30 Ağustos 2009 Pazar

Gözlerimi de al bari!..

Uzun zamandır elimin altında dolaşan ama izlemeyi nedense hep ertelediğim bir filmdi. Çeşitli film festivallerinden toparladığı sürü-sepet ödüle fazla aldırdığım yoktu doğrusu, izleyeceğim zaman geldiğinde nasılsa DVD dolabından çekip alacak ve başına oturacaktım. Bu sebeple; ''ben bu filmi niye daha önce seyretmedim ki, yuh aptal kafam!'' hissini kendimle fazla tartışmadım. Bir kere, film İspanyol kadın yönetmen Icíar Bollein'in gayet sıkı bir işi olup 2003 yılı yapımı. Zaten Toledo'da geçiyor olması ile beni işin en başından sarıp sarmaladı. Toledo'ya defalarca gittim ve orada olmayı mevsime hiç bağlı olmadan, hep çok sevdim. Sonuncu gidişim de dün gece oldu. İspanyolca bir filmi Türkçe dublajla izleme haksızlığını bugüne kadar hiçbir zaman yapmadığımdan, elbette orijinal dilinde izlendi. Ve İspanyolca ismi ile ''Te doy mis ojos'' yani ''Gözlerimi de al'' hafızamdaki diğer filmlerin başköşesine ''helâl olsun abicim!'' şeklinde derhal yerleşti...
İzlememiş olanlar için hemen söyleyeyim; bu film öyle başına oturulup da, artık final jeneriği akarken kalkılacak bir film değil, asla değil. Fecî rahatsız ediyor insanı, hâlbûki hikâyede öyle kan-revan, göze sokulan bir şiddet falan da yok. Evet, şiddet ve duygusal terör hissi başından sonuna kadar var ama Icíar ablamızın ve film için seçtiği oyuncuların artık ne acaip bir yetenekleri varsa, bu size dayatılmıyor, sadece sürekli bu his içinde kalarak müthiş huzursuz olmanız sessizce sağlanıyor. Bende de aynen öyle oldu; belki yirmi kere ''ben bir kahve daha içsem hiç fena olmaz'', ''bu aptal drenin haznesi gene doldu galiba, gidip boşaltayım'', ''bebek kediler uyandı, ağlıyorlar sanki, acıkmış olmalılar, biberonlarını hazırlayıp karınlarını doyurayım'', ''hava serinledi mi ne, cereyan yapıyor gibi, daha yeni ameliyatlıyım, kalkıp kapıları, pencereleri kapatayım'' gibi tamamen uyduruk bahanelerle filmi duraklatıp başından kalktım...
Elbette hikâyenin tamamını burada anlatmayacağım; merak edenler burayı tıklasın, detaylı bilgiye ulaşsın. Kendi kişisel tarihlerine oldukça zorlayıcı bir yolculuk yaparak bütün insanî ilişkileriyle yüzleşmek isteyenler ise bir zahmet filmi alsın, otura-kalka izlesin, herşeyi benden beklemeyin, değil mi ama kardeşim?..


Sadece özeti ve bazı replikleri buraya almakta fayda görüyorum. Dokuz yıldır evli ve bir de erkek çocuk sahibi olan Pilar ve Antonio'nun ilişkilerinde sürekli tekrarlanan ciddî sorunlar var, Antonio varlığında taşıdığı karakter zaaflarının farkında ve bu yüzden kendini daima yetersiz görüyor. Bu yetersizlik duygusunu ve iletişim güçlüğünü ise fizikî&duygusal şiddetle maskelemeyi seçiyor. Sonunda dayanamayarak evden ayrılan karısını yeniden dönmeye ikna etmek için de kendince herşeyi yapıyor, buna grup terapisine gitmek de dahil... Ama ne yaparsa yapsın, değişmeyeceğini, değişemeyeceğini belki de en iyi kendisi biliyor. Buna rağmen psikoloğa giderek en azından değişmeyi deniyor. Nehir kıyısında Pilar'la yaptıkları bir konuşmada söyledikleri, içimde bu berbat, korkak ve aslında çok zavallı adama karşı derin bir acıma hissi uyandırdı. ''Hayatım boyunca bana seçme şansı verilmedi'' diyordu Antonio, ''hiç verilmedi, her zaman başkaları benim adıma en iyi olduğunu düşündükleri şeyi benim yerime seçti ve bu bana dayatıldı. Ailem ve diğerleri, biliyorsun işte...'' Pilar ise severek evlendiği adamla durmadan tekrarlanan aynı kötü deneyimlerin kıskacında, fizikî olandan çok daha öte boyutlara varan bir psikolojik terör altında çaresizce çıkış yolu arıyor. Bir yandan kocasına karşı hissettiği cinsel tutku ve zihinsel bağımlılık onu hep aynı tuzağa düşürüyor, öte yandan her defasında yaşadığı daha acıtıcı şeyler ise Antonio'nun asla değişmeyeceğine dair inancını pekiştiriyor. Yani Pilar kocasına hem hastalıklı bir tutkuyla bağlı, hem de ona asla güvenmiyor ve ondan ödü patlıyor. Bu sebeple; çocuğunu alıp ayrıldığı evine yeniden dönüyor ama bundan sonra yaşadıkları öncesinden bin beter oluyor...


