29 Temmuz 2014 Salı

Haberim yokmuş gibi geçip git...


Evet öyle yap zira ben pek de ''bayramsever'' biri sayılmam. Çocukluğumdan beri öyleyim, yeni değil bu. Akrabalarımızın yaşadığı yerlerde geçmiş değil çocukluğum, biz hep çok uzaklarda olduk. Dolayısı ile, o ''aman bayramda da gelmedi demesinler şimdi!..'' tarzı yüzden ve samimiyetsiz akraba ziyaretleri ve el öpüp karşılığında bayram bahşişi alma rüşvetçiliği anlamı taşımadı bayramlar. Evet, bu bir nevi rüşvetçiliktir bana göre, ''öp elimi, kap bahşişini...'' hesabı bir ilişki içinde hakiki hürmet aranmamalı diye düşünüyorum. Kaldı ki; benim çocukluğum zamanında ne çocuklar, ne de büyükler kafayı bu denli parayla bozmuş değildi, insani değerler daha öndeydi, sevgiyi, saygıyı, terbiyeyi daha önemserdi insanlar. Yani biz öyle ruhunu paraya satmış çocuklardan da değildik, ufak-tefek şeyler yeterdi sevinmemize. Burnuna kadar şekere-çikolataya-tatlılara gömülen çocuklar da değildik, haddimizi bilmek öğretilmişti çünkü, ikram edileni alırken ana-babamıza bakardık, ''hadi bi tane daha al, hadi canım, al, çekinme...'' şeklindeki ısrarlar karşısında ana-babamızın kaşı kalkmışsa eğer, teşekkür edip elimizi çekmek de öğretilmişti, ''yeterli'' kavramı konusundaki ilk derslerimizdi bunlar belki. Nefsimiz hep isterdi, isteyecekti ama biz onu terbiye etmekle mükelleftik. Evet, küçücük mükelleflerdik...

Bayramlarda uzun telefon konuşmalarından hazzetmem, aslında beni kimse arasın da istemem.   Beni seven-sayanlardan bunun ispatını beklemiyorum. Benden de kimse beklemesin. Hislerin içten olması kafi, herkese yollanan klişe bayram mesajları gibi ''laf olsun'' diye yapılan hiçbir şey benim alanıma girmesin istiyorum. Uzun zamandır meyveler ve doğal ballar hariç, ''sıfır şeker'' ilkesiyle yaşıyorum. Evimde de şeker-tatlı vs. bulundurmuyorum. Bu ilkemi bayramlarda da değiştirmiyorum elbette. Kaldı ki; sırf siyasi duruşunu açık etsin diye bin yıllık Ramazan Bayramı'na ısrarla ''Şeker Bayramı'' diyenlerden de hazzetmiyorum, çok zorlama, ittirme-kaktırma geliyor bana, kusura bakılmasın ya da bakılsın, hiç sakıncası yok. Kalın ve hamurlaşmış, ikram edildiği için nezaket icabı çiğnene çiğnene yutulacak ve tepsilerdeki kalanı çöpe boca edilecek ev baklavalarının yapıldığı bir evde büyümedim. Şimdi de hiç aklıma gelmez, öyle bir ihtiyaç hissetmiyorum. Otuz seneye yakın yayıncılık mesleğinde, başkalarının tatil yaptığı özel günler ve bayramlarda muhakkak nöbete girmiş bir vardiyalı canlı yayıncı olduğumdandır belki de, bu gibi zamanlara öyle fazla ve ekstra bir ''özellik'' atfedemedim, zorla da olmuyor tabii. Ramazan boyunca oruçtan-sahurdan habersiz, her zamanki rutinine aynen devam etmiş insanların hangi coşkuyla Ramazan Bayramı kutlayabildiğini de hiç anlamamışımdır zaten? Oruç tutan için bu bayramın taşıdığı mana bambaşka, hisler, algılar aynı değil. Ayrıca İzmir gibi, Ramazan ayının hususiyetlerinin hemen hiç hissedilmediği bir şehirde yaşayınca, bayramın da öyle çok özel bir anlamı kalmıyor bana göre. Ramazan'ın yakıştığı, hatta çok yakıştığı şehirler vardır, oralarda Ramazan'ı idrak etmek bambaşkadır, hamdolsun öyle şehirlerde de yaşamışlığım var. O hatıralar yetiyor, fazlasının peşine düşmek şimdiki halde manasız...


