26 Ağustos 2014 Salı

Yaşam tarzıma dokunma zira çok incedir, kırılır...



Geçen gün çok sevgili bir arkadaşımla bu merkezde konuştuktan sonra düşündüm de; evet, ben ''özgürlükçü'' biri değilim. Çok otoriter ve mükemmeliyetçi bir baba figürü tarafından askeri disiplin içinde yetiştirilmiş olmanın bu durumdaki tesirini artık elli yaşıma merdiven dayamışken tartışmanın belki alemi yoktur, yâhût belki de vardır, bilemem. Bildiğim ve şimdiye kadarki tecrübelerimden süzdüğüm sadece şudur; insanlığın içinde bulunduğu mevcut şuur ve tekâmül seviyesinde, herkesi kendi kafasına göre sınırsız bir özgürlük alanı içinde serbest bırakmak demek zaten pek de cenneti andırmayan bu zavallı gezegeni adamakıllı cehenneme çevirmek ve sonunu getirmek demektir! Yani düşünmek dahi istemiyorum bunu, o derece... Mevcut dünya düzeni ve insanlığın şu anki şuur seviyesi böyle bir durumu zaten kaldırmaz, buna hazır olunması için tekâmül basamaklarında daha çoook yükselmiş olmak icap eder. Şimdiki halde herkesi kendi kafasına göre özgür bırakmak bu sebepten düşünülemez, dehşet bir kaos yaratır, insanlık kendi sonunu derhal getirir, hiç oyalanmadan hem de, olabilecek en korkunç şekilde!..

Sadece özgürlük kavramını kendimce yorumlayabilirim,  meselâ neredeyse bir tek def-i hacet deliğimizi kapatabilen süper mini şortlarla bir şehrin sokaklarında tra-la-la şeklinde dolaşmayı ''özgürlük'' ve ''serbest yaşam tarzı''na dahil ediyorsak, gözlerimizden başka hiçbir uzvumuzun açıkta olmadığı bir kıyafet içinde olmayı da aynı kavramlara dahil edebilmemiz gerekir. Birini makbûl kılıp, diğerine tükürecek ve nefret kusacaksak (hangisi olduğu burada zerre önem taşımıyor) o vakit bir şeyleri ters anlamışız, bir şeyler eksik ya da tökezlemekte demektir. Birilerine nihayetsiz özgürlük, birilerine ''ötekilik''le bu işler yürümez. Halen başaramıyoruz, kendimiz için istediğimiz ve gayet tabii haklar olarak gördüğümüz kimi şeyleri, bize benzemeyen, bizim gibi yaşamayan, giyinmeyen, düşünmeyen insanlardan esirgememekten halen çok uzağız. Bu nedenle tam bir özgürlük bize göre değil, cılkını çıkartırız, mahvederiz, batırırız. Bu nedenle ne yazık ki halen ''polis'' olmak zorunda hayatlarımızda (yanlış anlaşılmasın, polislerle en ufak bir sorunum olmadığı gibi çeşitli konularda ortak çalışmalar yürüten biriyim, bu mesleğin mensuplarına yönelik A.C.A.B şeklinde yabancı kökenli bir hakareti duvarlara ya da çöp kutuları üzerine sprey boyayla yazarken yakalandığında derhal yalakalık moduna geçen sivilceli ergenlere de çok gülerim lâf aramızda, demek bütün polisler veled-i zina ha?:) Hâlbûki her meslekte ne kadar çürük-çarık olma ihtimâli varsa, polislikte de durum farklı değil, can havli ile polis beklemek mecburiyeti hasıl olduğunda da A.C.A.B deyiverin hele be kuzularım, o zaman göreyim asıl ben sizi!) ve dahi askeri+politik sistemlere de mecburuz. Yönetilmeye muhtacız. Savunmaya, korunmaya, sınırların hatırlatılmasına... Çünkü hepi-topu on dairelik dandik bir apartman içinde dahi kavgasız-gürültüsüz, sessiz-sedasız, birbirine hürmet göstererek ve kendi kendini yöneterek yaşamayı beceremediğimizden halen ''apartman yöneticiliği'' zırvaları var hayatlarımızda ve ehline mâlûmdur, dünyanın en dangalakça kavgaları yapılır o apartman toplantılarında! Ve ben mevcut şuur hali içinde, herkesin sonuna kadar özgür olduğu on dairelik bir apartmanda yaşamayı zinhar istemem, Allah saklasın, meraklısı önden buyursun alsın lûtfen!..

Kendi kafasına uymayanı, kendi gibi olmayanı ittirmek-kaktırmak, alanının dışına çıkarmak hâttâ iyice abartıp ortak yaşama alanından kovmak da gene tekâmül basamaklarıyla boğuşan tipik insan davranışı, bu mantıkla yaşayan kişiler kaldırımda kendi halinde yürüyen bir böceğe dahi hoşgörü göstermekten acizler zaten, hemen, derhal, kendisine zarar verip vermeme olasılığı üzerinde birkaç saniye bile düşünmeden üzerine basıp yok ediyorlar, öyle bir kabûlsüzlük türü bu... Daha genişletilmiş versiyonlarını varın siz düşünün. Demokratlıkla özgürlük mantıken elele yürümesi gereken iki yakın arkadaş, ''yaşam tarzı'' denen ve binlerce farklı ifadesi bulunan o şeye hürmet ise zaten bir seçim değil bana göre, sosyal bir varlık olmanın temel gerekliliği ama? Olmuyorsa, olamıyorsa tam bir özgürlükten bahsetmek gayet zamansız ve abestir, buna kimse henüz hazır değildir. Ve evet; mevcut şartlar altında ben ''özgürlükçü'' biri değilim. Başkalarının özgürlük dayatmalarının benim kişisel alanıma taşmasını ve nefes payımı daraltmasını da istemiyorum kardeşim, o kadar... (Ve bu yazıyı okuyup bitiren, çok daha derin bir mânâya varmak adına bu yazıyı da okusa kendine büyük iyilik eder gibime geliyor...)

18 Ağustos 2014 Pazartesi

Ben her yerdeyim...



Baştan söyleyeyim; bir "Bulut Atlası", "Avatar" ya da "Pi'nin Yaşamı" değil, o performansları beklemeyin. Luc Besson sevenleri sinema salonlarına çekecektir, hikaye durağan ve tıkanan cinsten değil, her zamanki fantastik sinema dili yerli yerinde Besson'un ama aksayan taraflar çok. Ünlü yönetmen Paris'e torpilini geçmiş gene, en heyecanlı aksiyon sahneleri Paris fonunda akıyor perdede. Filmin ana karakteri Lucy'nin hangi akla hizmeten, neden Taipei'de (Taiwan) bulunduğunu anlayabilmek müşkül? Scarlett Johansson'un oyunculuğunu fazla sevmem, gene de idare etmiş filmi. Çünkü bu gibi bir rol biraz soğukluk ve ifadesizliği zaten gerektiriyor, bu da Scarlett'de olağan şekilde bulunuyor bence. Detayları severim, Taiwan'da niçin bulunduğunu anlayamadığımız Lucy'nin biraz bakımsız, derbeder halini sezdirmek için ojesi kısmen dökük tırnaklar ve özensiz makyaj iyiydi. Morgan Freeman şaşırtmıyordu, her zamanki hali ve rolündeydi, biraz daha yaşlanmış olarak tabii...

İnsan beyninin kaçta kaçının kullanılabilmekte olduğu hep merak celbeden bir konu olmuştur. Ben fazla merak etmedim bu konuyu, eğer komple kullanılması icap etseydi zaten öyle olurdu ya da belki zaten komple kullanılıyordur çünkü bu konudaki varsayımların bilimsel dayanağının bulunmadığını filmin yönetmenliği yanında senaristi de olan Besson kendisi ifade ediyor. Bir varsayım üzerinden yürüyoruz yani ama bu hep ilgi çekmiş ve çekecek olan bir varsayım. Zekâya göndermeler elbette var ve bu şaşırtıcı değil, konumuz beyin ve kapasitesi çünkü. Filme zaman zaman eklenen belgesel anlatımları ben sevdim, sevmemiş olanlar da olabilir, bilemem... 

