30 Haziran 2014 Pazartesi

İçinden bir çok kalp geçen yazı... ❤️



Ayvalık'ta, geçen Cumartesi günü bir ara sokakta karşıma çıktı bu tabela, sektirmedim, hemen durup çektim tabii. Herkeste farklı bir algı oluşturabilir, ben samimi buldum. Birden fazla anlam taşımakta bana göre, (ansızın kalp krizi geçirme riskim var, acilen hastaneye götürülmem icap edebilir, garaj önüne park edilirse buradan araba çıkamaz, lütfen...) ve (kalbim müstakil evin garajı önüne langadanak araç parketme hödüklüğünü kaldırmaz, çünkü kalp hastasıyım, ani öfke ve sinir halleri bana hiç yaramaz, mazallah tık der giderim, günaha girmeyin...) şeklinde. O kalbe buradan selam ederek şifa diliyorum.❤️


Gene geçen Cumartesi, gene Ayvalık, gene bir sokak arası ve bir evin duvarı... 23.02.2014 Pazar benim 49. yaşıma girdiğim gün. Enteresan bir hizalanma, muhtemeldir ki bir aşk acısı, işin içinde gene bir kalp var yani. Ona da selam ederim, şimdiye artık teselli bulmuş olmasını dilerim.❤️ 

Ben de kalbimi Ayvalık'ın o güzelim sokaklarından birindeki çok eski bir taş Rum evinin avlusuna emanet bıraktım, yakında bedenim ve ruhumla orada tekrar kavuşturmak üzere:) Kendi kalbime de selam ederim elbet.❤️ İçinden bir çok kalp geçen bu yazı burada biter ve ben bisikletime atlar giderim... 

23 Haziran 2014 Pazartesi

Mardin kapısından atlayamadım...

''Liralarım döküldü, toplayamadım, o yare mektup yazdım, yollayamadım, vurmayın arkadaşlar ben yaralıyam, el alem al giymiş, ben karalıyam...'' diye devam edip gider bu güzel türkü. Olay yeri inceleme ekibimiz Gülsün ve Haluk, yanlarına anneleri de alıp geçen ay bir Diyarbakır-Mardin seyahati yaptılardı, beraberlerinde çok sevdiğim şehir Mardin'den kokular, tatlar ve fotoğraflar getirdilerdi tabii, oradan aklıma geldi 2005 senesinin Kasım ayında eski blogum ''Tırmık İzi''nde yayınladığım Mardin yazıları... 



Mardin'e şimdi artık emekli olan TRT spikeri arkadaşım sevgili Misket Dikmen ile beraber gitmiştik. TRT Diyarbakır Radyosu'na geçici görevle spiker desteği verilen zamanlardı, ben İstanbul'dan, o İzmir'den gelmişti. İzin günümüzde Diyarbakır'dan araba kiralamış ve şimdi ismini hatırlamadığım çok çocuklu genç bir adam olan Diyarbakırlı şoförümüzle o tarafların tozunu attırmıştık :)



O vakitler yoktu ama, şimdi artık Mardin'in de bir havaalanı var, İzmir'den direkt uçabiliyorsunuz mesela... Bana sorulursa eğer, herkesin görmesi gereken bir şehirdir derim. Sihir taşır, çok farklıdır. Yemekleri, el yapımı sabunları, kendine özgü baharatları, daracık sokaklarında tıkır-mıkır dolaşan eşekleri ve ille de günbatımı, çok meşhurdur. Medeniyetlerin harman olduğu kadim Mezopotamya topraklarını safran rengi bir deniz gibi gözlerinizin önüne seren o akşamüstlerinden birine şahit olursanız günün birinde, sihir derken ne demek istediğimi eminim çok daha iyi anlarsınız. Haa, unutmadan, Mardin'in sembolü Deyrulzafaran Manastırı'nın profesyonel genç rehberi sevgili Sercan Paslanmaz'ın şöhreti de neredeyse dünyayı tutmuştur, bilhassa genç kızların ilgi alanına girecek bu konuyu da belirtmekte fayda görürüm :) 2005'in Handan'ı olarak neler yazmışım Mardin hakkında, okumak isteyenler buradan buyurabilir. Ve bir de şu muhteşem hikaye tabii, o saf, hep temiz kalmış güzelim hatıraya selam ile...



13 Haziran 2014 Cuma

Sen benim gizli kuyumsun...


Akşamüstü aramış, ben duymamışım. Aramasını gördüğümde bu defa ben onu aradım, telefonu kapalıydı. Daha sonra telefonunun açık olduğuna dair mesaj geldi, yeniden aradım, meşguldü. Nihayet denkleştik de konuşabildik. Okurlardan, kitaplardan, ilişkilerden, aldığımız eğitimlerden, yogadan, Hindistan'dan ve daha ne çok şeyden konuştuk, her zamanki gibi birbirimizi tam olarak anlayabilmenin, o frekans uyumunun verdiği iştahla konuştuk...

