31 Aralık 2013 Salı

Muhasebe defteri...


Geçen sene şu sıralar kapıda bekleyen oydu, hayli heyecanlı, biraz da sabırsızdı, henüz çok gençti çünkü. İnsan uydurması ''zaman''ın köhne kapısı saat tam 24.00'de yavaşça aralanacak, sakalı göbeğini bulmuş, beli bükülmüş, dişleri dökülmüş, kamburu çıkmış ve artık gözden düşmüş olan eski yıl oflaya-puflaya dünya planetinin takviminden bir daha dönmemek üzere çıkarken, o gençliğinin verdiği ölçüsüz çabuklukla eski yılın omuzuna çarpıp özür dahi dilemeden, öyle paldır-küldür ortama dalacak, aklına estiğini yapacaktı. Üstelik; onun gelmesini bekleyen bir sürü kafası güzel dünyalı havai fişeklerle, ışık selleriyle, şampanya köpükleriyle, şarkılarla karşılayacaktı onu, şu eski hımbıl moruk çabucak çıkıp zamanın çöplüğünü boylasındı da hele, o yapacaklarını biliyordu! :)

Tarafımızdan limon gibi sıkılmış, posası çıkarılmış, hırpalanıp eskitilmiş, hâttâ parça-pinçik edilmiş bir yıl daha çıkıyor dünya takviminden. Kâinatın umurunda olduğunu hiç sanmıyorum, bana göre onun muhteşem işleyiş düzeni içinde tipik bir insan uydurması olan ''zaman''ın zerre önemi yok. Sonsuzluğa doğru devinip yuvarlanan bir sistemde zaman neci olabilir ki zaten, değil mi ya? Şimdi; bu gece sümüklü mendil gibi buruşturup çöpe fırlatacağımız bu zavallı yaşlı yılın muhasebe defterine kendi açımdan bakmak istiyorum müsaadenizle:

- 2013'ün en önemli bulduğum olayı, 23 Nisan günü, akşam saatlerinde spor salonunda yaptığım egzersiz programımın sonunda düşmem ve sağ bileğimi-kolumu kırmamdır. Görünüşte hiç beklenmedik ve çok tatsız bir kaza olabilir ancak benim adıma muazzam bir ders aşaması olmuştur, bu çok değerli deneyim için yüce Allah'a şükrediyorum. Sağ el ve kolum olmadan da hayatımı sürdürebileceğimi öğrendim. Sol el ve kolumla asla yapamayacağımı sandığım şeyleri zorunluluk karşısında yapabildiğimi gördüm. Ben içimde akan enerjileri dengeleyemezsem eğer, kâinatın kutsal ders sisteminin beni nasıl yere çakıp durdurduğuna, benim yapamadığımı yaptırdığına bizzat şahit oldum. Bu çok zor süreç içinden başarıyla çıkabilmek kendi içsel ve fiziksel gücüme bir defa daha hürmet etmemi sağladı. Gücüm bana hatırlatıldı. Geriye doğru düşerek mermer zemine çarptığım başım sebebiyle herhangi bir problem yaşanmaması da neredeyse bir mucizeydi, herkesi çok telâşlandıran ve hayatımdaki 2.ambulans deneyimini yaşatan bu kazadan tek kol kırığı ile yırtmıştım! Olaydan yirmi gün kadar sonra çıkacağım biletlenmiş İspanya-Madrid seyâhati ve bu seyâhatten evvel plânlanmış olan üç aşamalı ameliyatım zorunlu olarak ertelendi. Böylece akışta kalabilmeyi ve kabûlü bir defa daha deneyimlemiş oldum. Kazadan bu kadar zaman sonra bile sağ kol ve bileğimi halen eskisi gibi kullanamıyorum ama, bu yaşta bu başarı ile iyileşebildiğim ve olağan hayatıma fazla uzamadan geri dönebildiğim için mütemadiyen şükrediyorum. Bu sayede 2013 hep hatırlanacak bir yıl artık benim için, teşekkürler:)

- Önem sırasında 2.liği geçtiğimiz Mart ayında ailemle çıktığım Hindistan seyâhati alır. Hindistan hep hayâllerimi süslemiştir ancak daha evvel bu uzak ve büyülü coğrafyaya gitme olanağım olmamıştı. Sevgili kardeşim ve eşinin organize ettiği kusursuz plânlanmış bir yolculukta Hindistan'ın Rajasthan bölgesinin tozunu attım, harika şeyler yaşadım, gördüm, dinledim, tattım, aldım ve bunları zaten seyâhat dönüşü burada uzun uzun anlattım. O nedenle tekrara girmeyeceğim. 2013 bana muhteşem bir Hindistan seyâhati armağan eden yıl olması ile de hatırlanacak. Bu çok renkli, çok sesli, çok kalabalık ülkeye duyduğum aşk, ülkeme dönüşte bir müddet hasta yatmama rağmen hiç eksilmedi, hayatımdaki en önemli adamlardan birinin o taraflara duyduğu derin merakı gidermek gayesiyle tekrar yoluna düşmek sözkonusu. Bu defa güney bölgesinde dolaşacak ve bakalım neler neler yaşayacağız? Bu konu 2014'ün sipariş listesi içinde yer alıyor elbette:)

- Kişisel tarihimin en uzun ameliyatlarından birini geçtiğimiz Ağustos ayında geçirdim. Kolumun kırılması ve alçıya alınması üzerine plânlandığı zamanda yapılamayan bu üç aşamalı operasyon, ameliyatı mümkün kılacak kadar iyileşip alçım çıkarıldığında yeniden gündeme alındı ve sevgili doktorum Can Kopal'ın yönetimindeki ameliyat ekibi neredeyse yedi saat süreyle benim üzerimde uğraştı! Sağ kulağımın arka kısmından alınan kıkırdak ile burnumdaki deformasyon onarıldı, hava kanalları açıldı. Meme kanseri sebebiyle alınmış olan memelerimin yerine yerleştirilen protezler düzeltilip hizalandı. Çene altıma lipo-suction uygulandı. Hiç aksamadan tıkır tıkır işleyen bu süreçten belki bir mumyaya benzeyerek, her tarafım sarılı şekilde çıktım ama netice gayet başarılıydı:) Bu da benim için 2013'ün önemli olayları arasındaydı. 

- Hayatımdan uğurladığım çok insan oldu bu yıl. Yoo, yoo, ölümden bahsetmiyorum, kimi neredeyse otuz yılı devirmiş, kimi ise daha yeni dostluklarım ve dostlarımla vedalaşıp, karşılıklı derslerimiz için teşekkür edip yollarımızı ayırmaktır kasdettiğim. Bilhassa Gezi olayları sürecinde, karşılıklı fikir farklılıkları sebebiyle defterimden sildiğim ve uğurladığım çok kişi oldu.  Fikir farklılıkları dostlukları bitirme sebebi değildir bana göre, ama kendi fikrini bana mütemadiyen dayatmak ve onun gibi düşünmediğim için saldırmak, hele hele saçma-sapan ifadelerle alenen suçlamak yeterli sebeptir. Hepsinin yolu, ufku açık olsun dedim, uğurladım gitti :) Zira; aslında hiçbiri 2002 yılından bu yana hayatımı paylaşan, benimle beraber gittiğim her yere gelen ve bana hiç zarar vermeden benimle nefes alan canlarımdan İstanbul'lu kedi kız Kumru'nun 11 yılık sessiz ve çok vefalı dostluğunun üzerinde değildi. 2013, onun hızlı gelişen bir böbrek yetmezliği ile aramızdan ayrılmayı seçtiği yıl oldu. Küçük mırıltılarla bana cevap verişi, insanlara pek yaklaşmayan mesafeli ürkekliği ve parkelerin üzerindeki ritmik tıkırtılı ayak sesleriyle hep bizimle sanki, bazen yemek vakitleri ona da seslenip çağırırken yakalıyorum hâlâ kendimi… Öte yandan; beni bir hayli politize eden ve taraflaştıran bir özelliği de vardı 2013'ün ki; bunu önemsiyorum doğrusu. Tarafsızlıktan taraf olmaya geçiş yaptım, bir çok şeye uyandım, siyasi gündemi yakinen takip etmeye başladım. Bilhassa sosyal medyayı bu anlamda çok aktif şekilde kullandım bu yıl, evet… 

