28 Şubat 2010 Pazar

Alıntılar/Kalıntılar...


Geçenlerde TRT İzmir Radyosu'ndaki arkadaşlarımı ziyarete gittim. TRT FM stüdyosunda spiker arkadaşım sevgili Füsun Ünsal vardı, meslekdaşımla o çok sevdiğimiz ''canlı yayın'' enerjisini paylaştık bir süre, oh be, iyi geldi valla bu kadar zaman sonra. Mâlûm; bizler ''stüdyo insanı''yız ya, orada olmak hep bambaşka birşey bizler adına. Kısa bir müddet içinde, artık ben de bu stüdyodaki yerimi alacağım ve mikrofonuma kavuşacağım. Bekleyin arkadaşlar, geliyorum:)

''Kalıp meselesinin, uzaktan ya da yakından, tutarlılıkla da ilgisi var...'' diye giriyor söze Esquire dergisinin Şubat 2010 sayısında yer alan ''Kırık kalıplar odası'' başlıklı yazısında Altay Öktem ve devam ediyor:

''Ne kadar çok kalıbın varsa, o kadar tutarlısın demektir. İyi de; tutarlı olmak matah birşey mi gerçekten? 30 yıl önce aka kara dediysen, zırnık değişmeyip bugün de aka kara dersen, toplum tarafından takdir edilirsin. (Adam hiç değişmedi) derler. Ne kadar da tutarlıymış!..

Birşeyin kalıba girmesi onun doğallığını bozuyor. Hele de insan beyninin; sistemdi, gelenekti, görenekti derken, daha doğuştan itibaren kenarlardan tıraşlana tıraşlana kalıba sokulmasına, tektipleştirilmesine oldum olalı karşı çıktım...

Aslında, insanoğluna özgü genel bir defo bu. Değişime ayak uyduramamak, değişmeyeceğim diye inat etmek, üstüne üstlük içine girilecek bir kalıp bulunca da o kalıbın dışına çıkmadan yaşamak gibi tuhaf zevkleri var bu türün. Bozuk bir tür yani, defolu üretim! Zaten toplum, kendisinin bir parçası olan bu bozuk türdeşlerine (kalıbının adamı) adını takarak onları şereflendirme yoluna gidiyor. Biri bana böyle birşey söylese, küfür yemiş gibi hissederim kendimi. Kalıbımın adamıymışım! Ne kalıbı ya? Benim niye kalıbım olsun...''

Yazarı tebrik ederim bu içten ifadeleri için, şişe içindeki mesaj gibi bir yazı olmuş bu, yani durur durur, zamanı gelince birileri tarafından bulunup mutlaka okunur, okuyana da faydası dokunur tabii...

''Gücünden şüphe eden insan, şüphelerinin gücü altında ezilir'' sözü de astrolog İrem Su'ya ait, sevdim, güzel niteleme... Ve gelelim bu Pazar'ın favorisine, Burak Özdemir'in ''Tanrı'nın Doğumgünü'' kitabı biteli epey oldu, şimdi Mikhail Naimy'nin ''Mirdad'ın Kitabı'' var elimde. Ölü ve huysuz Hintli düşünür Osho, ''Mirdad'ın Kitabı kitapların Everest'idir'' demiş vaktiyle, belki de öyledir, henüz bitirmiş değilim ama hakikaten sıkı ifadeler var içinde. Meselâ; ''şans akıllıların oyuncağı, aptallar ise şansın oyuncaklarıdır'' gibi... ''İyi nişan alın'' diyor yazar, ''iyi olacaktır her aldığınız sonuç. Size gelen sizindir. Gelmekte geciken ise değmez beklemeye. Bırakın artık o sizi beklesin...'' Bingooo, çok iyi lâf doğrusu! Şu kısım da çok sağlam:

''Aptallığın aptala yük olması gibi, akıl da yarım akıllıya yüktür. Yardım edin yarım akıllıya yükünü taşıması için ve yalnız bırakın aptalı; çünkü yarım akıllı aptala sizden çok daha fazlasını öğretebilir...(Bravoooo, alkışlar:) Islıklar, tebrikler vs.)  Kendi kaderlerini bulup onu yaşamak isteyenler, ne zamanı şımartmakla zaman, ne de boşluğu geçmek için adım harcarlar. Sonsuzluklarını sığdırırlar kısa bir ömre. İşte bunun için sahip olduklarınızdan vazgeçmeniz gerekir, böylece yüreğinize hükmedemez zaman ve boşluk...''

''Bu kitap dünyanın en büyük spiritüel edebiyat klasiğidir'' yazıyor arka kapakta, öyle ''en''liklere falan fazla takılan biri değilimdir, kabuğa değil, içinde sakladığına bakarım çünkü. Başkasına göre ''en'' olan, bana göre öyle olmayabilir. Mirdad'ın Kitabı'nı da gene bu mantıkla okuyorum ve tasdik ettiğim çok şey buluyorum, bu da bir okur için kafîdir sanıyorum...

Ünlü İspanyol ressam Goya'yı severim, pek estetikçi sayılmaz, hâttâ çoğu eseri yaşadığı dönemin resim anlayışına göre çirkin ve rahatsız edici bulunabilir ama Goya'nın tarzı budur, o estetik kaygılı  değil, hayli cesur, protest ve gerçekçidir. Seneler evvel, Madrid'de, dünyanın en zengin müzelerinden biri olan Prado'yu gezerken orijinalini görmüş olduğum yukarıdaki resmin bir kopyasını satın almıştım. ''Riña De Gatos'' adını taşır yani ''kedilerin dövüşü'', bir duvar üzerinde kavgaya tutuşmak üzere olan iki kediyi gayet gerçekçi şekilde ifade eden bu resim salonumda asılı resimlerden biridir ve tarafımdan bilhassa sevilir. Kediler için kavga etmek sıradan bir iş değildir, evvelinde uzun bir karşılıklı uyarı ve hassas vaziyet tesbiti vardır, öyle hemen bodoslama dalmazlar kavgaya. Zannediyorum bu, kedilerin yapamayacağı kadar ucuz ve sıradan birşeydir, onlar akıllı ve seçkin varlıklardır, dolayısı ile kediler için kavgaya girmenin bile bir ön hazırlığı ve sağlam bir mantığı olmalıdır. Hep söylerim ya; kedilerin davranışlarında insanın oturup düşünmesini sağlayacak çok zekîce mesajlar vardır...

Üstad Woody Allen'ın filmleri de bu açıdan sağlamdır bana göre, Allen sizi bir taraftan eğlendirirken, öte yandan çaktırmadan düşündürür ve kendinizle yüzleştirir, severim Woody abimizi, iyidir. Buradan hareketle; bu Pazar yazısını kendisinin izlediğim son filmi olan Whatever Works/Kim, Kiminle, Nerede'den iki alıntıyla bağlamak uygundur, yerindedir...

"İnsan ırkı!.. Umumi tuvaletlerde otomatik klozetler kurmuşlar. Çünkü insanların sifonu çekeceğine bile güvenmiyorlar..."

"Kağıt üzerinde ideal çiftiz... Ama hayat kağıt üzerinde değil..."

Herkese iyi Pazarlar ve keyifli haftalar efendim:) Bu gece Başak-Balık burç aksı üzerinde gerçekleşecek olan dolunayla bir bacağı diğerinden kısa olan Şubat'ımızı uğurluyoruz, Mart'ımız ve artık ilkbaharımız hayırlı olsun...

Ek ve de dip: Bu da üstad Goya'nın, sayfada 3.sırada detayını gördüğünüz resminin bütünüdür. Kedilerin ayağı iple bağlı kuşa bu şekilde bakışları sanmayın ki sadece ressamın hayâl ürünüdür:)

24 Şubat 2010 Çarşamba

45'lik...

'
Beni bizzat dünyaya getirmiş olan kadın halen inanamıyor ama, dün gece itibarı ile kızı artık 45'lik oldu:) Benim mantığım hiç değişmez, ''son yaşım en güzel yaşımdır'', hele ki 40'lı yaşlarımı 20'li, 30'lu olanlardan çok daha fazla sevdiğim ve keyifli bulduğum da ciddî bir gerçektir. Üste tonla para verseler 40'ın altındaki yaşlarıma geri dönmeyi istemem doğrusu. Dört bir yandan başıma yıldızlar gibi yağan güzel kutlama mesajlarına ve çok özel armağanlara ne kadar teşekkür etsem azdır. Cep telefonuma bütün gün fazla mesai yaptıran ve 45'liğimi içtenlikle kutlayan tüm sevgili dostlarım, ''iyi ki doğdun, iyi ki varsın'' diyorsunuz ya, ben de diyorum ki gelin şu işi çoğullaştıralım, ''iyi ki doğduk, iyi ki varız'' yapalım, böylece varlığımıza daha kalabalık ve bütünsel bir anlam katalım:) Sağolun, varolun, her dakikasının, her anının farkında olup kıymetini bildiğimiz, keyfine vardığımız daha nice yaşları birlikte kucaklayalım. Hepinize, herkese, hayatımda olmayı seçen, benim olmasını seçtiğim herşeye ve varlığımın asıl yüce sahibine ''ben'' dolusu şükranlarımla... Daima...

(Yazıma konu mankenliği yapan Modern Folk Üçlüsü'nün bu eski 45'liğine de ayrıca teşekkür elbette...)

21 Şubat 2010 Pazar

Pazar çantası...

 
Bugünlerde elimden düşmeyen üç şeyi görüntüledim; biri son yurtdışı seyahatimde Münih'ten aldığım kahve, özelliği toz değil, ''cofee pads'' şeklinde oluşu. Yani bir tür poşet kahve de denebilir, içi kahve dolu yuvarlak pedleri kaynamış suyun içine atıyorsun, bir müddet demleniyor, sonra çıkarıyorsun ve gayet hafif içimli, berrak ve lezzetli bir  Kenya kahvesinin keyfine varıyorsun. Elimde tuttuğum çok sevdiğim bir hediye, Ankara'dan canlarım Cheetos ve Batos benim için seçip yollamışlardı yılbaşında... Japon kültüründeki ''Maneki Neko/şans kedisi'' nin kupa hali, hem uğurlu benim için, hem de çok sevimli:) Öteki ise zaten nicedir zihnimin ve başımın güzelim derdi, Burak Özdemir'in ''Tanrı'nın Doğumgünü'' kitabı ısrarlı ve inatçı çalışmalarım neticesinde artık sonlara geldi...

Çok ciddî bir ''ezberbozan'' bu kitap, hele bitsin, ardından hemen yazarın öteki çalışması ''Levh-i Mahfuz'' gelmeli. Daha nice uykulara kıyılmalı, o da satır satır hatmedilmeli çünkü bu insanın inançlarıyla yüzleşmesi için ziyadesi ile önemli. Şimdi bakınız; dün geceki okuma seansından vurucu bir bölümü aynen buraya alıyorum:

'' İslâm kendini yeniden tarif ederken, mazlumu da yeniden tarif eder. Bu yeni tarif, mazlumun sınırlarını genişletmektedir. İslâm özü, zûlme karşı bir duruştur. Gerçek İslâm, zûlmün olduğu heryerde devreye girer. Bizim mazlumlar, onların mazlumları... Bu ayrıma gittiğin anda dünya kamuoyu seni samimi bulmayacaktır. Onların bulmamasından da öte, sen gerçekten samimi olmayacaksındır ki; asıl kötü olan da budur. İslâm'ın zûlüm karşıtı olarak konumlandırılabilmesi için mazluma evrensel bakış şarttır. Dil, din, ırk, cins, hâttâ tür... Kadın haklarının ihlâli, dayak yiyen çocuklar, hayvan hakları, çevre kirliliği... Bu konuda çalışan gönüllü-hayırsever kuruluşlar, barış ve esenliğin dinini en büyük yardımcı olarak yanlarında bulursa, dünyanın yörüngesi işte o an yerinden oynamaya başlar...''

Ve devam:

''Çok iyi biliyorsun ki; yeniden konumlandırma projelerinde (trade off)lar kaçınılmazdır. Yani, sana katma değeri olmayan, istediğin sonuçları alamadığın sektörlerden çekilmek ve asıl işine odaklanmak. İslâm'ın asıl işi bir kıyafet biçimini hakim kılmak değildir. İslâm bir moda değildir ki... Bütün dünya örtünse İslâm bundan hiçbirşey kazanmaz. Bir gün bütün dünya içkiyi bırakırsa bu İslâm'ın dünyaya hakim olduğu anlamına da gelmez. İslâm'ın dünyaya hakim olması, barışın yerküreye egemen olması ve mazlumların özgürlüklerini kazanmasıdır. Tanrı'nın İslâm'la hedeflediği, dünya tarihinin bu en büyük hedefini gerçek kılmaktır...''

Ve bayıldığım bir sözle bitireyim bu bahsi:

''SABIRSIZLIK MUTLULUĞU SONUÇLARA KİLİTLEMEKTİR...'' E bravo yani, daha ne denir! Yazan ellerin dert görmesin, bir kere daha tebrikler sevgili kardeşim Burak Özdemir...