Babasının ölüm yıldönümünde, mezarı başında annesiyle geçen konuşma da çok mühimdi. Ölmüş babası dayısından hiç hoşlanmadığı için annesinin onunla görüşmesini istememiş, annesi de kocasının isteğine uymayı seçerek bir anlamda kardeşinden vazgeçmişti. Dayı çoktan ölmüştü ve şimdi Pilar'ın annesi kocasının mezarı başında buna dair pişmanlığını dile getiriyordu. Diyalog şöyleydi:


Pilar- Hayatı kurban olarak yaşamak hoşuna mı gidiyordu anne? Sürekli hayatını mahveden bir adamla mı birlikteydin? Yoksa böylesi iyi, böylesi anlayışlı ve çektiklerin yüzünden herkesin acıdığı biri olmak hoşuna mı gidiyordu?..
Anne- (Duraksar, bir müddet düşünür...) Hepsini sizin için yaptım, neye katlandıysam hepsi sizin içindi...
Pilar- Bu doğru değil anne, kendin için yaptın!..


Belki de filmdeki en doğru sözü böylece söylüyordu Pilar ve elbette bunu yaparken kendi durumuyla da çatır çatır yüzleşiyordu. Bu noktada ben de, aslında çoktan bitmiş olduğu halde çürümüş cesedi sürüklenen ve halen ele-güne ve en çok da birbirlerine karşı ''-mış gibi yapılan'' ilişki ve evliliklerin o kağıttan kahramanlarını düşündüm. Taraflardan biri hatalı gördüğü tarafı, hep aynı deneyimler tekrarlanıyor ve sorun çözülmüyor olduğu halde affediyor görünmeyi seçer ya, aslında asla affetmez, zira burada kendisini ''kurban'' pozisyonuna koymak ve ''kendisi için değil, hep başkaları ve başka şeyler adına katlanıyor durumda olmak'' oldukça pratik bir kendinden saklanıştır. Üstelik karşı tarafa sonu gelmeyecek bir vicdan azabı yaşatmanın ve onu eşsiz bir psikolojik baskı altında, habire cezalandırmanın en kestirme yolu da budur. Bu numara her zaman tutmuş, hatanın daima kendisinde olduğuna inandırılan karşı taraf da bunu hep yutmuştur. Dolayısı ile; ister bu taraf, isterse karşı taraf ne haltlar yemiş, birbirlerine ne ağır sözler etmiş, karşılıklı ne kadar yaralamış olursa olsun, bu yavaş yavaş içine tükürülen hayat formu asla değiştirilemez, göze sokulan gerçekler her defasında aynı kolaylıkla görmezden gelinerek gûya fedakârlık edilir, gûya her defasında kalınan yerden başlanır (aslında öyley-MİŞ gibi yapılır tabii, yeniden başlanan yer asla kalınan yer değildir çünkü, olamaz...) Ve tabii bir müddet sonra gene aynı şeyler, aynı deneyimler, sürekli, durmadan tekrarlanan, hep aynı yanlıştan başka yanlışları doğuran ve ne yazık ki hiç değişmeyen tutumlar, yalanlar, aldatmalar, kavgalar, kıskançlık krizleri, duygusal firarlar... Cesedi tarafların peşisıra sürüklenen ilişkiler, çoktan bitmiş olduğu halde türlü bahanelerle aynı evde zorunlu hücre hapsi, aynı yatakta yanyana uyuma cezası şeklinde sürdürülen evlilikler, hep başkalarının seçimlerine ve doğrularına ipoteklenmiş, ertelenmiş, yitik hayatlar... Ne fecî, Tanrım, ne fecî!..


Aktüel dergisinin 198.sayısında ''Bitmiş İlişkileri Bitirememenin On Sebebi'' başlıklı bir dosya vardı, geçenlerde alıp okumuştum. Bu dosyada yaşanan ve durmadan tekrarlanan türlü arızaya rağmen, aslında çoktan bitmiş ilişkileri halen sürüklüyor olmaya ''ilişki körlüğü'' diyordu uzmanlar. Okuduğumda bir kez daha farkettim ki; alışkanlık, güvenlik ihtiyacı, aile gelenekleri ve toplum kuralları, çocuk, hırs, ego, maddî gerekçeler vb. gibi bazı başlıkların altında incelenen bu vaziyet müthiş yaygındı ve belki de ikili ilişkilerden başlayan bu yanlışlar sarmalı giderek toplumsal bir bütünlük kazanarak etrafımızdaki her türlü uyumu bozmaktaydı. Dibini eşeleyecek yüreği ve cesareti olanların karşısına da hep aynı duygu çıkmaktaydı: KORKU... Kendini ve içinde bulunduğu vaziyeti olanca çıplaklığı ile görme, bunu kabûllenme ve iyi-kötü, düşe-kalka idare ettiği o sahte düzeni de kaybetme, yani tam Türkçesi ile ''Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma'' korkusu...


