Sevgili Gulcy ve Halûk'un fazla uzak olmayan evlerine doğru hızlı adımlarla yürürken ve o sırada beni kemiklerime kadar ıslatan yağmur şakır şakır yağmaktayken yerde beyaz kağıttan yapılmış, ufacık bir kağıt gemi gördüm. Biraz ezilmiş vaziyette olsa da yağmur sularına kapılmış, rotası meçhûl şekilde döne döne ilerliyordu. İçimde tuhaf bir acıma hissi uyandırdı bu hali, eğilip alsam mı acaba diye bir müddet düşündüm ama bundan çabuk vazgeçtim. Çünkü kağıt gemilerin kaderi zaten buydu, onları özene-bezene katlayıp imâl eden tasarımcılar bir kenarda öylece dursunlar diye yapmıyorlardı bunu herhalde, gemi dediğin kağıttan da olsa, kaderi hep suyla kardeş değil miydi? Ayağımdaki terlikten fırlamış çamurlu ayak parmaklarımın ucuna usulca dokunarak döndü kağıt gemi, sonra yağmur sularının çizdiği gayet değişken yol haritasına göre kayıp gitti önümden, ardından bakakaldım. Elimde iftara yetiştirmek üzere taşıdığım poşete sarılı ve hâlâ sıcak çorba çanağı ile, şakır şakır yağan yağmurun altında öylece duraksamam ve döne döne giden kağıt geminin ardından hüzünle bakmam belki yeterince uygunsuz bir vaziyetti ama o sırada aklımda İstanbul vardı, Bahçeşehir Hayvan Barınağı'nda çaresizce boğulup ölen sahipsiz, kimsesiz hayvanlar, sevdiklerini sele vermiş, evini, eşyasını, herşeyini kaybetmiş insanlar vardı. Gözlerimden çeneme doğru yuvarlanan damlaların hangisi yağmur, hangisi gözyaşıydı dersiniz, bunu benden başka kimse ayırt edemedi, kimse anlamadı. Kağıt gemi gitti, ben kaldım, yağmur durmadı...
Ek ve de dip: Bu hislerimde yalnız olmadığımı zaten biliyordum, bu sebeple sevgili Belgin Güven'in sayfasındaki yazıyı okuduğumda da şaşırmadım. Dileyen tıklayıp okusun diye linkini buraya aldım, yüreğine sağlık güzel arkadaşım...
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder