30 Haziran 2012 Cumartesi

Kabak tadı...

 
Kimisi çok sever, kimisi ise hiç... Ucuz, basit, iddiasız bir sebzedir, türlü çeşit yemeği yapılabilir, yoğurt ve dereotu ile genetik bir bağı olduğunu düşündürür bana, sarmısağı da kaldırır her halükârda... Giritlilerin favori sebzelerindendir ''kabak'', öyle ki çiçeğinden bile dolma yapılır bu kültürde. Rahmetli anneanneciğim ustası idi bu yemeğin, şimdi bayrak halen hayatta olan çok yaşlı teyzelerimizde. Kabağı pişirirken ocakta kalma süresine çok dikkat etmek gerekir, çabucak pişer çünkü, ateşte fazla kalırsa dağılır, helmeleşir. Zaten pek sevdiğim kabağın cırt cırt soyup attığım kabuklarından harika bir yemek yapıldığını bilmezdim, Sefarad Mutfağı ile tanışınca öğrendim. Son İstanbul seyahatimde tattığım ''kaşkarikas'' yani ''kabak kabuğu yemeği'' tam benlikti, zeytinyağlı, sarmısaklı, soğuk yenen, ekşi ve yeşil bir yemek... Bazı evlerde rendelenmiş domates de ekleniyormuş içine ama ben Şarhon ailesinin tarifine uyarak pişirmeyi seçtim ve domates koymadım. Sarmısağını bol tuttum, ekşisini ağız tadıma göre ayarladım. Geri kalanında tamamen tarife uydum, üzerine kafama göre dereotu/baharat falan eklemedim yani. Ayrıca; mutfağımda tuzun da, karabiberin de değirmenden çekilmişini severim ben, öyle önceden öğütülüp bekletilmiş olanlardan aynı tadı alamam, soyup kestiğim kabak kabukları üzerine de aynı şekilde, el değirmenden taze çektiğim deniz tuzu+karabiberi ekledim. Pişirip soğuttuğum bir tencere kaşkarikası kucaklayıp Gülsün&Halûk çiftinin evine doğru yollandım. O akşamki mönülerinde balık vardı, kaşkarikas balığın yanına da pek yakıştı ve hemen yendi bitti, sevildi, beğenildi. Artan soyulmuş kabaklardan dilediğiniz yemeği yapabilirsiniz, orası paşa gönlünüze kalmış, burada aslolan genellikle çöpe giden kabukları değerlendirmek... Tarifini verip çekileyim, isteyen denesin, istemeyen ''kabuktan yemek mi olurmuş yâhû, boşversene!..'' deyip geçsin:) Unutmayın, bu yemek israfın hiç sevilmediği bir kültürün üretimi, yokluk zamanlarından kalma. Lâkin; pek lezzetli, fazlasıyla düşük maliyetli, çabucak pişiyor ve bilhassa yazın serin serin, ekşi ekşi yemek insanın hoşuna gidiyor. Kabak hayatımızda hep OLsun dilerim, ben o ''öfff ya, bu da kabak tadı verdi yani!..'' diyenlerden değilim:)

(Benzer ve de çok leziz bir başka  kabak yemeği denemek isteyenler şuradan ''kabak sıyırma'' tarifine ulaşabilirler, gene aynı kaynaktan. Cafe Canelo'ya teşekkürle...)

Temmuz'un ne numarası varmış acep?..

 
Genç ve başarılı bir numeroloji uzmanı olan Esen Şekerkarar'la aynı hocanın öğrencileriyiz. Karşılamaya hazırlandığımız Temmuz ayının numerolojik yorumunu yapmış sevgili Esen, okumak isteyenler için istikamet burası, hayırlısı OLsun diyelim...

29 Haziran 2012 Cuma

İnce çizgi...

 
''Bazı kadınlar hem çok güzel, hem çok güçlü. Aynı suda, aynı minik kapta haftalarca taptaze ve dimdik duran ortancalar gibiler. Başını kolay eğmeyen, içine attığını içinde tutabilen, her şeye rağmen bir dolu şeyi en düzgün şekilde yapabilen, etrafındaki bencilleri affedebilen… Benim hayatımda böyle bir kadın var, ona gıpta ediyorum, ama onun gibi olmak da hiç istemiyorum. Ben (nasılsa o yapar...) rahatlığındaki benciller için bir piston, bir paravan, bir eşik olmak? Hayır, istemiyorum...'' 

Bir sosyal medya paylaşımı bu, sabah okudum ve üzerinde düşündüm. Gayet içten bir ifade, sevdim. Dişil enerjinin gücüne her zaman inanmışımdır, lâkin hiçbir zaman ''feminist'' olmadım. Bendeki sonu ''...ist''le biten  nitelemeleri sorguladım da,   ''aktivist'' ve ''spiritüalist''ten başka pek birşey bulamadım. O kadarım yani ve bana bu yeterli. Yukarıdaki ifadeye dönecek olursak; benim hayatımda da var böyle kadınlar, evet. Ne ki, yanlış anlaşıldıklarını düşünüyorum. Fiziksel acılara katlanabilme katsayısı da bir ölçü kabûl ediliyor ya bu konuda (bunu bizzat deneyimlediğim ten acılarından biliyorum), oysa meselenin aslı öyle değildir, hiç değildir. Dışarıdan hiç sallanmadan, her koşulda dimdik ayakta gibi görünen çoğu kadının, aslıda içindeki enkazı kaldırmakla uğraştığını, dışını sağlam tutsa da içine yıkıldığını çok gördüm. Her koşulda ve herşeye rağmen, öyle kaya gibi sert, dik, sağlam olabilmek pek gerçekçi ve de insanî gelmiyor bana ayrıca, bilemiyorum... Çözülmen, dağılman gereken bir yer, bir durum olursa öyle yaparsın, ayıp değil ki bu? Lâkin; hayatı omuzlayıp bir başına taşımaktan başka çaresi olmayan çoğu kadının  aslında ''zorunlu'' olarak oluşmuş bu  becerisinin ''ne yüklersek taşıyor lan bu, fazlası da buna koymaz yani, dozu arttırarak aynen devam o zaman!..'' mantığı içinde alenen kullanıldığını gayet iyi biliyorum. Bir piston, bir paravan, bir eşik, bir tornavida, bir kaldıraç, bir ağlama duvarı, bir duygusal çöp bidonu, bir cinsel aspirin, bir yedek oyuncu, bir yedek anahtar, bir... bir... bir... Arkasını getiremezsiniz yani, uzar gider. İnce bir denge çizgisi vardır burada da, o çizgi geçildiğinde ''ne lan bu, ben her yükü sırtına yükleyeceğiniz eşek miyim?Yeter artık!..'' demenizin faydası olmayacaktır. Hep yapageldiğinizi artık yapmıyor oluşunuz derhal yargılanacak ve suçlanacaksınız. Aslında mecburiyetten yapageldikleriniz sizin ''vazife''niz haline gelmiştir çoktan, o gömleği sırtınızdan kolay kolay çıkaramazsınız. İnsanın ''hoooop, o kadar da değil, hele bi durun bakalım orada!..'' diyeceği zamanı doğru tayin etmesi işte bu yüzden çok önemlidir. Ve gene bu yüzden; ben görünen gücü sorgularım her zaman, görünüşe aldanmam. O ''güç'' perdesinin ardındakidir asıl mühim olan. Ben ona bakarım... Aslına bakarsanız; cinsiyet de fazla önemli değildir bu konuda, hayatının sorumluluğunu kendisi taşıyamayan ve bu yüzden daima onu yükleyecek birilerini bulan kadınlar, erkekler yani ''insanlar'' vardır, herkesin hayatında olmuştur, olacaktır. Çok ortak bir gerçekliğimizdir bu, tanıdık gelir. Hani ''ince bir denge çizgisi'' demiştim ya, işte bütün mesele orada...

Ek ve de dip: Haftaya Çarşamba günü (04.07.2012), saat 13.30'da, değerli hocam Sami Şarhon ile birlikte Ege TV ekranında, sevgili Berna Ergin'in programında olacağız inşallah. Spiritüel konularda geniş geniş sohbet edeceğiz. Şimdiden duyurayım meraklısına...

Öyledir...