- ''Kötü alışkanlıklar''dan kurtulma ve bağımlılıkları bırakma yılı oldu 2013. Çok kendiliğinden, hiç zorlanmadan ve yoksunluk hissetmeden çıkıp gitti hayatımda olmaması gereken, yaradılış doğama aykırı ve sağlıksız kimi şeyler. Bu arada; balık yemeyi de bırakarak yeniden, kanser sebebiyle bir müddet ara vermiş olduğum ''tam vejetaryen'' beslenme şekline geri döndüm. Çok önemli ve sevindirici bulduğum bir diğer konu da, artık ailemizde iki ''uluslararası yoga eğitmeni'' adayı bulunmasıdır:) Annem, kardeşim, eşi ve ben, hepimiz yoga yapmaktaydık zaten ama, sevgili Gülsün ve Halûk 2013 yılında konuyu uluslararası profesyonel eğitmenlik boyutuna taşımaya karar vererek kurslara başladılar. Şu an da hocaları sevgili Faruk Kurtuluş ve diğer eğitmen adayı arkadaşlarıyla, kursun 2.aşaması için Pastoral Vadi'de, kamptalar. Ailemin benim küçük mor atölyemde başlayan yoga serüveni giderek dallandı, budaklandı ve bu noktaya geldi, buna çok seviniyorum doğrusu:) Ailece bize artık gerekmeyenleri, görevini tamamlayanları kolayca bıraktırdı 2013, bu mânâda da teşekkürü hak ediyor, evet…

- Kendimi affetme yolunda önemli mesafeler katettim bu yıl. Hem spiritüel eğitimimdeki yeni ve farklı aşamalar, hem de rehberlerimle yaptığım çalışmalar bu ''kendini affediş'' sürecine çok şeyler ekledi, minettarım. Zira; hayatımın bırakın merkezinde olmayı, kenarından dahi geçmemesi gerektiğini çok sonradan anladığım kimi insanları hayatıma alıp, beni, ailemi ve yakınlarımı çeşitli şekillerde üzmelerine, bize zarar vermelerine izin vermiş olduğum için kendime karşı son birkaç yıldır çok öfkeliydim! Yapılması icap edenleri zamanında yapmamış, çatır çatır suratlara söylenmesi gerekenleri söylememiş, sorulması gereken çok ciddi sualleri zamanında sormamış, benim için kurulan hain tuzakları, entrika ve ihanetleri vaktinde sezememiş ve olaylara anında müdahale etmemiş olduğum için kendi yüzüme tokatlar atıp aynada kendi yansımama ''tuhhh sana!..'' diye tükürdüğüm dahi olmuştur, söylemekte beis görmem. Lâkin; bütün bunlardaki asıl dersi çok daha iyi görebildiğim bir yıldı 2013, bakiye hesapları zamana ve İlâhi OLan'a tam bir itimatla emanet ederken, Karma Yasası'nın da nasıl hiç şaşmadan işlediğine defalarca şahit etti beni. Kimi zaman hayretten ağzım bir karış açık kaldı, bu kadar çabuk, bu kadar denk ve bu kadar adil ödetmelere ben bile inanamadım? Kendime kızgınlığımı dönüştürdüm, başka bir kaynağa çevirdim onu, o enerjiyi. Bu yıl içinde karşıma çıkarılan kitaplar, filmler, insanlar ve olaylar da hep bir ipucu, birer anahtardı aslında. Bütün deneyimler çok değerli, hepsi için teşekkür etmeliyim…

- Niyet ettiklerimi bana çabucak getiren bir yıl oldu 2013. Bilgisayar sistemimi değiştirdim, Apple'la el sıkıştım ve önce bir Macbook Pro diz üstü bilgisayar, ardından da ülkemizde piyasaya çıkmasını sabırla bekleyerek bir İ-pad Air satın aldım. Şimdi tam bir Mac bağımlısıyım, eskiye dönmeyi aklıma bile getirmem doğrusu:) Bu sene içinde hayatımı kolaylaştıran, yaşam kalitemi yükselten ve beni mutlu eden birçok şey satın aldım, alabildim, bunun için şükrediyorum. 2013 içinde, Apple teknolojisinden sonra yaptığım en akıllıca alış-verişin ise eve bir ''ozon jeneratörü'' almak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Su, hava, yiyecek ve yaşam alanı temizliği-dezenfeksiyonunda zehirsiz, deterjansız, başka bin türlü kimyasal ve kanserojen ıvır-zıvırsız ancak bu kadar başarılı olunabilir, verdiğim para son kuruşuna kadar helâl olsun, o kadar derim…

Belki atladığım detaylar vardır, olabilir, artık kusuruma bakmasın 2013. Alması gerekenleri aldı, vermesi gerekenleri verdi ve kaçınılmaz olarak gitme zamanı geldi. Ona teşekkür edelim ve uğurlayalım, dünya tarihindeki yerini alsın ve artık dinlensin, epey yoruldu zira. Şimdi gözlerimiz bu geceyarısı karşılayacağımız yepisyeni yılda, her ''yeni''ye olmadık anlamlar yüklemek gibi bir zaafımız var oldum-olası, e tabii, insanız ya:) Benim tavsiyem ise şudur; öyle fazla değişik bir şeyler beklemeyiniz efendim, zira takvimin üzerindeki tarihler el mecbur değişecek, asıl siz değişmez ve ilerlemezseniz eğer, ne yazık ki hiçbir şey ve hiçkimse değişmeyecek, garibim yeni yıllar ne yapsın? Bunun farkında olacağınız ''yüksek şuurlu'' bir yeni yıl diliyorum sizlere, sevgilerle:)

(Fotoğraf bizim evde,  ''benim güzel çamaşırhanem'' dediğim bölümün girişinde çekildi. Yoga yapan kedilerin olduğu takvim Gülsün ve Halûk'un hediyesiydi, bu bölümü ana mekândan ayıran nakışlı perdeyi ise Hindistan seyâhatimde, mavi çöl şehri Jodhpur'da köhne bir dükkânın tavan arasında bulup almıştım, üzerinde eski Muson yağmuru lekeleri var ve ben bayılıyorum ona:)




26 Aralık 2013 Perşembe

Büyüklere masallar...



Çünkü artık hepimiz bir teknoloji masalının oyuncak kahramanlarıyız. Bıkıp sıkılmamıza fırsat vermeden değişiyor dekorlar, kurallar, oyunlar. Birinden ötekine geçiveriyoruz çabucak. Bu da bir süreçtir ve elbet yaşanacak... (Japonların internet alemine hediye ettiği son oyuncak Momentcam ortalığı kasıp kavurdu ve neredeyse eskidi bile, işte bu işler böyle!)

21 Aralık 2013 Cumartesi

Hortum oradaysa, pipet burada!.. :)


- İşiniz ve eşiniz; bu ikisi hayatınızdaki kendinizi gerçekleştirme amacınıza uygun olmalı. İşini ve eşini yanlış seçen birey ne mutlu olabilir, ne de mutlu edebilir. İş ve eş seçimini doğru yapabilen birey ise, hayatın önüne çıkaracağı diğer engellerle başedebilecek sağlamlıkta olur, kendisi mutlu olduğu gibi etrafını da mutlu eder…

- Mesele üniversite sınavında tutturduğun puan ziyan olmasın diye ruhunun hiç istemediği ve uygun olmadığı bir meslek dalında, ayakların geri geri giderek, isteksiz, hevessiz, coşkusuz eğitim almak olmamalı. Toplumsal ve ailevi beklentileri doğrulayacaksın diye, aslında sosyal bilimler konusuna eğilimin ve yeteneğin varken tutup mühendislik ya da tıp okumaya zorlarsan kendini, o dikiş tutmaz. Ailelerin bu konuda çok yanlış beklentileri ve zorlamaları var. Çocuklarından popüler ve para getiren meslekleri edinmelerini istiyorlar, çocuğun karakteri, yeteneği, eğilimi buna müsait mi diye hiç düşünmüyorlar. Yeter ki ailesinin istediği yerde okusun, diplomasını alsın, gerisi mühim değil. Bu korkunç bir şey, mutsuz ve tatminsiz bireyler yetiştirmenin en garantili yolu! Kendi arzularınızı çocuklarınızın hayatlarına monte etme hakkınız yok ki, bunu çok doğal bir şeymiş gibi görmeyin…

- Kız öğrencilerim zaman zaman bana gelip akıl danışırlar, sohbet ederiz. Çoğunun bir erkek arkadaşı var ama o kişi asla idealize ettiği kişi değil, beğenmiyor beraber olduğu kişiyi, durmadan eleşiriyor ama ayrılmıyor da. ''Madem beğenmiyorsun, içine sinmiyor, niçin hâlâ berabersin, ayrıl o zaman…'' dediğimde ''olmaz hocam, Sevgililer Günü'nde yalnız kalıp milleti güldüremem kendime, daha iyi birini bulur-bulmaz nasılsa bırakacağım, o zamana kadar idare ediyorum işte…'' diye korkunç cevaplar alıyor, hakikaten dehşete düşüyorum! Kızın yanında gezdirdiği adama zerre saygısı yok, kendine de yok tabii, öyle olsa yanlış olduğunu hissettiği bu ilişkiyi hemen bitirir, ne karşısındakini, ne de kendini boşuna oyalar. Çoğu genç insan, ilişkisinden, partnerinden hiç hoşnut olmadığı halde, yalnızlık duygusuyla başedemeyeceğini düşündüğünden, daha iyi bir seçenekle karşılaşana kadar ilişkiyi bitirmemeyi seçiyor. Bunlar hasarlı ilişkilere dönüşüyor tabii zamanla…



- Bana hep gelirler ve derler ki; ''hocam, ben karımla ya da kocamla çok aşık olarak evlendim, çok sevdim ama hiçbir şey başlangıçtaki gibi kalmadı, o çok değişti, neden böyle oldu?:( '' E çünkü sen beklentini o kadar yüksek tuttun ki, karşındakinin çıtası hiç o kadar yüksek değildi oysa, sen onu olmasını arzu ettiğin kişi olarak görmeyi seçtin, ona öyle anlamlar yükledin, sonra aradıklarını bulamayınca hüsran yaşadın, o değişmiş oldu. Yok kardeşim, kimse değişmedi, herkes olduğu gibiydi aslında, sen kendini kandırdın! Beklentini hiç bir konuda fazla yüksek tutmayacaksın ki; hakikâtle yüzleşmen kolay olacak, onu içselleştirebilecek, hazmedebileceksin. Yoksa mutsuzluğun dibine vurursun…

- Kadınlar gelir bana, anlatırlar, işte ''hocam ben kocamla severek evlendim veya sevgilime çok aşıktım ama beni defalarca aldattı'' ya da ''kocamdan, erkek arkadaşımdan dayak yiyorum, çeşitli şekillerde şiddet görüyorum, ne yapayım?'' Bana mı soruyorsun ne yapacağını, yapacağın belli, seni aldatan, şiddet uygulayan adamla ite-kaka, ille de evlilik-ilişki sürdüreceğim diye adına ''katlanmak'' dediğin o sürece girmeyeceksin! ''….. nedenle katlanıyorum'', ''….. sebepten katlanıyorum'', evliliğin ya da beraberliğin senin şu ya da bu sebeple ''katlandığın'' bir şey haline gelmişse zaten geçmiş olsun, o artık dikiş tutmaz. Çoğu aslında yalnız kalmaktan korktuğunu kendine dahi itiraf edemiyor, ''aman yalnız kalmayayım da…'' düşüncesiyle özsaygısını giderek tüketen bir ilişki sarmalında kalmayı seçiyor. Kadın ya da erkek farketmez, ilişkide ipler o kadar kopmuşsa kendini o ilişkinin dışına çıkarmayı bileceksin. Doğru bir yalnızlığın, yanlış bir ilişkiden çok daha sağlıklı ve huzurlu olduğunu anlayacaksın. Bunun haricinde söylenecek her şey maalesef bahanedir, korku temelli bahaneler…



- Kız ya da erkek çocuk yetiştirirken ''efendim, zaman zaman beyaz yalanlara başvurabilirim, bunda bir sakınca yok'' diye düşünen çok ebeveyn var. Oysa yalanın rengi ve bahanesi yoktur. Çocuğuna her koşulda dürüst olmayı öğreteceksin, dürüstlüğün bir bedeli vardır, o bedeli de göze almayı öğrenecek o çocuk ve ödeyecek, ama dürüst olacak. Babalar bilhassa kız çocuklarını karşılarına alıp ''bana lâf getirecek bir şey yapma'' diye konuşurlar, bundan çıkan asıl anlam şudur: ''Her ne halt edeceksen et ama duyulmasın, görülmesin, lâf-söz olmasın, belli etme, suyunu saman altından yürüt, benim haberim olmasın da ne olursa olsun…'' Böylece o kız çocukları küçük yaşlarda profesyonel oyun kurucu olmayı öğreniyor, yalan söyleme ustası oluyor. Hâlbûki; çocuğuna şunu diyeceksin: ''Aklının ve vicdanının kâbûl etmediği şeyleri yapmazsan daha mutlu bir insan olursun, mühim olan bana lâf gelip-gelmemesi değil, senin ne hissedeceğin. Vicdanını rahatsız edecek şeyleri yaparsan çok huzursuz ve mutsuz olursun, kendini suçlu hissedersin, o zaman da kendini yeterince sevemezsin, kararlarını sen ver ama buna göre ver…'' Sen çocuğuna çeşitli renklerde yalan söylersen, o sana çok daha renkli yalanlarla cevap verecek, ilişkiniz tıkanacak. Şu an toplumumuzda çoğu ana-baba ve çocuk ilişkisi bu karşılıklı yalanlar yüzünden tıkanmış vaziyette, aile çekirdeği içinde sıkıntı büyük, kopmalar, çözülmeler yaşanıyor, yani durum vahim!..

- Aile terapisi, ilişki terapisi… Tabii başvurulmalı, eskiden bunlar yoktu, herkes sorunlarını kendi bildiği şekilde çözmeye çalışırdı. Ama; sık gözlediğim hata şu ki, her şey adamakıllı çıkmaza girip tıkanmadan terapi yolu düşünülmüyor. E sen köprüleri atmışsın, gemileri yakmışsın, önce falcıları, medyumları, nefesi kuvvetli (!) hocaları dolaşmışsın olmamış, bana o zaman geliyor ve çare istiyorsun, kusura bakma ama çok geç kalmışsın, artık yapacak bir şey yok yani, geçmiş olsun. Bu aşamadan sonra ben o düğümü çözemem, kimse çözemez. Kronikleşmeden, problem yerleşip tekrara girmeden çözüm arayacaktın, kimsenin elinde sihirli değnek yok, bunun anlaşılması gerekiyor. Kanser gibidir bu konu da, erken teşhis ilişkiyi kurtarabilir, ama geç kalınmışsa? Üzgünüm…