Tabii bu nevi bir filmi sosyolog, klinik psikolog, hipnoz, NLP ve kuantum touch uzmanı, profesyonel yaşam koçu ve daha pek çok farklı konunun eğitmeni sevgili Sevgi Alis Yıldırım'la beraber izlemek (ki; kendisi bir de benimle izlemek istediği için ikinci defa aynı filme geldi sağolsun) apayrı bir mevzu, beyin fırtınalarını daha leziz kılan bir şey:) Kendisi henüz film başlamadan evvelki reklamları dahi farklı bir bakış ve uzmanlık açısıyla değerlendirdi, perdeden akıp geçen hoş ama tamamen bomboş yiyecek ve içecek reklamlarında subliminal (bilinçaltı) kodlama/yönlendirmeler bulunduğunu belirtti ve "penis" gizli algısını kullanan bu reklamlardaki ürünlerin hiçbir besleyiciliği ya da faydası bulunmadığı, hatta tam tersi çoğunun zararlı olduğunun bilinmesine rağmen çok satılacağını ifade etti. Bütünüyle haklıydı. Uzun süreli tüketimleri sonucunda obezite başta olmak üzere bir sürü rahatsızlığa sebep olabilecek bu "boş kalorili" türlü zımbırtının film öncesi dakikalarca reklamının yapılması elbette boşuna değildi...

Hafıza ne kadar geriye gidebilir? Normal zekalı bir insan en fazla nereye kadar derinleşebilir kişisel tarihinde? Bu da ayrı bir konu. Ben 1967 senesinin Temmuz ayında dünyaya gelen kardeşimi hastanede, annemin kucağında ilk defa gördüğüm anı hatırlıyorum mesela, yalnızca onu değil, o sırada Aydın'da oturmakta olduğumuz evin detaylarını, annem hastaneye doğuma gitmiş olduğu için babamın bana sahanda yumurta yaptığını falan da hatırlıyorum. Sevgi henüz iki yaşında olan bir çocuğun bu detayları hatırlamasının olağan olmadığını belirtiyor ama konumuz bu değil:) Filmde Lucy'ye çok önceki yaşanmışları hatırlatan, daha doğrusu hafızasını tetikleyen şey aslında bir sentetik uyuşturucu. Bunu fazla açarsam filmi henüz izlememiş olanlar için tadını kaçırabilirim, sadece bedenindeki tesiri giderek çoğalan bu maddenin Lucy'nin beynini kullanma kapasitesini artırması ve filmin temposunun da buna koşut olarak artmasının izleme keyfini çoğalttığını söyleyebilirim. O kadarında sakınca yok yani...

Filmin tökezlediği çok yer var. Ama bunun bir fantastik bilim-kurgu olduğunu hatırladığınızda o kadar batmıyor çünkü bu tarz filmlerde uçuş serbesttir, malum. Güzel cümleler avlanıyor dikkatle izlendiğinde, bunlardan biri şuydu ve Morgan Freeman'ın canlandırdığı bilim adamı tarafından söyleniyordu: "İnsan varolmakla ilgili değil, sahip olmakla ilgili..." Sahip olma hastalığı içinde debelenen insanlığın dramına iyi vurgu bu, evet. Lucy'nin beyin kapasitesi arttıkça filmin temposu da artıyor demiştim, görsel zenginliği de buna eklemeliyim. Bu nedenle filmin ikinci yarısı daha lezzetli ve heyecan verici. Ayrıca; hem Sevgi, hem de ben Besson'un bu filmde herhangi bir din üzerinden yaratıcı vurgusu yapmayışını sevdik. Daha ziyade "universe/evren" olgusunun bütünsel olarak altı çiziliyordu filmde. Dünya üzerindeki yaşam formları çok farklı olsa da, kaynağın tek, aynı ve bir olduğu sıkça işaret ediliyordu ki; biz yanyana oturan iki "Birlik Bilinci" eğitimcisi olarak bu tarzı takdir ettik elbette. Zaman üzerine güzel düşünmeler de var filmde. Beni heyecanlandıran bir başka detay; yönetmenin büyük sanatçı Michelangelo'nun Vatikan'da bulunan çok ünlü başyapıtı "Sistin Şapeli"ndeki insanın parmağı ile Tanrı'nın parmağının birbirine dokunuşuna gönderme yaptığı sahne oldu. Bu noktada, halen evimin salonunda, baş köşede asılı duran dev Sistin Şapeli replikasını bana ulaştıran, hayatıma bu çok değerli güzelliği ekleyen "canımın Can'ı"nı sevgiyle hatırlayıp kulaklarını çınlattım❤️Bu eser ve bilhassa bu detay onunla aramızda bir şifre gibidir. Dolayısıyla, filmdeki bu gönderme beni ayrıca cezbetti...