 
Ve bu dahî;  kişinin bizzat kendisi tarafından seçilmiş bir imtihandı aslında, kendisi farkında OLmasa da... Ve öyledir, öyledir...

Şaka...

 

Merhaba ,
iki gündür blog yazılarınızı okuyorum. İki gün çok uzun süre derseniz , deyiverin :)))) .
Blogları incelerken  linkten linke atlayarak size denk geldim .Yazılarınızı, yaptıklarınızı çok sevdim.
Aslında sizi çok önceden tanıyorum, çocukluğumuzdan... Ayvacık Ortaokulu'ndan .Kız kardeşim Aynur Akbıyık'ın sınıf arkadaşıydınız.Ben sizden bir sınıf öndeydim.
Sağlığınızın düzelmiş olmasına sevindim.Hastalığa nasıl bakarsanız öyle iyileşiyor.Kansere grip muamalesi yaparsanız kendini grip zannedip çabuk iyileşiyor.
Biz Filiz'in hastalığına gripmiş gibi davrandık .Kendini grip zannetti ve gitti.
Öğlen arası sizin blogu ve oradan Birlik Bilinci 'ni bir arkadaşıma önerdim ve iş yerime dönerken bir kamyonla karşılaştım  üstünde ''Demiralp Sucukları'' yazıyordu.
Rastlantının hoşluğuna gülümseyip , meleklerime ve evrene bir selam çaktım.
Sevgiyle ve sevgimle kalın.
Nuray Akbıyık Sönmezateş
Adana
........................................................................

Olur ya; bazen herkes biraz manevî dopinge ihtiyaç duyar. İşte tam da o sırada bir e-posta düşüverir posta kutusuna, açar okursun, yüzüne bir gülümseme yerleşir:) Daha ne denebilir ki? Teşekkürler sevgili Nuray, teşekkürler sevgili meleklerimiz, teşekkürler sevgili evren ve kutsal yaratıcımız:) Sucuklarla kişisel ve ailevî olarak hiçbir alâkam yoktur yalnız, onu da söyleyeyim. Lâkin; elbette bu kozmik şakayı sevdim:)

28 Haziran 2012 Perşembe

En eğlenceli korkunç şarkı:)



''Aşık cesetler şekerden tabutta'' ha? Alem bu gençler valla:)

Çalkalan ki...

 
Karmaşık enerjiler zamanı; ihtimâl suların adamakıllı bulanıp çalkalanmadan durulmayacağını yeniden farketme zamanı... Spiritüel pratikler elbette yol gösterici ve büyük yardımcı ama, bir de ''insan'' olma hakikati var ortada, hiçbirimiz melek değiliz neticede, bunu tekrar kabûl etmek gereken bir zaman. Bu yol öyle hiç engebesiz, yokuşsuz, dikensiz, dümdüz değil ki. Güzel güzel ilerlerken, bazen pat diye birşey oluyor, dağıtıyor seni...  Hocamdan destek aldım, burada olsa da, olmasa da yetişiyor hepimize sağolsun. Ardından bu yazı geldi, bir dost e-posta ile yollamış, düşündürdü, toparladı, iyi OLdu. Zannediyorum hepimiz şu sıralar kendimizi kozmik bir mikserin içinde çırpılıyormuşuz gibi hissediyoruz ve belki biraz da korkuyoruz bu durumdan... Ama değerli hocamın da söylediği gibi; ''seçtiğin yolda hiçbir engelle karşılaşmadan öyle kaymak gibi, pürüzsüz, dümdüz yol alabileceğini sanmak yanılgıdır, elbette çalkalanacaksın, takılıp tökezleyeceksin. Çalkalanıyorsun diye yargılama kendini, çalkalan, iyice altın üstüne gelsin, içinde biriktirdiklerin, vaktiyle bastırıp sindirdiklerin boşalsın, akıp gitsin, artık gerçekten izin ver buna. Bunu yaptın diye de kendini suçlama, senin lisanın kâfî gelmiyorsa anlatmaya, elbette karşındakinin lisanı ile konuşacaksın, sevsen de, sevmesen de, hoşlansan da, hoşlanmasan da bu durumdan, gereği bu... Çinceden başka lisan bilmeyen biri ile İspanyolca iletişim kuramazsın, unutma. Konuş o halde, hâttâ sadece konuşma, bağır, haykır, at içinde sana zarar veren, seni üzen, kıran-döken, inciten her ne varsa! İnsansın sen, her zaman ve her şekilde  mükemmel örnek olmak zorunda değilsin. Kendinden önce kimseyi koruyup kollamak, kimseyi gözetmek, kimsenin iyiliğini kendinden daha fazla ve öncelikle düşünmek zorunda değilsin. Herkes kendi hesabını kendi görecektir zaten. Herkes yüklendiği karmaları öder, ilâhî yasalar ne seni, ne beni, ne ötekini, hiçkimseyi ayırdetmez, tekâmül plânları daima tıkır tıkır işler.  Hâl böyle iken; kimin ne düşüneceğinden, seni neyle ve ne şekilde yargılayacağından, nasıl suçlayacağından artık sana ne? Senden daha önemli mi bu? Seni hiç alâkadar etmez. Kimseden ve hiçbirşeyden korkma, önemli olan sadece sensin, bulanacaksan bulan, çalkalanıyorsan çalkalan, çalkalan ki; arınıp durulabilesin...'' 


Aldım, kabûl ettim, teşekkür ettim ve öyledir...

25 Haziran 2012 Pazartesi

Mütemadiyen...

 
''Senin benimle alıp veremediğin şey ne biliyor musun? Nefesin!..''

Twitter, Facebook vs. gibi ''sosyal medya'' denen o kaotik ortamda genellikle birbirinin aynı, evvelce bin kere yazılmış, paylaşılmış, sıradanlaşmış, artık öğürtü hissi uyandıran kes-yapıştır kültürü bütün hızıyla devam ederken, aradan özelliği, güzelliği, derinliği ve özgünlüğüyle sıyrılıp inci gibi parıldayanları hayranlıkla takip ediyorum. Zaten derhal farkediliyor onlar, fotoğraf seçimlerinden ifadelerine kadar, kaliteleri ve sessiz görkemleriyle hemen ayrılıyor diğerlerinden... İşte bunlardan biri, sevgili Çiğdem Cin, harikasın, hakikaten. Sen yaz, ben okuyayım lûtfen, mütemadiyen... Şükranla, hayranlıkla. (Zaman zaman sayfamı süsleyeceğim sevgili Çiğdem'in paylaşımlarıyla, ışık daima onunla OLsun...)


Ek ve de dip: Hazır yeri gelmişken; yâhû bilhassa Facebook'da sağlam bir beş senedir dönüp durmakta olan hasta yatağındaki bebek fotoğrafı var ya, hani şu ''amansız hasta, her paylaşımda Facebook ailesine 35 kuruş ödüyor, paylaşmazsanız vicdanınıza tüküreyim!..'' falan tarzında söylemlerle habire ve halen yayınlanmakta olan? Biraz akıl-fikir sahibi olan anlar artık onun hikâye olduğunu, hiç mi büyümüyor bu gariban bebek arkadaşlar, senelerdir hep o hasta yatağında sizin sosyal medyada fotoğrafını  paylaşmanızı bekleyerek öylece ve çaresizce yatıyor mu? Kaldı ki; Facebook bu bebeğin ailesine paylaşım başına neden para ödesin, yoksa siz ''Bill Gates servetini dağıtıyormuş!..'' şeklinde bir aralar pek moda olan o mesaja da inanmış mıydınız? :) Bu bebek nerede, hangi ülkede, hangi şehirde, hangi hastanede, hastalığı nedir, hiçbir bilgi yok, sadece ''vicdanın varsa paylaş!'' öyle mi? Bu ucuz vicdan sömürülerini yemeyin Allah rızası için, ben bıktım görmekten, siz bıkmadınız göndermekten senelerdir! Lûtfen azıcık mantık, azıcık akıl-fikir... Mevlâna'dan, Can Yücel'den, Elif Şafak'dan, Nazım Hikmet'den  doz aşımı halindeyiz zaten, bir de bu ''üç kuruşa domates'' tarzı vicdan sömürülerine girmeyelim mümkünse! Hakikaten merak ediyorum; Mesnevî'yi kaç defa aldınız elinize, kütüphanenizde mevcut mudur acep, Elif Şafak'ın ''Aşk'' dışında da cümle kitaplarını yalayıp yuttunuz mu, Can Baba'nın, Nazım'ın dönem dönem değişen, başkalaşan bütün şiirlerini hatmettiniz mi? Gerçekte okumadığınız, özümsemediğiniz insanların ortalıkta dönen popüler  birkaç kelâmı ile bu yapıştırma kültür nereye kadar taşır ki sizi? Eğer bu paylaşımları yaptığınız oranda kitap okuruysanız, bu cümleleri kitaplardan bizzat siz seçiyorsanız hakikaten önünüzde hürmetle eğilirim... Ama değilseniz, kusura bakmayın, sıradan kalıyor.
Biraz özgün fikirler, biraz kişisel yaratımlar, biraz orijinal cümleler OLsun artık, Allah rızası için ya, lûtfen... Paylaşmanıza birşey dediğim yok ama, aynen alıp yayınlamakla kendiniz birşey yapmış olmuyorsunuz, o başkasının sözü, başka zihnin ürünü, altına iki satır  kendi fikrinizi falan da ekleyin bari, ekleyin ki sıradanlık bozulsun, paylaşım özgün olsun, deneyin bunu, içinizdeki potansiyele, sizin OLana da dokunun azıcık e mi?..