- Hortumculardan şikayet ediyorsun, et tabii, sevecek değilsin. Lâkin; hortumcuları görüyorsun da, pipetçileri niye görmezden geliyorsun? Pipetçiler kim mi? Aynaya bak, görürsün. Efendim ''ben şu ayakkabıyı beğendim, alacağım ama fiş almazsam kaça olur meselâ?'' diyor musun? Fiyat bilmem kaç lira iniyor, bayıla bayıla alıp gidiyor musun? Hah, işte hortumla çekmedin belki ama pipetle çektin, aferin sana! Trafik cezasından, vergi borcundan, kanuni yükümlülüklerinden kaçmanın türlü yolunu arıyor musun? Bulunca rahatlıkla uyguluyor musun? Eşin, dostun, ailen, yakının için çeşitli sebeplerle torpil ya da ayrıcalık, öncelik talep ediyor musun kimi tanıdıklarından? Çocuğun senin istediğin okula kaydolsun diye dürüst olmayan kimi yollar deniyor musun sözgelimi? Devlet sistemini çeşitli şekillerde kandırıyor musun? İllâ kaçak elektrik ya da su kullanmak gerekmiyor bunun için, değil mi? Hah, demek ki bazıları hortumla çekerken, sen de pipetle çekiyorsun. Yoksa miktar seni aklayacak bir bahane mi? Kusura bakma da sen öyle sanıyorsun, bunun azı-çoğu olmaz, temel mantığı mühimdir. Hep şikayet ettiğin, lânetlediğin o hortumcular da direkt hortumla başlamadı işe, bunu unutuyorsun. Bu işler pipetle başlıyor, hortuma kadar gidiyor. Kendine bakacaksın, kendi adına normalleştirmiş olduklarına bakacaksın, o hortumcuları kimin besleyip büyüttüğünü o zaman daha iyi anlarsın! Dürüst ol, evvelâ kendine bak bakalım, ne göreceksin, ona göre konuş…

- Kazancın elbette önemli ama, mutlu bir insan olman hepsinden önemli. Sevdiğin işi yapman bu nedenle zaruret. Çünkü o zaman başarılı olacaksın, başarılı olduğunda mutlu ve tatmin olmuş olacaksın, ailen, çevren, yakınındakiler mutlu olacak. Bu sadece parayla ölçülebilecek bir şey değildir, bu nedenle görünüşte iyi para kazanan ama işinden nefret ettiği için çok mutsuz ve gayesiz yaşayan bir dolu insan var. Ailesi öyle istediği için, toplumsal onay ve takdir almak için, vs.vs. sebeplerle hiç istemediği bir alanda eğitim almış, kapana kısılmış gibi gidip-geliyor her gün nefret ettiği o işe, ne kendisi mutlu, ne etrafındakiler. Çünkü çeşitli sebeplerle terör estiriyor, sürekli gergin, huzursuz. Niye? Çünkü kendisini gerçekleştiremiyor, onu doğrulayan bu değil, olmak istediği bu değil. Çok yazık. O kadar çok ki bu gibi insanlar, bu toplumun bütünsel verimliliğini ve mutluluğunu da etkileyen negatif bir etken. Sevdiğiniz işi yapmanın bir yolunu bulun, sadece kazanç odaklı düşünmeyin…

Aslında daha da uzar ama artık ben yoruldum, bu kadarı yetsin. Değerli okurlarım; bunlar çoğunuzun en azından ismen tanıdığı, zaman zaman TV programlarında rastgeldiği ya da belki bir-iki kitabından haberdar olduğu değerli bir psikoloji uzmanının, Prof. Dr. Sn. Üstün Dökmen'in bugün 2. İzmir İstihdam Zirvesi'nde yaptığı ''Nereye Gideceğini Bilmek'' başlıklı konuşmasından  bölümlerdi, naçizane naklettim. Üstün Hoca salonu her zamanki gibi tıklım tıklım doldurdu ve kendine özgü üslûbu ile kâh güldürüp kâh irkilterek meslek seçiminden girdi, ilişkilerden çıktı, zihinlerde tozu dumana kattı:) Zirvenin sonudaki ödül töreninde, ben sahne önünde otururken arkamdan bana ''hocam'' diye seslenen kişinin o olduğunu anlamadım baştan, dönüp bakınca gördüm ki Üstün Hoca, sağOLsun övdü beni ve TRT kurumunu, hoş sözlerle tebrik etti. Komik olan, birbirimize mütemadiyen ''hocam, hocam'' şeklinde seslenmemizdi, o bana, ben ona:)

Netice olarak; İŞ-KUR evsahipliğinde Kültürpark'da 19-20 Aralık tarihlerinde gerçekleştirilen 2. İzmir İstihdam Zirvesi ve Fuarı, sevgili Üstün Dökmen hocanın bu konuşması ile sona erdi. Ben de iki günümü sabahtan akşama orada geçirdim ve her zamanki gibi hem işimi yaptım, hem de çok şey öğrendim. Emek veren, destekleyen, katılan herkese teşekkür ederim efendim, dilerim Allah herkese benim kadar severek, isteyerek ve kararlı bir şekilde seçeceği, daima şevkle, aşkla ve başarıyla yapabileceği bir iş, bir meslek nasip etsin, şükürler OLsun…





16 Aralık 2013 Pazartesi

OLabilerek...

Dünyanın neresinde, hangi coğrafyada olunduğunun önemi yok, kedi her yerde kedidir ve aynı şekilde sevilir. Bu sevgiye alınacak cevap da genellikle değişmez, zira sevginin dili evrenseldir…

Uzakdoğu'da, altınlarla süslü görkemli mabetlerin etrafında ya da yoksul kenar mahallelerden birinde, bir çöp bidonunun içinde… Gene farketmez  kedi için, o hep dilimize doladığımız ve başarmaya çabaladığımız ''AN''da OLma konusunu çoktan halletmiştir bu canlı türü, dolayısıyla zarfla değil mazrûfla alâkalıdır. Sadece içinde bulunduğu ANdan bakar akışa, yargılama, erteleme, endişe, plân-program gibi dünyevi saçmalıkları ardında bırakmış OLarak, sadece kendisi OLarak, OLabilerek… 

Dünyanın neresinde, hangi coğrafyada olunduğunun önemi yok, kedi kedidir ve hep aynı şekilde bakar muhteşem bir âhenk içinde dönüp duran kâinata. Çoğu defa bizim yapamadığımızı yapabilerek hem de, OLduğu gibi ve sadece OLabilerek...

4 Aralık 2013 Çarşamba

''Doğu''nun ''uzak'' olanından ''afiyet OLsun''lu yazı...

 
 
 
 





Efendim; olay yeri inceleme ekibimiz Gülsün/Halûk çifti, artık seyahât rotalarının çapını iyice genişlettiklerinden kafamızdaki ''uzak'' kavramını da sorgulatıyorlar bize zaman zaman… İçinde çok abuk-sabuk ve kabûlü mümkün olmayan bir malzeme olmadığı takdirde, gittikleri coğrafyanın yerel yemeklerini tatma konusunda da hiç bir çekince yaşamadılar şimdiye dek. Bangkok ve Singapur'da da yerel mutfaklara dalmayı, tuhaf görünüşlü ama genellikle çok lezzetli yemekleri kaşıklamayı ve benim için bu yemeklerin fotoğraflarını çekmeyi ihmâl etmediler, onlara her zaman olduğu gibi tüm kalbimle teşekkür ediyorum. ''Bütün bu yiyecekler arasından senin tercihin ne olurdu?'' diye sorulacak olsa, ''dumpling'' denen ve hamuru tül kadar ince olan, ayrıca suya atılıp kaynatılarak değil ahşap sepetlerde buharla pişirilen özel mantıların sebzeli olanlarına öncelik verirdim zannediyorum. Herhalde bol bol sebzeli ''noodle'' da yerdim. Fotoraflarda da gördüğünüz gibi, bu incecik erişteler çorbalar da dahil, hemen her şeyin içine ekleniyor uzak doğu mutfağında. Ayrıca ülkemizde rastlanmayan, çok farklı türlerdeki tropik meyvelerle de doldurabilirdim karnımı, evet.  İşin ''hayvan''lı kısmına bir vejetaryen olarak dalmayı seçmem, orasını siz kendiniz araştırın, bana ne? Bildiğim, uçan-kaçan ne varsa hepsinden yemek yapabildikleri, o kadar!..