Netice olarak; meraklısına hitap edebilecek bir film Lucy ama beklentileri fazla yüksek tutmamak kaydıyla zira dediğim gibi, saçmalanmış olan bazı kısımları da var. Heyecan dozu yüksek, şiddet durumu da öyle. Besson sonu bana göre iyi bağlamış, Paris'in içinden kıra-döke bir felaket rüzgarı gibi geçilen aksiyon sahnelerinde Lucy'nin yanında bulunan Fransız polisin bir kez öpüştüğü ve hafiften duygusal bağ kurduğu bu çok tuhaf kadının nereye kaybolduğunu merak ettiği sahnede cevap cep telefonu ekranında mesaj olarak beliriyor: "I am in everywhere/Ben her yerdeyim..."

Ruh sonsuz, madde hakikaten çok zavallı ve çok sınırlı kalıyor onun yanında. Ölüm ise dönüşümün ana koşulu zaten, oradan geçmeden tekâmüle varılamıyor. Buna göre düşünün hayatı ve bu çok gelip geçici dünya illüzyonuna fazla yapışmayın derim. Lucy'yi izleyecek olanlara iyi seyirler dilerim...

11 Ağustos 2014 Pazartesi

Ekmek için?..


Seneler evvel, şimdi emekli olan yönetmen arkadaşım sevgili Adnan Sait Tabakçı ve beraberimizdeki çekim ekibi ile birlikte, kendisi ile TRT İzmir Televizyonu adına bir röportaj yapmak için kalkıp gitmiştik İstanbul'a. Yıldız Sarayı'nda yapmıştık çekimleri. O sırada IRCICA genel sekreterliği görevini yürütüyordu. Gayet beyefendi, nezaket sahibi, konusuna hakim, belagati kuvvetli, başarılı bir akademisyendi karşımdaki, kendisinden o vakte kadar bilmediğim bir dolu şey öğrenmiştim, çok akıcı, dopdolu bir röportaj gerçekleştirmiştik. Zannediyorum o zamanlar ne onun, ne de benim aklımıza gelirdi seneler sonra bilhassa İslam dünyasının yakından tanıdığı bu başarılı profesörün isminin Türkiye'nin gündemine cumhurbaşkanı adayı olarak oturacağı ama hayat böyle sürprizlerle doluydu işte...