Sözün özü; parçalarınızı sizden yavaş yavaş koparıp götüren, sizi bağımlı ve zavallı hale getiren, düzelme vaadi ile hep aldatan, benliğinizi sakatlayan, artık adamakıllı arabeskleşerek yalama olan, dikiş yerlerinden patlaya patlaya dikiş tutması imkânsızlaşan ve en fenası fecî zaman kaybettiren her türlü ilişkinin sonunda kaçınılmaz olarak duvara toslayıp çaresizce ''te doy mis ojos/gözlerimi de al...'' demek istemiyorsanız, içinde bulunduğunuz vaziyetle korkmadan yüzleşmeli ve artık başkaları için değil, sadece kendiniz için birşeyler yapmalısınız. Icíar Bollein ablamız bu fena halde ödüllü filminde reçeteyi gayet güzel yazmış, isteyen, ihtiyaç hisseden alıp bir an önce seyreder kardeşim, benden söylemesi... Kimi vaziyetler Erdal Demirkıran'ın meşhur kitabının adı gibi ''sen şimdi gidecen ya, Cehennem'in dibine git!..'' demeyi, diyebilmeyi gerektirir yani, uygundur ya da uygunsuzdur, artık bilmem ben ötesini:)


Ek not: Bir gün içinde 23 farklı ülkede, toplam 105 okur tarafından tıklanarak kendi içinde bir rekor kırmış olan bu yazıma gösterilen acaip ötesi ilgi için teşekkür etmek boynuma borç oldu artık. Efenim; ben yazdım, sizler de okudunuz, fazla uzatmayalım işte, sağolun:) Hem yarın haftabaşı, hadi artık gidip uyuyun...

28 Ağustos 2009 Cuma

Akışa bakış...

Bu gerçek bir ikaz yazısı; ve tabii pekçok soru açıyor insanın zihninde... Meselâ; acaba nasıl gezilebilir uygunsuz vaziyette? Bu vaziyetin uygunsuz sayılabilmesi ve adamı o şekilde gezmekten alıkoyması için hangi şartların biraraya gelmesi gerekmektedir? Kafeterya bölümünün bu konudaki ölçü sistemi nedir, peki diğer bölümlerde uygunsuz vaziyette gezmek serbest midir? Bu yazıyı bilgisayarda yazdıktan sonra çıktısını alıp duvara asan kişiye göre ''uygunsuz vaziyet'' nedir? Gibi, gibi... Ben işin içinden çıkamadım, sayfamın ismi ve kimliğine uyduğu için buraya aldım, o kadar, bilemem gerisini...
Herkes yalnızdır aslında, bu varoluşun kaçınımaz gerçeğidir... Dıştaki kalabalıklar içteki tenhalığı değiştirmez. Herkesin içinde kimsenin giremediği, giremeyeceği saklı bir oda vardır, yerini odanın sahibinden gayrısı bilmez. Oradaki sessizliği gürültüye boğamaz kimse, o başka hiçbir sayıyla çarpılmaz, toplanmaz ve bölünmez. Sayısal karşılığı, iç basıncı, ısısı, derecesi zaten yoktur, ölçülmez. Herşey biter, birşey bitmez...

Düşünce enerjidir, enerji ise herşey... Bu sebeple; birilerinin canını haksız yere acıtmadan önce uzun uzun düşünülmelidir. Herkes herşeyden sorumludur çünkü, fatura sadece ve her zaman asıl sahibine kesilmez. İçsel niyetleri belki kimse bilmez ama biri var ki; O'ndan hiçbirşey saklanamaz, gizlenemez. Bu öyle sevimli niyet tavşanlarına niyet çektirmeye benzemez. Hakiki bir haksızlığa uğramışlığın acısı zihinden yükseldiyse bir kere, artık geri dönmez. Küller küllere, tozlar tozlara, canlar toprağa, düşünceler ise evrenin sonsuzluğuna karışır. Hak bir kere çiğnenmişse eğer ''hakkımı helâl ettim''in mânası yoktur artık, ne çare, evrenin yasaları böyle çalışır... Düşünceler çocuk bileklerimize bağlı sicimlerini kopartıp gökyüzünde kaybolan uçan balonlardır. Bu yüzden dikkat edin düşüncelerinize, niyetlerinize, yapıp ettiklerinize, kimsenin hakkının hırkasını giymeyin üzerinize, unutmayın; acıtan acıyacak, inciten incinecek, yakan yanacaktır. Hayat yüzünüze tutulan ve sizi yansıtan bir aynadır, ve hep öyle olacaktır...


''HAKİKATİN NE DENLİ FARKINDAYSAM, O DENLİ SESSİZ KALIRIM...''
Anthony STRANO


Ek not: Ankara'daki hikâyemizin sevgili ''olay yeri muhabiri'', canım çocukluk arkadaşım Baturhan Atabey şu anda gayet uygunsuz bir vaziyet içinde, evinde yatıyor. Kötü bir şekilde ayağını burkmuş, alçılı fotoğrafı ve haberi az önce geldi. Ne diyeyim Batos'cuğum, gelmiş-geçmiş olsun, tez iyileş, ayağa kalk, elbet vardır bunun da bir hayrı, bize görünmeyen bir hikmeti...

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Ev hali...