Her türlü söylenti, dedikodu ve ortadaki toz-dumana rağmen elbette yoga yapmaya-öğretmeye devam, kimin ne düşündüğü ile ilgilenme mecburiyeti hiç yok, bu tamamen içsel bir yönelim, herkesin kendi yolu... Okumak ve yazmak da öyle, başkaları için yapılan şeyler değil bunlar, öncelik kişinin kendisinde. Geçmişin hesaplaşmaları yorar insanı, faydasızdır üstelik, salacaksın geçmişin ipini bu yüzden, gelecekte de yaşanmaz, fazla kurguyu kaldırmaz çünkü gelecek, gelmeyebilir, şapa oturabilirsin, biliyorsun ki bu gayet mümkün. Şu halde yegane gaye şimdiki ''an''da kendini olabildiğince yükseltmek, ruhuna kabulü öğretmek olmalı. Bunun için ne ya da neler gerektiğini gene herkes kendi bilir, herkesin kendine malumdur bu, karışmamalı. ''Bir şeyi görev gereği yaptığınızda'' der Krishnamurti, ''bunda sevgiye yer var mıdır? Görev sevgi içermez. Bir şeyi göreviniz olduğu için yapma gereği hissediyorsanız, yaptığınız şeyi sevmiyorsunuz demektir. Sevginin olduğu yerde görev ve sorumluluk yoktur...'' Ünlü Hintli felsefe ve düşünce adamının ''Bilinenden Kurtulmak'' adlı eserinde yer alır bu ifadeler ve bana göre çok doğrudur. Sevginin saf haliyle bulunduğu yerde herşey kendiliğinden olur zaten, ittirmeye-kaktırmaya lüzum olmaz...

Son altı senedir yaşadığım ve gene hiç sevmediğim, sevemediğim bu şehirde artık geriye sayma zamanlarım, aslında böyle sevmeye sevmeye, kendimi ite-kaka, zorla fazla bile kaldım. Gene de, bayramı fırsat bilip bavullara ve arabalara doluşarak deniz kıyılarını işgal etmeye gidenlerin arkada bıraktığı o tenhalık keyifli. Ben bir yere gitmediğim için, dönme stresi de yaşamayacağım tabii, haliyle:) Zor dayanılır bir sıcak var, evet. Ama gene de tıklım-tepiş dolu plajlarda poponu koyabilecek, havlunu serebilecek bir yer bulabilme gayreti içinde, her zamankinden daha pahalı ve kalabalıktan dolayı daha kalitesiz bir hizmet alacağın tesislerde ''guya tatil yapmak''tan bin defa evladır evinde olmak, bunu hep söylerim. Okullar açılmadan tatile çıkmama prensibimi tabii ki uygulamaya devam ediyorum, bana göre en klas tatil Eylül'ün 2.yarısından Ekim sonlarına kadar uzanabilir duruma, havaya ve tabii gidilen yere göre. Bu sene tam bir inziva olacak benim tatilim, sadece yoga, meditasyon, sessizlik ve pratik-teorik çalışma, doğanın kucağında, çok değerli hocalarım ve arkadaşlarımla. Oh, daha ne isterim? :)

Musevi dostlarım var, bu ülkenin vatandaşı olan, burada doğup büyümüş, burada askerlik yapmış, vefat eden yakınlarını bu ülkenin toprağına gömmüş, burada çalışıp buraya vergi ödeyen bir sürü tanıdık insan. Cep telefonlarına tehdit mesajları geliyormuş son zamanlarda, evlerine, iş yerlerine mektuplar falan. Başka bazı örtülü tehditlere, açık hakaretlere maruz kaldıklarını da üzüntüyle öğrendim. Bu memleket daha evvel böyle pis bir dolmuşa bindi ve bana göre hala da inemedi zaten! O ayıp, o yüz karası halen duruyor hepimizin alnında. Malum 6-7 Eylül hadiselerini bilmek için illa o dönemi yaşamış olmamız icap etmiyor, fotoğraflarıyla, belgeleriyle, şahitleriyle gayet açık, apaçık ortada zaten. İsrail ordusunun Gazze'ye yaptığı acımasız saldırıların hesabını senelerdir bu memlekette yan yana yaşadığınız insanlara sırf inançları Musevilik olduğu için sormaya kalkarsanız eğer, aradan geçen 59 uzun senede bir arpa boyu yol katedememiş ve o vakit yaşananlardan hiç ders çıkartamamışsınız demektir ki; bu bambaşka bir utancın kaynağıdır zaten, pek yazık:( Yakıştıramıyorum! İstisnasız hiçbir savaşı hiçbir ülkeye ve insanlığa yakıştıramadığım gibi. Savaşın kazanan tarafı yoktur, namusu da öyle. Herkes kaybeder, kazandığını sananlar da dahil herkes kaybeder! O kadar...

