30 Eylül 2009 Çarşamba

Hasan neden boğuldu?..

Çok değil, on gün kadar evvel oradaydım. Ne ilk gidişimdi, Allah kısmet ederse ne de son olacaktı, bunun farkındaydım. Bir önceki gidişimde yazın orta yerindeydik, hava çok sıcaktı, tepelere tırmanmış, patikalardan geçmiş, hayli yürümüş ve gayet tabii olarak çok terlemiştik. Bu tarz yürüyüşlere alışık olmayan bünyeler için hayli zorlu sayılabilecek parkurun sonunda ulaştığımız ayna gibi su beni adeta büyülemiş ve üzerimdeki kıyafete hiç aldırış etmeyip, öyle olduğum gibi atlamamı sağlayarak sanki beni içine çekmişti. Hakikaten muhteşem bir deneyimdi ve tabii biraz da delilikti! Yok, merak etmeyin, bu defa aynı şeyi yapmadım, zira teknik, artistik ve sıhhî şartlar pek müsait değildi. Orası Kazdağları'ndaki Sütüven Şelâlesi ve meşhur Hasanboğuldu büveti idi...

Efsanenin tamamını burada anlatmayacağım; ancak bilmeyen ve merak edenler için linkini vereceğim. Oraya gitmek için çıtkırıldım olmayan, sağlam bir araca ve epeyce yürüyüp tırmanabilecek ayaklara ihtiyaç olduğunu belirtmeden de geçemeyeceğim. Parmakarası terlik, tokyo, sandalet vb. yaz şeyleriyle oraya gitmeye kalkan ihtimâl daha yolun başında vazgeçecektir zaten, bu sebeple tabanı kuvvetli, burnu kapalı ve ayağı sıkmayan, dayanıklı, spor pabuçları tavsiye edeceğim. Fotoğraf makineniz, sırt çantanız, çantanızın içinde mümkünse ufak bir havlu, soğuk sandviç ve meyve bulunsun, yanınızda köpek bulundurmak şart değil ama ben denedim, bu sayede mekânın bildik ismi olan Hasanboğuldu'nun yanına Fadikyoruldu'yu da başarıyla ekledim:)

''Aha da şu istikametten yürümek gerek...'' dediğim bu noktadan sonra ortalama yarım saatlik bir patika macerası daha gerekliydi. Hava buram buram limon kekiği, defne ve çam kokmak sureti ile insanın başını döndürmekteydi. Ve elbette bu yolculuğa başından sonuna kadar şırıl şırıl su sesi de eşlik edecekti. Özetle garibim Hasan'ın boğulduğu yere varabilmek için bir nevî keçi ruhuna ve inadına sahip olmak icap etmekteydi...

Kazdağları'nın damarlarından akan bu tertemiz ve buz gibi suyla temasa geçmek için avuçlarınız kafî gelmediğinde direkt pabuçları fora ediyorsunuz haliyle... Lâkin; soğuğa tahammülü olmayan ayakları bu suya daldırmak bünyede bazı yan tesirlere sebep olabilir hayli kısa müddet içinde. Öyle ki tabanlarınız yanmış gibi sudan fırlayıp en yakındaki düz taşın üzerinde ''brrrrrrrrr!..'' diye diye bir süre tepinebilirsiniz. Sırt çantasında bulundurulması tavsiye edilen ufak havlunun niçin gerekli olduğunun da şu noktada anlaşılmış olduğunu ümit ederiz:) Gene de; bedeli ne olursa olsun bu suya bir şekilde muhakkak dokunun, hâttâ yapabiliyorsanız ruhunuzu da suya basıp bir-iki su çitileyerek arıtın deriz...


Neticeye gelirsek efendim; başlıktaki ''Hasan neden boğuldu?..'' sualinin cevabı aslında gayet basit, ''saçma-sapan kimi dayatmalar ve tabii aşk yüzünden...'' diyerek konuyu bağlayabiliriz. Bizi her zaman olduğu gibi bağrına basan, zeytin, çam ve çınar dallarıyla kucaklayıp saran efsanevî Kazdağları'na, aşkı uğruna bu sularda boğulan ovalı Hasan'ın küskün ruhuna ve onu olduğu gibi kabûl edemeyip aşkına şartlar koşan, sonunda da sevdiği yerine ölümü kucaklayan obalı Emine'nin kendini astığı koca çınara selâm ederiz. Gökten düşen üç elmanın birini ben dişlerim, birini her ihtimâle karşı sırt çantama atarım, e ötekini de tabiatıyle bu yazıyı okuyanlara ikram eder, afiyet şeker olsun deriz:)

25 Eylül 2009 Cuma

Aman aman berberim aman...