Ne diyelim? Ekibimiz kalkıp gidiyor teeee oralara, ''yediğiniz-içtiğiniz sizin olsun, gördüklerinizi anlatın hele'' demiyor, yeme-içme kısmına da bilhassa burnumuzu sokuyoruz işte böyle:) Afiyet OLsun herkese...


25 Kasım 2013 Pazartesi

Benim sadık yarim kara topraktır...

Film neyse ne de, dizi izleyicisi olmak emek isteyen bir konu hakikaten, devamlılığı var çünkü, birkaç sezona yayılabiliyor. Daha uzun soluklu bir izleyicilik gerektirdiğinden, sizi baştan kavramayan, hikâyesine katmayan bir diziyi sonuna kadar izleyebilmenin mümkün olmadığını yarım bıraktığım dizilerden biliyorum. Meselâ; ''Leyla ile Mecnun'', bir heves başladım ama baktım ki izlemek adına zorluyorum kendimi, akmıyor, yürümüyor ilişkimiz, bir yerde bir tıkanıklık var, 3.bölümden sonra izlemeyi bıraktım. Mümkündür, başkalarının çok beğenerek müdavimi olduğu bir dizi sizi kavramaz, ısınamazsınız, dokular uyuşmaz. Hâlbûki ''İşler-Güçler''de tam tersi olmuştu, onu da ekranda eş zamanlı izlemedim, sonradan başladım ama öyle bir tutkunu oldum, o diziden o kadar zevk aldım ki, sona ereli epey olmasına rağmen hâlâ ara ara dönüp eski bölümleri izlediğim oluyor, tamamen bir uyumlanma meselesi bu bence…
''Six Feet Under'' aslında eski bir dizi. 2001-2005 yılları arasında televizyon ekranlarında olmuş. Ülkemizde de  CNBC-e'de yayınlanmış. Ben ailemize bir nevi sinema danışmanlığı yapan sevgili Oğuz Aksoy'un tamamen bana özel tavsiyesi üzerine (Handan eminim bu diziyi çok sevecektir, ona çok hitap eder) internette bulup geçen sene izlemeye başlamıştım. Oğuz gene çok haklıydı, daha ilk bölümüyle beni hikâyenin içine başarıyla alan ve her bölümünü ayrı bir hayranlıkla izlediğim bu diziyi değil yarıda bırakmak, dün gece geç saatlerde son bölümünü izlerken artık bitiyor olmasına hayli üzüldüm:( Dizi karakterleriyle organik bir bağ kurmuştuk sanki, şimdi onlar olmadan hayatım biraz eksik mi olacak ne, öyle gibi…
Dizide elbette bizim kültürümüze pek uymayan, o yılların Amerikan toplumunun çürük-çarık taraflarını işaret eden detaylar var, ne bileyim, işte ailenin çocuklarının arada marijuana kullanması, eşcinsel ilişkiler, bazen orantısızlaşan seks ya da şiddet vs. ama, dizi aslında muazzam bir psikolojik çalışma, insan ruhunun aydınlık ve karanlık ne kadar tarafı varsa onları didik didik etme, adetâ hallaç pamuğu gibi atma, sınırları, kalıpları darmadağın etme gibi işleri büyük bir başarıyla yapabiliyor. Üstelik bütün bunları yaparken çıkış noktası da hayat değil, tam tersinden başlıyor işe, ölümle… Evet, Six Feet Under'ın her bölümü farklı bir insanın ölümüyle başlıyor ve olayların akışı bunun üzerine kurgulanıp oturtuluyor. Gerçekten çok ilginç ve etkileyici, öyle-böyle değil yani.
Oyuncular da, tıpkı senaristler gibi son derece başarılı. Peter Krause, daha sonra Dexter'ın yıldızı ve de kanser olacak olan Michael C.Hall, Frances Conroy, Lauren Ambrose, bilhassa hayranı olduğum Freddy Rodriguez, Mathew St.Patrick ve Rachel Griffiths ana rolleri paylaşıyorlar. Michael C.Hall ailenin eşcinsel oğlu David rolünde tek kelimeyle harikalar yaratıyor. Sonradan evleneceği zenci sevgilisi Keith'le olan inişli-çıkışlı ama aşkın hiç kaybedilmediği ilişki, bu aşkı paylaşanların iki erkek olduğunu zaman zaman unutturuyor izleyene, o kadar güçlü, o kadar sahici. Bu arada; David'i oynayan Michael C.Hall ile sevgilisi Keith'i canlandıran Mathew St.Patrick'in çekimler boyunca milyon kere öpüştüğünü ve birçok kez yatağa girdiğini düşünürsek, bu iki oyuncunun işinin diğerlerinden hayli zor olduğunu anlamak çok da güç sayılmaz sanırım. İkisi de olağanüstüydü, hakikaten…

Yapımcılığını Alan Ball'un üstlendiği ''Six Feet Under'', hâlâ gelmiş-geçmiş en iyi Amerikan dizilerinden biri olarak görülüyor ve Golden Globe'dan Emmy'ye kadar birçok TV ödülünü de kucaklamış. 5 sezonda toplam 63 bölümle izleyiciye hitap etmiş, dizinin web sayfasına göz atmak isteyenleri buradan alalım lûtfen, buyrun…

Dizinin ufak-tefek ama çok başarılı Latin cenaze onarıcısı Federico Diaz'ı canlandıran Freddy Rodriguez'e bilhassa bayıldığımı tekrar ifade etmek isterim:) Zaman zaman köy kurnazı, bazen hınzır, haşarı, öyle çok tahsilli-mahsilli değil lâkin yetenekli, gelenekçi, dindar ama aslında çok duygusal ve iyi yürekli bir adamı canlandırıyor Rodriguez dizide, özellikle iki oğlunun anası Vanessa'yla ilişkisi, onu aldatması ve sallanan evlilikleri sürecindeki tutumları izlenmeye değer. Çok sevdim…

Bu genç adam ise dizinin belkemiği gibi bir şey, ailenin büyük oğlu Nathaniel Fisher JR. rolünde çok göz kamaştırıcı bir Peter Krause izliyorsunuz. İnsan olmanın neredeyse bütün iyi ve kötü taraflarıyla yüzleştiriyor seyirciyi Nate karakteri. Sonunda da hem ailesine, hem de ekran başındaki izleyiciye en sağlam tokadı o vuruyor zaten çok ani ölümüyle, ansızın kopan bir tesbihin taneleri gibi oraya-buraya dağılıyor herkes, şoke oluyorsunuz! Nate'ın kimliğinde aşk, ihtiras, tutku, zaaflar, hasarlar, her türlü sorgulama, yüzleşme, acı, sert deneyimler, isyanlar, dağılıp sonra tekrar toplanmalar ve insan olmanın bütün gerçekleri dökülüyor önünüze, seç-beğen-al hesabı. Zannediyorum Krause'nin canlandırdığı bu karakter dizinin en sevileni aynı zamanda, herkes onun yaşadıklarında kolayca kendi hayatından kesitlere rastladığından olsa gerektir…

Dizinin en karmaşık ve hasarlı karakterlerinden Brenda ile Nate arasındaki ilişki başlıbaşına incelenmesi gereken bir olay, bu iki insanın çok fırtınalı aşkları sonunda evliliğe gidiyor olsa da, netice izleyeni hayretten koltuktan düşürecek kadar beklenenin dışında! Senaristler çok başarılı karakter tahlilleri yapıyor ve bu iki insanı zaman zaman ayırıp başka insanların hikâyelerine katsalar da, yollarını bir şekilde ve gene birleştiriyorlar ama?.. E hepsini de burada anlatmayayım şimdi canım, değil mi ya?..