Salonun en güzel güneş alan tarafında bir ''yeşil köşe'' oluşturduk, kedi çocukların özel oyun platformunun hemen yanında, pek hoş oldu doğrusu:) Sevgili Lâle Kuyucu Azak'ın harika deyimiyle ''yoğurtlu tekir''lerimizden Acar kız çiçeklerimizle birlikte bu pozu verdi sağolsun. Havalar biraz daha düzelsin de, icap eden saksı değişimlerini, toprak bakımlarını da yapalım ve tam tohum ekme zamanına denk getirip, bu sene de tohumlarımızı toprağa saçalım inşallah... Ayrıca evi tümden yeşillendirme projem var, tam istediğim tonu tutturana kadar epeyce ter döktürdüm işin uzmanlarına ama, neticede boya makinesinden bana özel o ''yeşil'' çıktı. Sevgili gecea benim bu ''yeşil'' takıntımın belki de en yakın şahididir, eminim şimdi okurken gülümsemektedir:) Yakında her tarafı ''yeşertme'' çalışmalarına başlayacağım. Sahi, boya yapmaya bayıldığımı söylemiş miydim? Son TV programım ''Benim Güzel Bahçem''den kalma tulumlarım bile hazır, boy boy fırçaları, ruloları, özel efekt aparatlarını saymıyorum, onlar zaten çoktan hazır. Sevgili dost Özgül Turunçoğlu'nun güzel evinde, elleriyle boyadığı biber yeşili duvarları görünce içim gittiydi, ''amanın, benim boyam geldiiii a dostlar, çekilin yoldaaan!'' diyerek derhal en yakındaki yapı markete koştum. Yardıma gelmek isteyen olursa kahve makinesine birkaç kahve pedi daha atarım, hâttâ yanına tarifi bana özel, şekersiz, müslili, organik kekimden de yaparım, şimdiden söyleyeyim:) Herkese iyi Pazarlar ve gönlünce bir hafta diler, müsaadenizle artık kitabıma+kahveme dönerim efendim...

                                  

18 Şubat 2010 Perşembe

Süpürgesi yoncadan...




Efendiiiim; bugün güneş Balık Burcu'na, yani benim astrolojik alanıma geçiş yaptı ve buradan hareketle ben de bazı kadim bilgilerden bahsedeyim istedim. Ev içinde kolayca uygulanabilecek ve faydaları görülebilecek eski fakat basit uygulamalar var ve ben bunları sıklıkla yaparım. Yukarıda görülen ufak bakır mangal Antakya'dan alınmıştır ve sadece buhur+tütsü yakmak için imâl edilmiştir. İçinde gördüğünüz henüz tutuşturulmamış vaziyette olan bir sap kuru adaçayı ve kuru bir biberiye dalıdır. Bunları kibritle tutuşturursunuz, adaçayı biraz zor alevlenir ama bir kez alev aldıktan sonra yoğun bir duman tüttürerek kül olana kadar yanar. Biberiye zaten kolayca tutuşur. Bu bitki karışımından dumanlar yükselirken siz buhurdanlığınızı elinize alıp, evin dört bir tarafında dolaştırırsınız. Hoş kokulu yoğun duman odalara yayılır, özellikle köşelerde birikmesi muhtemel negatif enerjileri temizler, arıtır. Bu işlemi dip-bucak bir temizlikten sonra yaparsanız daha da iyi olur çünkü kapı arkalarında, yatak altlarında, dolap artlarında birikmiş toz yumakları pozitif enerjileri emer, engeller. İyi enerjilerin yaşadığınız mekân içinde rahatça akabilmesi için, özellikle bu gibi dip-köşe yerlerin temiz ve tozsuz olması gerekir. Duvarlara sinmiş, etraftaki eşyaya nüfûz etmiş öfke, kin, nefret, acı, intikam  gibi hislerin enerjileri önemlidir, eğer temizlenmez ve sürekli beslenip birikirse huzursuzluk, kaygı, üzüntü yaratır, mekân içinde yaşayan tüm canlılara tesir eder. Bu sebeple; bilhassa yeni bir eve taşınacaksanız, ofisinizi değiştirecekseniz, yaşadığınız mekân içinde ölüm, ağır hastalık, ayrılık, kavga, şiddet vb. şeyler yaşanmışsa adaçayı tütsüsü uygulaması eski enerjilerin temizlenmesi adına faydalıdır ve çok eskiden beri yapılır. Şöyle de olabilir; bir demlik adaçayı hazırlarsınız, isterseniz birkaç fincan içersiniz, geri kalanını dökmeyip suya karıştırır ve bu su ile temizlik yaparsınız. Kapı kollarını, koltuk kenarlarını, lâmba düğmelerini (yani sık dokunulan yerleri) bununla güzelce silersiniz. Hem gayet güzel kokar, hem de buralara dokunulması sûreti ile geçen eski enerji bloklarını çözer, arıtır...

Sık kullandığım diğer iki basit malzeme ise kaba tuz (kaya/deniz) ve bildiğiniz sirkedir. Yatağımın altına doğal tuzla doldurulmuş minik bir kap koyar ve bunu üç-dört günde bir tazelerim. Eski tuzu da akan suyun altında eritip kabı temizlerim. Doğal tuz da başarılı bir negatif enerji emicisidir. Sirke ise zaten başlıbaşına bir mucizedir, yenilir, içilir, temizlikte kullanılır, hemen her işe yarar. Rahmetli anneannemin öğüdünü tutarak evden hiç eksik etmem, erzak dolabımın baştacı gibidir bu mübarek... Bizim evde sirke sadece turşu kurarken ya da salata yapılırken ortaya çıkmaz, bulaşık makinesinde parlatıcı olarak kullanılır, çamaşır makinesinde yumuşatıcı gözüne konup üzerine birkaç damla bitkisel öz eklenir (portakal, lâvanta, melissa, sedir, yasemen vb.), mükemmel netice verir. Zemin ve camların silineceği suya muhakkak katılır, lâvabo, fayans, parke temizliği için harikadır, böylelikle hem çok ucuz, hem de doğayla dost bir temizleyici elde edilir. Eskiler sirkenin fena niyetle yapılmış büyüleri bozup temizlediğine de inanırdı, ister ışıltılı bir temizlik adına kullanın, ister büyüsavar olarak, neticede sirke olağanüstü bir malzemedir, her sabah içsel enerji arıtımı ve kozmik dengeyle uyumlanmak adına, aç karnına bir yemek kaşığı dolusu içtiğim bu mucizevî nimet tarafımdan hararetle tavsiye edilir...

Evde periyodik olarak yapılan bu enerji temizlikleri bizim saf ruhlar üzerinde de olumlu tesirler yaratmakta. Tütsülerin hoş kokulu dumanını içine çekenlerde derhal  bir hafiflik, bir rehavet, bir sükûnet hali oluşmakta, rahat, deliksiz ve huzurlu uykular uyunmakta. Yukarıda da saf ruhlardan ikisinin enerjileri temizlendikten sonraki halleri görülmekte:) İnsan bu manzaraya bakınca ''kedi-köpek gibi hırlaşmak'' deyimini aklına getirip bıyıkaltından gülümsemekte ve acaba şu iş global ölçekte yapılsa da, dünyamız bu mânasız kavga-dövüş-savaş enerjisinden, bu saçma-sapan ''öteki''lik ezberinden  kurtulsa diye düşünmekte. Ah, keşke...