Bizim evde gayet kendine özgüdür bu hal; hani öyle çatkapı gelen misafire lâf olsun diye söylenen ''ayyy, valla dağınıklığın, üstümün-başımın kusuruna bakmayın, ev hali işte, he he:)...'' vaziyeti bizim için hiç geçerli olmamıştır. Ne haldeysek o haldeyizdir, buna kimi bahaneler bulmaya çalışmak ve sanki ortada ters bir durum varmış gibi bunu evin üstüne atmak zaten çok gereksizdir. Gelenin başımızın üstünde yeri vardır, ''eh, artık bana müsaade, kalkayım, mâlûm, iş-güç...'' diyene de ''yav otur, nereye kalkıyorsun, daha karpuz keseceğidik'' falan denmez. Gelenin ''ayağına sağlık''tır, gidene de ''güle güle'', bizde kimseden müsaade alınması gerekmez:)


Yukarıdaki kare bugünkü ev halimizdendir meselâ; dumanı üstünde hafif kremalı, şekersiz kahve zaten ''kalkar-kalkmaz''ımız olduğundan daima başköşededir. Bizim Pedro'nun güzel filmi ''Volver/Dönüş'' gittiği bilmemkaçıncı evden gene kürkçü dükkânına dönmüş, bu defa kedili kurabiye kutusunun üzerine yerleşmiştir. Muhtemelen fazla kalmaz orada, her gelişinde olduğu gibi yeniden ve aynı lezzetle seyredildikten sonra bir başka eve, başka hayatlara İspanya kokusu dağıtmak üzere yolcu edilecektir. Penelope yengemizin bu geliş-gidişlerle hiçbir alâkası yoktur, o şimdi kesin muhteşem Javier Bardem eniştemizle bir yerlerde tatildedir:) Arkadaki çerçeveden ailemizin müzisyeni, derviş kılıklı Alan Parsons abimiz mavi mavi bakmaktadır, fotoğrafın üzerindeki yazı siyah mürekkebe bulanıp ortaya salınmış bir örümceğin eseriymiş gibi dağınık ve düzensizdir ama benim için çok özeldir. Geçen yaz Barcelona'da buluştuğumuz o harika öğle yemeğinde ''Hello Handan, to Tirmik İzi...'' ithafının altına çaktığı kendisi gibi ''iri'' imzası beni hep mutlulukla gülümsetir:)


Hep söylerim ya; şükretmek ''varlığın'', durmadan istemek ise ''yoksun'' olmanın gizli ifadesidir aslında, evren mesajları buna göre değerlendirir. Adam olan sahip olduklarının kıymetini zaten elindeyken bilir, kaybedildikten sonra anlaşılan değer artık değer değildir. Mutluluk denen o şey de elde fener, aranarak bulunmaz, bazen böyle sade ve basit ''ev halleri''nin içindedir. İyidir böyle, evet, herşey böyle iyidir...

23 Ağustos 2009 Pazar

Yasemenler gece kokar...

Evet; yasemenler geceleri kokmayı tercih eder daha ziyade... Benim yaşadığım yerde hemen her bahçede bulunan bu zarif sarılıcı, hele de akşamüstü sulanmış olursa öyle bir kokar ki başınızı döndürebilir, fazla gelebilir bu yoğun koku size. Az önce bizim bahçedekinin tam altında durup burnumu havaya diktim, üzeri silme çiçek kaplı olmasına rağmen zerre koku almadım. Ancak burnumu çiçeklerin arasına sokarsam hafifçe koktuklarını farkettim, geceyi bekleyen kaprisli yasemenlere gülümsedim:) Bu morumsu mavi çiçekleri ise köpek kız Fadik'i dolaştırırken keşfettim, onlarda koku kaygısı falan yoktu, fotoğraflarını çekmeme de pek aldırmadılar doğrusu...
Mehmet Coral'ın Doğan Kitap'tan çıkan ''Alaçatı'da Aşk''ını dün görüp aldım, 3.baskısı yapılmış, şaşırmadım... Ben kendisini severim, meraklısı için kişisel web sayfasının adresini de vereyim: www.mehmetcoral.com

Çeşme-Alaçatı'da geçen bu hikâyeyi okumayı henüz bitirmedim ancak bazı bölümlerini buraya almayı özellikle istedim. Meselâ akciğer kanseri olduğunu ve muhtemelen yaşayacak fazla zamanı kalmadığını öğrenen Derin ile eski arkadaşı Zeki arasında geçen şu kısım gibi:

''Zeki ayrılırken omuzlarımdan tutup sarstı. Ardından beni canevimden vuran ve geri kalan hayatımı değiştirmeme neden olacak o sözleri söyledi: Geçmiş zamanı ıslak bir battaniye gibi üstüne örtersen kalan hayatın boyunca ruhun hep üşür arkadaşım...''


Ve gene Zeki, Derin'in hayatına görkemli bir aşkın ardından büyük düşkırıklıkları getiren boşandığı eşi ve onu yanıltan herkes için şöyle konuşur:


''Alçaklığı bile beceremeyen insan bozuntularının hayatını yıkmasına izin veremezsin. Bu insanlar için katıksız sevginin yasaları sanki ateşle yazılmıştır. En hafif dokunuşta yanacaklarmış gibi korkarlar birini sevmekten veya sevenleri görmekten...''


Bu arada, kitapta ismi Derin olarak geçen ve hayatı temelinden sarsılıp darmaduman olduktan sonra İstanbul'dan kaçıp Alaçatı'ya yerleşen asıl kahramanın bir erkek olduğunu belirtmekte fayda görüyorum. Ben ''Işıkla Yazılsın Sonsuza Adım'' kitabını okuyalıberi Mehmet Coral'a büyük bir saygıyla yaklaşıyorum. Genellikle tarihin mürekkebine batırarak kamış kalemle yazdığı izlenimini veren diğer eserlerine alışkın olanlar için ''Alaçatı'da Aşk'' başta biraz tuhaf gelebilir ama kitabın başında da belirtildiği gibi; ''Gerçek utku, yazılmaya değer olanı okunmaya değer olarak yazabilmektir...'' Bence bu yazıyı gene Coral'dan bir kısım ile tamamlayıp, yazar olarak değil okur kimliği ile artık kitaba geri dönmek gerektir:


''Bakışları denizin hırçın çırpıntılarla kıyıya vuran dalgalarına takılmıştı. Şoförün aynadan onu kuşkuyla izlemesine aldırmayarak içinden geçenleri, geçmişiyle hesaplaşmasını alçak sesle mırıldanmaya devam etti:
Artık yoksun... Sen ve ben yokuz... Hiç olmadık... İçim kırılmadı... Seni yaşamadım ben...''

