28 Ekim 2013 Pazartesi

Askıda kalanlar...

Canımın eskisi kadar sık blog yazmak istemeyişini, eskisi gibi bir sorumluluk algısıyla sorun etmiyorum artık… Yazmak, tıpkı konuşmak gibi bana yaratıcım tarafından lûtfedilmiş bir yetenek ve ben bunu canım her istediğinde zaten yapabilirim, şu aralar canımın istemiyor olması bir problem değil yani. Başka bir bakış açısı ise şu; daha kısa şekilde zaten hergün yazıyorum ve gözlemlerimi, düşüncelerimi paylaşıyorum insanlarla, Twitter dünyanın en popüler ''mikro-blog''u ve ben onu kullanmayı seviyorum. Yani bunlar bütünüyle bana bağlı konular, istersem blogu toptan kaldırırım, bambaşka bir blog sayfası üzerinden yazmaya devam edebilirim ya da etmem, bütün eşyamı toplayıp tamamen Twitter'a geçerim ya da geçmem, referans kriterim tamamen ''canımın istemesi''

Aklımda olan birkaç şey varken hazır, onları yazayım da ne aklımdan uçsunlar, ne de askıda kalsınlar. Yazmak sabitlemenin bir yolu aynı zamanda, mâlûm, söz uçuyor çabucak…

* Mesleğimde bunca seneyi tamamlayıp emekliliğimi de doldurmuş olmama rağmen, halen işimi keyifle ve saygıyla yapabiliyor olmak cidden bir armağan, bunun farkındayım. Dün gerçekleştirdiğimiz Manisa programından evvel, kuliste giyinirken bunu yeniden hissettim, ben işini çok severek kendisi seçmiş ve halen o mesleğe devam eden şanslı bir insanım, bu harika bir şey hakikaten, şükürler OLsun…

* TRT'nin yetiştirdiği ses ve saz sanatçılarının eline su dökebilmek pek öyle kolay bir iş değildir. Bu sebepten; hiç lüzûmsuz tevazu olayına girmeden denebilir ki, Türkiye'de spikerin ve sanatçının en iyilerini daima TRT yetiştirmiştir. Konservatuarlardan mezun olan genç insanların ısrarla TRT'ye girmek istemeleri, bunun için defalarca sınavlara katılmaları tesadüf değildir. Dün sahnedeki arkadaşlarıma baktım da; hem ses, hem sazlardan işe aynı yıllarda başladığımız insanlar artık daha şişman, daha göbekli, daha beyaz saçlı, çok daha olgun ve hepsi mesleğinin doruk noktasında. Gencecik, çok taze hevesli insanlar olarak başladığımız mesleklerimizde büyüdük, yıllarla daha da ustalaştık ve lezzetlendik. Ölenlerimiz oldu, emekli olup gidenlerimiz, ama bunca yıl sonra hâlâ karşılaştığımızda sevgiyle sarılıyoruz birbirimize, bağlama üstadı sevgili Hulki Rıza İpek ''Sesini çok özlemişim ya Handan'cığım, ağzına sağlık…'' diyor programdan sonra, gümbür gümbür sesli Türk Halk Müziği sanatçısı can Osman Kalay, benimle aynı zamanda düşüp aynı yerden kırdığı sağ kolunu gösteriyor, ''bak, bileğim dönmüyor eskisi gibi, tabii yaşlandık da artık!'' diyor,  Mehmet Ali Çakar'la o uzuuuuuun gece programlarını hatırlayıp gülüşüyoruz falan… Onları hâlâ ben takdim ediyorum, onlar hâlâ çok güzel çalıp söylüyorlar. Ustalara saygı yani, bu konuda tevazu gerekmiyor…