''Mis kokuyor ellerin aman...'' diye devam eder bu Orta Anadolu türküsü. TRT FM günlerimde sık sık çaldığımız bir türküydü. Yukarıda fotoğrafı görülen aydınlık ve ince gülümsemeli adamın bu türküyle bağlantısı yok, evet ama konuyla ilgisi var. Kendisini Lost dizisi müdavimleri yakînen tanır, hâttâ hakiki adı pek bilinmez çünkü dizide canlandırdığı acaip karakterin adı olan Benjamin Linus, adamcağızın nüfus kaydındaki adı Michael Emerson'un ve diğer rollerinin çoktaaaan önüne geçmiş durumdadır. Düşünüyorum da; popüler kültürün tabii neticesi olan bu konuda yapılacak herhangi birşey zaten bulunmamaktadır. İhtimâl, Michael Emerson abimiz de bu konuyu fazlaca kafasına takmamaktadır...

Amerikalı aktör Michael Emerson, geçtiğimiz hafta Lost dizisindeki rolü ile Emmy ödülünü kaparak gülümsemesini bir kez daha haklı çıkartmıştır... Da; bunun da konumuzla alâkası bulunmamaktadır. Kendisinin sakalsız ve sakallı halleridir bizi ilgilendiren. Belki o sırada oynadığı bir rol gereği, belki de sadece canı öyle istediği için sakal bırakmış, bir müddet ortalıkta öyle dolandıktan sonra da ''kökü bizde nasılsa...'' diyerek kesmiştir muhtemelen. Kendisini severiz, başarılarının devamını diler, hoş fotoğrafları için teşekkür ederiz...

Geleneksel berber dükkânlarına dönecek olursak; benim kafamdaki nitelemeye en fazla oturan belki de yukarıda gördüğünüz resimdir. İstanbul'un ara sokaklarında, gezip dolaştığım onlarca şehir, köy ve kasabada benzerlerine rastladığım ve gördüğüme sevindiğim dükkânlardır onlar. Sırrı zedelenmiş aynanın üzerinde sinek pislikleri görülür, sağına soluna sıkıştırılmış eski gazete kupürleri, Alamanya'daki akrabaların fî tarihinde yolladığı kartpostallar, ucu kenarı kıvrılmış kimi fotoğraflar şaşırtmaz insanı. Duvarda muhakkak bir takvim mevcuttur. Tezgâh üzerinde yer tutmasın diye kalın bir çiviyle duvara asılmış ufak radyodan şarkılar, türküler yükselir. Havlular keçeleşmiş, sertleşmiş, yıkana yıkana havı dökülmüş olsa da genellikle temizdir. Ve bir de berber çırağı mevzuu vardır tabii, bu çocukların yüzlerinde nedense hep aynı ifadeye rastlarsınız, tedirgin bir dikkatle ustalarının yaptığı işi izleyip, zaman zaman yüksek tonları bulan azarlar eşliğinde hemen söyleneni yapmak üzere koşmaya hazır beklerler. Traş bitince havlu yetiştirip müşteriyi kurulamak, tezgâhın üzerinde sırasını bekleyen kolonya şişesini ustaya uzatmak, ense traşını göstermek üzere bir köşede duran çerçeveli aynayı sağdan, soldan ve arkadan tutmak, koltuğun etrafında biriken kılı-tüyü süpürmek, çay-kahve söylemek bu çırakların işidir. Böyle böyle usta birer berber olmayı öğreneceklerdir, çünkü bu sanatın içtüzüğü, geleneği böyledir...