Hikâye...

 
''Birlik Bilinci'' felsefesinin kurucusu üstadımız Sri Bhagavan'ın kelâmı, namaste üstad...

Küçük...

 
Hayatlarımızda sevgimizle büyüteceğimiz küçük şeylerden hep OLsun, yeni haftamız bizlerin ve ait olduğumuz kutsal bütünün en yüksek hayrı ile dOLsun:) Mutlu haftalar küçük mavi gezegen...

24 Haziran 2012 Pazar

Öz ve göz...

 
''İnsanın özü neyse, gözü de onu görür...''
(Hakikatte olanla sizin görmeyi seçtiğiniz arasında ya ciddî bir fark varsa????..)

Önemli bir toplantıda cep telefonuyla bağıra bağıra konuşan bir kişi garibinize gidiyorsa, paradigmanızı değiştirmeden onu değerlendirdiğiniz için muhtemelen siz yanılıyorsunuzdur. Sebep sadece aymazlık/görgüsüzlük olmayabilir...

Örneğin; trende giderken, bir baba, 3 evladıyla oturup, sürekli ağlayan çocuklarına hiç susun demeden yolculuğa devam ettiğinde ; siz ona ne gamsız adam diyebilirsiniz. Ama sorsanız, belki de onlar hastaneden geliyorlardır ve bir saat önce çocukların anneleri ölmüştür, eve dönmektedirler.

Prof.Covey’in konuşmasını dinlemeye gelen annesi, arka sırada oturan 2 kişinin toplantı boyunca sürekli konuştuklarını görerek, çok öfkelenmiş ve oğlumu küçümsüyorlar diyerek çok üzülmüş. Yemek molasında oğluna, ''şunların kafasına çantamı indiresim geliyor!'', demiş. Bunun üzerine oğlu; “anne o adam Finlandiyalı, burada simultane tercüme yok, mecburen tercümanı yanına oturttuk” diye cevap vermiş..

Havaalanında aktarma yapmak isteyen yaşlı bir hanım, uçağının 2 saat gecikmeli olduğunu öğrenince, dergiler ve bir kutu kurabiye alarak bekleme salonuna geçmiş. Yanındaki sehpaya da dergileri ve kurabiye kutusunu bırakarak, okumaya dalmış. Bir ara bakmış ki, yanındaki koltuğu oturan bir adam, sehpadaki kurabiye paketini açıyor ve yemeye başlıyor. Kurabiyelerin kendisine ait olduğunu hissettirmek isteyen kadın, adama dik dik bakmış. Hatta canı o an istemediği halde, kutudan bir kurabiyeyi ağzına atmış. Her halde kurabiyelerin sahibinin kim olduğunu artık anlamıştır diye düşünürken, adam bir tane daha ağzına atmaz mı? Hemen kadın da bir tane daha atmış ve bir yarışma başlamış, adam bir tane, kadın bir tane. Sonuçta kutuda tek kurabiye kalmış, adam onu hızlıca kaparak ortadan bölmüş ve gülerek kadına ikram etmiş. O sırada, kadının uçağının alana indiği anonsu duyulmuş ve işlemler için kadın bankoya gitmiş. Pasaportunu çıkartmak için çantasını açtığında, ne görsün ; kendi kurabiye paketi, hiç açılmamış olarak çantasında durmuyor mu? Meğer, bunca zamandır adamın kurabiyesini yiyormuş. Tabii çok utanmış ama, artık iş işten çoktan geçmiş.

Başkalarının düşünce ve davranışları hakkında hüküm verirken, elimizdeki veriler çoğu zaman yeterli olmuyor. Davranışların nedenini bilmeden çok yanlış yargılara varabiliyoruz.

Covey bu örnekleri ; “aynı enformasyona farklı bakış, bizim davranışlarımızı belirler” diye özetliyor. Buradan yola çıkarak çözemediğimiz sorunlar için, paradigma (zihin haritası) değiştirmenin gereğini vurguluyor ve Einstein’in bir sözünü anımsatıyor:

''Karşılaştığınız sorunları, o sorunları yarattığınız düşünce düzleminde kalarak çözemezsiniz.''

Çoğumuzun zaman zaman yaptığı gibi, “sorunların içinde kaybolmak” yerine, paradigma değiştirmeyi başarıp, sorunlara farklı biçimde yaklaşabilenler, o sorunu aşma şansını da yakalıyorlar. Zaten sorunlarımızı dostlarımızla paylaşmamızın nedenlerinden biri de, farklı bir bakışın, bize farklı davranabilme kapısı aralama ihtimali değil midir?

ÇÖZÜMSÜZ gibi gördüğünüz sorunlar konusunda PARADİGMA
değiştirmenin önemi çok büyüktür. Aslında hayatımızı, başarımızı, mutluluğumuzu belirleyen bizim kendi davranışlarımızdır. Başımıza gelen herşeyle onlara verdiğimiz tepki ve yanıt arasında geniş bir hareket alanı vardır…

(Alıntı...)

Yangın vaaaar!..

 
Hepimiz için geçerli bu yangın şu sıralar, hem kendi varlığımızı, hem de başka varlıkları sudan uzak tutmayalım, susuz bırakmayalım. Susuzluğun ne demek olduğunu oruç harici zamanlarda da bilenlerden olalım...

Delilik? :)


Endişe genellikle zihnin illüzyonlarından kaynaklanır, o illüzyonlar da kişinin kendisine ait değildir aslında, etrafı tarafından oluşturulmuş kalıplardır. İhtimâller üzerinde gereksiz bir odaklanma da diyebiliriz buna, ne var ki iyi ihtimâller değil, daha ziyade kötü olanlar önceliklidir bu konuda. Anne-baba, eş, arkadaş vs. tarafından mütemadiyen enjekte edilen bu düşünce kalıpları zamanla yerleşir ve kişiyle bütünleşir. Özetle; endişe kişinin kendisine ait olmayan ama üzerine zorla giydirilmiş bir yanılsama gömleğidir ve pozitif enerjiyi çalar. Kişi kendine rağmen, bu bildik endişe kalıpları içine hapsolur ve içsel huzurunu kaybeder. Endişe beklentilerden beslenir (aramalıydı, aramadı, nerede olduğunu bilmeliyim, niye evde yok, nereye gideceğini bana niçin söylemedi, telefonu niye kapalı, ya başına birşey geldiyse,  yanında kim var acaba, niye gecikti, telefonu da açmıyor, yoksa, yoksa?.. vs.), beklentiniz olmazsa endişeniz de olmaz. Akışa bırakmanın huzuru içinde olursunuz. Akışa bırakmak da güvenmektir zaten, büyük sisteme, kutsal işleyişe güvenmek... Endişe ettiğinizde olumsuz sonuçları çağırırsınız ve endişeniz OLanı zaten değiştirmez. Bu karikatür bunu en kısa yoldan özetlemiş, çok sevdim:) Delilik?.. Kime göre, neye göre?..

Bu, bu... Nedir bu?..

 
 
 
Bir tür hamurlu kızartma gibi görünüyor ama, aslında hamursuz bu... Musevî cemaatinin en önemli dinî bayramlarından olan ''Hamursuz'' yani ''Pesah'' zamanında bilhassa yapılan birşey. Orijinal adı ''Bimuelos de Matsa'' ama kısaca ''bimuelos'' deniyor. Pudra şekerine batırılarak ya da bal-şerbet eşliğinde tatlı niyetine yenmesi adetten. Lâkin; ben şöyle güzel bir beyaz peynirle, yanında domatesle nefis bir kahvaltılık da olabileceğine kanâat getirdim, bir tanesini geleneğe uyarak pudra şekerli yedim ama gerisi domates-peynirle geldi, doğrusu her iki şekilde de pek lezzetliydi. Ne ki; ''bimuelos'' yapabilmek için öyle her yerde ve her zaman bulunması mümkün olmayan bir malzemeye ihtiyaç var. Tarifine bakarsanız anlayacaksınız. Bu malzemeden evde bir miktar vardı, İstanbul'da yaşadığım zamanlardan beri bilir ve severdim zaten (korkmayın canım, hamursuz ekmeği yiyebilmek için din değiştirmenize gerek yok, isteyen herkes yiyebilir) ama bu şekilde kullanıldığından habersizdim, öyle kuru kuru yerdim. Bu İstanbul ziyaretimde ''bimuelos'' yapmayı öğrenince, döner-dönmez hemen uygulamaya karar verdim. Kıvamını tutturma konusundan pek emin değildim ama, ilk kez deniyor olmama rağmen mükemmel oldu. Hâttâ konu-komşuya bile dağıttım, yiyen bayıldı:) Özel gözlü tavam yoktu, bu nedenle normal tavada, malzemeyi kepçeyle dikkatli bir şekilde dökerek pişirdim, netice gayet başarılıydı. Taze taze, sıcakken yenmesi tavsiye ediliyor ama, biraz beklemişi de hiç fena değil. Eğer bir şekilde ''matsa'' denen  bu özel  ''hamursuz ekmeği''nden  bulabilirseniz muhakkak deneyin derim, eminim tadını seveceksiniz. Bunun bildiğimiz ekmek gibi olmadığını, daha ziyade diyet bisküvilerine benzediğini de ekleyeyim. Gayet kuru ve kıtır birşey bu, mayasız olduğundan kabarık ve yumuşak olması da olanaksız zaten. İstanbul'da bulunuyordu, kutuyla alıp uzun müddet saklayabiliyordum ama başka yerleri bilemem. Bildiğim birşey varsa, kızartma düşkünü biri olmamama rağmen, bundan böyle hamursuz ekmeğini ''bimuelos'' laşmış halinden başka şekilde yemem:) Pek sevdim seni, mutfağıma hoşgeldin ''Bimuelos de Matsa''... 
Matsa aha da bu yukarıda gördüğünüz şeydir, yağsız-tuzsuz-mayasız, kraker gibi birşey yani. Unu da var, İstanbul'da bulunabiliyor. Yalın haliyle uygun bir diyet malzemesi olabilir tabii ama ''bimuelos''un öyle olduğu konusunda garanti veremem:) Aslında evde de yapılabilir icabında. Matsalarım tükenince deneyeyim hele bunu da...

23 Haziran 2012 Cumartesi

Gibi...


''Senin karşında başım eğik gibi görünüyor; aslında yerdeki onuruna ayağım takılmasın diye dikkat ediyorum...''
(Sevgili Harun Kolçak'ın bugünkü Twitter paylaşımlarından...)

Gerçekten uyandım...

Hızlı hızlı yürüyen Siddhartha, “Ne sağır, ne körmüşüm” diye geçirdi içinden. “Anlamını çıkarmak istediği bir yazıyı okuyan biri, işaretleri ve harfleri küçümsemez; yanılsama, rastlantı ve değersiz bir kabuk diye bakmayıp okur, inceler ve sever onları, her harf karşısında böyle davranır. Oysa dünya kitabını ve kendi varlığımın kitabını okumak isteyen ben ne yaptım, önceden varsaydığım bir anlam uğruna işaretleri ve harfleri hor gördüm, görüngüler dünyasına yanılsama dedim; kendi gözümü ve kendi dilimi nasılsa var olmuş değersiz nesneler saydım. Olamaz böyle şey, geride kaldı bu, artık uyandım, gerçekten uyandım ve ancak bugün açtım dünyaya gözlerimi.


Herman Hesse/Siddhartha (Z'amansız Sözler'e teşekkürle...)

22 Haziran 2012 Cuma

Yemek faslı:)


Değerli İzak S.Şarhon iştahsızlıktan yakınıyordu, bir zamanlar en severek yediği yemekleri bile şimdi yeme isteği olmadığından bahsetti. Gençliğinde evin mutfak alış-verişini kimseye bırakmayan ve balıktan peynire, sebzeden meyveye herşeyi titizlikle seçip alan, hâttâ bazen mutfağa girip bizzat pişiren bu çok eski İstanbul'lunun artık yemekle fazla ilgisi kalmamıştı. Aile bireylerinin ve fotoğrafların anlattığına bakılırsa; zaten hayatı boyunca hiç fazla kilolu olmamış, halihazırdaki formunu hep muhafaza etmişti. Torunlarının çocuklarını da kucağına alabilmiş ve üç neslin yetişmesine tanıklık etmiş bu değerli aile büyüğü belki yemekler konusunda fazla birşey hatırlamıyordu ama, benim elimde harika ve çok kapsamlı bir yemek kitabı var artık:) Yüzyıllardır özenle korunan ve aile mutfaklarında halen yaşatılan bu geleneksel yemek tarifleri arasından tadıp en çok sevdiklerimi buradan meraklısıyla paylaşacağım. Bekleyiniz...

(Değerli İzak S.Şarhon şu an 98.yaşının içinde ve değerli hocam Sn. Sami Şarhon'un da babası aynı zamanda... Kıymetli destekleri için kendilerine teşekkürü borç bilirim, benimle çok özel bilgileri, belgeleri ve hatıraları paylaştılar. Sağolsunlar.)

Bir nefes İstanbul...

 
 
 
 
İstanbul'daydım... Henüz döndüm. ''Kentlerin Kraliçesi''  FSM Köprüsü'ndeki bakım çalışmaları sebebiyle her zamankinden daha fecî bir trafik sorunuyla boğuşmaktaydı,  tabii bundan ben de payıma düşeni aldım ama ne de olsa İstanbul'da yaşadığım zamanlardan buna alışıktım, o yüzden fazla aldırmadım. Aslına bakarsanız, ben bu defa 98 senelik çok eski bir hikâyenin izini sürmek üzere oradaydım. Tarifleri yüzlerce yıldır nineden toruna aktarılan geleneksel yemeklerin pişirilmesine tanık olmak, onları tatmak, antika mobilyalara, pekçok hatıra eşyaya, kitaplara dokunmak, eski fotoğraflar ve belgeler arasında şimdiki zamandan kopmak ve İstanbul'da, çoook eski zamanlardan bu yana sürmekte olan bir kültürün en yaşlı mensuplarından biriyle geçmiş zamanları konuşmak trafik keşmekeşinden çok daha mühimdi benim için... Yukarıda gördüğünüz evlilik fotoğrafında, artık hayatta olmayan güzel gelinin yanında, elindeki silindir şapka ve eldivenleriyle poz veren genç damat, bir alttaki fotoğrafta benim yanımda oturuyordu ve bana anlatacak 98 senelik, çok renkli bir hikâyesi vardı. O heyecanla bana anlattı, ben de size anlatacağım:) Ama önce çekilen fotoğrafları, yemek tariflerini, belgeleri, bilgileri, müzikleri, şarkıları ve aldığım notları bir sıraya sokayım. Şimdilik ayağımdaki İstanbul tozuyla, konuya böyle bir başlangıç yapmış olayım...

18 Haziran 2012 Pazartesi

Sağlam soru, sağlam film...

 
Hâlâ izlemeyenler varsa aranızda;  doğrusu kayıp sayarım. Sağlam bir filmi kaçırmışsınız demektir. Bence bir bakın, inceleyin, belli mi olur, belki nihayet izlemeye karar verirsiniz. Bakacağınız yer aha da burasıdır. Ben söyler çekilirim... O kadar.

