31 Mayıs 2010 Pazartesi

Zaten kötülük dediğin...


ŞEYTAN VE KADIN...



Kader örerken ağını kapkara; öyle ya, derin siyahın son noktasında saklanmıştı yüzün...


Rahmetine sığınan bendim de, sen kutsal bir metnin son harfiydin. Oysa ki; seni o satırların yazarı bilmiştim. Yaldızı dökülmüş tüm dualar senin ömrünü uzattı da, varlığında ben cehennemin teriydim...


Neydi adın senin bu kitapta; aşk mı, şeytan mı, kadın mı?..


Dokunma bana. Bütün derilerim kabarıyor.
Kanayamıyorum, yaralarımın merhemi yangınımın sönmez harıydı...


İn artık fildişi kulenden, bıktım kapısında dolanmaktan günahın!
Ben ki, seni ilahi sanmıştım; Havva değil, ısırdığım elmanın kendisiymişsin oysa...


Ve cezamı veren Allah gönderirken beni dünyaya; yalnız bir ruh üflemiş nefesime. Nefesime diyorum, nefsime zor geliyor hâlâ...


Kelebekler vadisinden ayaklanmıştı İkaros hatırlıyor musun? Balmumuyla yapışmıştı kanatları tenine; -ki o ten yanmamış mıydı aşkının ateşiyle? Bil artık, güneşe uçacak kanatlarım kalmadı...


Senin ayaklarına serdiğimi unuttum ey hat, merhametimi!
Artık, ışık huzmeleri kamaştırıyor göz bebeklerimi...
Anladım; aşkım sana değildi, aşkım güneşe değildi, aşkım yanmanın tam da kendisiydi!..


Zaten kötülük dediğin, iyiliğin fazlası değil miydi?..

..............................................................

( Editörüm Rasih Yılmaz'ın son yazısını paylaşırım, bütünü neyse ne de, son cümleye şapka çıkartırım. Bazen iyiliğin ölçüsüzü farkında olmaksızın kötülüğe çevirir ya herşeyi, hani kimselere anlatamazsın özdeki niyetini... Sen fazla kaçmış ve elinden düşüp tuzla buz olmuş iyiliğinin cam kırıklarını süpürürken yerden, artık kötülük gülümsemektedir  iyiliğin boş bıraktığı o çerçeveden... Bu da düzyazı sûretinde bir şiirdir aslında, şairin şiirden kaçmasının imkânsızlığına vurgudur belki de... İspanya yazılarının devamında buluşmak üzere iyi haftalar herkese.../Ayrıca; yazıların yorum bölümüne gayet mânasız bir ısrarla ve halen bırakılmakta olan ''ADSIZ'' yorumları yayınlamıyoruz efendim, bin kere söyledik, gene söyleyelim, boşa mesai harcamasın hakiki ismini açık edemeyenler, başka bloglarda dolaşıp hayâletlik etsinler yani, bilginize:)

26 Mayıs 2010 Çarşamba

Gracias faslı...

İspanya seyahatim müddetince hemen her fırsatta yanımda olan, ilgi alanıma giren bütün dükkanlara birlikte gittiğimiz, eğlenceli alış-verişler yaptığımız ve sevgili arkadaşım Baturhan Atabey'in deyimi ile ''kızsal mevzular''ı paylaştığımız, o İngilizcenin, ben ise İspanyolcanın kafasını-gözünü yara yara gayet de güzel anlaştığımız 50'sinin üzerindeki neşeli kız çocuğu canım Manuela'ya;

Geçtiğimiz Pazar  otomobilini ve tatil gününü bize tahsis ederek harika bir gün geçirmemizi sağlayan gönüllü rehberimiz, profesyonel dalgıç ve İzmir'li hemşehrim, nam-ı diğer ''Yosuncu'', sevgili Bülent Kükürtçü'ye;

Derin sohbetlere, bazen şen kahkahalara, bazen karşılıklı susmalara mekanlık eden, sabahları ayrı, geceleri ayrı güzelliğe bürünen, vaktimizin çoğunu geçirdiğimiz  bol çiçekli, mumlu, fenerli, küçük ama aslında tüm hayallerimizi  içine sığdıracak kadar büyük balkonumuza;

Veeeee; yaptığı nefis kahvelerle, seçip çaldığı müziklerle, su gibi İspanyolcasıyla, kendi tasarımı orijinal küfürleriyle, hiç eskimeyen ve eksilmeyen dostluğuyla bizi hem güldüren, hem düşündüren, arada tepesinin tasını da attırdığımız usta fotoğrafçı, sağlam okur, kendine özgü filozof, nam-ı diğer ''Hakancito'' ve asıl mesleğini yapmadığı için kendisi bu nitelemeyi  hiç kabul etmese de Dr.Hakan Gürsel'e bütün varlığımla teşekkür etmeyi borç bilirim. Bu kısa sürede hayatıma büyük anlamlar kattınız, iyi ki vardınız, iyi ki varsınız, hepinizi çok özleyeceğim veeee... Gerisini şimdi değil, sanırım bir zaman sonra söyleyeceğim. Hasta luego, muchas gracias amigos y amigas...

Volver/ Dönüş...

Yahu; bütün bir gün yolda geçer miymiş kardeşim, geçti!.. Karadan ve havadan katettiğim mesafeler hiç de öyle azımsanacak gibi değildi. Sabahtan başlayarak tren, metro, uçak, bir uçak daha, sonra otomobil derken,  Avrupa'nın bir ucundan öteki ucuna gecenin bir vakti hasarsız ulaşmayı başardım ya, bravo bana vallahi! Bu arada meteorolojik şartlar da onyüzmilyon kere değişti tabii; Pinto istasyonundaki sabah hayli serindi, Madrid'de genel sıcaklık arttı, ilk uçakta biraz üşüdüm, battaniyeye sarındım, ikinci uçakta yeniden sıcak bastı, İzmir'e indiğimde ise ürperip mont giydim falan yani. Aman ne bileyim işte, sonunda bu uzuuuuun yolculuğu hayırlısıyla tamamlayıp evimin kapısından içeri girdim ya, ben ona bakarım. Şimdi şişmiş ayaklarımı yükseğe kaldırıp, devrilir yatarım. Şöyle bir güzel uyuyup dinlendikten sonra neyin ne olduğunu daha iyi anlarım. Haliyle bir müddet bocalarım, kendimi halen İspanya'da zannederek uyanırım falan ama bir nevi bukalemunumdur ben, fazla sürmez, tekrar uyum sağlarım. Daha daha neler mi oldu, e bekleyin biraz efendim, dinleneyim hele, yol yorgunluğumu atayım, elbette  anlatacağım. Şimdi beni kesseniz olmaz yani, önce tüm devrelerimi kapatıp, kendimi fişten çekip uyuyacağım...

25 Mayıs 2010 Salı

Artık adios...

Zaman çabucak geçti. Bu en keyifli İspanya seyahatlerimden biriydi. İyi vakit geçireyim ve plânladığım herşeyi yapabileyim diye seferber olan bütün arkadaşlarımla birlikte, seyahatim boyunca gayet güzel giden havaya da tüm kalbimle teşekkür ederim:)

Blogda son düzenlemeleri  yaptım. Çekilen yüzlerce fotoğrafın tasnifini artık Türkiye'ye bıraktım. Alış-veriş faslına gelince; bu defa daha ziyade ev dekorasyonu ile alâkalı şeyler aldım. Biblolar, çerçeveler, tütsüler, mumlar, şamdanlar, heykelcikler vs. yerine yerleşti. Valiz(ler) toplandı, sabahki son hazırlıklardan sonra artık iş bismillah edip yola çıkmaya kaldı...