Bir ara; ''biliyor musun Handan...'' dedi, ''sen benim başına koşup içine eğilerek (Midas'ın kulakları eşek kulaklarıııııı!) diye bağırdığım gizli kuyumsun, seninle konuşabildiğim şeyleri bir başkası ile asla konuşmadım ben şimdiye kadar...'' Bu değerli bir cümleydi, birkaç nefes durup içime bakmayı, bende yarattığı hisleri farketmeyi hak edecek özel bir cümle. Öyle de yaptım zaten, keyfini çıkardım bu cümlenin:) Herkes herkes için bu kadar özel olamayabilir elbette, bu ifadesi zor bir şey aslında ama, o her zamanki parıltılı zekası ile bir çırpıda bulup çıkartmıştı işte anlamı hayli güçlü olan bu cümleyi. O bir yazar, o zeki bir adam, o benim arkadaşım ve ben onu seviyorum, evet...

(Midas'ın Kulakları efsanesi için müracaat buraya lütfen...)

8 Haziran 2014 Pazar

3.gözünü sevdiğimizin adamı: Dr.Alper Kaya :)


İzmir-Narlıdere'de, yamaçtaki apartmanın en üst katlarından birinde, körfeze tepeden bakan geniş pencerenin aydınlığındaki odada varlıkları üç çok ciddi hastalıkla sınanmış ve sınanmakta olan üç farklı kişiydik. Bir MS, bir kanser ve bir de ALS hastası yani... Bizi birbirimize arkadaş kılan ise sadece hastalıklarımız değildi elbette, odadaki üç kişinin yolları birbiri ile çok enteresan şekillerde ve farklı zamanlarda kesişmişti, bu ''farklı zamanlar'' dediğim bahis taaa 80'li yıllara kadar derinleşmekteydi. Dr. Alper Kaya'ya henüz 28 yaşında genç bir göz doktoru iken ALS teşhisi konmuş ve hayatının bütün akışı bu teşhisle değişmişti. Benim üniversite ilk sınıf öğrencisi olduğum zamanki semt arkadaşlarımın neredeyse tamamı Alper'in de arkadaşıydı, Nejat Şener, Suat Sungur, Can Özbatur, Yasemen Heper... Halen baba evimin bulunduğu apartmanı gayet iyi biliyordu çünkü o vakitler karşı giriş dairesinde oturan komşu kızımız Yasemen'i arkadaşlarla dışarı çıkılan geceler eve o bırakıyordu. Şu anda benim evimin baktığı, baba evimin tam arkasına düşen parkı, Nejat'ların Girne Bulvarı'nda, eski demiryolu tantanlarının oradaki bahçesi havuzlu evlerini, o bahçedeki şen-şakrak yaz akşamı muhabbetlerini, sanat tartışmalarını, bunların hepsini benim gibi o da gayet net hatırlıyordu...

Yardımcısı Ahmet Bey bize kapıyı açıp içeri aldığında, Alper'in odasından müzik sesleri geliyordu. Odaya girdiğimizde özel sandalyesinde, gene özel mızıkası ile bilgisayarında çalan bir Chuck Mangione şarkısına eşlik etmekteydi. Biz geldik diye şarkıya eşliğini kesmedi, sonuna kadar devam etti, biz de severek dinledik elbette... Bunca yıldır bedeninin başından başka bir tarafını kıpırdatamaması hiç önemli değildi Alper için, o bir müzisyendi aynı zamanda ve ALS hastalığı bile koparıp ayıramamıştı onu müzikten, müziği de ondan...



Alper, normalde teşhis kesinleştikten sonra 33 ay kadar yaşayabilen ALS hastaları arasında ezber bozan bir hasta kimliği taşımaktaydı öte yandan. Çünkü, 28 yaşında ALS hastası olduğunu öğrendiğinde ilk işi eşi Elçin ile konuşmak olmuş, akıbetini bildiğinden karısına derhal boşanmayı teklif etmişti, Elçin ise kızıp ''hele dur bakalım, nereye, çocuğunu büyüteceksin daha!..'' diyerek Alper'e göre ''tokat gibi''  bir cevap vermişti. Baba olacağını işte bu şekilde, neredeyse hastalığı ile eşzamanlı öğrenmişti. Kızları Ece şu an 22 yaşında ve Alper hala hayatta. Elbette başladığı noktada kalmadı hastalığı, adım adım ilerledi, bedeninin kontrolü teker teker çekildi, Alper'e göre tamamen durmuş da değil ama, halen hayatta işte. Ünlü İngiliz fizikçi-evrenbilimci Stephen Hawking de aynı hastalığı dünyanın tanımasını sağlamış bir ALSlidir ve 21 yaşında hastalanmasına rağmen halen hayatta olup, şu an 72 yaşındadır. Çoğu kişinin bildiği gibi, çalışmalarına devam etmekte, yazılarını yazmakta fakat Alper gibi konuşamamaktadır...