* Manisa'nın Osmanlı İmparatorluğu zamanında o kadar önemsenmiş olması ve şehzade sancağı olarak onurlandırılması boşuna değil diye düşündüm dün, kocaman bir dağa sırtını yaslayıp eteklerini de ovaya sermiş, emniyetli, sağlam, güven duygusu veriyor insana. Yeşili bol maşallah, yolları düzenli, kent temiz, derli-toplu, eli-yüzü düzgün. Paçoz İzmir'den sonra insana gayet iyi geliyor doğrusu, ''valla yaşanır burada'' dedirtiyor insana. ''Ama orası küçük şehir tabii, bik bik bik…'' diye türlü bahaneyle konuya atlamasın kimse, terliği ağzının ortasına yer mazallah, ha bu konuda hassasum daaa!!!

* Türkülerimizin çoğu ''örtülü erotik'', böyle çaktırmadan erotik göndermeler saklanmış türkülerin içine:) Dün bizimkiler sahnede Manisa türkülerini çalıp söylerken ben de sahne arkasında keyifle dinledim her zamanki gibi, arada ''amaneyyy!'' dediğim kimi türküler oldu ne yalan söyleyeyim, sonra kendi kendime gülümsedim. ''Açıver açıver cepkenini, elmas gerdan görünsün…'' gibi meselâ, ya da ''Çok güzeller gandırdım bir oyalı yazmaylan…'' İnsanda ''Abi durun ya, napıyosunuz siz hele kurban olduğum, hani marjinal bizdik?!!''  hissi uyandıran bir dolu güzelim türkümüz var, böyle çaktırmadan, ince ince:) Hey gidi Anadolu'm benim…

* Sevgili Efsun Bingöl, bana göre bırak sesini-mesini, asıl çok başarılı bir oyuncu olan Yavuz Bingöl'ün kız kardeşidir ve benim teee en genç yüzümü boyamaktan başlayıp halen de boyayan TRT İzmir TV'nin makyözlerinden biridir. İddialı, koyu renkleri severdi Efsun, dün kuliste makyajımı yaparken bir taraftan da muhabbet ettik, neyse, sıra ruja geldi. ''Ya Efsun'' dedim, ''ışıklar ters geliyor bazen, açık renkler böyle sanki hiç yokmuş gibi görünüyor, bak ben şu ruju getirdim yanımda, iyice koyu renk, bunu sürelim, ha?..'' Ruju alıp açtı, baktı Efsun ve ''ı-ıhhh…'' dedi beni şaşırtarak, ''bu kıyafeti ve yüzünü boğar, çok koyu bu, olmaz, pembe ton kullanalım…'' Elindeki paletten pembe tonlarla bir karışım yaptı ve bir ressam edasıyla boyadı dudaklarımı, ''gene de beğenmezsen sileriz…'' deme inceliğiyle. Haklıydı, daha güzel oldu. Uzun yıllar bir arada çalışmanın getirdiği bir şeydir bu sanırım, adına da halk arasında ''tecrübe'' diyorlar:) Teşekkürler Efsun'cuğum…

Gibi gibi işte… Her geçen gün biraz daha büyütüyor bizi, donatıyor, bir şeyler ekliyor varlığımıza ve artık gerekmeyenleri de eksiltiyor. Bunun farkında OLmak da iyi tabii, gayet iyi, böylece insan kendini daha FAZLA, daha ÇOK hissediyor...

17 Ekim 2013 Perşembe

Sözün zehri...


"Evde kedi, köpek beslemekle hayvansever olunmaz. Hayvansever dediğin benim gibi koynunda yılan besleyecek..." Küçük İskender

-İki cümleye sığdırmış, yıkıp geçmiş, katlayıp kenara koymuş mu? Koymuş...

13 Ekim 2013 Pazar

''Ada'' masaldır...


''Ada'' masaldır... Sizi ''evvelzaman''dan  alıp bambaşka bir zamana götüren, orada misafir eden bir masal. Hem ayıran, hem de birleştirendir ''ada''; sizi karşı kıyıya götürecek tekneye bindiğinizde ''anakara''dan ve ona dair herşeyden ayrılırken, aynı zamanda çok eski bir denizle birleşirsiniz zira... O ''evvelzaman''larda, bu turkuaz suların hakimiyeti için büyük deniz savaşlarına şahitlik etmiş adada şimdi artık sükûnet vardır, mevsim kuşları ve böceklerinin sesine ötelerden birkaç balıkçı motorunun patpatı karışabilir belki sadece, o kadar. Ve sonra tekne iskeleye yanaşır ve ''Kalem Adası'' hikâyesine yeni masal kahramanları eklemek üzere sizi karşılar. Ayak bastığınızda oraya aitsinizdir artık, bizzat kendi masalınız başlar...
Masallardaki adalarda korsanlar olur, ıssızlığa düşmüş insanlar olur, dünyayı o adadan ibaret sanan vahşî yerliler olur ya hep; ''Kalem Adası''nda bir parçası olacağınız masal bunlar gibi değildir, çok farklıdır. Burada, eski taşlardan yapılma yollarda yürürken dalından düşmüş zeytin taneleri yuvarlanacaktır önünüzden. Ege'nin cümle ağacı, bitkisi, çiçeği selâmlayacak ve yol verecektir size. Dalların arasında saklanan kuşlar kendi lisanlarınca ''hoşgeldin'' diyecektir. Ve hangi tarafına gidersiniz gidin, neresinde durursanız durun, önünüzü o çok eski turkuaz deniz kesecektir, zaten ''ada'' en çok da bu değil midir?..
 ''Kalem Adası'' da her ada gibi sizi keşfe yöneltir, içinizdeki merakı kışkırtır. İster yürüyerek keşfedersiniz onu, ister toprağa oturup gözlerinizi kapatarak, ya da isterseniz suya katarsınız varlığınızı, onunla bir olursunuz, hiç farketmez. Daha evvel bilmediğiniz, tanımadığınız şeyler keşfedeceğiniz kesindir. Belki içinizdeki huzurlu odayı buluverirsiniz, belki nefesiniz her zamankinden daha çok ferahlatıp genişletir göğsünüzü, zihninizin bütün karmaşasını suya bırakır, denizin tuzunda yıkayıp tertemiz edersiniz yorgun düşüncelerinizi, sonra da ''ada''nın rûzgârına asıp kurutur, yeniden doğmuş gibi hafiflersiniz, belki ağrılarınız-sızılarınız bile terkeder sizi, belli mi olur?..
''Kalem Adası'' siz sorarsanız konuşur, anlatır çok eski hikâyesini. Siz sormazsanız o da yormaz sizi, sessizce izler üzerindeki serüveninizi. Kaçmak isteyeni alıp kaçırır, saklanmak isteyeni saklar bir köşesinde, susmak isteyene hürmet eder ve susturur tüm sesleri, anlatmak isteyeni dinler, şarkı söylemek isteyene ise tüm sesleriyle eşlik eder. Geceleri ışık isterseniz gökyüzündeki yıldızları tek tek yakar sizin için, karanlıksa arzunuz gümüş ayı bulutların ardına saklar. İsteyene rûzgârla karışık yağmur, isteyene ışıltılı güneş sunar. Zamanı, mevsimi ve hikâyeyi siz seçersiniz. Unutmayın, bu sizin masalınız, burada herşey sadece sizin için ve siz öyle istediğiniz için var...
 Buradan geldiğiniz gibi gitmeyeceğiniz kesindir. ''Anakara''ya dönmek üzere tekneye bindiğinizde artık hiçbirşey eskisi gibi değildir, ''ada''nın defterine kaydınız düşülmüştür bir kere, ne siz onu unutursunuz, ne de o sizi unutur artık, ''Kalem Adası'' hatıraları daima özenle saklar belleğinde, sizi tekrar gördüğünde hemen hatırlar. Bütün ezberlerinizi ardınızda bırakmışınızdır giderken, zira ''ada'' ezberleri bozar...