Başta beğenmediler onu, burun kıvıranlar, kendince aşağılayıp küçümseyenler çok oldu. Arap dediler, Türklükle alakası dahi yok dediler, dinci-gerici dediler, ne idüğü belirsiz hasbelkader bir profesör dediler, dediler de dediler. Gerçi tanıdıkça baştan esirgediği itibarı kendisine iade edenler de olmadı değil, "karısının başı açıkmış yahu" veya "adam bayağı başarılara imza atmış meğer, biz de şey sandıydık..." gibilerinden. En çok da adı tartışma konusu oldu, çoğu kişinin dili dönmedi, burun kıvırıcılar tayfası bunu da alay konusu etti uzun müddet. Beni ise en çok CHP isimli demode partinin kendisini "Türkiye'nin gururu" olarak lanse etmesi gülümsetmişti:) O zamana kadar yaptığı çalışmalardan ve kendisinden bihaber insanlara Ekmeleddin Hoca'yı sanki yeni bir keşifmiş gibi bir gurur vesilesi olarak sunmak zaten ancak bu nevi bir partiye yakışırdı, yaptılar. Çünkü bu memleketin çoğunluk insanı yılların oyuncusu/sanatçısı merhum Tuncel Kurtiz'i de ancak Ezel adlı dizide "Ramiz Dayı" olduğu zaman tanımış ve ancak popüler kültürün bir parçası olduğunda meşhur ederek başarısına onay vermişti. Halbuki; bu popülerlik Tuncel Kurtiz'in umurunda bile değildi aslında... Değerli Ekmeleddin İhsanoğlu için de benzer bir çarkın işlemekte olduğunu düşünmüştüm, yanılmadığımı gördüm. Bunca sene yaptığı başarılı çalışmaları bırakın bir tarafa, adını dahi bilen yoktu ama? Her neyse, zaten artık konuşmak, tartışmak boşuna. CHP denen demode parti isim öğütmeyi iyi bilir, Prof.Dr.Ekmeleddin İhsanoğlu da bunun son örneğidir. Kendisine Yıldız Sarayı'nda yaptığım o röportajdan bu yana hürmet beslerim, takdir ederim, çalışmalarını takip ederim ancak elbette 12.cumhurbaşkanı seçilemeyeceğini en başından biliyordum, bence kendisi de biliyordu bunu...

Bu seçimin bana göre en dikkat çeken ismi, yıldızını olağanın çok üstünde yükseltmiş olan Demirtaş'tır. Hem kampanya sürecindeki söylemleri, hem de aldığı oyla çok önemli bir algının giderek büyümekte olduğunu, hatta belki solun yeni adresini işaret etmiştir. Aleni Kürt düşmanlığı ve her nevi ötekileştirmenin karşısında farklı tarzı-tutumu ile yükselişi devam edecektir ve elbette etmelidir. Ki; zaten siyaset de külli bir "algı yönetimi" değil midir? Değerli Ekmeleddin Hoca ise CHP'nin aksi yöndeki olanca gayretine rağmen (!) değerinden bir şey kaybetmiş değildir bana göre, bu zorlu ve netameli işlerin onun gibi ilim adamlarına uygun olmadığını anlamış olarak, kendi bilgi+ilgi alanlarına yeni ve faydalı tohumlar "ekmek için" kısa süre içinde asli çalışmalarına geri dönecektir zannediyorum, çünkü herkesin arenası kendine göredir. En azından Türkiye'nin tamamı olmasa bile hiç azımsanmayacak bir kısmı "Ekmeleddin" ismini doğru telafuz etmeyi öğrenmiştir ve bu da bir şeydir, hiç yoktan iyidir. Zaman görmemiz gereken her ne varsa, iyi ya da kötü, zaten gösterecektir, telaşa, paniğe, öfkeye, türlü bahaneye falan hacet yoktur yani. Söylenmesi gereken gayet kısa ve nettir: "Hayırlısı OLsun..." O kadar.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Kan bağı...


Burnumun dibine geldi ama ben gidemedim ona düne kadar, onun da, benim de çok işimiz vardı ve bu bahane her zaman tutardı, mâlum... Geçtiğimiz Cuma, öğle yemeğinde buluştuğum yakın bir arkadaşımla muhabbetimiz sırasında, konu onunla âlâkalı olunca telefonumu elime alıp aradım hemen ama ''muhtemelen açmaz'' diyordum ararken arkadaşıma, ''hep çok meşgûldür o zira...'' Bir defa çaldı ve şak diye açıldı telefon, daha ben sözümü bitirmeden??? ''Sen beni yalancı çıkarmak için mi yaratıldın, ilk çalışta açtığın görülmüş şey midir yani senin?!'' dedim ona sitemle, ''şimdi görüldü işte'' diye cevap verdi gülerek, ardından ''n'aber Türkiye'nin en güzel sesli kadını?'' diye ekledi, ''ister inan, ister inanma, daha bu sabah düşündüm seni, hatırlıyor musun hani o küçük balıkçı lokantasında yemek yemeğe gittiğimiz kış akşamını, senin araba kaza yapmıştı da yürüyerek gitmiştik, o ne güzel, ne benzersiz bir geceydi, Ali'nin geç vakit bağlamayı çıkarıp çaldığı, hep beraber söylediğimiz o türküler neydi yaa öyle, öf ülen öfff!...'' ''Hatırlamaz olur muyum yâhû, amma maceralı bir hikâyeydi, uzun müddet boyun ağrısı çekmiştim ben sonradan'' diyerek gülümsedim. Kısa bir konuşmadan sonra ''yarın saat 13.00 gibi Bostanlı'dayım, mutlaka çık gel...'' dedi, ''tamam, yarın görüşürüz o halde'' dedim, kapattık...