Teknolojinin bu kadar ilerlediği bir devirde, bilim adamları elbette ALS hastalarının hayatını kolaylaştıracak icatlar peşinde de koştular, özel tekerlekli sandalyeler, bilgisayar kullanımını sağlayacak sistemler, konuşamayan hastalar için ihtiyaçlarını dile getirecek özel sesli programlar, Dr. Alper Kaya gibi başını hareket ettirebilenlerin kullandığı, iki kaş arasındaki 3. göz noktasına yapıştırılan ''head-mouse''lar ve daha birçok şey... Ama hepsi bir tarafa, ''nefes'' bir tarafa elbette, ALS hastalarında diyafram hareketleri durduğundan olağan şekilde nefes almak imkansızlaşıyor, Alper de bu sebepten mekanik invazif ventilasyonla, yani negatif basınç yaratan bir cihaz aracılığı ile nefes alıyor...



İki kaşının arasında duran ''head-mouse'' ve özel bir yazılım aracılığı ile bilgisayarının ekranına bunları yazdı sevgili Alper:) O bir doktor-hasta olduğundan, herşeyi son derece farkında olarak yaşamış şimdiye kadar ve halen de öyle yaşıyor. ''OnScreenKeys'' adlı ALS hastalarının kullanımına özel tasarlanan bir programın seslendirmesi için benimle temas kurduğu zamanları hatırlıyorum. Hayatımdaki çok tatsız bir süreci hatırlatıyor olsa da bu bana, bu sebepten biraz gecikmeli olabilmiş olsa da, neticede stüdyoya girip kaydetmiştim bu programın demolarını, bunun için önce hareket özgürlüğümü yeniden kazanmam gerekmişti. Şimdi düşündüğümde ne kadar acı geliyor, ne kadar yazık! Herneyse, programdan örnekler dinletiyor bize Alper, bu gibi çalışmaların hasta insanlar adına ne denli önem taşıdığını bir defa daha görüyoruz...



Planlarından bahsediyor, evet, çünkü o planlarını asla rafa kaldırmamış muhteşem bir adam. İzmir körfezine tepeden bakan odasında yazmaya, okumaya, müziğe, çalışmaya ve üretmeye devam ediyor. Hep birlikte çay içiyoruz, güler yüzlü yardımcısı Ahmet Bey ona da pipetiyle içebileceği bir fincan çay getiriyor. Alper, ''Ahmet Abi'' diye seslendiği yardımcısına ''böyle güzel hanımları gördün, odadan çıkmazsın tabii'' diye takılıyor, birlikte gülüyoruz:) Ve ne çok konuşuyoruz, sanki tuhaf bir iştahla konuşuyoruz. Konudan konuya, oradan oraya, eskiden yeniye atlayıp duruyoruz. İki saat hızla geçiyor, kapı çalınıyor, Alper'in eşi Elçin geliyor. Biraz da onunla sohbet ediyor ve sonra kalkıyoruz. Neşe içinde uğurluyor bizi Dr. Alper Kaya, yanaklarından öperek vedalaşıyoruz. 2010 senesinde, 17. Altın Koza Film Festivali'nde, uluslararası kısa film yarışmasında ''en iyi belgesel'' ödülünü alan Hazal Bayar'ın çektiği ''Story of Alper Kaya-Four Walls, One Window (Alper Kaya'nın Hikayesi-Dört Duvar, Bir Pencere)'' DVD'leri elimizde, dört duvar ve bir pencereden oluşan odasında bırakıp onu, ayrılıyoruz...



Öyle beylik, sulugözlü, duygu sömürüsü dozu yüksek cümlelere hiçbirimizin ihtiyacı yok, Alper'in zaten hiç yok, bu yüzden uzatmaya da lüzum yok. Hayat cesur olanları seviyor diyerek bitireceğim, bazılarında hiçbir uzuv, hiçbir şey eksik olmadığı halde o cesaretten eser, gram, kırıntı bile olmayabiliyor, kimileri de başkalarının neredeyse hiçlik dediği noktadan, halen ve herşeye rağmen gözünü dahi kırpmadan, emsalsiz bir cesaretle bakabiliyor ve karışabiliyor hayata. O kadar...

Ek ve de dip: Olay yeri fotoğrafları için Yol İzi'nin çok sevgili ve de kıymetli yolcusuna teşekkürle...


7 Haziran 2014 Cumartesi

Gayet...


Bazen böyle denk gelir, altına-üstüne-kenarına-kıyısına hiçbir ses, hiçbir söz eklemek gerekmez. Bu da gayet öyle işte, gayet...