 ''Ada'' masaldır ve masallar siz ne kadar isterseniz o kadar uzar...

Ek ve de dip: Dikili'de, Bademli Köyü'nün hemen karşısında bulunan Kalem Adası'na, baba mirası bu adada hakikaten çok özenilmiş ve her detayı titizlikle tasarlanmış ''Oliviera Resort''u kuran-hayata katan-yaşatan sevgili Dartar ailesi fertlerine, tesisin çok alâkadar ve zarif personeline, adanın kuşlarına, çok eski zeytin ağaçlarına, börtü-böceğine, Ege denizinin adayı kucaklayan billûr sularına, içinden geçen gümüş sırtlı balıklara, kırmızı deniz yıldızlarına, yaldız kabuklu midyelerine, tam karşıdaki Midilli adasını seyrederek yudumladığım ada kahvelerine, gece yürüyüşlerimde saçlarımı sıyırıp geçerek benimle şakalaşan ada yarasalarına, ayaklarımın önünden teker-meker yuvarlanan zeytin tanelerine, muazzam bir ihtişamla doğan ve batan güneşe, ada rüzgârına, dört günlüğüne benim sevimli evim olan Begonvil dubleks odama, bilhassa sabah erken saatlerde eşsiz bir hazla yoga-meditasyon yaptığım ufak terasıma ve buraya dair herşeye teşekkür etmek isterim. Hayatımın en dinlendirici, en keyifli tatillerinden biriydi, gene geleceğim, tabii herkes gittikten sonra, her zamanki gibi:)

Kalem Adası'nda çektiğim diğer fotoğraflar için şuradan buyurabilirsiniz...

5 Ekim 2013 Cumartesi

Şükür kavuşturana...



Bu kapıdan içeri kaç defa girdiğimi hatırlamıyorum, İstanbul'da yaşarken içim her daraldığında  Beşiktaş'a iner, Çırağan Caddesi'nden yukarı sapan o dik yokuşu tırmanır ve bu kapıdan içeri adım attığım an derhal ferahlar, hafiflerdim. Daha sonraları içimin daralmasını beklemeden, hemen her Cuma gider oldum, orada tek başıma, saatlerce hiç konuşmadan tefekküre daldığım çok olmuştur. Bu defa da havanın tersliğine hiç aldırmadan, yağmura pabuç bırakmadan ''ölmediğim takdirde muhakkak gideceğim'' demiş olduğum mekânın kapısında durup yeniden kavuşturana, kendime verdiğim sözü tutturana şükrettim. Hakikaten çok ama çok özlemiştim...
 
 


O'nun mübarek kapısı hiçkimseye kapalı olmamıştır şimdiye kadar, buna sadece farklı dinlerden olanlar değil, insan türünden olmayan ''öteki'' varlıklar da dahildir, bilenler bilir. Bu makamdan hiçbir varlık kovulmaz, geri çevrilmez, madem ki medet umup varmışlardır bu kapıya, içeri alınacak ve korunup kollanacaklardır. Bu yüzlerce yıldır böyledir. ''Beşiktaşlı Yahya Efendi'' makamının bahçesindeki bu manzaralar bilenleri hiç şaşırtmaz bu yüzden, hâttâ türbeden çıkanların kapı önünde pabuçlarını giyerken bacaklarına sürünen türbe kedilerini okşayıp sevmesi bir nevi adettendir:) Hayli geniş olan mezarlıkta dolaşırken, çok eski mezar taşları arasından sizi gözetleyen kediler ve köpekler görebilirsiniz, çoğu da insana ve ilgiye alışıktır zaten, bu mekânın sınırları içinde kimsenin onları incitmeyeceğini bilmenin verdiği güven ve huzurla, ziyaretçilerin düzenli olarak getirdikleri yiyecek ve bağışlarla yaşar gider bu canlar, bu dergâhın manevi iklimine sığınmış tertemiz saf ruhlar, günahsızlar...