Evimden çıkıp yürüyerek gidebileceğim bir mesafedeydi yeni çalışma yeri. Lâkin hava kavuruyordu insanı, gene de yürüdüm. Plâkasıyla onun adını-soyadını değil, doğduğu şehrin plâka numarasını işaret eden o çok sevdiği siyah otomobilini kapıya park etmişti. Yukarı çıktığımda artık ter paçamdan damlıyordu, asistanı bana banyoyu gösterdi, direkt oraya attım kendimi, elimi-yüzümü, kollarımı, boynumu yıkadım, bir nevi yarım duş! Çıktım, hayret, bekleme odasında bu defa fazla kimse yoktu. Klima son ayarda çalışıyordu ve içerisi derin dondurucu kıvamındaydı! Kendime klimanın kapsama alanı dışında, kenar-köşe bir yer bulup oturdum, sırtımda onca terle donmamak için iyice kenarda bir yere büzüldüm. Bu arada kapı birkaç defa çaldı ve mütemadiyen randevulu insanlar geldi ama hiçbirinin içerideki aşırı serin klimatize havadan şikayetçi olduğu falan yoktu, zannediyorum oradaki tek klimasevmez kişi bendim!..

Onu her zaman uzun beklemişimdir, herkes bekler. Dolayısı ile giderken her zaman okumakta olduğum kitabı da alırım yanıma, öyle bekleme odası dergileri kesmez çünkü beni. Kitabımı çıkarıp okumaya daldım. Neden sonra gözlüğümü geriye doğru itip burnumu sıkan bir elle koptum kitaptan, burnumun sağına-soluna dokunup yoklayarak kendi fıtratınca selâmlıyordu beni deli:) ''Kalk hadi, yürü, kahvemizi içelim'' dedi, biz onunla hep kahve içip sohbet ettiğimizden gene aynı doğallık içinde söyledi bunu, ben de ona ''yahu ben artık eskisi gibi kahve içemiyorum, intoleransım varmış, bla bla bla...'' demedim, nadiren kullandığım kahve içme hakkımı bu defa onunla paylaşmak üzere ardına düştüm. Aklına bir şey gelmiş gibi ansızın döndü, kollarını kocaman açıp sarıldı bana, sıktı, sıktı, kaburgalarım birbirine geçti neredeyse, ''dur yaa'' dedim nefesim kesilmiş şekilde, ''protezlerimi bozacaksın şimdi!..'' Kahkahayla güldü, ''onları bozabilecek biri çıkarsa önce bana haber ver, sana uçak falan çarpmazsa hiçbir şey olmaz kızım onlara, merak etme'' dedi:) E tabii o öyle diyorsa öyleydi. Sade döşenmiş odasına geçtik, az sonra ortalığı kahvenin davetkâr kokusu doldurdu. Biz çoktan sohbet etmeye başlamıştık elbette, bu hep bayıldığımız şey olmuştur, zamandan ve durumdan bağımsız bir konuşma, telaşlı bir anlatma-aktarma hali... Yoga, politika, sinema, insanlarımız, hayatlarımız, ne çok şeyden bahsettik gene, hey Allah'ım! Yeni ofisi için Hindistan'dan gelen altın rengi bir minik Buddha heykelciği vardı çantamda, çıkarıp masasına koydum o arada. ''Ne bu şimdi gene?'' dedi, ''hediyen'' dedim, ''sana bol para, şans ve bereket getirsin...'' ''Huzurdan başka bir şey istemiyorum ben, huzur getirsin'' dedi, ''ona söyle'' diye heykelciği işaret ettim, gülüştük. Sonra beyaz oda, sonuçların değerlendirildiği yer. Ona danışmam gereken bir hususu artı ve eksileriyle ölçüp biçme halleri. Muayene; ciddiyet ve resmiyetin alanı yani. Bundandır muayene sürecinde en yakın, en samimi dostlarına dahi (siz) diyerek hitap etmesi, prensip meselesi...

Sonra ''artık gitmeliyim'' dedim, ''seansım var akşama...'' Bu arada bekleme odası da yeni gelenlerle dolmuştu zaten. Birlikte kalktık. ''Sana söylediğim o filmi derhal bul ve izle'' dedi bana koridorda yürürken, ''tam senlik o film, bayılacaksın...'' ''Tamam'' dedim, ''izleyeceğim elbette...'' ''Oğlanı İspanya ya da Hollanda'ya gönder okumaya'' dedim ona, ''İngiltere, Fransa falan ona uymaz...'' ''İspanya'ya göndereceğim büyük ihtimâlle'' dedi, ''bana bak, seninki gibi bir ev işini de unutma sakın, bana bütün bilgileri, fotoğrafları falan yolla hemen, komşu olacağım sana kızıııım:)'' Zira bahsettiğimde çok heyecanlanmış, ''ben de isterim, bana da aynından bul, hemen bul, çabuk bul!'' diye tutturmuştu. ''Tamam yâhû'' dedim, ''eve gidince yollayacağım istediklerini hemen, söz...'' Beni geçirmek üzere geldiği kapının ağzında durdu, kollarını kocaman açıp tekrar sarıldı bana, sıktı, sıktı, ''benden uzakta olma, enerjin etrafımda, buralarda olsun hep...'' dedi. Hiçbir hesap-kitap olmaksızın, sadece olduğumuz halde ve olduğumuz andaydık. Bu yalın ve hesapsız sevgi hali o kadar iyi geliyordu ki, ne herhangi bir beklenti, ne en ufak bir kırgınlık, ne yalan, ne dolan, ne sorgu-sual, ne dostluğumuza ihanet, ne de kıskançlık hançeri vardı aramızda, saf ve kendiliğinden bir ''oluş hali''nden başka hiçbir şeyin olmadığı o akışta birbirimize sarılmış şekilde bir müddet öyle kaldık. Sonra açmak için kapının koluna uzanan elindeki parmaklara baktım, vaktiyle iman tahtamın üzerini boydan boya kesmiş, göğsümü açmış ve benim kanımla boyanmış o elin parmaklarına. Bu adam benim en savunmasız, en kanlı, en korkunç, en makyajsız, en çirkin, en çıplak, en zavallı, en şuursuz ve herhalde en zor hallerimin birinci derece tanığıydı, benim belleğimde kayıtlı olmayan narkoz zamanlarını ve ameliyathanelerdeki o uzuuuun saatleri o bilmekteydi. Neşteri cildime ilk dokundurduğunda, çok belirgin olmayan ince kırmızı bir çizgiyle başlayan ve daha sonra çoğalan kanla ıslanarak genişleyen o uzun kesikleri açan, kaburga kemiklerimi tanıyan, dokularımı, önceden kesilip biçilmiş kaslarımı bilen, içimi gören, sonra açtığı o uzun kesikleri ince ince, tek tek dikip kapatan, onaran, kaybettiklerimi yeniden yapan... Bir nevi sanatçı, varoluşu yeniden yorumlayan... Onunla aramdaki bağ, bu sebepten başkalarıyla olamayacak kadar bir mahremiyet ve hususiyet taşımaktaydı ya zaten. ''Kan bağı'' vardı onunla benim aramda, benim kanımla imzalanıp mühürlenmiş, sadece ikimizin bildiği bir kadim sözleşmenin gizli şehadeti ya da...

Dönüp el salladım ona asansöre doğru ilerlerken, ardımdan ''filmi izlemeyi unutma haa...'' diye sesleniyordu hâlâ:)