Uzun lafın kısası; başa dönüyorum tekrar, pek öyle ''bayramsever'' biri değilim ben, evet. Varlığımı başkalarının varlığına bağlamayı da anlamsız bulanlardanım, tek başına kendime yeterli olamadığım takdirde bu dünya illüzyonuna kapılır giderim yahu, olacak iş midir? Ailem de böyle, biz seviyoruz kendimizle başbaşa olmayı ve başkalarının ödünü kopartan o yalnızlığı. Bu sebepten; haberim yokmuş gibi geçip git bayram, herkese senden ne bekliyorsa onu vermene karışmam elbet, benim bir beklentim yok. Hiç olmadı. Tenhalığı hep çok sevdim ben, sen git ve daha kalabalık, daha şamatalı yerlere uğra lütfen, hadi kapatıyorum şimdi, güle güle...

14 Temmuz 2014 Pazartesi

Ağır misafir...


Saat işliyor. Can bulduğun andan itibaren, bu doğumdan da evvel. Ruhun ''can''la birleştiği anda başlıyor saat işlemeye. Ve hiç durmuyor durması gereken zaman gelinceye kadar. O zaman gelip çattığında da, hiçbir gayret, hiçbir çaba, hiçbir direniş fayda etmiyor, ruh ''can''dan ayrılıyor kaçınılmaz şekilde... 

Hayat pek çok yönü ile adil görünmüyor belki, elbette dünyevi şuur ölçeklerine göre böyle bu, biz derindeki manayı her zaman göremeyebiliyoruz. Lakin; o pek de adil görünmeyen hayat herkes için, her canlı varlık için geçerli olan, çok eşit bir netice ile noktalanıyor. Ölüm hiçbir fark, hiçbir ayırım gözetmeksizin, nefes alan her varlığa aynı şekilde eşit ve adil davranıyor...

Fotoğraftaki geniş alınlı, muhtemelen mavi gözlü, bukleli saçlı ve çok tatlı kız çocuğu güzelce giydirilmiş, sandalyeye oturtulmuş ve fotoğrafı çekilmiş. Onun kısa hikayesinden ailesine ve sonraki zamanlara kalacak son hatıra bu fotoğraf çünkü bu ufak kız fotoğraf çekildiğinde artık bir ölü, nefes almıyor. Kızın ellerinin duruşu aslında bu durumu ele veriyor ama hemen ilk bakışta anlamak kolay değil tabii. Victoria dönemine ait bir gelenek bu, ''memento mori/ fani olduğunu hatırla'' ya da ''post mortem/ ölümden sonra'' gibi isimleri var. Vefat eden aile bireyleri inanç ve geleneklere göre sonsuzluğa uğurlanmadan evvel ya tek başına, ya da diğer yakınlarla fotoğrafları çekiliyor. Bu işte uzmanlaşmış özel fotoğrafçılar var ve cansız bedenlere çeşitli şekillerde pozlar verdirebilmek için bazı dayanak ve düzenekler kullanıyorlar. Bugünün insanına belki çok tuhaf ve ürkütücü gelebilecek bu Victorian dönem geleneği, aslında ölümü bir kabulleniş biçimi, gürültülü-patırtılı isyanlardan ziyade sessiz, sakin bir matem belki, kaçınılmaz olanı kabul ederek ilahi iradeye teslim olmak. Zaten başka çare var mı ki?..

Victoria dönemi bu ''post mortem'' fotoğrafları şimdi çok değerli. Ölümlerinin üzerinden yüz yıldan fazla zaman geçen insanların hatırasını yaşatıyor olması bir tarafa, hastalıklara şimdiki gibi çarelerin olmadığı, bugün leblebi gibi kullanılan antibiyotik ve benzeri ilaçların henüz bulunmadığı, basit bir grip salgınında dahi yüzlerce kişinin hastalanıp öldüğü, insanların anlaşmazlıklarını silah ve düello ile hallettiği zamanlardaki hayata ilişkin pek çok bilgi taşıyor günümüze bu sepya fotoğraflar. Müzayedelerde yüksek fiyatlara alıcı bulmaları, antikacılarda özellikle aranmaları şaşırtıcı değil...

Ben ''korku'' değil, ''kabul'' okuyorum bu fotoğraflardan. Bir nevi yüzleşme, daima hayatın içine geçmiş durumda bulunan ölümün tescili. Kaçınılmaz olarak ve muhakkak her eve uğrayacak bir ağır misafiri buyur etmek gibi, hepimizi birbirimize eşitleyen o en adil ve ağır misafiri...