17 Haziran 2012 Pazar

Birkaç...

 
Birkaç şey tavsiye edeceğim sizlere, bizzat denenmiş, gayet faydalı neticeleri görülmüş şeylerdir bunlar. Dileyen okuyup uygulasın ki;  sonra bana mütemadiyen ''yaşınızı hiç göstermiyorsunuz, sırrı nedir, cildiniz bu yaşta nasıl böyle görünebiliyor, hangi bakım kremini kullanıyorsunuz, botoks mu var, kilonuzu nasıl muhafaza ediyorsunuz, Dukan diyeti mi, kanser geçirmiş biri olarak fazla iyi görünüyorsunuz, enerjinizi nasıl böyle yüksek tutabiliyorsunuz, vs.,vs.'' gibi magazinel sorular sorulmasın, tamam mı? :) 

- Sabahları kalkar kalkmaz diliniz-damağınız kurumuş halde hemen başucunuzdaki su bardağına yapışmayın sakın! Hiçbirşey yiyip içmeden ve dişlerinizi fırçalamadan önce evvelâ dilinizi temizlemelisiniz. Zira;  gece boyunca siz uyurken bedeniniz temizlik için çalışır ve birikmiş toksinleri dışarı atmanın yollarını arar. Toksinlerin biriktiği iki önemli kısım dilinizin üzeri ve ayak tabanlarınızdır. Dilinizin üzerindeki o paslı tabakayı sıyırmazsanız onları geri yutarsınız. Hintliler buna ''kendi pisliğini yemek'' derler ve uyanır uyanmaz, hiçbirşey yemeden+içmeden evvel dili temizlemeyi çok önemserler. Ayurveda kaidelerinden biridir. Dil temizliği yanında, uyandığınızda ayaklarınızı da yıkarsanız çok daha iyi olur... (Dil sıyırma gereçleri artık hemen heryerde bulunabiliyor, ilkten biraz mideniz bulanabilir çünkü iyice geriden başlamalısınız temizliğe ama zamanla alışılır, hâttâ vazgeçilmez olur. Bakın, aşağıdaki resimde Dr.Mehmet Öz nasıl kullanılacağını gösteriyor Oprah Winfrey'e ve cümle âleme ...)



- Sabahları uyandığınızda otomatik olarak tuvalete/banyoya gidiyorsunuzdur muhtemelen. Bırakın vücudunuz bütün dışarı atmak istediklerini atsın. İdrar, dışkı, tükürük, sümük, balgam, gaz vs., ne o, iğrenç mi geldi? Yoksa siz bunlarla hiç tanışmamış olan melek varlıklar mıydınız, pardon o halde, bunu normal insan olanlar yapsın, siz değil, tamam mı?:) Tuvalette oyalanın biraz, bağırsaklarınızı, mesanenizi bütünüyle boşaltmaya çalışın. Boğazınızı, burnunuzu, genzinizi iğrenç sesler çıkararak da olsa tam temizleyin:) Gargara yapın. Gazınız varsa salın, çıkartın. Rahatlayın yani, güne iyi ve dinamik başlamanın yolu budur. Vitrin mankeni değil, bildiğimiz  insansanız elbette...

- Dil, diş ve ağız temizliğinizi yaptıktan sonra aç midenize önce sıvı girsin. Kahve, çay ya da meyve suyu değil kasdettiğim. Vücut sıcaklığında hafif limonlu su olabilir meselâ, suya biraz bal veya sirke de eklenebilir. Bunların tadını sabah sabah çekilmez buluyorsanız, bir bardak su içinde iyice eritilmiş bir çay kaşığı saf deniz tuzu ya da pembe Himalaya tuzunu da deneyebilirsiniz. Vücudun elekrolit dengesini derhal sağlayacaktır. Kanınızın daha rahat akmasına da faydası olacaktır. Ancak bütün bunları, aç karnına almanız gereken devamlı kullandığınız ilaçları aldıktan sonra yapmalısınız, unutmayın...

- Sabahları peynirli, zeytinli, yumurtalı, reçelli, bol ekmekli komple kahvaltının faydasına inandırılarak yetiştik, evet ama aslında bir tabak meyve ile de mükemmel kahvaltı etmiş olursunuz. Ben çok tatlı, ballı olmayan karışık meyveleri tercih ediyorum meselâ. Kuru hurma hariçtir, üç tane iri kuru hurma, yanına da üç ceviz içi yerseniz gözünüz değil belki ama, bedeninizin her açıdan bayram edeceği kesindir. Hele deneyin bakalım... Yoğurt da güne başlamak için harika bir malzemedir, içine istediğiniz şeyleri ekleyeceğiniz bir çanak yoğurtla da gayet güzel kahvaltı edebilirsiniz.

- Kanser geçirmişseniz ya da genetik haritanızda kanser varsa, her gün düzenli olarak Sibirya Sedir Yağı için. Aynı şey kalp-damar, romatizma, kemik erimesi ve alzheimer hastalıkları için de geçerlidir. ''Nereden bulacağım ben Sibirya Sedir Yağı'nı kardeşim!..'' diyorsanız bana ulaşın, ben size en hakikisini bulurum, Sibirya'da tanıdıklarım var da lâf aramızda:)

- Tatilde içine bol miktarda klor basılmış saçma havuzlarda serinlemek yerine denize girin. Klor toksik maddedir, hücrelerinize nüfûz eder. Ozon teknolojisi ile temizlenen havuz bulursanız orası ayrı, ona girin. İçinde zerre mikrop, bakteri bulunmaz, çünkü bulunamaz. Ama klor öyle değildir, hem tam hijyen sağlamaz, hem de yavaş yavaş zehirler! Deniz suyunda başka hiçbir kaynaktan alamayacağınız zengin mineraller bulunur, birikmiş negatif enerjilerden en iyi arınma yöntemi de denize girmektir. ''Aman fönüm bozulmasın, saçım havalanmasın, ay burnuma su kaçmasın!..'' diye başını suya sokmayanlardansanız yazık:( Deniz suyu burnunuzu, genzinizi ve hâttâ gözlerinizi mükemmel temizler. Kafayı daldırın yani denize (eğer lâğım ya da kimyasal atık dökülen bir noktadan denize girmeyi seçmemişseniz elbette), suda gözlerinizi açın, bırakın burnunuza da biraz tuzlu su girsin, birşey olmaz, korkmayın. Gündelik hayatınız içinde çok daha fazla zararlı etkene marûz kalmaktasınız, kola içmekten daha fazla ziyan vermez size bu, alt tarafı biraz bolca tuzlu su, öldürmez sizi, merak etmeyin.

- Bilhassa şu çok sıcak günlerde o ağır, marka parfümlerinizi bir köşeye (meselâ buzdolabına) kaldırın ve lûtfen birkaç ay kadar orada unutun! Rebul ve Otacı harika kolonyalar çıkardı piyasaya, ''Satsuma Mandalini'' ve ''Yeşil Limon'' meselâ, kimsenin burnunun direğini kırmadan ferah-fezâ kokmanın en garantili ve hesaplı yolu. Üstelik çantanızdan çıkarıp millete ikram da edebilirsiniz, o pahalı parfümleriniz öyle mi ya? Mazallah, gramı bile dünya para! Rebul'ün ''Ice'' diye bir çeşidi var, onu da tavsiyeye şâyan bulurum ama Bodrum Mandalini daima benim favori yazlık kokum. Sık sık duş almak, ıslak mendille silinmek, kolları, bilek içlerini, koltukaltını, ayakları, enseyi ve kulak arkalarını yıkamak (bildiğiniz abdest yani) zaten  mâlûm yöntemler, değil mi efendim?..

- Son olarak da; kendinizi sevin, kendinizi şımartın, onurlandırın, övün, onaylayın. Besleyin varlığınızı, kutsayın, takdir edin. Başkalarından bunları beklemeniz beyhûdedir, kimse sizi sizin gibi sevemez. Yaradandan gayrı elbette... İçinizde ''iyilik-sağlık'' varsa, bunun dışınıza yansımaması imkânsızdır. Buradan hareketle; dıştan uygulanan nafile ıvır-zıvırlara boşverin, kendinizi içten temizleyip arıtın. Tamam mı canlar? Bizlerin ve ait OLduğumuz kutsal bütünün hayrına OLsun, ve öyledir. Öptüm hepinizi:)

Eminim...

 
Eminim bu ifade karşısında çok kişi ''yaaa, evet, hakikaten, ben de aynını yaşadım, bu nitelemeye tamamen katılıyorum...'' falan diyecektir. Oysa biz de kuvvetle muhtemel başka biri ya da birileri için o ''keşke tanıdığım gibi kalsaydı...''lardan biriyizdir:) Madalyonun bir diğer yüzü de vardır, mâlûm. Aynalık eden bir söz, tek taraflı değil yani, bu minvâlde sevdim...

Hedef...

 
:) Hedefi doğru belirlemek önemlidir...

Pirinç lâpası:)



Bir keşiş Zen ustasına şöyle seslenmiş:
- Daha manastıra yeni geldim. Bana evrenin sırlarını anlat ve lûtfen bildiğin herşeyi öğret...
Usta ona şu soruyu yöneltmiş:
- Bugün pirinç lâpanı yedin mi?
- Evet, yedim...
- O zaman sen ilk önce git ve tabağını yıka...

:) Cinsiyeti her ne olursa olsun, ''insan'' olanın kendine doğru yolculuğu evvelâ kişisel sorumluluklarını üstlenmekle başlıyor, zira başkalarının sırtından olabilecek iş değil bu. Bu adım atlandığında, eksik kaldığında, düğmeleri en baştan yanlış iliklenen gömleğe benziyor hayatlar, vaziyeti düzeltebilmek  için o ilk ve yanlış iliklenen düğmeye kadar açıp hepsini tekrar  iliklemek gerekiyor. Kısaca;  ''sorunluluk'' başka, ''sorumluluk'' başka şey canlar, yaradan herkese aradaki farkın farkında OLabilmeyi nasip eylesin. Hepimize mutlu haftalar:)

16 Haziran 2012 Cumartesi

İkisi...

 
 
 
Taraflarını besleyen, yükselten, tekâmül ettiren kadın-erkek ilişkisine örnek olarak hep onları gösteririm ben... Birlikte geçen bunca seneden sonra (16'yı devirdiler bildiğim kadarıyla),  o başlangıçtaki ''alevli aşk''ın artık başka birşeye dönüştüğünü başkalarına bırakmadan, evvelâ kendileri söylüyor zaten. Ama her neye dönüşmüşse başarılı bir dönüşüm olduğu kesin. Evli olmayı mutluluğun koşulsuz neticesi olarak görmediklerini de her zaman ifade eder bu ikisi, cesaretle, netlikle, dayatmalara aldırmadan... ''Biz böyle iyiyiz, bizi böyle kabûl edin''dir ikisinin de ortak ifadesi. Yakışıyor onlara; sahne ışıklarından, alkışlardan, notalardan beslenen ve durmadan boyut değiştiren, birbirlerini de zorlanmaksızın değiştiren farklı birşey aralarındaki... Hani insana ''aşk OLacaksa eğer, böylesi OLsun'' dedirten cinsten. Sertab gibi, Demir gibi... Seviyorum ben bu ikisini:)

Ateşin kızı...

Bu gece Alaçatı Festivali'nde, señora Concha Buika, ve muhteşemdir, orijinaldir o, her haliyle...

15 Haziran 2012 Cuma

Alaçatı, yeniden...


 ''Modern yeldeğirmenlerinin rüzgârlı ülkesi''ne doğru yola çıktık bu sabah, sandık-sepet-köpek, hepbirlikte, epey zaman sonra yeniden... Haliyle rüzgâr karşıladı bizi ama hiç rahatsız edici değildi doğrusu, İzmir'in sıcağından sonra iyi geldi. Önce Port Alaçatı'daki küçük evin kapısını-penceresini açtık, rüzgârı ve taze havayı içeri aldık. Sonra istikamet çok yakındaki Antmare Otel, burayı en son ziyaretimde henüz ortalıkta olmayan bu çok hoş mekânı gezip dolaştık, sonbaharda yapmayı plânladığımız spiritüalite kampı için detaylı görüşmeler yaptık ve oradaki dostlarımızla keyifli bir öğle yemeği yedik...

Gelmişken Ege denizi ile merhabalaşmak iyi olur dedik ve iş görüşmesinden günübirlik tatil havasına direkt geçiş yaptık:) Yani bu sene deniz sezonunu Alaçatı'da açtık...

Antmare; ne çok büyük, ne çok küçük denebilecek, tam orta karar bir konaklama tesisi. Benim de kamp için aradığım kesinlikle buydu zaten. Her detayı incelikle tasarlanmış, profesyonel bir estetik anlayışı ile sadelikteki güzellik yakalanmış hakikaten, burayı çok sevdim. Büyük bir ihtimâlle sonbahar kampımız burada olacak ve eminim çok da güzel olacak:)
 
Ben deniz sonrası ince elenmiş, altın parıltılı dere kumundan mamûl ufak kumsalda güneşlenirken, bu akşam başlayacak festivale konuk olacak sanatçılar, ekipler de otele gelmeye başlamıştı. Kısa süre için de onlar da bana katıldı, millet yol yorgunluğunu Ege denizinin sularında bıraktı. Yanımdaki ahşap şezlongda yatan Cem Adrian'dı. Bu gece Can Bonomo ve Luxus konseri var. Yarın gece ise festivalin ağır konuğu, güzel ve siyah İspanyol hatun Concha Buika Alaçatı'da bir konser verecek. Belli mi olur şimdiden, belki ben de orada olurum. Şimdi saçlarımdaki deniz tuzu, rüzgâr ve altın parıltılı kumla artık vedalaşmak üzere duşa doğru gidiyorum:) Bu güzel gün için teşekkürler Alaçatı, seni yeniden seviyorum...

Başımın üzerinde...

 
Evimin her köşesinde varsın ya, başımın üzerinde de yerin var her zaman... Işıklı sözlerini ve seni seviyorum Buddha, bunun için ille de Budist olmam gerekmediğini bilerek, Mevlâna'yı seven herkesin Mevlevî olmadığı gibi, değil mi?.. Dünya zamanının bu boyutundan bir kez daha sevgimle selâmlıyorum seni. Namaste...

14 Haziran 2012 Perşembe

Ruh ikizi:)

 
''Ruh ikizi'' olmadıkları kesin:)

Şşşşşt...

Aşka dair... (Şşşşt, ses etmeyin fazla, linki tıklayıp dinleyin bakalım, sesleri tanıyabilecek misiniz? Eski bir radyo programının kaydı bu, lâkin aradan geçen seneler onu eskitememiş olmalı ki; hâlâ dinleyicilerden muazzam ilgi görmekte. Lâf aramızda, benim de en çok sevdiklerimdendir. Eskiler sandığımı karıştırırken buldum ama işte hâlâ yepyeni, hâlâ dinlenesi... Kalbimin ayak izlerini saklayan ötelere ve bu ''aşk'' sesli adama bakî selâm+sevgi... )

Tamam mı?..

 
Şu günlerde kamuoyunun gündemini gereksizce meşgûl eden ''Gülben Ergen'in selülitleri''  konusuna artık bir nokta koyma zamanı geldi bana kalırsa... Kendisi 1972 doğumlu olmakla birlikte üç adet de çocuk doğurmuş vaziyette, artık genç kız değil, iç badem misali çıtır olması beklenemez yani. Evet, bir sahne insanı olabilir ama sahneye de bu mayoyla çıkmıyor herhalde!.. Fotoğraftaki kadın 1965 doğumlu,  meme kanseri geçirdiği için o kısımlar protez olup  her tarafı yamalı bohça gibi derin dikiş izleri ile dolu, ayrıca son birkaç senedir göbeği var ve görüldüğü üzere selülit bakımından da hiç eksik sayılmaz. İspanyolcası ''cellulite''dir bu meretin, fotoğrafın çekildiği yerle de bağlantısı vardır bu açıklamanın, tarih 2010, aylardan Mayıs... Aradan iki sene geçmiş, elbette bu mevcuda ''daha''ları eklenmiş. Ezcümle; bırakın kadıncağızın selülitleriyle uğraşmayı, zamana direnip eskimeden, pörsümeden kalmak hangi varlığın harcı? O kendini öyle seviyorsa mesele yoktur. Sevmiyorsa da gene onun problemidir zaten. Ayrıca herkes kendine baksın evvelâ, ben baktım da öyle konuştum meselâ:) Tamam mı canlar? Aferin, gracias... (Mevzu ile alâkalı mühim bir neşriyat için aha da buraya tıklayınız...)

13 Haziran 2012 Çarşamba

Sahibinin sesi...



Bu şarkıyı vaktiyle Levent Yüksel'den dinlemiştik ve hayli de sevmiştik. O zamanlar TRT FM'de çok istek alan, gün içinde defalarca çalınan bir şarkıydı. Meğer bu arkadaşın ve Alper Narman'ın ortak çalışmasıymış, bu defa sahibinin sesinden dinliyoruz. Klibi tartışmam, sadece klip kızı epey rahatlamış, içinde ne varsa boşaltmış atmış diyebilirim ama, yorum hiç de fena sayılmaz doğrusu. Sözlerini zaten severim, hepimiz dualite gereği hem bıçak, hem de yarayızdır çünkü, spiritüel mantık açısından da doğrudur bu. TRT FM'deki yayın partnerlerimden sevgili Murat Atıl'la İstanbul'da yaptığımız o çok keyifli yayınları hatırlattı bana, sevdim bu durumu:) 

12 Haziran 2012 Salı

Bir...

 
''Affetmenin ne olduğunu yalnız cesurlar bilir. Korkakların doğasında af diye birşey yoktur...''
Laurence Sterne/İngiliz yazar

Kelâm güzel, fotoğraf ise beni çok etkiledi. Bazen çoğunluğa çirkin görünen sûretler bile çok şey anlatabilir ve o klasik ''çirkinlik'' kalıbı ilahî  sevgi içinde mum gibi erir, tükenir. Öyle ''sevginin gücü'' üzerine beylik, kalıp lâflar falan edeceğim sanılmasın, onu internet ortamında mütemadiyen yapanlar var zaten, hâttâ artık iç bayıyorlar, internette doz aşımı durumu var bu konuda! Sadece bu fotoğrafa bakmak ve ''BİR''lik üzerine düşünmek yeter. Yoksa; sevgiyi sırf o bildik güzellik kavramının içine kilitleyip hapsetmeye? Hâşâ, gayrı kimin gücü yeter?..  

Gene...

 
''Acı, büyümenin bir parçasıdır. Ve unutmayın, bir şey canınızı yaktığında içinizdeki başka bir şey
bastırılmıştır. Acıdan kaçınmaktansa içine dalın. Bırakın canınız yansın! Tamamen acısın ki yara tamamen açılsın. Yara bir kere tamamıyla açılırsa iyileşmeye başlar. Acıyı hissettiğinizde ondan kaçarsanız, acı içinizde kalır ve tekrar tekrar karşınıza çıkar...''
OSHO, evet gene OSHO. Şu sıralar fena halde OSHO'm tuttu, habire karşıma çıkıyor bu ölü ve huysuz Hintlinin sözleri, sebebini düşünmüyorum, alıp kabûl ediyorum. İçimi çizip geçen bu fotoğrafla beraber, evet, işte gene OSHO...

11 Haziran 2012 Pazartesi

Yolcu...


''İnsan tekâmül basamaklarında gezinen ve yürüyen yolcunun adı...Her yolcunun ilerleme hızı ve notu farklı...İnsan tekâmülünde, kişisel gelişiminde farklı basamaklarda duran bir topluluk...Hesap günü var denir, din günüdür bunun adı...Hesap günün makamındır ve sorgulaman senin bulunduğun basamağındır...Ne kadar ilerlediğin ve ne olduğun ise kendine vereceğin bir hesaptır...Yargılama yok...Tanrı sana hesap sormaz...Tekâmülün acılarla ve mutlu anlarla cilâlıdır...Yürüdüğün yol senin, insan evrensel bir yolcu...'' diyen değerli Volkan Fikret kardeşime hürmet ile. İyi haftalar OLsun kâinatın içinde dönüp duran küçük mavi küre...

10 Haziran 2012 Pazar

Konu başlıklarına göre...

 
-Ezberbozan'ı artık evin içine aldık ya; orada yapılan çalışmaların mekânın genel enerjisine etkilerini de yakından gözlüyoruz elbette. Dün trafik hayli yoğundu meselâ; zira geçen Şubat ayından bu yana birlikte çalıştığımız büyük hocamız burada ve bir değil, birkaç farklı çalışma gerçekleşti Ezberbozan'da. Bu sabah atölye odasına girdiğimde hafifçe esen rüzgâr benim ''gül reçeli rengi'' dediğim ve pek sevdiğim perdeleri kıpırdatıyordu, havada dün yanan Hint tütsülerinin, mumların, yağ kandillerinin kokusu asılıydı, biraz elma-tarçın, fazlaca sedir ve en çok da huzur... Ellerimi birleştirerek selâmladım küçük ruh atölyemi, bana kattığı, eklediği herşey için teşekkür ettim ona, daima namaste:)

- Büyük hocamın evime/atölyeme armağan getirdiği çok özel tablonun yüksek enerjisi dolaşıyor mekânda, o kadar güzel ki gidip-gelip ona bakıyorum. Artık kutsal Serafim Melekleri'nin koruyucu enerjisi de bizimle:) Bunun için de sonsuz şükranlar elbette...

- Dün mekânımda eril ve dişil enerjilerin geçit resmi vardı sanki. Bir kalabalık ama, yormayan, hırpalamayan cinsten, sessiz, sakin ve derinden... İki çelik mavisi gözlü adamı ağırladık sözgelimi, biri sevgili yol arkadaşımın yakışıklı Alaska malamutu köpek oğlan Buck'tı, kader yoldaşlığı ettiği köpek kız Fadik'le eski günleri yâdettiler, birlikte ne güzeldiler:) Ve elbette biz, hepimiz, aynı büyük ''yol''un birbirinden farklı yolcuları yani, iyi ki varız, biliyoruz ki hayata ve sonrasına  lâzımız...

- Sevgili anneciğim de dün teferruatlı bir spiritüel enerji çalışmasını tecrübe etti, kendini enerjinin akışına teslim ederek ağrılarının şifalanmasına niyet etti, ilk kez hocamla birlikte çalıştım annem üzerinde, onun ve bütünün en yüksek hayrı için OLsun dedik ve öyledir. O yaşta ezberlerini bozmaya cesaret eden anacığıma da şükran:)