21 Ağustos 2009 Cuma

İnsan olmak/hayvan olmak...

Adı Hüseyin Köroğlu, düne kadar 49 yaşındaydı ama artık hayatta değil, hep o yaşta kalacak, kucağında kedisiyle objektife verdiği bu pozun giderek sararan gazete sayfalarında ve sevdiklerinin hafızasında kalacağı gibi... ''İnsan'' sûretinde ortalıkta dolaşan damadı onu ve ailesinden beş kişiyi daha katletti, sebep gazete haberlerine ve mahkeme kayıtlarına gene gayet ''insanî'' bir şekilde ''cinnet'' olarak geçti. İlgili link burada, buyrun okuyun. İslâm aleminin mübarek ayı Ramazan bu haberle başladı, gerisini, ötesini-berisini yorumlamak artık bana düşmez...

İstese tek çene hareketi ile boynunu kırıp atabilir, aralarındaki fark o kadar büyük ki; en ufak bir ters hareketi dahî bebek kedinin ölümüne sebep olabilir. Üstelik bu iki türe yüklenen ezelî düşmanlık ezberi hemen herkes tarafından bilinir. Onlar kimi ''yüce insanlar'' tarafından ''amaaan, alt tarafı hayvan işte!'' denilerek aşağılanır, küçümsenir. Onlar mikroplu, keneli-pireli, kıllı-tüylü, pis ve uzak durulması gereken ''şey''lerdir. Dünyada olmaları, ''yüce insan''ın ayağına dolanmaları ne kadar da gereksizdir! Ama beceriyorlar işte insanın bir türlü beceremediğini, insan kendi türünden olanlara kolayca, gözünü bile kırpmadan kıyarken ve diğerleri bu vaziyete bir o kadar kolayca ''cinnet'' deyip geçerken, onlarda güçsüz ve muhtaç olana sonsuz bir merhamet var, birbirlerinin varlığını böyle güzel kabûllenip o varoluşu böyle de güzel kolluyorlar işte. Çok yaşa sen köpek kız Fadik, çok yaşa sen bebek kedi Bücür ve çok yaşayın siz hayvan çocuklar, dünyanın öyle ihtiyacı var ki size...

(Hayvanların içinde bulunduğu ortamın genel enerjisinin onların davranışları üzerinde ne kadar fark yarattığı, düşmanlık pratiği körüklenerek, kötü koşullarda ve şiddet görerek yetiştirilen hayvanlarda agresyon ve saldırganlığın arttığı bilindiğine, ayrıca tabiat içindeki vahşî hayvan davranışları tamamen hayatta kalabilmek, varlığını devam ettirebilmek temelinde şekillendiğine göre ''efenim, arslanlar geyikleri avlayıp çatır çatır yiyor ya, ona ne diyeceksiniz bakalım?!!'' aklıevvelliğine karnımızın tok olduğunu şimdiden belirtelim de, sonra kavga çıkmasın durduk yere...)

Elindekini ihtiyacı olanlarla paylaşmak, ''şşşt, şşşt, sakin ol, sinirlerine hakim ol'' mantığını hayata geçirmek, insanî ihtiyaçlarını kendi istek ve iradesi ile sınırlamak, kötülükten uzaklaşıp iyiliğe yaklaşmak, daha sabırlı, daha duyarlı, daha anlayışlı olmak sadece içinde bulunduğumuz bu mübarek aya ait kavramlar olarak görüldükçe katedilen mesafenin bir arpa boyuna bile ulaşamayacağı zaten çok açık. Ramazan ayında ne yaptığın, ne ettiğin değil, her zaman nasıl biri olduğun önemli çünkü... O bir aylık bir müddettir, gelir geçer, sonunda yersin tatlılarını, kutlarsın bayramını, ''küçüklerin gözlerinden, büyüklerin ellerinden...'' muhabbetiyle biter gider. Artık mide bulandırma sınırını zorlayan o hazır çorbalı, colalı içecekli iftar sofrası reklâmları ekranlardan çekilir. Asıl bundan sonrasının nasıl olacağı düşünülmelidir. Aç olmanın, muhtaç olmanın ne menem birşey olduğunu yalnızca Ramazan'da, oruçluyken anlayabilenlere artık bilmem ki ne demelidir?..

"Üç kişinin duası geri çevrilmez: Adaletle hükmeden hakimin, iftar edinceye kadar oruçlunun ve mazlumun... "[İbni Mâce, Siyam:,48. ]

Herkese hayırlı Ramazanlar olsun, bu bütün evren adına içten dileğimdir...

18 Ağustos 2009 Salı

Acısıyla-tatlısıyla...