Pazar günü köyde çekilen bu fotoğrafı çok sevdim. Harika geçen günlerden sonra artık ayağım eşikte, fotoğraftaki gibi kapının ağzındayım. İnşallah sorunsuz geçecek bir seyahatten sonra, gece evimin kapısından girmek umudundayım. Önümdeki binlerce kilometre çok da umurumda değil, zira yollar dönüşe gitse de ben bir parçamla hep bu memlekette, İspanya'dayım...

24 Mayıs 2010 Pazartesi

Gelenekten geleceğe...

Chinchón köyünün ana meydanı, yani ''Plaza Mayor'' aynı zamanda boğa güreşlerinde arena olarak da kullanılıyormuş. Normal zamanlarda köy halkının alışveriş ve buluşma mekânı olan bu meydan yuvarlak formda, geniş dairenin kenar tabanındaki aralıklı delikler dikkatimi çekince sordum. Bu deliklere ahşap paneller yerleştiriliyor ve meydan bu şekilde kapatılarak arenaya dönüştürülüyormuş. Hani kafası iyice kızdırılmış boğalar halkın arasına dalıp milletin tozunu bir güzel silkelemesin diye! Bana göre gayet gereksiz bir tasarım tabii ama İspanyollar için bu mesele önemli, beni bağlamıyor, zira ben her zaman boğalardan yanayım. Bu vesile ile, sonu gelmeyen suallerimi sabırla cevaplayan gönüllü rehberimiz sevgili Bülent Kükürtçü'ye de şükranlarımı sunarım...

Abimiz köyün meşhur matadorlarındanmış vaktiyle, bu meydanda son güreştiği boğa tarafından şişlenerek  ''Matadorlar Cenneti''ne yollanmış. Kendisi  ölmüş yani ama köy halkı anısını öldürmek istememiş, adını ve hikâyesini duvara bu şekilde mühürlemiş. Eh be kardeşim, kendine başka bir meslek seçeydin ya, fırıncı, çiftçi, demirci, hasırcı falan olaydın güzelim köy yerinde, huzurlu, sakin, mutlu mesut yaşlanaydın, torun-torba sahibi olaydın! Hızlı yaşayıp genç ölmüşün, cesedin yakışıklı mıydı bari?!! Yazık olmamış mı yani şimdi genç ömrüne? Tövbe tövbe!..

                                          

Chinchón köyünün unlu mamûlleri de gayet meşhurmuş, taze sütle yaptıkları kurabiyeler, çörekler ve köy ekmekleri kapış kapış gidiyor. Fırınların sade ve mütevazı vitrinleri hoşuma gitti. Az şekerli, limonlu, yumuşacık taze çörekler de doğrusu hiç fena değildi...

Aha da bu makineyi hayatımda ilk defa gördüm, bizdeki AVM'lerin bir türevi olan Xanadu'nun girişindeydi. ''Taze çiçek otomatı'' imiş bu efendim, özel soğutma sistemi olan bu aletin içinde buket halde taze çiçekler bulunuyor, paran kadar konuşuyorsun, deliğe euroları atıyorsun, seçtiğin çiçek buketi pat diye geliyor, üzerinde su damlaları bile mevcut, taptaze halde. Fiyatlar da ülkem çiçekçilerindeki fiyat ortalamasının yarısı kadar, şaştım kaldım! 18 tane gonca gülden oluşan koca buket 18 euroya satılıyor, tanesi 1 eurodan İspanyol gülü yani, vay anasını sayın seyirciler! Bizde bu otomatın yerini cadde girişlerinde, hastane önlerinde konuşlanan Roman vatandaşlar tutuyor ya, onlardan en sıkı pazarlıkla bile bu fiyata ve bu görünüşte çiçek almanız imkânsızdır hocam!Özellikle sevgilisiyle buluşmaya gelenlerin derhal ve de ucuz yollu imdadına yetişen bu otomatı takdirle selâmladım, iyi fikir, hoş uygulama, değil mi yani efendim?..

Çan-çin-çon...