Ve sadede gelirsek; ''şu an sevdiğiniz her kim ve ne varsa hepsi ölecek…'' ana düşüncesinden beslenen ve ölüm üzerine hayatlar kuran bir hikâye içinde, hepsi birbirinden çok farklı ama aslında çok da tanıdık insan karakterleri aracılığıyla yüzünüze tutulan bir aynaya bakıyorsunuz ''Six Feet Under''ı izlerken. Diyebilirim ki; her bölüm ayrı bir psikiatri seansı, her bölüm sizi bir kademe daha tekâmül ettiren bir spiritüel çalışma, her bölüm farklı bir ilişki ve aile terapisi, daha fazlası da söylenebilir ama uzatmak istemiyorum. Dizinin bölümleri internette halen mevcut, bu konulara meraklı olanlar biraz vakit ayırarak izleyebilir ve çok da fayda görürler, orası garanti. Bana çok şey ekledi, bilgime, fikrime, zihnime… Umarım her izleyecek için de öyle OLsun. Tekrar teşekkür ederim sevgili Oğuz Aksoy, şimdiye kadar tavsiye ettiğin hiçbir şey şaşmadı, sen bu işten çok iyi anlıyorsun, tebrikler+evliliğinde mutluluklar:) Ve unutmayın millet, bu dünyanın illüzyonuna sımsıkı tutunmak beyhûde, neticede hepimiz yerin birkaç metre altında, bildiğiniz kara toprağa bırakılacağız ve sonra herkes gidecek… Six Feet Under yani, arada bunu hatırlatın kendinize, e mi?:)

18 Kasım 2013 Pazartesi

Disiplin nedir ki?..

Disiplin nedir ki? İnandığına uygun bir dünyada var olmak için ısrarlı ve niyetli olmak değil mi? İnandığına uygun bir iç ve dış dünyayı yaratmak için var oluşla hizalanmak arzusu değil mi?. Disiplin nedir ki? O başıboşluğun, koyvermişliğin, umarsızlığın, duyarsızlığın tam zıddı değil mi?. O, varoluşa duyarlı olmak, evrensel ahengi gözetmek ve parçası olmak için niyetli olmak değil mi? O inandığınla yaşadığın arasındaki farkı zarafetle görmek ve bununla yüzleşmek için gereken dürüstlük değil mi? Disiplin nedir ki? O içimdeki özgürlük ve büyüme dürtüsüne sahip çıkma iradesi değil mi? O yetişkin bir insan olarak var oluşumun sorumluluğunu alma ve kendi yoluma gitme iradesi değil mi? Ve disiplin bu iradenin önünde kendimden başka kimsenin olmadığını anlayacak arı bir farkındalığa kavuşmak özlemi değil mi? Disiplin yetişkin ve olgun bir varlığa dönüşmek için, zıddını yaşamayı seçtiğimi anlamayı başaracak denli kendi haleti ruhiyemi fark etmek değil mi?.. Ve disiplin, içine doğduğum dünyanın bana sunduğu meydan okumalara cevap vermek, meydan okumayı kabul etmek iradesi değil mi? Disiplin bunlar değilse nedir?..

Hürriyet KALALI

Ve bu noktada değerli Hürriyet Kalalı hocadan ben devralırım sözü, insanın ''öz''ünü ortaya çıkarma yolundaki içsel yolculuğunun en önemli prensibidir belki de disiplin derim. Yani inanacaksın, inancın onun-bunun-şunun söylediklerine ve yorumlarına bağlı olmayacak, yüzleşeceksin, kıvırmadan, oran-buran oynamadan, kısaca egonun ağzına bir tane çakıp adam gibi olanından bahsediyorum, kendinin her ''hâl''ini bilecek, farkında OLacak ve deneyimleyeceksin. Başkalarından ve dış yargılardan bütünüyle sıyrılıp, en hakiki mürşidin olan  kendine çevireceksin pusulanı, kendine içinden bakacaksın daha evvel göremediklerini görmek için… Yol uzun, deneyimler bazen sert, çetin, olacak elbette, üzerinde yaşadığın planetin gerçekliği bu, kabûl etmeyi paşa paşa öğreneceksin. İşte sen bu disiplin içinde ''tek başına'', ''yalnız'' yürümeyi becerdiğinde, bunun niçin bu kadar önemli/değerli OLduğunu da zaten kendiliğinden anlayacaksın. Bilmem anlatabildim mi?..:)

7 Kasım 2013 Perşembe

Kehanetler-mehanetler :)

Bugün ilk kez bir ''internet televizyonu''nda canlı yayın konuğu oldum. Bu gezegendeki yol arkadaşlarımdan değerli ruh kardeşim Sevgi Alis Yıldırım'ın her hafta Perşembe günleri Ben TV'de sunduğu ''Alis'in Kehanetleri'' programında içimizden geldiği gibi söyleştik, saklanmadan, gizlenmeden, apaçık, OLduğumuz gibi, neysek o OLarak… Bizim için çok keyifliydi, umarım sizler de seversiniz:) Bütün kalbimle teşekkür ederim, hem emek verenlere, hem de zaman ayırıp izleyen ve içselleştirenlere…

Oraya buradan gidebilirsiniz...

28 Ekim 2013 Pazartesi

Askıda kalanlar...

Canımın eskisi kadar sık blog yazmak istemeyişini, eskisi gibi bir sorumluluk algısıyla sorun etmiyorum artık… Yazmak, tıpkı konuşmak gibi bana yaratıcım tarafından lûtfedilmiş bir yetenek ve ben bunu canım her istediğinde zaten yapabilirim, şu aralar canımın istemiyor olması bir problem değil yani. Başka bir bakış açısı ise şu; daha kısa şekilde zaten hergün yazıyorum ve gözlemlerimi, düşüncelerimi paylaşıyorum insanlarla, Twitter dünyanın en popüler ''mikro-blog''u ve ben onu kullanmayı seviyorum. Yani bunlar bütünüyle bana bağlı konular, istersem blogu toptan kaldırırım, bambaşka bir blog sayfası üzerinden yazmaya devam edebilirim ya da etmem, bütün eşyamı toplayıp tamamen Twitter'a geçerim ya da geçmem, referans kriterim tamamen ''canımın istemesi''

Aklımda olan birkaç şey varken hazır, onları yazayım da ne aklımdan uçsunlar, ne de askıda kalsınlar. Yazmak sabitlemenin bir yolu aynı zamanda, mâlûm, söz uçuyor çabucak…

* Mesleğimde bunca seneyi tamamlayıp emekliliğimi de doldurmuş olmama rağmen, halen işimi keyifle ve saygıyla yapabiliyor olmak cidden bir armağan, bunun farkındayım. Dün gerçekleştirdiğimiz Manisa programından evvel, kuliste giyinirken bunu yeniden hissettim, ben işini çok severek kendisi seçmiş ve halen o mesleğe devam eden şanslı bir insanım, bu harika bir şey hakikaten, şükürler OLsun…

* TRT'nin yetiştirdiği ses ve saz sanatçılarının eline su dökebilmek pek öyle kolay bir iş değildir. Bu sebepten; hiç lüzûmsuz tevazu olayına girmeden denebilir ki, Türkiye'de spikerin ve sanatçının en iyilerini daima TRT yetiştirmiştir. Konservatuarlardan mezun olan genç insanların ısrarla TRT'ye girmek istemeleri, bunun için defalarca sınavlara katılmaları tesadüf değildir. Dün sahnedeki arkadaşlarıma baktım da; hem ses, hem sazlardan işe aynı yıllarda başladığımız insanlar artık daha şişman, daha göbekli, daha beyaz saçlı, çok daha olgun ve hepsi mesleğinin doruk noktasında. Gencecik, çok taze hevesli insanlar olarak başladığımız mesleklerimizde büyüdük, yıllarla daha da ustalaştık ve lezzetlendik. Ölenlerimiz oldu, emekli olup gidenlerimiz, ama bunca yıl sonra hâlâ karşılaştığımızda sevgiyle sarılıyoruz birbirimize, bağlama üstadı sevgili Hulki Rıza İpek ''Sesini çok özlemişim ya Handan'cığım, ağzına sağlık…'' diyor programdan sonra, gümbür gümbür sesli Türk Halk Müziği sanatçısı can Osman Kalay, benimle aynı zamanda düşüp aynı yerden kırdığı sağ kolunu gösteriyor, ''bak, bileğim dönmüyor eskisi gibi, tabii yaşlandık da artık!'' diyor,  Mehmet Ali Çakar'la o uzuuuuuun gece programlarını hatırlayıp gülüşüyoruz falan… Onları hâlâ ben takdim ediyorum, onlar hâlâ çok güzel çalıp söylüyorlar. Ustalara saygı yani, bu konuda tevazu gerekmiyor…