 ''Cadı'' dendiğinde, bu konudaki köhnemiş kalıpların etkisiyle zihinlere hep bir kazan başında, dişsiz ağzı ile çirkin kahkahalar atan ve elindeki değnekle kazanın içindeki iğrenç bulamacı karıştırarak bazı büyüler yapan korkunç kadınlar gelir. Cadıların doğaüstü güçlerden yararlanarak insanlara ya da mala mülke zarar verdiğine inanılır. Oysa, cadı olarak adlandırılan kimseler, eski zamanlarda doğal bitkiler ve kökler kullanarak hastalıkları iyileştirmede başarılı, özel bilgi sahibi insanlardı. (Bkz. Şamanlık bilgileri) Elbette bu çağdaş tıp biliminin ve tedavi edici ilaçların yaygın olarak kullanılmasından çok daha önceydi. Çoğunluk kadın olan cadılar gizli/gizemli bilgileri, genellikle anadan kıza olmak üzere, kuşaktan kuşağa aktarırlardı. Dünyada bugün de, binlerce yıllık bilgi birikiminden yararlanarak hasta insan ve hayvanları iyileştirmede “hünerli” bu gibi kimseler vardır. Bir de; cadılığın sembolü olarak görülen çalıdan yapılma süpürge mevzuu var tabii, hani üzerine atlarsın, vıjjjt uçuverir, istediğin yere gider konarsın ya. İşte başlığımızın sırrı burada saklı zaten efendim, kimi cadılar gücünü iyilikten alır, bunların süpürgesi kuvvetle muhtemel yoncadandır, kimi de kötü niyete odaklıdır, gücünü kin, nefret, öfke ve kıskançlıktan alır, bu nedenle zarar vermek için mümkün olan herşeyi yapabilir, e bu gibilerin süpürgesi ise elbette kaba-saba, dikenli  çalıdan olacak, üzerine oturanın poposuna batacaktır:) Temiz niyetlere ve daima bütünün hayrına yönelik iyiliğe sonsuz selâm ile diyelim, yazımıza burada son verelim...

               

14 Şubat 2010 Pazar

''Ekşi'' Pazar...

Doğal olarak ''Sevgililer Günü'' geyiğine girmeyeceğim; böyle sonradan, yapıştırma, uyduruk  ''özellik'' atfedilen günlerden hoşlanmadığım bilinir. Hakiki aşk hiçbir hediye paketine giremeyecek kadar büyük, hatırlanmayı beklemeyecek kadar olgun (zira o gerçekten varsa özellikle hatırlama gerektirmeyecek şekilde her an, her dakika zihindedir, hakiki aşk ehli bunu zaten bilir), bulanık, bayat sular içinde beklemekten yorgun zavallı kırmızı güllere, taksitle alınmış pırlanta zımbırtılarına ya da gıda boyası basılarak kreması utancından kıpkırmızı kesilmiş, kalp şeklindeki salak pastalara endekslenemeyecek kadar değerli birşeydir. Özel bir güne ihtiyaç duyacak kadar sıradan ve aptal ise hiç değildir! Bu sebepten; yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz, kesme tahtası üzerinde bekleyen ve aynı sapta birleşmiş bu iki domates bana göre etrafımda dolaşanlardan çok daha sahici iki sevgilidir. Az sonra dilimlenip salataya katılacak olmaları hiçbirşeyi değiştirmez. Aşkları ve varlıkları başka bir şekilde devam edecektir çünkü...

Bugünün benim için en özel anlamı canım anneciğimin doğumgünü olmasıdır. Kendisi az önce telefon etmiş ve kitabım ''Tırmık İzi''ni tamamlamış olduğunu, ömrünün bu yaşında kendisine çok değerli farkındalıklar katmış olduğum için bana teşekkür etmek istediğini belirtmiş ve ''insanın doğurup yetiştirmiş olduğu evlâdından rehberlik almasının hangi yaşta ve ne sebeple olursa olsun, mükemmel bir duygu olduğunu'' içtenlikle ifade etmiştir ki; benim için bundan daha kıymetli hiçbir hediye olamaz, budur ve bu  kadardır... Nice sağlıklı, huzurlu ve ''farkında'' yaşlara anacığım, seni seviyorum...

Gelelim bu Pazar'ın ''ekşi''liğine... ''Ekşi Sözlük'' okuruyum, evet. Hiç yazmadım oraya ama okuyorum, yorumların çeşitliliği ve özgünlüğü yanında ''özgür''lüğü de hoşuma gidiyor. Dün gece sözlükte dolanırken ''dünyada bu kadar aç insan varken hayvan beslemek'' başlığına rastladım ve benim de hayatımda lüzûmsuzca yer edinmiş olan bu geyik üzerine bazı alıntılar yapmak istedi canım ansızın... İşte bu konuda ''Ekşi Sözlük''ten seçtiklerim, aynı yazılışla, hiç sansürlemeden, düzeltmeden falan, öylece yayınlıyorum efendim:

-cok dogru bir harekettir. sanki direkt banknot yediriyoruz hayvana, kicini da parayla siliyoruz. bir kedi besledim; veteriner, veterinerde calisan hemsire, kedinin aşılarını ilaclarini üreten sirketin calisanlari, mamasini üreten sirket, onu tasiyan kargo, ambalajini üreten firma calisanlari, klinik binasindan kira alan isyeri sahibi, kedinin sepetini üreten, oyuncagini yapan firma calisanlari, hatta veterinerin muayenehanesinin önündeki arabamin park parasini toplayan adam dahil hepsinin beslenmesine bir nebze de olsa katkim oldu. hayvana harcadigim paradan da bu kadar kisi pay aliyor. demek ki dünyadaki 6 milyar insanin hepsi hayvan beslese diger 1 milyar kisi birak aclik cekmeyi, zengin bile olacak...
.......................................

-çok fazla karşı karşıya kaldığım yorumdur bu. hayvan beslediğimi gören insanlar bazen dolaylı olarak bazen yekten, aç insanlar varken hayvan beslemenin mantıksızlık ve hatta vicdansızlık olduğunu söylerler. başlarda sinirlenip agresif yanıtlar veriyordum ama artık alıştım sanırım sadece tek yanıtım kaldı bunca yıldan sonra. "ben hayvanları besliyeyim sen de insanları besle o zaman" diyorum. bu soruyu soranların aslında kaç insana yardım ettiklerini de çok merak ediyorum fakat haddime düşmez diyor ve sormuyorum. bu bahis açılınca aklıma bir süre önce kumrular'da kocaman bir sokak köpeğine ucuz sosislerden verdiğim sırada yanıma gelip bu geyiğin en pisini çeviren iyi giyimli, eğitimli görünüşlü amcayla muhabbetim geliyor:

- o sosisleri köpeğe vereceğine bana ver, insanlar aç yahu.
- havlamayana sosis yok abi. sen havla sana da vereyim...
...................................