Kalın bir lastik kayış üzerinde bilenen usturalar özenle dizilir, ahşap saplı traş fırçaları sıcak suyla durulanıp kurumaya bırakılır, traş tasları yıkanıp ters kapatılır. Bu dükkânlarda öyle saç kremi, şampuan, türlü çeşit jöle, traş kremi falan bulunmaz, kalıp beyaz sabun, belki briyantin, ucu kıvrılmış tüpte yağlı Arko krem, kırmızı kağıt ambalajlı, ağız kısmı alüminyum folyolu eski usûl traş sabunu, ufak-tefek kesikler için kantaşı, hidrofil pamuk, tuvalet ispirtosu ve bildiğiniz limon kolonyası meseleyi halletmek için kâfîdir. Bir de plastik çiçekler, onları da atlamamak gerekir. Bunlar dökülmez, buruşmaz, solmaz, bu tür dükkânları süslemek için gayet idealdir. Memleket meselelerini konuşmak ve müşteriyi traş ederken sohbet yeteneğini kullanmak da bir başka berberlik hususiyeti olsa gerektir. Zira bunu adamı sıkmadan, bunaltmadan, dozunda yapabilmek de ustalık icap ettirir...

Bu tip berber dükkânları, çocukken ara ara banyodaki aynalı dolabı açıp koklamayı çok sevdiğim rahmetli babamın traş fırçası gibi kokar. Mütevazı ama temiz, sakin, usturuplu, öyle bar bar bağırarak insanın burun direğini kıran saldırgan, arsız kokulardan değil yani... Yeni traş olmuş baba yanağını öper gibi hisseder insan kendini, bu koku ruha iyi gelir. Ve düşünürsünüz; sakal varolduğu için bütün bunlar vardır. Buradan hareketle, sakal kavramına hürmet edilmesi gerektiği aşikârdır. Bu berber dükkânlarında emek, ustalık, ince bir hüzün, sakalının çıkmasını dört gözle bekleyen sabırsız ergen heyecanı, ilk saçı kesilirken mânasızca hüngür hüngür ağlayan çocuk hıçkırığı ve daha nice hikâyeler saklıdır. Dolayısı ile; zamana ve yedeğinde getirdiği binbir türlü modern zımbırtıya direnerek hâlâ varolabilenler sevilmeli, korunmalı ve yaşatılmalıdır. Berberlerin elleri hep mis gibi kokmalıdır...

20 Eylül 2009 Pazar

Sen onu benim sakalıma anlat!...

Böyle bir deyim var, evet. İngilizcede ''tell that to the marines'' olarak günlük konuşma diline geçmiş bir söyleyiş bu. Yukarıda sakalsız ve sakallı fotoğraflarını yanyana gördüğünüz şahıs ise San Juan/Porto Rico'lu ve Altın Küre ödüllü aktör Joaquin Phoenix oluyor. Kendisine duyduğum saygı ve sevgiden olsa gerek, bu yazıya konu mankeni olarak onu seçtim. Telefonunu bulabilseydim hangi halini daha çok sevmiş olduğunu ve sakal hakkındaki düşüncelerini de sorardım tabii zira farkettiğim kadarıyla erkeklerin kafası bu konuda biraz karışık. Nedenini, niçinini bilemiyorum. Suratında çıkan kılları hergün kazımak zorunda olmak nasıl birşeydir, elbette fikrim yok ama üzerinde düşünebilirim, değil mi?..

Traş olmak erkeklerin hayatının önemli bir parçası, bunun için kullandıkları yöntemler ve araçlar da hayli farklı. Traş makinesi sevenler var, bilmemkaç bıçaklı modern jiletler ve traş jellerinden vazgeçemeyenler var, babadan kalma ustura ve traş sabunlarına inatla devam edenler var, falan filan... Bir de klasik berber uygulamasını tercih edenler mevcut, yani erkek kısmı berbere sadece saçını kestirmek için gitmiyor mâlûmunuz, çoğunun evde, kendi usûlü ile hallettiği sakal traşı mevzuu kimileri tarafından berberde yaptırılması gereken bir işlem olarak görülüyor ve berberin yolu tutuluyor. Bu bana biraz tuhaf geliyor nedense, hani ayak parmaklarına oje süreceksin alt tarafı ama bunun için kalkıp kuaföre gidiyormuşsun gibi:)