* Manisa'nın Osmanlı İmparatorluğu zamanında o kadar önemsenmiş olması ve şehzade sancağı olarak onurlandırılması boşuna değil diye düşündüm dün, kocaman bir dağa sırtını yaslayıp eteklerini de ovaya sermiş, emniyetli, sağlam, güven duygusu veriyor insana. Yeşili bol maşallah, yolları düzenli, kent temiz, derli-toplu, eli-yüzü düzgün. Paçoz İzmir'den sonra insana gayet iyi geliyor doğrusu, ''valla yaşanır burada'' dedirtiyor insana. ''Ama orası küçük şehir tabii, bik bik bik…'' diye türlü bahaneyle konuya atlamasın kimse, terliği ağzının ortasına yer mazallah, ha bu konuda hassasum daaa!!!

* Türkülerimizin çoğu ''örtülü erotik'', böyle çaktırmadan erotik göndermeler saklanmış türkülerin içine:) Dün bizimkiler sahnede Manisa türkülerini çalıp söylerken ben de sahne arkasında keyifle dinledim her zamanki gibi, arada ''amaneyyy!'' dediğim kimi türküler oldu ne yalan söyleyeyim, sonra kendi kendime gülümsedim. ''Açıver açıver cepkenini, elmas gerdan görünsün…'' gibi meselâ, ya da ''Çok güzeller gandırdım bir oyalı yazmaylan…'' İnsanda ''Abi durun ya, napıyosunuz siz hele kurban olduğum, hani marjinal bizdik?!!''  hissi uyandıran bir dolu güzelim türkümüz var, böyle çaktırmadan, ince ince:) Hey gidi Anadolu'm benim…

* Sevgili Efsun Bingöl, bana göre bırak sesini-mesini, asıl çok başarılı bir oyuncu olan Yavuz Bingöl'ün kız kardeşidir ve benim teee en genç yüzümü boyamaktan başlayıp halen de boyayan TRT İzmir TV'nin makyözlerinden biridir. İddialı, koyu renkleri severdi Efsun, dün kuliste makyajımı yaparken bir taraftan da muhabbet ettik, neyse, sıra ruja geldi. ''Ya Efsun'' dedim, ''ışıklar ters geliyor bazen, açık renkler böyle sanki hiç yokmuş gibi görünüyor, bak ben şu ruju getirdim yanımda, iyice koyu renk, bunu sürelim, ha?..'' Ruju alıp açtı, baktı Efsun ve ''ı-ıhhh…'' dedi beni şaşırtarak, ''bu kıyafeti ve yüzünü boğar, çok koyu bu, olmaz, pembe ton kullanalım…'' Elindeki paletten pembe tonlarla bir karışım yaptı ve bir ressam edasıyla boyadı dudaklarımı, ''gene de beğenmezsen sileriz…'' deme inceliğiyle. Haklıydı, daha güzel oldu. Uzun yıllar bir arada çalışmanın getirdiği bir şeydir bu sanırım, adına da halk arasında ''tecrübe'' diyorlar:) Teşekkürler Efsun'cuğum…

Gibi gibi işte… Her geçen gün biraz daha büyütüyor bizi, donatıyor, bir şeyler ekliyor varlığımıza ve artık gerekmeyenleri de eksiltiyor. Bunun farkında OLmak da iyi tabii, gayet iyi, böylece insan kendini daha FAZLA, daha ÇOK hissediyor...

17 Ekim 2013 Perşembe

Sözün zehri...


"Evde kedi, köpek beslemekle hayvansever olunmaz. Hayvansever dediğin benim gibi koynunda yılan besleyecek..." Küçük İskender

-İki cümleye sığdırmış, yıkıp geçmiş, katlayıp kenara koymuş mu? Koymuş...

13 Ekim 2013 Pazar

''Ada'' masaldır...


''Ada'' masaldır... Sizi ''evvelzaman''dan  alıp bambaşka bir zamana götüren, orada misafir eden bir masal. Hem ayıran, hem de birleştirendir ''ada''; sizi karşı kıyıya götürecek tekneye bindiğinizde ''anakara''dan ve ona dair herşeyden ayrılırken, aynı zamanda çok eski bir denizle birleşirsiniz zira... O ''evvelzaman''larda, bu turkuaz suların hakimiyeti için büyük deniz savaşlarına şahitlik etmiş adada şimdi artık sükûnet vardır, mevsim kuşları ve böceklerinin sesine ötelerden birkaç balıkçı motorunun patpatı karışabilir belki sadece, o kadar. Ve sonra tekne iskeleye yanaşır ve ''Kalem Adası'' hikâyesine yeni masal kahramanları eklemek üzere sizi karşılar. Ayak bastığınızda oraya aitsinizdir artık, bizzat kendi masalınız başlar...
Masallardaki adalarda korsanlar olur, ıssızlığa düşmüş insanlar olur, dünyayı o adadan ibaret sanan vahşî yerliler olur ya hep; ''Kalem Adası''nda bir parçası olacağınız masal bunlar gibi değildir, çok farklıdır. Burada, eski taşlardan yapılma yollarda yürürken dalından düşmüş zeytin taneleri yuvarlanacaktır önünüzden. Ege'nin cümle ağacı, bitkisi, çiçeği selâmlayacak ve yol verecektir size. Dalların arasında saklanan kuşlar kendi lisanlarınca ''hoşgeldin'' diyecektir. Ve hangi tarafına gidersiniz gidin, neresinde durursanız durun, önünüzü o çok eski turkuaz deniz kesecektir, zaten ''ada'' en çok da bu değil midir?..
 ''Kalem Adası'' da her ada gibi sizi keşfe yöneltir, içinizdeki merakı kışkırtır. İster yürüyerek keşfedersiniz onu, ister toprağa oturup gözlerinizi kapatarak, ya da isterseniz suya katarsınız varlığınızı, onunla bir olursunuz, hiç farketmez. Daha evvel bilmediğiniz, tanımadığınız şeyler keşfedeceğiniz kesindir. Belki içinizdeki huzurlu odayı buluverirsiniz, belki nefesiniz her zamankinden daha çok ferahlatıp genişletir göğsünüzü, zihninizin bütün karmaşasını suya bırakır, denizin tuzunda yıkayıp tertemiz edersiniz yorgun düşüncelerinizi, sonra da ''ada''nın rûzgârına asıp kurutur, yeniden doğmuş gibi hafiflersiniz, belki ağrılarınız-sızılarınız bile terkeder sizi, belli mi olur?..
''Kalem Adası'' siz sorarsanız konuşur, anlatır çok eski hikâyesini. Siz sormazsanız o da yormaz sizi, sessizce izler üzerindeki serüveninizi. Kaçmak isteyeni alıp kaçırır, saklanmak isteyeni saklar bir köşesinde, susmak isteyene hürmet eder ve susturur tüm sesleri, anlatmak isteyeni dinler, şarkı söylemek isteyene ise tüm sesleriyle eşlik eder. Geceleri ışık isterseniz gökyüzündeki yıldızları tek tek yakar sizin için, karanlıksa arzunuz gümüş ayı bulutların ardına saklar. İsteyene rûzgârla karışık yağmur, isteyene ışıltılı güneş sunar. Zamanı, mevsimi ve hikâyeyi siz seçersiniz. Unutmayın, bu sizin masalınız, burada herşey sadece sizin için ve siz öyle istediğiniz için var...
 Buradan geldiğiniz gibi gitmeyeceğiniz kesindir. ''Anakara''ya dönmek üzere tekneye bindiğinizde artık hiçbirşey eskisi gibi değildir, ''ada''nın defterine kaydınız düşülmüştür bir kere, ne siz onu unutursunuz, ne de o sizi unutur artık, ''Kalem Adası'' hatıraları daima özenle saklar belleğinde, sizi tekrar gördüğünde hemen hatırlar. Bütün ezberlerinizi ardınızda bırakmışınızdır giderken, zira ''ada'' ezberleri bozar...