-hiçbir insana yardımı dokunmamış kişilerin dayanmaya çalışabilecekleri bir tür savunma mekanizmasıdır. haklılıklarına inanmak adına hayvan besleyen için çizdikleri profil bu nedenle olabilecek en uç örnekten oluşmaktadır. benim sokaktan alıp beslediğim kuyruğu kesilmiş kırma yara bere içindeki fiko'yu örneklemezler mesela. ya da bunu ona yapan insanların ruh halini irdelemek istemezler. bunu dillendiren insanların; ücretsiz hizmet etmek için aşevine, gönüllü temizlik yapmak için düşkünlerevine, yardım toplamak için esirgeme kurumlarına giden kişilerle ilgisi olmadığı gibi, onlar bu gibi yerlerin kapısına dahi uğramazlar (bu anlamda benim fiko'nun bile kendini sevdirerek de olsa o yaşlılara ve çocuklara daha çok hizmet etmişliği
vardır.)                                                

onlar için herşey; hayvanlar için harcanan ve insanları doyurmak için gereken para arasında gidip gelen içi boş bir muhasebedir sadece... ve bu, hayvanlara dokunmaktan aciz, insanlarıysa steril bir şekilde televizyon ekranlarından sevip acıyabilen insanımsıların acınası düşünce tarzlarına iyi bir örnektir.
........................................................

-dünyada bu kadar aç insan varken sözlüğe başlık girmekten çok farklı değildir.

çemkirme kısmı;

er kişi; bir başkasının açlığını bir başkasının tokluğuyla ilişkilendirip, bundan kendisine görev çıkaracak kadar idealist zerresiyse; ekşi sözlükte hacim kaybı yaratmak için kullandığı bilgisayarı satıp, parasını uygun yerlere bağışlayarak iyi bir başlangıç yapabilir.ne güzel dünya o öyle be, konsere git, iskender ye, parfüm al,levis geçir götüne, entivi tarih falan al, taksit taksit ekran kartı al, işlemci al vs. sonra gir internete, 2 tuşa bas,yaz entry, açlara dikkat çek. var mı lan böyle ucuz tatmin.

hakverilen kısım;

evet benimde, fareden hallice köpeklerinin kuaför masrafı 100 tl olan kokoşları, köpekleri ile beraber bir köpeğin içine sokasım var. hatta sonra köpeği besleyip kokoşu geri sıçtırasım ve bu döngüyü geleneksel hale getiresim var...
.....................................................................

-vicdan sahibi güzel bir insan olduğunuzun göstergesidir.

haaa şimdi gelelim yoksulluk ve sefaletin yarattığı inanılmaz insanlık trajedisinin sebebini ve çözümünü bulmaya. kedilerin o boktan kuru mamasına, kuşların tahıl tanelerine, balığın yediği çürümüş kurtçuğa falan tamah etmeden önce şu verilere bir bakalım:

"savunma harcamalarına ortalama 9.9 milyar dolar harcayan türkiye, ortadoğu ülkeleri arasında savunma harcamaları açısından 4 üncü sırada yer alıyor.

iran`ı suudi arabistan izlerken, israil, 27.2 milyar dolarlık savunma harcamasıyla bölgede 3 üncü sırada bulunuyor. suriye 6 milyar dolar ile 5 inci, kuveyt 4.8 milyar dolar ile 6 ncı, mısır 3.3 milyar dolar ile 7 nci, umman 2.7 milyar dolarla 8 inci, birleşik arap emirlikleri 2.5 milyar dolar ile 9 uncu, ürdün ise 800 milyon dolarlık savunma harcamasıyla son sırada.

türkiye avrupada 5 inci"

ayrıca a.b.d.'nin bu yıl için "savunma" ( ne savunmaymış ama! orospu çocukları!) harcamaları 708 milyar dolar.........

pardon neyi tartışıyoruz...

nasıl bir tarihsel kesitte yaşadığımızı anlamakla ilgili bir sıkıntı var galiba...
..................................................................

-dunyada bu kadar ac insan varken iskender yemek

dunyada bu kadar ac insan varken sushi yemek

dunyada bu kadar ac insan varken kokteyl icmek

dunyada bu kadar ac insan varken converse ayakkabi almak

dunyada bu kadar ac insan varken bir monta 500 tl vermek

dunyada bu kadar ac insan varken lcd ekran tv almak

dunyada bu kadar ac insan varken dvd ve kitaba para vermek

dunyada bu kadar ac insan varken marlboro icmek

dunyada bu kadar ac insan varken ikea'dan karyola almak

dunyada bu kadar ac insan varken tatile gitmek

dunyada bu kadar ac insan varken sevgililer gununu kutlamak

dunyada bu kadar ac insan varken yilba$i agacina para vermek

dunyada bu kadar ac insan varken parfum surmek

dunyada bu kadar ac insan varken universiteye gidip harc yatirmak gibi bi$ey.

gordugum kadariyla kimse uzerinde cuvalla gezip sokaklarda ya$amiyor, ama "oteki"ne dair bok aticak bi$eyleri var hep. anlamiyorum ki, dunyada bu kadar ac insan varken sen neden ya$iyorsun? olsene, bir ki$inin hakkini yememi$ olursun ne guzel...
.....................................................

-insan denen hayvanı çok da üstün görmemektir. ha sokaktaki aç köpek, ha aç insan.. en kolay hangisine ulaşıyorsan onu doyurursun. zaten hayvan besleyecek kadar, sokaktaki hayvanı açlıktan ölmekten kurtaracak kadar yufka yürekliysen sokaktaki aç insanı da doyuruyorsundur, afrika'daki aç insana da elinden geldiğince yardım yolluyorsundur.

ne yapalım yani? aç insana paramız, gücümüz yetmiyor diye hayvanı da mı ölüme terkedelim?

ha şu pet shoplardan alınan hayvanlardan bahsediyorsan da sen de bilgisayar alıp, internet bağlatıp evine, sözlükte götünden aforizma sallayacağına git o parayla etiyopya'da bir çocuğu besle...
......................................................

-insan nasıl "beslenir" bilemedim şimdi. benim bir lokmacık köpeğimin yediği 2 lokmayla, o kadarcıkta canıyla bir insanı eşdeğer tutanlar bilir heralde.

elalem kıçında giyecek donu yokken evlenip 8 tane çocuk doğursun, sonra onları aç bilaç sokağa salsın, faturasını benim köpeğim mi ödesin?..
........................................................                                 

                                  
Bu yorumlar böööyle uzayıp gidiyor ve okuması bana hususî bir keyif veriyor:) Zekâya zaten hayranımdır, hele de bu zekâ tekil olmaktan çıkıp, bu şekilde bir ''ortak akıl''a dönüştüğünde ekşi de olsa tadından yenmiyor. Diyorum ki kendi kendime; ''evet yâhû, dünya ve onun üzerinde yaşayanlar hızla değişiyor, kalıplar terkediliyor, klişeler sorgulanıyor, dokunulmazlara cesaretle dokunuluyor, zekî ve farkında olan insanlar artık lâfını yutmuyor, içinde tutmuyor, çat çat ortaya söylüyor ve bu beni müthiş mutlu ediyor...'' Yukarıdaki tabloda, yağmur yağarken aynı şemsiye altında yürüyen bu çifte huzurla bakmak gibi birşey bu, insana umut ve güven veriyor...
..............................................................................