Ben bakımlı bir sakalı erkek kısmına yakıştıranlardanım. Ancak; birkaç arkadaşım hariç, yüzünde çıkan kılları seven ve koruyan adam görmedim diyebilirim. Rahmetli babama çok yakıştırırdım meselâ ama çok nadir bir-iki durum dışında onu hiç sakallı göremedim. Birkaç gün bırakır, sonra bu vaziyetten hoşnut olmayarak hemen keserdi, ben de hevesim kursağımda, öylece kalakalırdım:( Arkadaşlarım, kardeşim, hemen hemen hepsi hasta ya da tatilde olma haricinde sakal bırakma yanlısı olmadı, oysa ben erkek olsaydım herhalde ''sal gitsin, bırak gitsin'' felsefesine uyarak her fırsatta sakal bırakırdım... Diye düşünüyorum tabii, bunun nasıl birşey olduğunu bilmem mümkün değil. Söylendiğine göre kaşınıyormuş, uzarken batıyor ve rahatsız ediyormuş, adamın suratına konan sinek vıjjjjt diye kayınca daha iyi oluyormuş, -mış, -muş...


Kuaför dükkânlarını oldum-olası sevmem, çok zorunlu olmadıkça da gitmem. Ama ufacık, geleneksel erkek berberi dükkânları hep çekmiştir beni... Diyerek yazının birinci bölümünü burada bitiririm. Fotoğraf çekimine izin veren ve kafamdaki sakal hikâyesine destek olan Burhaniye Kemeraltı Berberi çalışanlarıyla birlikte, konu mankenliği için muhterem Joaquin Phoenix biraderime de teşekkür ederim. Herkese gönlünce, mutlu bayramlar dilerim:)

18 Eylül 2009 Cuma

''Bir berber bir berbere...'' ve geçtiğimiz soğuk dere...

Evet; bir berber hikâyesi yayına hazırlanmakta, şimdilik bu fotoğrafla idare edilmesini rica edeceğim. Ustura, traş fırçası, köpüklü tas ve limon kolonyasının ortak çalışmasından çıkardığımız netice kısa müddet sonra bu sayfada...

Ne ''dere görülmeden paçalar sıvandı'', ne de ''dereyi geçerken at değiştirme'' vaziyeti mevzubahis; yukarıda görülen duruma müsait deyim yâhût atasözü henüz oluşturulmuş değil efendim, hep beraber düşünmekteyiz. Bulacağız uygun birşey elbette ve bulduğumuz vakit oturup yazacağız herhalde, şimdilik yalınayak-köpekyedek şekilde, elde pabuçlarla böyle seke seke geçtiğimiz derenin suyunun ayak morartacak kadar soğuk olduğunu söylemekle yetineceğiz. Yani onun da devamı ''azzz sonraaaa'', belki yazılara biraz ara verdik ama emin olun, güzel hikâyeler birikti taşıdığımız sırt çantasında. Eee, ne demişler vaktiyle, ''parayla değil bu işler, sırayla''...

13 Eylül 2009 Pazar

Kağıt gemi...

Dün akşam gene yağmura yakalandım; birkaç dakika içinde tepeden tırnağa sırılsıklam olsam da bu beni rahatsız etmedi doğrusu... Çünkü, geri döndüğümde evim yerinde duruyordu, içerisi kuruydu, bana ait olan hiçbirşey suya kapılmamış, çamura bulanmamıştı. En fazla yapmam gereken üzerimdeki ıslak giysileri çıkarıp ipe asmak, sırtıma kuru birşeyler geçirmek, parmakarası terliklerimi gazete üzerinde kurumaya bırakmak ve açık kalan pencereden giren bir miktar suyu paspaslamaktı, o kadar. Buradan hareketle; bu hafta içindeki ikinci sıçana dönme vakasını fazla abartmadım, üşütüp hastalanmamak için gerekenleri yaptım ve defalarca halime şükrettim. Zira televizyon haberlerindeki görüntüler benim senelerce yaşadığım ve ''kraliçe kentim'' dediğim İstanbul'un dünkü haline dairdi, şükretmeyip de ne yapsaydım, değil mi yani?..

Sevgili Gulcy ve Halûk'un fazla uzak olmayan evlerine doğru hızlı adımlarla yürürken ve o sırada beni kemiklerime kadar ıslatan yağmur şakır şakır yağmaktayken yerde beyaz kağıttan yapılmış, ufacık bir kağıt gemi gördüm. Biraz ezilmiş vaziyette olsa da yağmur sularına kapılmış, rotası meçhûl şekilde döne döne ilerliyordu. İçimde tuhaf bir acıma hissi uyandırdı bu hali, eğilip alsam mı acaba diye bir müddet düşündüm ama bundan çabuk vazgeçtim. Çünkü kağıt gemilerin kaderi zaten buydu, onları özene-bezene katlayıp imâl eden tasarımcılar bir kenarda öylece dursunlar diye yapmıyorlardı bunu herhalde, gemi dediğin kağıttan da olsa, kaderi hep suyla kardeş değil miydi? Ayağımdaki terlikten fırlamış çamurlu ayak parmaklarımın ucuna usulca dokunarak döndü kağıt gemi, sonra yağmur sularının çizdiği gayet değişken yol haritasına göre kayıp gitti önümden, ardından bakakaldım. Elimde iftara yetiştirmek üzere taşıdığım poşete sarılı ve hâlâ sıcak çorba çanağı ile, şakır şakır yağan yağmurun altında öylece duraksamam ve döne döne giden kağıt geminin ardından hüzünle bakmam belki yeterince uygunsuz bir vaziyetti ama o sırada aklımda İstanbul vardı, Bahçeşehir Hayvan Barınağı'nda çaresizce boğulup ölen sahipsiz, kimsesiz hayvanlar, sevdiklerini sele vermiş, evini, eşyasını, herşeyini kaybetmiş insanlar vardı. Gözlerimden çeneme doğru yuvarlanan damlaların hangisi yağmur, hangisi gözyaşıydı dersiniz, bunu benden başka kimse ayırt edemedi, kimse anlamadı. Kağıt gemi gitti, ben kaldım, yağmur durmadı...


Ek ve de dip: Bu hislerimde yalnız olmadığımı zaten biliyordum, bu sebeple sevgili Belgin Güven'in sayfasındaki yazıyı okuduğumda da şaşırmadım. Dileyen tıklayıp okusun diye linkini buraya aldım, yüreğine sağlık güzel arkadaşım...

9 Eylül 2009 Çarşamba

Su gelir güldür güldür!!!...

Diye başlayan türkünün devamı nasıldı, ''gel de yar beni güldür''dü galiba, değil mi? Ne ki; dünden beri güzel memleketimde olan-bitenlerin gülünecek hiçbir tarafı olmadığı gibi, gelen her yeni haber utancın boyutunu çoğaltıyor sanki! Utanç dedim de, yanlış anlaşılmasın ha, tabiata karşı durmaksızın sürdürülen ihanet ve hıyanetin neticelerine bu koca evrenin bir parçası, bir sakini olarak şahit olmanın getirdiği utançtır bu, başka birşey değil. Utanç içindeyim evet, kahrolduğum, ne yapsam bağışlayamadığım ve vaktiyle nasıl yapılmış olduğuna inanamadığım o kadar çok şey var ki!..

Gözümüz bulutlarda beklediğimiz yağmurların çıkagelmesi üzerine yaşanan o kısa ön sevinç yerini önce endişeye, sonra korku ve paniğe ne de çabuk terketti, değil mi? Durmadı çünkü yağmur, sakin başladı, sonra giderek hızını arttırdı, daha sonra türküdeki gibi ''güldür güldür'' su gelmeye başladı yamaçlardan, tepelerden, yollardan... Hayvanları, insanları, araçları, her türlü eşyayı önüne katıp sürükledi, artık herşey çamurlu, bulanık bir gölden ibaretti. Çünkü tabiat dengeleriyle bu kadar fütursuzca oynanmasını, adetâ kendisiyle alay ediliyor olmasını hiç sevmezdi! İnsanlar için ''sabrın sonu selâmettir'' denirdi ama tabiatın sabrının sonu genellikle işte bu şekilde ''felâket'' oluyordu. Fotoğraflar Edirne'den, bugün elime geçti. O bölgede kurtarılmayı bekleyen daha çok canlı var, bilinir herhalde, ben bu tür tabii felâketlerde insan-hayvan ayırdetmem, aslolan ''can''dır ve onu kurtarmaktır mühim olan...