Ameliyat sonrası dönemin kimi zaman ameliyatın kendisinden daha müşkül olduğunu bilenlerdenim, bu konuda yeterince tecrübem var. Buradan hareketle; ''e hani ameliyatı atlatmıştık, n'oluyoruz yaa, ne bu ağrı-sızı, tiz doktorumu bulup getirin bana!'' diyecek halim yok elbette, çektiğim acılar zaman zaman nefesimi kesip gözlerimi yaşartsa da paşa paşa katlanıyorum durumlara. Evin içi desek; bol miktarda çiçek-böcek, meyve, tatlı, kurabiye, pasta, çörek, gelen-giden eksik değil, sofralar kalabalık, telefonlar meşgûl maşallah, ''eh bugün daha iyi gördük seni, yarına daha dahası olsun inşallah''... Tatlı şeyler, mutlu şeyler dolaşıp durmakta etrafımda, hani ne vakit ayaklansam iyiliğin o güçlü kanatları giriyor kollarıma, çektiğim tüm acılara inat tatlılar tıkıştırıyor ağzıma, sevgiden örülmüş bir cibinlikle örtüyor hasta yatağımı ve süpürüp götürüyor dilimdeki o kötü ilaç tadını. Biliyorum; aslında ilaçlarla değil iyilikle iyileşiyorum, bunun için de evrenin yüce sahibine tüm varlığımla teşekkür ediyorum...
Ameliyatımdan sonraki gün, bir karton kutu içinde ölmeye terkedilmiş iki bebek kedicik bulundu. Onları analarından ayırıp ölüme terkedenlere inat direnmişler, sanki benim hastaneden çıkıp eve dönmemi beklemişler. Acar ve Bücür kardeşler artık güvendeler, biberondaki mamalarını emerken çıkardıkları mutlu mırıltılar sanırım bütün fiziksel acılara değer. Üstelik evren bu iki öksüze bir de ana hazırlamışmış ve o da bizim evde yaşamaktaymış meğer:) Köpek kız Fadik yukarıdaki fotoğrafta gördüğünüz şekilde sürekli peşlerinde, gece-gündüz sepet başında nöbette, yani gene muhteşem dostluk manzaraları mevcut bizim evde. Sağolsunlar, varolsunlar, o saçma-sapan düşmanlık ezberinin karşında, ellerindeki evrensel barış bayrağıyla hep böyle dimdik dursunlar...
''Kendime benzemeyeni sevmem, hem benim sevgim mülkiyet esasına dayanır, sevdiğimi zimmetime geçiririm yani, seveceğim şey tamamıyla benim, sadece benim olmalıdır. Önce zorlayıp kendime benzetirim, sonra da hiçbir koşulda gitmesine izin vermeyecek şekilde sarar, sıkar, düğüm üstüne düğüm atar, devamlı kontrolüm altında tutar, nefes bile aldırmadan yavaş yavaş boğarım. Onun ne hissettiği, aslında ne istediği hiç önemli değildir benim için, ben ona kendi uygun bulduğum gömleği biçer, diker, giydirir, düğmelerini zorla ilikler, sonra da karşısına geçer eserime bakarım, ben seversem kendi kurallarımı dayatırım! Sevdiğim ne olursa olsun, öyle elini-kolunu sallayarak gidemez benden haaa, yapışırım, bırakmam, sımsıkı tutarım! Baktım hâlâ direniyor benim kurallarıma, uçuşup kaçışıyor sağa-sola, o zaman da alimallah her türlü kötülüğü yaparım!..'' mantığını bilirsiniz. Zannederim bu mantığın ''insan'' egosundan temellendiğini de bilirsiniz. Diğer canlı türlerinde böyle baskın ve bencil bir egoya rastlanmaz, sevgi hissi mülkiyet kavramıyla beraber dayatılmaz. Aksi durumlarda türlü duygu sömürüleri, vicdanî terör vaziyetleri ve benzer acizce numaralar yaratılmaz. Akışın karşısında öyle baraj gibi durulmaz. Hayatla birlikte akabilmek ve bunun getirisini-götürüsünü kabûllenebilmek için o ego canavarıyla epeyce boğuşmuş olmak gerekir, elbette bu ''insan'' türü için böyledir. İnsan ne yazık ki şunu unutmaya gayet müsaittir; bu yüce sistem içinde o tek başına hiçbirşeyin asıl sahibi değil, yalnızca emanetçisidir. Yani demem o ki; ''insan''ın gelişmişliği dijital başarılarla ölçülebilir birşey değildir, evvelâ bütün insanî tarafları (buna sevme vaziyeti de dahil) işlemden geçirip terbiye etmek mecburîdir...
Şimdi isterseniz bu haberi okuyun ve lûtfen bir daha sorun kendinize; evrendeki hakiki egemenlik acaba kimindir?..

14 Ağustos 2009 Cuma

Bekleyenler...

Evvelâ; hastane yatağı ameliyatta olan hastayı bekler. Temiz çarşaflar, havlular, serum boruları, oksijen tüpleri kendi aralarında konuşmaz beklerken, sessiz ve sabırlıdırlar. Bekledikleri gelirse işlerini yapacaklardır, gelmezse?.. Fazla birşey değişmez onlar için, bir sonrakini beklemeye devam ederler...
Yatağın hastayı bekleyişi artık sona ermiştir. Bilinci açık ya da değil, hasta sonunda yatağına gelip yerleştirilmiştir. Bundan sonra meleklerin bekleyişi başlar, soğuk alına dokunan ellerden akan enerji istemsiz titremeleri azaltır, acıları sağaltır. Meleklerin hasta başındaki bekleyişleri eşsiz ve kutsaldır...