Aşksız geçen bir ömür beyhûde yaşanmıştır. Acaba ilahî aşk peşinde mi koşmalıyım, yoksa dünyevî, semavî ya da cismanî mi  diye sorma! Ayrımlar ayrımları doğurur. Aşk’ın hiçbir sıfat ve tamlamaya ihtiyacı yoktur.

Başlı başına bir dünyadır aşk. Ya tam ortasındasındır, merkezinde ya da dışındasındır, hasretinde...

(Elif ŞAFAK/Aşk-Şems'in 40 Kuralı'ndan 40.kural)
...............................................................................

Şimdi; damaktaki o hoş ekşi lezzet eşliğinde herkese iyi Pazarlar dileniyor:)

Ek ve de dip: Ve tabii, bizim evde çekilmiş olan ikinci fotoğraftaki şeker konu mankenleri köpek kız Fadik ile kedi kız Acar'a ve onların kimliğinde evrensel barışı besleyen cümle saf ruhlara bu vesile ile gönülden teşekkür ediliyor...

10 Şubat 2010 Çarşamba

Canlı ve heyecanlı yayın...

Havalar soğuk olabilir, olsun, sırttaki peluş yelek kadar, hâttâ ondan daha da fazla ısıtan canlı kürkler ne güne duruyor, değil mi efendim? Bizim evdeki saf ruhlardan Ülkü kız bu ''canlı'' ısıtma işini pek sever, hele de ben bilgisayar başındayken sayesinde hiç üşümem:)

Kürk dediğin asıl sahibinin sırtında durmalı, içinde kanı/canı/ruhu olmalı, insanı olanca saflığı ve sevgisiyle sarıp sarmalamalı, sıcacık tutmalı... İşin içinde bu ''sahibinin sesi'' hali olmadıkça neyleyim ben cansız vizonu, minki, tilkiyi, leoparı? Kürk dediğin dört ayaklı olmalı, seslenince koşup gelmeli, bir çırpıda üzerine tırmanmalı insanın, boynuna sarılmalı, mırıl mırıl mırıldanmalı, ''oh be, iyi ki yaşıyoruz, iyi ki varız, şükür ki hayattayız!'' dedirtmeli. Mutluluğu ve sıcaklığı her türlü klimanın, sobanın, kaloriferin, ısıtıcının fevkînde olarak, işte böyle canlı canlı vermeli. İnsanı bizzat ''hayatın enerjisi'' ile ısıtıp beslemeli...

 
Hâttâ; sen bağıra-çağıra şarkı söylerken sana eşlik etmeli, ''yıkılabiliiiiir saltanatlar, olsun yeniden yaparız, bizde bu sevda sürdükçe ölsek de yanyanayız'' kısmında yanağını yanağına yaslamalı, bilgisayarın olmadık tuşlarına basmalı, yazdıklarını karıştırmalı, senin ''düzen'' dediğin o şeyi kendince bozmalı, arada bir dağıtmalı... Sen de bırakmalısın, engel olmamalısın saf ruhların yapmak istediklerine, kontrol bazen onların eline geçmeli, bir süre onlarda kalmalı. Kalmalı ki; hayat da en sevdiğim yayın şekli gibi hep ''canlı ve heyecanlı'' olsun, rutinden çıksın, farklı bir yola girsin. Hani insan bazen ister ya; ''ne çıkar yani efendim, iki kere iki bu defa da dört etmeyiversin''...
''Ve hayvanları da yarattı; sizin için onlarda ısınma ve türlü   yararlar vardır...''
Kur'an-ı Kerîm/Nahl Sûresi

Demem ve de dileğim o ki; Allah cümle kullarını sadece o, bu, şu sevgisinden değil,  hepsini kapsayan ''saf ve koşulsuz sevgi''den nasiplendirsin, nasiplendirsin ki insanoğlu da sonunda hakikatin farkına varıp şükretmeyi becerebilsin... Amin...

Ek ve de dip: ''Hak'kın karşına çıkardığı değişimlere direnmek yerine teslim ol. Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?..''

(Elif ŞAFAK/Aşk- Şems'in 40 Kuralı/14.Kural)

7 Şubat 2010 Pazar

Unutma ki dünya fanî...

''Veren Allah alır canı, ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca...'' diye devam eder o güzel şarkı... Bu adamın benim hayatımdaki yeri çok özeldir, hâttâ ilkgençlik günlerimin en tutkulu aşkıydı da denebilir. Kardeşimle beraber paylaştığımız küçük odanın benim tarafımdaki duvarları onun resimleri, posterleri ile doluydu. O zamanların popüler müzik dergisi ''HEY''in yaşadığımız şantiyeye ulaşmasını belki de en çok bu sebeple, anlatılamaz bir heyecan ve sabırsızlıkla beklerdim çünkü en güzel, en parlak posterleri bu dergi yayınlardı. Bütün şarkılarını benim için, bana söylediğini hayâl eder, bazılarını dinlerken içlenip ağlar, bazılarında gülerdim. Televizyona çıkması ise zaten ayrı bir olaydı, neredeyse yayınlanmış bütün plâk ve kasetlerine sahip olmama rağmen, gene de televiyonun önüne kurduğum teybe programı kaydeder, adetâ kayıt bandı parçalanana kadar başa sarıp sarıp, defalarca dinlerdim. Dedim ya; ben bu adamın saçlarına, duruşuna, takılarına, tavrına, şarkılarına, kısaca neyi varsa ona aşıktım...

Lâkin; ilk karşılaşmamız için epeyce beklemem gerekecekti. İzmir Fuarı'nın o eski gazino/matine günlerinde, sahnede birçok defa izlemiştim ama o sayılmazdı, orada sahnedeki enerjisiyle büyülediği diğerleri gibi sadece bir seyirciydim. Bir yaz akşamı; rahmetli babam bizi ailecek o zamanların kaliteli restoranlarından biri olan Karşıyaka-Palet'e, yemeğe götürmüştü. Hatırlayanlar çıkacaktır, piyanist-şantör furyasının hüküm sürdüğü o günlerde Palet'in yıldızı Aziz Özen'di. Bu restoran artık yok ancak ben onu halen girişinde yazılı ''Paella&Sangria'' yazısıyla hatırlarım. Demek o vakitler İzmir'de bu İspanyol klasiklerini yemek/içmek isteyenler de varmış ki, Palet Restoran mönüsünde bunları bulundurmakla övünürmüş. Şimdi meselâ; canım adam gibi bir paella yemek ve doğru hazırlanmış bir sangria içmek istese nereye gideceğimi bilemem, herhalde ilk uçağa bilet alıp direkt İspanya'ya gider, meseleyi orada, orijinal yoldan hallederim...