Bugün 9.09.2009; tarih olarak elbette farklı anlamları var, aynı zamanda Antik Maya Takvimi'ne göre kutsal sayılardan ''9''un enteresan ve nadir bir dizilimle yer aldığı gün bugün. Niyetlerinize, içinizden geçirdiklerinize, düşündüklerinize dikkat edin derim, ben niyetlerimi çoktan evrenin ve bütünün hayrına yönlendirdim. Ve düşündüm ki; ''Tabiat sabrının sonuna gelirse bakın neler oluyormuş?''
isimli filmin sonunu biz farkında olanlar ezberlemiş olabiliriz ama hâlâ bu filmi izlememiş olanlar var, gerekirse gelin zorla izletelim!.. Çünkü bu dünya bizim, hepimizin...

Bugünün kafa yaran taş etkili sözü:

Kör cehalet çirkefleştirir insanları!

Suskunluğum asaletimdendir.

Her lâfa verecek bir cevabım var,

Lâkin; bir lâfa bakarım lâf mı diye,

Bir de söyleyene bakarım adam mı diye...

Hz.Mevlâna

O kadar yani! Çok severim bu sözünü hazretin, pekçok vaziyete cuk oturur çünkü, he he:)

6 Eylül 2009 Pazar

Vazgeçtim gitti...

Bugün ''vazgeçmek'' üzerine bir yazı yazmayı plânlamıştım, birden vazgeçtim:) Düşündüm ki; aylardan Eylül, yanıbaşımda mevsimlerin en yakışıklısı sonbahar, fincanımda kahvelerden ''Alta Rica'', tütsü tahtasında sapına kadar Hintli bir ''Kanishka'', elimin altında da Chris Botti gibi bir adamın konser DVD'si varken şimdi niye yoracağım zihnimi yok ''vaz''dı, yok ''geç''ti falan diye, değil mi ya?.. Yakın gözlüğüm de koşarak yetişti, yerini aldı soluk soluğa, ekip tamamlandı, e beklenecek ne var daha? Yani benden öyle uzuuun bir Pazar yazısı bekleyenler kusura bakmasın artık, dedim ya, vazgeçtim, iyi Pazar'lar efendim, herkese iyi Pazar'lar olsun kısaca:)

Meraklısı için: ''Bu Chris Botti dediği herif de kimin nesi acep?'' diyenler varsa, kendisinin Sting abimizin mühim bişeysi olduğunu söyleyebilirim yalnızca, öyle uzun uzun anlatamayacağım şimdi, vaktim dar, gerisi için müracaat buraya...

4 Eylül 2009 Cuma

Basit...


Akşam doktorumla randevum vardı. Muayeneden sonra artık herşeyin yolunda olduğu sonucuna vardı, sol göğsümdeki sıvı toplanması bir süredir sıkıntı yaratmaktaydı ama sanıyorum yapılan ara müdahalelerle bu sorun da geride kaldı...

Sonra; imzalayıp götürdüğüm kitabımdan, yeni blog sayfamdan, bağımsız dünya sinemasından, onun tabiri ile ipe sarılıp ortaya salınan tahta topaçlarla mutlu olabildiğimiz ''salak ve saf çocukluklarımızdan'', şimdiki zamanların doymak bilmez egolarından, ondan-bundan ve şundan konuştuk. Konu dünyanın akıbetine gelip dayandığında dedi ki; ''dünyada kendi yaşama alanına zarar veren ve onu tüketen sadece iki canlı türü var, biri mikroplar, diğeri de insanlar...'' Düşündüm ve cevapladım ''bu durumda insan evrenin mikrobudur demek pek de yanlış olmasa gerek...'' O da düşündü ve ''evet, neden olmasın?'' dedi. ''Ayrıca'' diye ekledi, ''hayat aslında o kadar basit bir kavram ki; onu bin türlü ayrıntıyla karmaşıklaştıran, içinden çıkılmaz hale getiren de gene bizleriz, yani bu meselenin altından çıkan da evren falan değil, insan...'' Doktorum bu saptamasında kesinlikle haklıydı, zihnim söylediklerini bütünüyle onayladı. Eve döndüğümde Yiğit Özgür biraderimizin yukarıdaki karikatürü e-posta kutumdaydı. Baktım, güldüm ve düşündüm, evet yâhû, hayat dediğimiz ve kendi içimizde bazen fazlasıyla abarttığımız o şey aslında herkesin bakabildiği ve görebildiği kadardı. E bu durumda kaideler, kurallar, yargılar, o binbir türlü teferruat niye vardı, bütün bunlar kimi, niçin, nereye kadar bağlardı? İçinde bulunduğumuz sistemin sadeliğini ve basitliğini anlayabilene ne mutluydu, anlamayana ise zaten koca evren dardı...