- Teee 2009 senesinin yaz ortasında, tepemi attıran bir hadise üzerine o zamanki evimin mutfak bankosu üzerinde, bir torbada duran birkaç kiraz domatesi alıp torbasıyla beraber duvara fırlatmış ve çıkıp gitmiştim. Bir zaman sonra, sakinleşip mutfağa döndüğümde torbayı yerden alıp açmış ve kiraz domatesleri bir tabağa yerleştirerek onlardan özür dilemiştim. Hâttâ bunun üzerine bir de yazı yazmıştım. Bu bütünüyle duvara fırlattığım domatesler ve benim aramda olan birşeydi ve çok da önemli değildi, lâkin bu yazıya birileri tarafından bırakılan yorumlar duruma kendi içinde tuhaf bir önem atfetti? Haa, bugün olsa o domatesleri alıp duvara fırlatmam elbette, öfkemi çıkış noktasında yakalayıp domateslere yansımadan bir şekilde içimden çıkarmanın yolunu bulabilirim zira aradan geçen zamanda bunu öğrendim. O çok kişisel bir deneyimdi, daha doğrusu ben öyle zannediyordum ama, şunu anladım ki yazar tamamen ''ol''anı ve ''ol''andan çıkardığı ''durum''u ifade eden bir yazı yazmış olsa bile, okuyan bunu bütünüyle kendi yaraları açısından yorumlayabiliyor/muş... Bütün bu üzerine alınmalar, savunmaya geçip saldırmalar, kendince dalga geçmeler, alay etmeler, hâttâ bazen daha da öteye geçip hakaret yağdırmalar falan, aslında o kadar da şaşılacak şeyler değilmiş. Ve bunca öğretiden sonra, bunun hakikatte gayet ciddî bir gösterge olduğunu da artık biliyorum elbette. Başka türlü insan ya da insanlar, böyle bir yazıyı okuyup ''hah işte, bunu bize kasıtla yazmış, tiz haddini bildirelim, ağzının payını+cevabını verelim de rahatlayalım!'' tavrı içinde olmaz, olamaz. Okur geçer, bir noktada takılıp kalmaz, yazıda bahsedilen fizikî ''ezikliği'' de öyle pat diye üzerine alınıp ağzı-dili olmayan sessiz domateslerin yerine derhal kendisini koymaz herhalde?.. Burada bir sendrom, derinde duran, üzeri örtülü bir yara vardır, bir eksiklik, bir tamamlanmamışlık ve beraberinde de korku tabii, bir nevî ''ham''lık yani, sınavda çalışmadığı yerden soru gelen öğrenci gibi. Öyle olmasa, tepem atıp bizzat duvara fırlattığım üç-beş domatesin hikâyesi üzerinden bu tarz tuhaf savunma mekanizmaları işletilmezdi, birlik-beraberlik-güç-kuvvet-kenetlenme vs. iyi güzel de, bütün bunlardan bana ne ki? ''bu konudada takibinizi sağlayan arkadaşlarıma gerekli bildirimde bulunuyor olucam. sewgiler sunmanızıda çok tercih etmiyorum ayrıca'' nasıl bir üslûptur, nasıl bir dildir, alfabedir, imlâdır Allah aşkına??? ''Takibinizi sağlayan arkadaşlarım'' ? Nasıl yani? Hööö?.. Tanımam-etmem ben bunları döşenen insanları, verdikleri isimler de umumiyetle sahtedir zaten, meselenin öte boyutları kendilerini ve algılama seviyelerini bağlar, beni değil. Ben öfkelendim, öfkemi de o sırada elimin altında duran bir torba domatese yükledim, bu gayet basit ve çok da ilkel bir insanî vaziyetti, o kadar:) Hoş, elimde daha buna benzemez nice örnek de mevcuttur, blog arşivimde saklar, arada bakıp gülümserim. ''Makyajsız halinle aynen cadıya benziyorsun, çirkin ördek!..'' diyenler mi ararsın, takma ve çakma isimlerle gûya kendine gizemler yükleyip hiç alâkasız bağlantılardan taaruza geçenler mi ? Aralarında medyum geçinen kimi zavallı meczuplar bile var, hani anlatsam inanmazsınız cinsinden:) Ne diyelim, hepsinin canı sağolsun, nasılsa ne yazarsam yazayım sadece anlayabildikleri kadarım, çatlasam da  öteye geçemem. Artık farkındayım ki; sen ne gaye ile yazarsan yaz, okuyanın bir kısmı bunu kendi yarasına, hassas düğmesine dokunma olarak algılayacak ve savunma mekanizmasını harekete geçirecek, tamamen üzerine alınıp (?) sana hiç alâkasız döşenecek, ilkten şaşıracaksın, anlam veremeyeceksin ama daha sonra bu göstergenin altını kitap gibi okuyabileceksin tabii, öyle ya da böyle bir fayda çıkacak yani bu durumdan, zaten mühim olan da bu değil mi? Bütün bu olan-bitene, bir kaşık suda yaratılan eziklik fırtınalarına da teşekkür o halde, domateslerle birlikte ve kesinlikle ''v'' harfi yerine ''w'' ile:)

- Şimdiden haber edeyim; sonbahar başlangıcında, çılgın tatilci kalabalık ortalıktan çekildiğinde yani, Ezberbozan Atölye ve eğitmenleri Alaçatı'da, çok hoş bir mekânda, özel bir spiritüel kampta katılımcılarla biraraya gelecek. Bu çalışma daha evvel Kazdağları için plânlanmıştı ancak o bölge biraz uçmuş vaziyette, mekânlardan aldığımız fiyatlara bakılırsa böyle bir çalışmayı o tarafta gerçekleştirmek hayli maliyetli, ulaşım şartları da cabası. Buradan hareketle; İzmir'e daha yakın, ulaşımı çok daha kolay ve maliyet açısından da çok daha müsait bir yere, Alaçatı'ya uyarladık projemizi. Çılgın kalabalıktan uzakta iç sesini dinlemeyi ve ruhu üzerinde çalışmayı, bunun yanında doğayla içiçe, denizle yanyana keyifli, dolu dolu bir üç gün geçirmeyi isteyen katılımcıları bilâhare kamp programı hakkında bilgilendireceğiz. Çalışmalarımız/görüşmelerimiz sürüyor, meraklısına duyurulur:)

- Ozon hikâyesi gene sona ve dona kaldı gibi ama; bu sadece ''şimdilik'' kaydıyladır. Atlamış değilim, anlatacağım:) Konuya giriş mahiyetinde şu linki vereyim ve işime-gücüme döneyim müsaadenizle, haydi iyi Pazarlar OLsun herkese:)


İnsan mükemmel doğmaz. O tamamlanmadan doğar. O bir süreç olarak doğar. O kutsal bir yolculuk olarak yolun üzerinde doğar. Onun kederi budur ve onun sonsuz mutluluğu da budur; kederlidir çünkü o dinlenemez, o ilerlemek zorundadır, o her zaman ileri gitmek zorundadır. O aramak ve araştırmak ve keşfetmek zorundadır; o bir şey olmak zorundadır çünkü onun varlığı sadece bir şey olma aracılığıyla yükselir... (OSHO)



5 Haziran 2012 Salı

O derece...

Hasan Sonsuz Çeliktaş imzasını taşıyan bu yazı var ya; ''son zamanlarda okuduğum en sağlam spiritüel omurgalı ilişki çözümlemesidir'' derken zerrece tereddüt ettirmez beni! ''Bravo arkadaşım, bravo genç meslekdaşım, düşünen zihnine, deneyimleyen varlığına, yazan ellerine sağlık OLsun'' der ve hürmetle kenara çekilirim yani. O derece...

3 Haziran 2012 Pazar

''Ozon''un gücü adına!..

                                       
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Plastik ve Rekonstrüktif Cerrahî Ana Bilim Dalı öğretim üyelerinden Prof. Dr. Sn. Mustafa Rıza Özbek ile seneler sonra yeniden ve bu defa kanlı+zorlu bir ameliyat sözkonusu olmadan, sağlıkla buluşmak güzeldi:) Kendisi Ankara'da, meme kanserinden sonra  beni yeniden yapılandıran doktorlarımdan biriydi, nice zaman sonra muayenesinden geçip ''herşey yolunda, kanser sonrası süreçte her anlamda doğru yoldasın, aferin sana'' değerlendirmesini duymak elbette daha da güzeldi, şükürler OLsun...
                                     
Bu defa konumuz ''ozon teknolojileri''ydi, çevre ve insan sağlığı adına çok önemli+değerli gelişmeleri konuştuk, tartıştık. Buna bilâhare değineceğim...
                                                     
En kısa zamanda eve bir ''ozon saunası'' alıp başköşeye yerleştirmeyi düşündüğümün resmidir zira bu ''ozon'' konusu hava, su ve aklınıza gelen hemen herşeyin tam dezenfeksiyonu adına son derece mühim olup, hepsinden öte dünyamızın ekolojik dengelerinin korunması yanında bana göre çevre ve insan sağlığı için geliştirilmiş en son teknolojilerden biridir. ''Ozon yağı'' mucizesiyle tanıştığıma da ayrıca memnun olduğumu belirtmem gerekir, hakikaten mükemmel bir icat. Başka sürprizler de çıktı bu çalışmadan ama, onları daha sonra anlatacağım. İlgi ve bilgilerime yenilerini ekleyen bu çalışmaya emek veren herkese ve sevgili doktoruma çok teşekkür ederim, kendim ve bütünün en yüksek hayrı için:)

1 Haziran 2012 Cuma

İfade...

 
Sevgili Anette Inselberg paylaşmış bunu sayfasında, bana göre insanın spiritüel serüvenini mükemmel ifade eden, kısacık ama özbeöz bir anlatım... Bir kırılma noktası var, orayı geçtiğinde kişi, başta kendisi olmak üzere etrafındaki herşey, bütün algıları, bütün gerçeklikleri çok hızlı bir şekilde değişiyor. Adetâ bir uykudan uyanıyorsun. Ve evet; artık bir daha asla eskisi gibi olamıyorsun...