Neyse işte efendim; biz Palet'de yemeğimizi yerken ve de Aziz Özen abimizi dinlerken restorana Barış Manço, o zaman ufacık olan iki oğlu ve de eşi Lâle Manço girivermesin mi? Herkesin ilgisi onlara yönelmişti tabii, alkışlar, tezahüratlar falan... Herkese gülümseyerek selâm verdiğini ve ailesiyle birlikte bize oldukça yakın bir masaya oturduğunu hatırlıyorum. Aman Allah'ım, bu benim için mucize gibi birşeydi, inanamıyordum! Bakışlarımı ondan alamıyordum. Nihayet rahmetli babam masasına gidip onunla tanışmam ve bana resim imzalamasını rica etmem için beni yüreklendirdi, o sayede yerimden kalkıp o tarafa doğru birkaç adım atabildim. Kalbim güm güm atıyordu, rahatsızlık verme endişesi içindeydim ama bu fırsatı da kaçıramazdım. Heyecandan tir tir titreyerek yanına yaklaşan ve her tarafından yeniyetmelik akan bu kıza da aynı sıcak ifadeyle gülümsedi, uzattığı eli sıktı. Ah, ne yazık ki yanında fotoğraf yoktu ancak bir kağıda benim için imzasını atabilirdi, nereden bulunduğunu şu an hatırlayamadığım ufak bir kağıda o iri ve telâşlı yazısıyla ''Sevgili Handan'a...'' yazıp altına içiçe geçmiş iki kalp çiziverdi ve altına da imzasını yerleştirdi. Kağıda inanamaz gözlerle bakıyordum, o içiçe geçmiş iki kalbin üzerine sevinç gözyaşlarımı damlatmak istiyordum ama yazı bozulmasın diye yapamıyordum. Teşekkür edip büyülenmiş gibi masaya döndüğümü hatırlıyorum ve elbette o imzalı/kalpli kağıdı halen büyük bir sevgi ve itinayla saklıyorum...

Sonra o yeniyetme kız büyüdü, TRT'nin açtığı sınavları kazandı, radyo ve TV spikeri oldu, evlendi, Erzurum'a gitti. TRT Erzurum Radyosu'nda, kendi hazırlayıp sunduğu program için ilkgençlik günlerinin büyük aşkı Barış Manço ile telefon röportajları yaptı, pek çok kez konuştu ama kader onu hep hayranı olarak kaldığı bu büyük sanatçıyla bir daha hiç yüzyüze getirmedi. Soğuk bir Şubat günü, bu kez TRT İzmir Radyosu'nun spiker odasına girdiğinde sevgili arkadaşı İffet Diler'den yayın nöbetini devralırken öğrendi öldüğünü, öylece oturup kaldı... Oysa; Barış Manço hayata dair herşeyi ve tabii hayatın nihayete erişini de şarkılarında cesaretle ifade etmiş, aşkı, hayatı ve ölümü daima kendine özgü bir felsefe ile  anlatmıştı. Bunu yaparken bazen ''aynalı kemer''ler, ''halhal''lar kullanmış, bazen ''koldüğmeleri''ne anlamlar yüklemişti. ''Belki biraz naz ediyorsun amma, yine de bana gönlün var gibi gibi...'' demişti. Yolunu kesen dağlara ''kurban olam, yol ver geçem, sevdiğimi son bir olsun, yakından görem...'' diye seslenmişti. ''Ya dön bana artık, duyuyor musun beni, ya çık git dünyamdan, anlıyorsun değil mi?..'' diye haykırmıştı. Böyle bir adam için ölüm zaten sıradışı birşey sayılmazdı...

Ölümünün üzerinden 11 sene geçmiş bile, ama onun şarkıları hiç eskimiyor işte, halen dillerde... Benim için daima çok özel kalacak olan hatırasını sevgiyle selâmlıyorum. Dün gece geç vakitte izlediğim, David Mackenzie'nin yönettiği 2005 yapımı ''Asylum/Tutku Çemberi'' adlı filmin şu bölümünü de ona ithaf ediyorum:

Aşırı kıskançlık ve şiddetli kişilik bozukluğu neticesi eşini korkunç şekilde öldürmüş bir adam akıl hastanesinde tedavî görmekte ve bu sırada bahçevanlık, marangozluk vs. gibi işlerde, hekim kontrolünde çalıştırılmakta, yani adam yalnızca hasta değil, aynı zamanda gözetim altında tutulan bir mahkûm da... Hastaneye yeni atanan başarılı bir doktorun mutsuz ve güzel karısına tutkuyla aşık oluyor, kadın da tüm imkânsızlığına rağmen bu aşktan kaçamıyor ve... Akıl hastası/katil adam,  aralarında muhteşem ve korkutucu bir çekim gücü, karşı konulmaz bir elektrik oluşmuş olmasına karşın duygularını henüz kadına açmamışken, bahçeden topladığı bir demet basit çiçekle, havuzun başında kitap okuyan kadına yaklaşıyor. ''Bunları sizin için topladım...'' diyerek uzatıyor. Kadın beyaz çerçeveli güneş gözlüğünü çıkarıp adama bakıyor ve ''hayır'' diyor, ''bunları alamam...'' Adam hiç istifini bozmadan dağınık çiçek demetini şezlongda oturan kadının ayakucuna bırakıyor ve müthiş/korkunç/muazzam/ölümüne bir aşkın fitilini ateşleyen şu sözü söyleyip, arkasını dönerek uzaklaşıyor:
- Anlamlarını alın o zaman...

Hayatı ve aşkı cesaretle anlamlandıran herkese iyi Pazarlar dileklerim ve koşulsuz sevgimle...

                    
müzik - barış manço can bedenden çıkmayınca | izlesene.com

4 Şubat 2010 Perşembe

Vakit...

Akşam; mumları yakma vaktidir... Günün zihinlere yığdığı bin türlü şeyi ayıklama, lüzûmluyu lüzûmsuzdan ayırıp bir kenara koyma vaktidir. Münih'te yoluma çıkan basit bir mağazada bulduğum ve çok ucuz fiyata satın aldığım bu melekli tealight mumluk en sevdiklerimdendir, bu sebeple başköşededir. Kente akşam indiğinde bir kibrit çöpü çıkar kutusundan, her sabah bir gece evvel yanıp bitmiş olanla değiştirilen böğürtlen kokulu, kırmızı mumun fitilini ateşler ve böylece bu alçıdan yapılma sevimli melek her akşam evimize gülümser:) Mum ışığı güzeldir, pozitif enerjilidir ve mumlar şamdanlarda tozlanıp bayatlamak için değil, yanıp tükenerek etrafını o sıcak, hoş ışıkla aydınlatmak içindir, unutmayın. Mumlarınızı özel günlere saklamayın yani, dilediğiniz her zaman, içinde bulunduğunuz her ''AN''ı kutlamak adına özgürce yakın...