''Kimi sıkı sıkıya tutunmanın insanı güçlü kıldığını düşünür, kimi de gerektiğinde bırakabilmenin...''

Sylvia ROBINSON


Ek ve de dip: Sevgili dostum Hakan Türken'in blogundaki şu yazı okunmalıdır der, topu derhal kendisine paslarım. Güzel kardeşimin yüreğini, kalemini, zihnini ve değerli acısını saygıyla selâmlarım...

2 Eylül 2009 Çarşamba

Saf...


Hayvanları bu kadar çok sevmemin sebepleri zaman zaman sorulur bana; sevgiye sebep aramanın tuhaf birşey olduğunu düşünsem de, verilecek bir cevabım elbette vardır. Evet; hayvanları ötedenberi çok severim çünkü onlar tamamen ''saf'' ruhlardır. Kimseyi kandırmaya, aldatmaya çalışmazlar, yalan-dolan yoktur yaradılışlarında, ne iseler odurlar ve de hep öyle kalırlar. Karakterleri bellidir, sonradan kötü sürprizlerle insanı faka bastırıp şaşırtmazlar...

 

''Gizli saldırganın hilelerine maruz kalmak çok kolaydır'' diyor ''Kuzu Postunda Kurt'' isimli kitabında üstad Dr.George K. Simon, ''Sömürgen İnsanları Anlamak ve Onlarla Başa Çıkmak'' bölümünde de aldatılmaktan kaçınmak isteyenlere ciddî ipuçları veriyor. Meselâ diyor ki; ''bu gibi gizli saldırganlar çocukça bencilliklerini aşmayı öğrenememişlerdir, başkalarının incinebilirliklerine gerçekten saygı ve empati duymayı başaramazlar, zaaflar, zayıflıklar onlar için daima avantajdır. Zaafı, özellikle de duygusal zaafı küçümsedikleri için kurbanlarının duygusal düğmelerine basmayı fazlasıyla iyi öğrenmişlerdir. Ancak mücadelenin ne zaman gerekli ve adil olduğunu hiç öğrenemediklerinden, istedikleri şeyle aralarına giren herşey ve herkesi düşman olarak görürler. Sömürgenler hatırı sayılır oranda gerçeği sizden saklayarak ya da gerçeğin temel unsurlarını çarpıtarak sizi eksik bilgilendirirler. Sonra da buna dayanarak yalan söylemediklerini iddia ederler. Hâlbûki; bu gibi gizli saldırgan kimlikler yalan söylemek, sürekli inkâr, dikkati başka yöne çekmek, kaçamak konuşmak, suçluluk uyandırmak, kurban rolü oynamak, öfkeye gizlenmek, suçu yansıtarak kendilerinden başka herkesi ve herşeyi suçlamak konusunda uzmanlaşmışlardır...'' Valla ben derim ki; daha usta bir karakter yorumcusu olmak isteyenler bu kitabı başucu kitabı yapsın, uzun müddet üzerinde çalışsın. Yoksa bu ''kuzu postundaki kurtlar''ın belki açıkça görülmeyen ama neden sonra, ayrıntılı bir ''hasar tespit raporu'' çıkarıldığında insanı dehşete düşüren zararlarını tamir etmeye çalışmak bu kitabı okumaktan çok daha zahmetli ve zaman alıcı olabilir. Dedim mi? Dedim:) Ha, bir de unutmadan, ben hayvanları her zaman sadece kendi postları altında oldukları için bu kadar çok severim...