30 Ağustos 2009 Pazar

Gözlerimi de al bari!..

Uzun zamandır elimin altında dolaşan ama izlemeyi nedense hep ertelediğim bir filmdi. Çeşitli film festivallerinden toparladığı sürü-sepet ödüle fazla aldırdığım yoktu doğrusu, izleyeceğim zaman geldiğinde nasılsa DVD dolabından çekip alacak ve başına oturacaktım. Bu sebeple; ''ben bu filmi niye daha önce seyretmedim ki, yuh aptal kafam!'' hissini kendimle fazla tartışmadım. Bir kere, film İspanyol kadın yönetmen Icíar Bollein'in gayet sıkı bir işi olup 2003 yılı yapımı. Zaten Toledo'da geçiyor olması ile beni işin en başından sarıp sarmaladı. Toledo'ya defalarca gittim ve orada olmayı mevsime hiç bağlı olmadan, hep çok sevdim. Sonuncu gidişim de dün gece oldu. İspanyolca bir filmi Türkçe dublajla izleme haksızlığını bugüne kadar hiçbir zaman yapmadığımdan, elbette orijinal dilinde izlendi. Ve İspanyolca ismi ile ''Te doy mis ojos'' yani ''Gözlerimi de al'' hafızamdaki diğer filmlerin başköşesine ''helâl olsun abicim!'' şeklinde derhal yerleşti...
İzlememiş olanlar için hemen söyleyeyim; bu film öyle başına oturulup da, artık final jeneriği akarken kalkılacak bir film değil, asla değil. Fecî rahatsız ediyor insanı, hâlbûki hikâyede öyle kan-revan, göze sokulan bir şiddet falan da yok. Evet, şiddet ve duygusal terör hissi başından sonuna kadar var ama Icíar ablamızın ve film için seçtiği oyuncuların artık ne acaip bir yetenekleri varsa, bu size dayatılmıyor, sadece sürekli bu his içinde kalarak müthiş huzursuz olmanız sessizce sağlanıyor. Bende de aynen öyle oldu; belki yirmi kere ''ben bir kahve daha içsem hiç fena olmaz'', ''bu aptal drenin haznesi gene doldu galiba, gidip boşaltayım'', ''bebek kediler uyandı, ağlıyorlar sanki, acıkmış olmalılar, biberonlarını hazırlayıp karınlarını doyurayım'', ''hava serinledi mi ne, cereyan yapıyor gibi, daha yeni ameliyatlıyım, kalkıp kapıları, pencereleri kapatayım'' gibi tamamen uyduruk bahanelerle filmi duraklatıp başından kalktım...
Elbette hikâyenin tamamını burada anlatmayacağım; merak edenler burayı tıklasın, detaylı bilgiye ulaşsın. Kendi kişisel tarihlerine oldukça zorlayıcı bir yolculuk yaparak bütün insanî ilişkileriyle yüzleşmek isteyenler ise bir zahmet filmi alsın, otura-kalka izlesin, herşeyi benden beklemeyin, değil mi ama kardeşim?..


Sadece özeti ve bazı replikleri buraya almakta fayda görüyorum. Dokuz yıldır evli ve bir de erkek çocuk sahibi olan Pilar ve Antonio'nun ilişkilerinde sürekli tekrarlanan ciddî sorunlar var, Antonio varlığında taşıdığı karakter zaaflarının farkında ve bu yüzden kendini daima yetersiz görüyor. Bu yetersizlik duygusunu ve iletişim güçlüğünü ise fizikî&duygusal şiddetle maskelemeyi seçiyor. Sonunda dayanamayarak evden ayrılan karısını yeniden dönmeye ikna etmek için de kendince herşeyi yapıyor, buna grup terapisine gitmek de dahil... Ama ne yaparsa yapsın, değişmeyeceğini, değişemeyeceğini belki de en iyi kendisi biliyor. Buna rağmen psikoloğa giderek en azından değişmeyi deniyor. Nehir kıyısında Pilar'la yaptıkları bir konuşmada söyledikleri, içimde bu berbat, korkak ve aslında çok zavallı adama karşı derin bir acıma hissi uyandırdı. ''Hayatım boyunca bana seçme şansı verilmedi'' diyordu Antonio, ''hiç verilmedi, her zaman başkaları benim adıma en iyi olduğunu düşündükleri şeyi benim yerime seçti ve bu bana dayatıldı. Ailem ve diğerleri, biliyorsun işte...'' Pilar ise severek evlendiği adamla durmadan tekrarlanan aynı kötü deneyimlerin kıskacında, fizikî olandan çok daha öte boyutlara varan bir psikolojik terör altında çaresizce çıkış yolu arıyor. Bir yandan kocasına karşı hissettiği cinsel tutku ve zihinsel bağımlılık onu hep aynı tuzağa düşürüyor, öte yandan her defasında yaşadığı daha acıtıcı şeyler ise Antonio'nun asla değişmeyeceğine dair inancını pekiştiriyor. Yani Pilar kocasına hem hastalıklı bir tutkuyla bağlı, hem de ona asla güvenmiyor ve ondan ödü patlıyor. Bu sebeple; çocuğunu alıp ayrıldığı evine yeniden dönüyor ama bundan sonra yaşadıkları öncesinden bin beter oluyor...


Babasının ölüm yıldönümünde, mezarı başında annesiyle geçen konuşma da çok mühimdi. Ölmüş babası dayısından hiç hoşlanmadığı için annesinin onunla görüşmesini istememiş, annesi de kocasının isteğine uymayı seçerek bir anlamda kardeşinden vazgeçmişti. Dayı çoktan ölmüştü ve şimdi Pilar'ın annesi kocasının mezarı başında buna dair pişmanlığını dile getiriyordu. Diyalog şöyleydi:


Pilar- Hayatı kurban olarak yaşamak hoşuna mı gidiyordu anne? Sürekli hayatını mahveden bir adamla mı birlikteydin? Yoksa böylesi iyi, böylesi anlayışlı ve çektiklerin yüzünden herkesin acıdığı biri olmak hoşuna mı gidiyordu?..
Anne- (Duraksar, bir müddet düşünür...) Hepsini sizin için yaptım, neye katlandıysam hepsi sizin içindi...
Pilar- Bu doğru değil anne, kendin için yaptın!..


Belki de filmdeki en doğru sözü böylece söylüyordu Pilar ve elbette bunu yaparken kendi durumuyla da çatır çatır yüzleşiyordu. Bu noktada ben de, aslında çoktan bitmiş olduğu halde çürümüş cesedi sürüklenen ve halen ele-güne ve en çok da birbirlerine karşı ''-mış gibi yapılan'' ilişki ve evliliklerin o kağıttan kahramanlarını düşündüm. Taraflardan biri hatalı gördüğü tarafı, hep aynı deneyimler tekrarlanıyor ve sorun çözülmüyor olduğu halde affediyor görünmeyi seçer ya, aslında asla affetmez, zira burada kendisini ''kurban'' pozisyonuna koymak ve ''kendisi için değil, hep başkaları ve başka şeyler adına katlanıyor durumda olmak'' oldukça pratik bir kendinden saklanıştır. Üstelik karşı tarafa sonu gelmeyecek bir vicdan azabı yaşatmanın ve onu eşsiz bir psikolojik baskı altında, habire cezalandırmanın en kestirme yolu da budur. Bu numara her zaman tutmuş, hatanın daima kendisinde olduğuna inandırılan karşı taraf da bunu hep yutmuştur. Dolayısı ile; ister bu taraf, isterse karşı taraf ne haltlar yemiş, birbirlerine ne ağır sözler etmiş, karşılıklı ne kadar yaralamış olursa olsun, bu yavaş yavaş içine tükürülen hayat formu asla değiştirilemez, göze sokulan gerçekler her defasında aynı kolaylıkla görmezden gelinerek gûya fedakârlık edilir, gûya her defasında kalınan yerden başlanır (aslında öyley-MİŞ gibi yapılır tabii, yeniden başlanan yer asla kalınan yer değildir çünkü, olamaz...) Ve tabii bir müddet sonra gene aynı şeyler, aynı deneyimler, sürekli, durmadan tekrarlanan, hep aynı yanlıştan başka yanlışları doğuran ve ne yazık ki hiç değişmeyen tutumlar, yalanlar, aldatmalar, kavgalar, kıskançlık krizleri, duygusal firarlar... Cesedi tarafların peşisıra sürüklenen ilişkiler, çoktan bitmiş olduğu halde türlü bahanelerle aynı evde zorunlu hücre hapsi, aynı yatakta yanyana uyuma cezası şeklinde sürdürülen evlilikler, hep başkalarının seçimlerine ve doğrularına ipoteklenmiş, ertelenmiş, yitik hayatlar... Ne fecî, Tanrım, ne fecî!..


Aktüel dergisinin 198.sayısında ''Bitmiş İlişkileri Bitirememenin On Sebebi'' başlıklı bir dosya vardı, geçenlerde alıp okumuştum. Bu dosyada yaşanan ve durmadan tekrarlanan türlü arızaya rağmen, aslında çoktan bitmiş ilişkileri halen sürüklüyor olmaya ''ilişki körlüğü'' diyordu uzmanlar. Okuduğumda bir kez daha farkettim ki; alışkanlık, güvenlik ihtiyacı, aile gelenekleri ve toplum kuralları, çocuk, hırs, ego, maddî gerekçeler vb. gibi bazı başlıkların altında incelenen bu vaziyet müthiş yaygındı ve belki de ikili ilişkilerden başlayan bu yanlışlar sarmalı giderek toplumsal bir bütünlük kazanarak etrafımızdaki her türlü uyumu bozmaktaydı. Dibini eşeleyecek yüreği ve cesareti olanların karşısına da hep aynı duygu çıkmaktaydı: KORKU... Kendini ve içinde bulunduğu vaziyeti olanca çıplaklığı ile görme, bunu kabûllenme ve iyi-kötü, düşe-kalka idare ettiği o sahte düzeni de kaybetme, yani tam Türkçesi ile ''Dimyat'a pirince giderken evdeki bulgurdan da olma'' korkusu...


Sözün özü; parçalarınızı sizden yavaş yavaş koparıp götüren, sizi bağımlı ve zavallı hale getiren, düzelme vaadi ile hep aldatan, benliğinizi sakatlayan, artık adamakıllı arabeskleşerek yalama olan, dikiş yerlerinden patlaya patlaya dikiş tutması imkânsızlaşan ve en fenası fecî zaman kaybettiren her türlü ilişkinin sonunda kaçınılmaz olarak duvara toslayıp çaresizce ''te doy mis ojos/gözlerimi de al...'' demek istemiyorsanız, içinde bulunduğunuz vaziyetle korkmadan yüzleşmeli ve artık başkaları için değil, sadece kendiniz için birşeyler yapmalısınız. Icíar Bollein ablamız bu fena halde ödüllü filminde reçeteyi gayet güzel yazmış, isteyen, ihtiyaç hisseden alıp bir an önce seyreder kardeşim, benden söylemesi... Kimi vaziyetler Erdal Demirkıran'ın meşhur kitabının adı gibi ''sen şimdi gidecen ya, Cehennem'in dibine git!..'' demeyi, diyebilmeyi gerektirir yani, uygundur ya da uygunsuzdur, artık bilmem ben ötesini:)


Ek not: Bir gün içinde 23 farklı ülkede, toplam 105 okur tarafından tıklanarak kendi içinde bir rekor kırmış olan bu yazıma gösterilen acaip ötesi ilgi için teşekkür etmek boynuma borç oldu artık. Efenim; ben yazdım, sizler de okudunuz, fazla uzatmayalım işte, sağolun:) Hem yarın haftabaşı, hadi artık gidip uyuyun...

4 yorum:

Adsız dedi ki...

Ne kadar güzel ifade ediyorsunuz kendinizi.Tüm hayranlığımla izliyorum sizi.Allahtan size tez zamanda şifa vermesini diliyor ve sizin için dua ediyorum.İyi ki varsınız...

Handan Demiralp dedi ki...

Thanks a lot, but who are you? Why are you ''nameless''?.. Yoksa siz ''ismimi de al...'' mı dediniz birilerine? Üzülürüm eğer öyleyse:(

Y.ZTA dedi ki...

Şu sen şimdi gidicen ya,Cehennem'in dibine git kısmına bayıldım.İNŞALLAH İNŞALLAH:)))

Handan Demiralp dedi ki...

Bence de, aynen valla:)