Ve ağır narkozla kapanan bilinç yavaş yavaş aralanır, ameliyatın başında hastayı içine çeken o tuhaf, derin ve zifiri karanlık koridor giderek aydınlanır. Durmaksızın çalan telefonlar, kaygılı fısıltılar, açılıp kapanan kapılar duyulmaya başlanır. Gidilen yerden dönüldüğü, evet, gene dönülebildiği işte o zaman anlaşılır. Ve işte o zaman bıçağın kemiğe dayandığı yerler tarifi imkânsız şekilde acır, acıtır. Ne ki; iyileşmeye giden yol hiçbir zaman dümdüz, engelsiz, yokuşsuz olmamıştır, bu bilindiği için hiç ses çıkarılmaz, acılara sabırla katlanılır. Bu kez hasta serum borusundan damarlarına akan damlaları saymaktadır, geçen saatlerle torbadaki serum azalır, sonunda herşey gibi o da biter. Yüreklerde ve fikirlerde hep aynı kelâm dönüp dolaşır; ''bu da geçer Yâ Hû, bu da geçer...''


(Son derece zor ve uzun bir ameliyatı başarıyla sonuçlandıran Tabip Yarbay Sn.Can KOPAL ve ekibine, ameliyathane kapısında sabırla ve dualarla bekleyen canım meleklerime, uzaktan pozitif enerjileri ile destek veren bütün sevenlerime, arayanlara, soranlara, gelenlere, gelemeyenlere, çiçek-böcek gönderenlere; sözün özü bu hikâyenin içinde olmayı seçen herkese teker teker şükran ve sonsuz sevgilerimle... Ben ameliyata girmeden hemen önce canının parçası oğlu Korsan'ı ameliyat masasında kaybeden ve acı haber yetiştiğinde, telefonda haykıra haykıra birlikte ağladığımız can Hakan Türken'e ve sevgili Türken'lere başsağlığı dileklerimle. Sonsuz ışıkta huzurla yürümesi için sevgili Korsi'mize varlığımız dolusu bir ''güle güle''...)

10 Ağustos 2009 Pazartesi

İtinayla kafa ütülenir... Evlere servis yapılır...

Şu günlerde sık sık dünyadaki pekçok kişinin tıpkı bu sürahinin içindeki balığa benzediğini düşünüyorum, niyeyse? Hep aynı yerde, aynı alanda dönüp durdukları halde ü-hüüüüüüü mesafeler katetmiş olduklarını zannedenler vardır ya; kolay değişmezler, alışkanlıklarını terketmezler, kendilerini vaktiyle içine tıkıştırdıkları kalıpları tutkuyla severler. Farklı yollar denemeye cesaretleri yoktur genellikle, tutturulmuş düzen en iyi düzendir onlara göre. Bu sebeple kendi kabuğundan sıyrılmaya, çerçevelerini kırmaya uğraşanları ilk engelleyen, habire yargılayıp kınayan da bunlardır zaten, fazla soru sevmezler, ''çünkü öyle''cidirler. Benden uzak, Allah'a yakın olmalarını dilerim bu gibilerin, aman enerjimi boş yere sömürmesinler!..

“Büyükler şu anda üzgün ve yorgun. Bilgeliğimizi birçok insanla paylaşmak için yapabileceğimiz herşeyi yapmaktayız. İnsanlara gelmekte olan olayları ve bunları değiştirmek için güce sahip olduğumuzu açıklamaktan yorulduk. Bu Maya’nın hatası değil, her bireyin hatası. Konuşmanın zamanı geçti, gurulara hayranlığın ve guruların sizi kurtarmasını aramanın zamanı geçti, sanki bir oyunmuş gibi spiritüellik ile oynamanın zamanı geçti, nereleri ziyaret ettiğinizi veya kimlerden dersler aldığınızı, yeteneklerinizi anlatarak böbürlenmenin zamanı geçti. (Benim öğretmenim seninkinden iyidir)in zamanı geçti. BUNLAR BİTTİ! Her insanın kendi bireysel eylemlerin sorumluluğunu almasının zamanıdır. Büyükler sizi kurtarmak için burada değiller, KENDİNİZİ SİZ KURTARACAKSINIZ!..”
Maya büyüğü Carlos Barrios'un sözleri bunlar. Buradaki ''büyük'' nitelemesi ''bilge''nin karşılığı, Maya da ekmek mayası değil zaten... Daha fazlasını isteyen burayı tıklasın, okusun. İstemeyen aman lûtfen birşey yapmasın, sonra tekrar buraya dönüp ''şöyle de böyle, böyle de şöyle, sen öyle dedin de ben böyle anladım, dırdır da dırdır, vırvır da vırvır!..'' şeklinde benim başımı ağrıtmasın, başka ihsan istemem... Daima çok sevdiğim ve uğurlu saydığım deniz fenerlerinden birinin bu harika fotoğrafını çekerek ruhumu ferahlatan sanatçı Patrick Davis'e ayrıca teşekkür eder, kendisini bir ara sakızlı kahve içmeye bize beklerim...

