' kesilmiş, cümbür-cemaat yenmiş. Maytaplar yakılmış, fişekler atılmış. Evin önünde de süslü-püslü bir Noel ağacı var gördüğünüz gibi. E bu da  inanç eksenli bir ezber bozma tabii, Hintli dediğin herkesin Hindu olması gerekmediği gibi, dileyen dilediği şekilde yaşar ve  ifade eder inancını, dinini... İnsan yeryüzünün her kısmında insan, teninin rengi, konuştuğu dil, üzerindeki kıyafet, geçmişinden bugününe taşıdığı gelenek-görenek ve elbette dinî inancı sınıflamaya gerekçe olmamalı. Zaten bu mesele halledilse, dünyamızın her köşesi ihtimâl güllük-gülistanlık olmalı. Ama?.. Neyse, şimdi konumuz bu değil. ''Vardım Hint eline'' dosyamızın ilk bölümünü böylece tamamlamış olalım. Sayfamıza biraz da ''Arkası Yarın'' tadı katalım, değil mi efendim? :)

Ek ve de dip: Eski ve ilk  blog sayfam ''Tırmık İzi'' artık yazıya kapatılmış olmasına rağmen, hâlâ çok sayıda kişi tarafından ziyaret edildiğini görüyorum. Blogdan seçilmiş yazılar bir kitap olarak yayınlandığından, Tırmık İzi'ndeki yazılarımın neredeyse tamamını arşive almış ve yayından kaldırmıştım. Ancak; bu ''bit pazarına nur yağdıran'' eskiye rağbet vaziyetini gözleyince, eski yazılarımı kısmen yeniden yayınlama kararı aldım. Çoğu yazımı bir devr-i daim sistemi içinde tekrar yayınlayacağım. Halen süren bu alâka için okurlara teşekkür eder, saygılardan bir buket sunarım:)

3 Ocak 2011 Pazartesi

Masala murku...





Bu başlık da neyin nesi değil mi? Yok yok, öyle özel, özlü bir söz falan değil bu, Hindistan'da hayli sevilerek tüketilen, baharatlı, lezzetli, çıtır bir atıştırmalığın adı sadece:) Bizim seyyahların çantasından çıktı, ben de ortak oldum, hafif acılı lezzeti yendikten bir müddet sonra damağa yayılan, hoş bir çerezdi, sevdim...

Olay yeri inceleme ekibimizden sevgili Gülsün ve Halûk; epey uzun bir seyahatten sonra nihayet evlerine döndüler. Çok uğraklı bu seyahatin etki alanından henüz çıkmamış olsalar da, en azından yorgunluk atıp kendilerine geldiler. Onlardan güzel Hint müzikleri eşliğinde fotoğraflı+videolu ve ''masala murku''lu bir brifing aldım. Beraberlerinde getirmiş oldukları muhteşem tütsülerin, özel çayların, aromatik yağların, ayurvedik sabunların ve el dokuması kumaşların kokusu da eklenince tablo tamamlandı, başım döndü, adetâ ben de oralara gidip dönmüş gibi oldum. 300 kareyi aşan seyahat fotoğrafları arasından şöyle bir seçim yaptım ve Hindistan dosyasını böylece başlattım efendim. Bu dosyada gittikleri bölgenin yemekleri, gelenekleri, gündelik hayattan yansımalar, kedili-köpekli-fareli ve bol filli hayvan görüntüleri, belki yoksul ama genellikle gülümseyen, kanâatkâr insan yüzleri, Varkala'da yaptırdıkları ayurveda masajının ayrıntıları ve daha pekçok şey yer alacak. Halûk filin üzerinde neler deneyimledi, çamaşırın, bulaşığın, hayvanların ve insanların içinde yıkandığı nehirlerin suyuyla aynı zamanda diş de fırçalanır mı, Mumbai sokaklarında kediler ve iri fareler nasıl birarada yaşıyor, Hindistan trafiğinde mütemadiyen korna çalmak neden önemli, ''tuk-tuk'' nedir, orada çocuklara verilecek en kıymetli ve sevindiren hediye ne?.. Bu ve benzeri soruların cevapları fotoğraflarıyla birlikte ''Uygunsuz Vaziyet''te olacak. Meraklılarına duyuralım. Yeni yılın ilk haftası hepimiz için güzel olsun diyelim ve konuya şimdilik bir virgül koyalım bakalım...