 
O benim çok eskiden tanıdığım bir dost gibidir, ne vakit kapısını çalsam hep orada, aynı yerdedir ve ne beni, ne de kapısına varan başka hiçbir kimseyi geri çevirdiği görülmemiştir şimdiye dek... O'nun bulunduğu kubbenin altı benim için ''makam-ı mukaddes''tir, tüm varlığımla orada OLmayı, o huzur ikliminde diz çöküp oturmayı ve gözlerimi kapatıp O'nunla konuşmayı hep çok sevmişimdir. Gene buluştuk hamdOLsun, kavuşmanın heyecanı içinde içeri girerken beni oraya götüren arkadaşıma ''tam bir saat...'' demiştim, ''bir saat sonra gelip alabilirsin buradan beni''. Ben saat tutmadım, saate falan da bakmadım ama, kapıdan çıkıp iyice artan yağmurun altında beni bekleyen araca bindiğimde arkadaşım ''evet'' dedi, ''tam da söylediğin gibi, bir saat kaldın içeride...'' Bilemiyorum, ben orada zamanın dışındaymışım gibi hissediyorum kendimi, sanki orada zaman donuyor, ne çok hızlı, ne çok yavaş, başka bir ritm var o sınırlar içinde. Bazen uyuyorum, ne kadar sürdüğünü bilmediğim bir uyku bu, sonra ansızın uyanıyorum falan, tuhaf yani, anlatması zor. Bildiğim; bu mekânın enerjisinin çok yüksek olduğudur, defalarca tecrübe ettiğim için söylüyorum, burada ibadet etmek insana bambaşka bir haz verir, bu mekânda vakit geçirmek hayatla ölümün ahenkli kardeşliğini öğretir, ruhu temizler, sakinleştirir, dik egoların başını eğdirip adam eder, frekansa girebileni ise tam mânâsıyla müptelâ eder, bir defa ziyaret etmek yetmez, artık her fırsatta hep gelmek, burada, bu sükûn ve huzur içinde bulunmak istersiniz. Kendimden biliyorum. Bu ziyaretimde yaşadığım çok özel bazı ''hâl''leri ise sadece en yakınımdakilere anlattım, bir de Allah biliyor, bu yeter zaten. ''Hâl ehli'' OLanlar bilsin, kâfidir...
İstanbul'a yolunuz düşerse eğer, hani vaktiniz de müsait olursa diyorum, Çırağan Caddesi  üzerinden Ortaköy istikametine giderken sol tarafta bulunan ''Yahya Efendi Sokağı''na giriniz, o hayli dik yokuşu yavaş yavaş, nefeslene nefeslene tırmanınız, çok geçmeden dergâhın kapısına varacaksınız. İstanbul denen o güzelim şehrin en müstesna manzaralarından biri önünüzde uzanırken siz bambaşka bir zaman boyutuna adım atmış olacaksınız zaten, gerisi artık sizin ruhunuza kalıyor, ben tam bir teslimiyet halini tavsiye ederim naçizane. Bırakın bu ''makam-ı mukaddes''in eşsiz enerjisi varlığınızı sarıp-sarmalasın, yıkayıp arıtsın, kâinatın muazzam dengesi ile hizalasın sizi. Yaradanın ''OL'' emrine tam bir teslimiyet içinde itaât ederek ANda ve orada OLmayı tecrübe edin hele bakalım, bir müddet evvel girdiğiniz o kapıdan çıkarken artık aynı kişi olmayacağınızı rahatlıkla söyleyebilirim size...

Ve netice itibarı ile; kalbimin en derinlerinden bir nefes gibi şu cümle yükseliyor şimdi semâya: ''Şükür kavuşturana, şükür o tanıdık aşk ile yeniden buluşturana...''