12 Ağustos 2009 Çarşamba akşamı bir ameliyat geçireceğim. Beni bilenler bilir; ameliyat olmak benim için hiç de sıradışı ve korkutucu bir vaziyet değildir. 12 Eylül 2006 tarihinde, meme kanseri teşhisi ile Ankara'da alınan sol mememin yerinde bulunan protezde sorun var ve çıkarılması gerekiyor. Bana hayli rahatsızlık verdiği doğru ama ne de olsa iki senedir iç-içe yaşamaktaydık kendisiyle, o kadar ki onu göğüs kafesimin üzerinde taşıyordum yani. Ama olmadı işte, yürütemedik biz bu çalkantılı evliliği, adam gibi vedalaşıp artık yollarımızı ayırmanın zamanı geldi. Bu arada; iki seneden bu yana bedenimin içinde, kalbimin tam üzerinde taşıdığım, özel maddelerden yapılmış bu protezi ameliyat sonrası camlı bir muhafaza içine yerleştirip salondaki ''kişisel tarih müzem''de sergileyeceğimi belirtmem bilmem gerekir mi? :) Hem Allah aşkına; böyle birşey insanın başına hayatta kaç defa gelebilir ki?..

Uzun müddettir Ron LeValley'in (sakızlı kahve muhabbetine Patrick'le beraber o da gelebilir elbette, kendisine gönülden teşekkürlerle) yukarıda gördüğünüz fotoğrafındaki fok gibi, sadece bir tarafıma dönük yatma mecburiyeti yüzünden, sabahları yatağımdan bütün gece sopa yemişlik hissiyle sürüne sürüne kalkmama sebep olan Becker tip expander meme protezime huzurlarınızda teşekkür eder, kendisine bundan sonraki müze hayatında başarılar dilerim. Ameliyattan sonra sol tarafına dönüp şöyle rahaaaat rahaaat yatmayan da sürahide balık olsun valla derim! Her zaman olduğu gibi, hastaneden ve sonrasından izlenimler pek yakında burada... Şimdiden ''geçmiş olsun''larını zarif kelebekler gibi uçurup başıma konduran dostlarıma, herkese sonsuz sevgi ve şükranla...

7 Ağustos 2009 Cuma

Ağustos'un 7'si, maalesef şu an yerinde değil kendisi...


Bugün lokma yedim, hoşuma gitti, meğer özlemişim... Dağıtanlar hangi niyetle hayır yapmışsa artık, o niyete hayır dua ettim. Hâttâ dudağımı yaladım, ve hâttâ üzerine serin serin su içtim...



Buzla pek sıkı-fıkıyız şu aralar; henüz aşk var diyemem ama zamanla olabilir, kısmettir, ne denir? Hem niye çekiyorsunuz ki kardeşim, çekmeyin, özel hayat saygı gerektirir!..



Klima sevmiyorum, yelpaze seviyorum. Delirtici Ağustos sıcaklarına karşı bu gayet Japon duruşum havalar serinleyene kadar devam edecektir, kamuoyuna saygıyla bildirilir...



Cep telefonu konuşmaları lüzûmsuzca uzadığında telefon ısınıyor, bir müddet sonra adamın kulağı pişiyor! Mümkünse hiç çalmasın, ille çalacaksa da mevzu her neyse kısaca özetlenip kapatılsın lûtfen. Ayrıca benim cep telefonu eski model, öyle 3 G'li falan değil, sûretimi naklen yayınlamak niyetinde değilim, yani kimse boşuna heveslenmesin. ''Aradığınız kişiye şu an ulaşılamıyor, ruhu artık kimbilir nerelerde dolaşıyor, paşa gönlünüz bilir, isterseniz daha sonra tekrar deneyin. Sinyal sesinden sonra öyle mesaj bırakmak falan da yok kardeşim, en iyisi siz boşuna beklemeyin...''

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Dalga geçsene benimle!..




Geçenlerde gelen bir e-postanın içinden çıktı adam, yani Clark Little (*)... Daha önce tanışıklığımız yoktu, kafayı surf ve dolayısı ile dalgalara takmış olmasında da şaşılacak bir taraf yoktu ama iş çektiği fotoğraflara gelince, orada durdum ve kaldım!..


Bu adam kocaman dalgaların üzerinde basit bir tahtayla kayıyor gibi görünebilir ama bana kalırsa o sadece dalgaların üzerinde değil, içinde, tam ortasında yaşıyor ve gayet tabii olarak onlara bambaşka bir gözle bakıyor. Eğer öyle olmasaydı çektiği fotoğraflara ''early foam'', ''glass lip'', ''lacey lights'' gibi bana tuhaf şekilde romantik gelen isimler koymazdı gibime geliyor. İlle de bir güzellik yakalama kaygısı taşmıyor Little'ın karelerinden; kıvrımlar, köpükler, havalanan kumlar, suda kırılan renkler kendiliğinden ve zaten güzel çünkü. Daha ziyade bir ''denk getirip çekmiş olma'' hali var, hani tesadüfen yakalanmış ''an''lar sanki, e başka türlü Allah'ın dalgasına nasıl poz verdireceksin ki, değil mi? Onu-bunu bilmem, nasıl çekmişse çekmiş işte, ben Clark Little'ın fotoğraflarını beğendim. Bu adam mümkünse benimle dalga geçsin, dalgaların içinden geçerken de durmadan fotoğraf çeksin isterim. Budur...
(*) Renkli bölümü tıklayarak sanatçının web sitesini ziyaret edebilir ve daha fazla fotoğrafını görebilirsiniz...