Hastalıklar üzerine çok sorular alıyorum şu sıralar, bilhassa benim de hikâyeme karışmış olan (özellikle bulaşmış demiyorum bakın, ben meme kanserime yayınlanan ilk  kitabımı  ona ithaf edecek kadar şükran borçluyum çünkü) ''kanser'' ile ilgili tecrübe paylaştığım ve yardımcı olmaya gayret ettiğim çok insan var. Çoğunu hiç görmemiş olsam da, telefon sohbetleri, internet haberleşmeleri yâhût tarafımdan derlenip-toplanıp gönderilen kimi kitaplar aracılığı ile bu zorlu görünen ''YOL''u paylaşıyoruz. Araya zaman zaman bazı fena niyetli, ''İYİ''lik gayesini suistimâl eden sahtekârlar karışıyor olsa da aldırmıyorum buna, zira onlar bu ''KÖTÜ KARMA'' yükünü bilerek, taammüden sırtladıklarına göre kendileri düşünsün gerisini değil mi, bana ne yani?..

Efendim; değerli Burak Özdemir kardeşimin nicedir tozlanmış zihinlerde devrim yaratan meşhur kitabı ''Tanrı'nın Doğumgünü'' halen elimde, daha evvel de belirtmiştim, 600 küsûr sayfalık bu kitabı öyle hemen yalar-yutar gibi okumak mümkün değil. Bugüne kadar biriktirmiş olduğunuz hemen her yargı, ezber, pratik ve düşünce+davranış biçimini sorgulayarak, yaza-çize, dura-kalka, düşüne-taşına okumanız gereken bir kitap bu, dolayısı ile öyle çabucak bitirip kenara koymanız mümkün değil. Herneyse işte, bir gece evvelki okuma seansımda hastalıklara dair bölüm küt diye çıkıverdi karşıma (asla tesadüf eseri değildi tabii, varolsun ki; evren ona verdiğim siparişi derhal paketleyip yollamıştı gene bana), üstelik Burak tam da bu noktada ''kanser meselâ...'' diyor ve soruyordu: ''Mânası nedir sahi kanserin?..'' Cevap şöyle geliyordu, bakınız:

''Kanser kızgınlığın hafızasıdır. Eski deneyimleri toprağa verememekten kaynaklanır. Yüksek gerilim, içinde patlamıştır. Kızgınlık, sadece diğerlerine ilişkin olmak zorunda da değildir, kendine kızmak şeklinde de gerçekleşebilir. Kabûllenemediğin ve hatırladığında sana olumsuz enerji veren o duygu, diğer hatıralarına da sıçramıştır. O bir şeye o kadar kızmış ve bunun sonucunda o kadar mutsuz olmuşsundur ki, bu mutsuzluk hissi tüm geçmişini kaplamaya başlamıştır. O şey yüzünden, tüm bir yaşamı toplam mutsuzluk olarak hatırlamaya başlamışsındır. Bu, ruhuna yüklenmiş çok ağır bir yüktür. Bu durumda ruh, giydiği bedene kanser çağrısı yapar. Beden ruhun emrindedir ve aldığı emirleri derhal yerine getirir...'' (Mükemmel bir ifade bu, gönülden tebrik ediyorum.)

Ve cevap devam ediyor:

''Her hastalık, insana dönük temsilî bir anlatımdır. Kanserde tümörlü hücre, kızgınlık veren deneyimi temsil eder. Bedeninde milyonlarca hücre, hafızanda da milyonlarca deneyim bulunur. Bir deneyimin ya da olgunun olumsuz enerjisi, diğer deneyimleri de etkilemeye başlamıştır. Genetik bir rahatsızlığın ruh dilindeki karşılığı ise karmik sıkıntıdır... '' (Bir kez daha bravo Burak Özdemir'e.)

Ve; senelerdir başucu kitaplarımın arasında duran, Louise L.Hay'in ''Tüm Hastalıkların Zihinsel Nedenleri ve İyileşmenizi Sağlayacak Düşünce Modelleri'' (ki; Akaşa Yayınları'ndan çıkmıştır ve çoğu kişi bu eseri tanır) ''kanser'' maddesini şöyle açıklamıştır:

''Derin bir biçimde incinme, yaralanma. Uzun zamandır süren kızgınlık. İnsanı yavaş yavaş yiyip bitiren derin bir acı ya da üzüntü. Eski nefretleri taşıma hali...''

Bu tanımlamanın karşısında ise olumlaması yer alıyor tabii:

''Tüm geçmişi sevgiyle bağışlıyor ve serbest bırakıyorum. Dünyamı kin ve nefretle değil, sevgi ve sevinçle doldurmayı seçiyorum. Kendimi, hayatımı, varlığımı seviyor ve onaylıyorum...''

Tekrar Burak Özdemir'e ve ilgili bahse dönerek konuyu toparlayalım:

''Tıp tedavidir. Ruhsallaşmak ise hasta olmamaktır...'' (Budur yani, mesele bu kadardır.)

Belki de bu nedenle, ölümcül neticeleri olabilecek önemli hastalıkları ya da kazaları, olayları vb. atlatmış insanların büyük bir çoğunluğu (ki; ben buna tıpkı yaramaz bir çocuk gibi, ölümün kapı zilini çalıp kaçmak diyorum) hayata bakış açılarını, eski düşünce ve davranış kalıplarını tamamen terkedip adetâ bambaşka, yepyeni biri olarak yollarına devam ederler. Çok da iyi ederler tabii, bizzat kendimden biliyorum:) Buradan hareketle; ihtiyacı olan herkesin hastalıklarına dair şifayı evvelâ kendi ''ÖZ''lerinde arayıp bulmalarını gönülden diliyorum. ''İYİ'' ve tamamen ''SAF'' niyetleri ''KÖTÜ'' olana alet edip aldatarak, yanıltarak aslında kendi karmalarını kirleten ve bu ucuz kurnazlığın neticelerine şimdilik (!)  kıs kıs gülen kimi sahte hastalar hariç (evrenin yüce sahibi inşaallah onların hesaplaşmalarını da kolay kılsın, aldıkları/alacakları dersler fazla ağır olmasın), herkese daima yardıma hazır olduğumu da tekrar ifade ediyorum. Bedensel ve ruhsal sağlığımız hep bizimle OLsun, mumlarımız her zaman içsel mutluluğumuzu kutlamak ve temiz niyetlerimizi aydınlatmak için yansın:)

Meraklısı için ek ve de dip: Amanın, amanın, aha da tam şu sırada ''tüm canların avukatı'' sevgili Ahmet Kemal Şenpolat'ımızdan haber geldi, Lost dizisi müdavimleri, merakla beklediğimiz 6.sezon başlıyooooormuuuşşş! E hadi gari, kim tutar bizi:)