 ''Ada'' masaldır ve masallar siz ne kadar isterseniz o kadar uzar...

Ek ve de dip: Dikili'de, Bademli Köyü'nün hemen karşısında bulunan Kalem Adası'na, baba mirası bu adada hakikaten çok özenilmiş ve her detayı titizlikle tasarlanmış ''Oliviera Resort''u kuran-hayata katan-yaşatan sevgili Dartar ailesi fertlerine, tesisin çok alâkadar ve zarif personeline, adanın kuşlarına, çok eski zeytin ağaçlarına, börtü-böceğine, Ege denizinin adayı kucaklayan billûr sularına, içinden geçen gümüş sırtlı balıklara, kırmızı deniz yıldızlarına, yaldız kabuklu midyelerine, tam karşıdaki Midilli adasını seyrederek yudumladığım ada kahvelerine, gece yürüyüşlerimde saçlarımı sıyırıp geçerek benimle şakalaşan ada yarasalarına, ayaklarımın önünden teker-meker yuvarlanan zeytin tanelerine, muazzam bir ihtişamla doğan ve batan güneşe, ada rüzgârına, dört günlüğüne benim sevimli evim olan Begonvil dubleks odama, bilhassa sabah erken saatlerde eşsiz bir hazla yoga-meditasyon yaptığım ufak terasıma ve buraya dair herşeye teşekkür etmek isterim. Hayatımın en dinlendirici, en keyifli tatillerinden biriydi, gene geleceğim, tabii herkes gittikten sonra, her zamanki gibi:)

Kalem Adası'nda çektiğim diğer fotoğraflar için şuradan buyurabilirsiniz...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Şükür kavuşturana...



Bu kapıdan içeri kaç defa girdiğimi hatırlamıyorum, İstanbul'da yaşarken içim her daraldığında  Beşiktaş'a iner, Çırağan Caddesi'nden yukarı sapan o dik yokuşu tırmanır ve bu kapıdan içeri adım attığım an derhal ferahlar, hafiflerdim. Daha sonraları içimin daralmasını beklemeden, hemen her Cuma gider oldum, orada tek başıma, saatlerce hiç konuşmadan tefekküre daldığım çok olmuştur. Bu defa da havanın tersliğine hiç aldırmadan, yağmura pabuç bırakmadan ''ölmediğim takdirde muhakkak gideceğim'' demiş olduğum mekânın kapısında durup yeniden kavuşturana, kendime verdiğim sözü tutturana şükrettim. Hakikaten çok ama çok özlemiştim...
 
 


O'nun mübarek kapısı hiçkimseye kapalı olmamıştır şimdiye kadar, buna sadece farklı dinlerden olanlar değil, insan türünden olmayan ''öteki'' varlıklar da dahildir, bilenler bilir. Bu makamdan hiçbir varlık kovulmaz, geri çevrilmez, madem ki medet umup varmışlardır bu kapıya, içeri alınacak ve korunup kollanacaklardır. Bu yüzlerce yıldır böyledir. ''Beşiktaşlı Yahya Efendi'' makamının bahçesindeki bu manzaralar bilenleri hiç şaşırtmaz bu yüzden, hâttâ türbeden çıkanların kapı önünde pabuçlarını giyerken bacaklarına sürünen türbe kedilerini okşayıp sevmesi bir nevi adettendir:) Hayli geniş olan mezarlıkta dolaşırken, çok eski mezar taşları arasından sizi gözetleyen kediler ve köpekler görebilirsiniz, çoğu da insana ve ilgiye alışıktır zaten, bu mekânın sınırları içinde kimsenin onları incitmeyeceğini bilmenin verdiği güven ve huzurla, ziyaretçilerin düzenli olarak getirdikleri yiyecek ve bağışlarla yaşar gider bu canlar, bu dergâhın manevi iklimine sığınmış tertemiz saf ruhlar, günahsızlar...

 
O benim çok eskiden tanıdığım bir dost gibidir, ne vakit kapısını çalsam hep orada, aynı yerdedir ve ne beni, ne de kapısına varan başka hiçbir kimseyi geri çevirdiği görülmemiştir şimdiye dek... O'nun bulunduğu kubbenin altı benim için ''makam-ı mukaddes''tir, tüm varlığımla orada OLmayı, o huzur ikliminde diz çöküp oturmayı ve gözlerimi kapatıp O'nunla konuşmayı hep çok sevmişimdir. Gene buluştuk hamdOLsun, kavuşmanın heyecanı içinde içeri girerken beni oraya götüren arkadaşıma ''tam bir saat...'' demiştim, ''bir saat sonra gelip alabilirsin buradan beni''. Ben saat tutmadım, saate falan da bakmadım ama, kapıdan çıkıp iyice artan yağmurun altında beni bekleyen araca bindiğimde arkadaşım ''evet'' dedi, ''tam da söylediğin gibi, bir saat kaldın içeride...'' Bilemiyorum, ben orada zamanın dışındaymışım gibi hissediyorum kendimi, sanki orada zaman donuyor, ne çok hızlı, ne çok yavaş, başka bir ritm var o sınırlar içinde. Bazen uyuyorum, ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir uyku bu, sonra ansızın uyanıyorum falan, tuhaf yani, anlatması zor. Bildiğim; bu mekânın enerjisinin çok yüksek olduğudur, defalarca tecrübe ettiğim için söylüyorum, burada ibadet etmek insana bambaşka bir haz verir, bu mekânda vakit geçirmek hayatla ölümün ahenkli kardeşliğini öğretir, ruhu temizler, sakinleştirir, dik egoların başını eğdirip adam eder, frekansa girebileni ise tam mânâsıyla müptelâ eder, bir defa ziyaret etmek yetmez, artık her fırsatta hep gelmek, burada, bu sükûn ve huzur içinde bulunmak istersiniz. Kendimden biliyorum. Bu ziyaretimde yaşadığım çok özel bazı ''hâl''leri ise sadece en yakınımdakilere anlattım, bir de Allah biliyor, bu yeter zaten. ''Hâl ehli'' OLanlar bilsin, kâfidir...
İstanbul'a yolunuz düşerse eğer, hani vaktiniz de müsait olursa diyorum, Çırağan Caddesi  üzerinden Ortaköy istikametine giderken sol tarafta bulunan ''Yahya Efendi Sokağı''na giriniz, o hayli dik yokuşu yavaş yavaş, nefeslene nefeslene tırmanınız, çok geçmeden dergâhın kapısına varacaksınız. İstanbul denen o güzelim şehrin en müstesna manzaralarından biri önünüzde uzanırken siz bambaşka bir zaman boyutuna adım atmış olacaksınız zaten, gerisi artık sizin ruhunuza kalıyor, ben tam bir teslimiyet halini tavsiye ederim naçizane. Bırakın bu ''makam-ı mukaddes''in eşsiz enerjisi varlığınızı sarıp-sarmalasın, yıkayıp arıtsın, kâinatın muazzam dengesi ile hizalasın sizi. Yaradanın ''OL'' emrine tam bir teslimiyet içinde itaât ederek ANda ve orada OLmayı tecrübe edin hele bakalım, bir müddet evvel girdiğiniz o kapıdan çıkarken artık aynı kişi olmayacağınızı rahatlıkla söyleyebilirim size...

Ve netice itibarı ile; kalbimin en derinlerinden bir nefes gibi şu cümle yükseliyor şimdi semâya: ''Şükür kavuşturana, şükür o tanıdık aşk ile yeniden buluşturana...''