Başlık Çince çağrışımlı ama aslında alâkası yok; zira bu Pazar gününü İspanya'nın Şirince'si denebilecek tarihî Chinchón köyünde geçirdik. Benim bulunduğum yer ''La Posada'' denilen etnoğrafya müzesinin bahçesi oluyor, daha doğrusu sonradan müzeye dönüştürülmüş çok eski bir köy evinin avlusundaki çamaşır yıkama yeri burası. İnsanın eline bir kalıp sabun alıp çitileye çitileye çamaşır yıkayası geliyor ama ne çare, yanda görülen üzeri örtülü kuyuda artık su bulunmuyor...

''La Posada''nın çooook eski kapılarından biri önündeyim. Dışarısı oldukça sıcak ama bu taş köy evinin avlusu ve içi gayet serin. Anıların derinliği ve serinliği midir bu, bilinmez...

Alın size İspanyol işi bir ''döven'', mantık aynı mantık zaten. Buğday tanelerini sapından ve kaba kabuğundan ayırmak için Anadolu'da da aynı şey kullanılırdı eskiden, öküzlerin çektiği bu dövenlere çocukluğumdan aşinayım, dolayısı ile ana geçim kaynağı tarım olan bu tarihî köyde ona rastladığım için fazla şaşırmadım. Chinchón'da halen geleneksel üsûllerle sebzecilik, zeytincilik ve tahıl üretimi yapılıyor. Ayrıca üzüm bağları ile meşhur olan bu köyde şarapçılık da yaygın bir gelir kaynağı. Tıpkı bizim Şirince'miz gibi. Sonradan bu gelenekselliği turizmde kullanmayı akıl etmişler ve şimdi dar sokaklar gezgin kaynıyor. Eski köy evleri ve geleneksel hayat şehir insanının ilgisini çekiyor...

Gün döndü-dolaştı, nihayet Madrid Xanadu alışveriş merkezinin ünlü Brezilya restoranı Chimarrão'daki akşam yemeğine ulaştı. Restoran özel üsûllerle pişirilen etleriyle tanınıyor, kömür ateşinde pişirilen etler dev ebatlardaki şişlerle servis ediliyor. Benim payıma ise bu çok zengin mönüden her zamanki gibi pilav, salata, siyah soslu fasulye, patates kızartması ve bildiğiniz sade su düşüyor. Hiç de şikayetçi değilim halimden, arkadaşlarım kolesterol şokuna girmek üzereyken ben gayet hafif kalkıyorum yemekten:) Özetle; her halükârda ''yaşasın vejetaryenlik'' diyorum ve  Madrid'den herkese iyi haftalar diliyorum...

22 Mayıs 2010 Cumartesi

Çelişkinin İspanyolcası...

Kahveyi çok severler, günün hemen her saatinde içerler. Boğa ise onları tanımlayan semboldür zaten... Hadi kahveyi tutkuyla içmelerini anladık ama İspanyollarla aramdaki en eski ve büyük problem: ''Herşeye sembol ettikleri boğaları neden güreştirip, sonra da öldürürler?!!!..''

Arkadaşım Manuela ayaklı nazar boncuğu vitrini gibi maşallah, üzerinde ne ararsan var, bende bile bu kadar nazar boncuklu zımbırtı yok valla:) Fotoğraflamadan duramadım bu yüzden...

Sol bileğimdeki kırmızılı göz boncuğu burada hediye edildi ve tarafımdan çok sevildi, arkadaşlarıma teşekkür ediyorum yeniden... Bugün hava fecî sıcak olduğundan gölge mekânlarda, kapalı alanlarda olmayı seçtik. Zaten saat 14.00/17.00 arası İspanya'da ''siesta'' vakti, sokaklarda bir Allah'ın kulu görülmez, tüm dükkânlar kapalıdır. Hayat 17.00'den sonra başlar yani. Burada hava ancak saat 22.00 civarı karardığından ve akşam yemeği de o saatlerde yendiğinden, ayrıca bu memlekette insanlar neredeyse hiç çay içmediğinden şu sıralar gene kahvenin suyunu ocağa koyma vakti. Yani; İspanya için artık bilmemkaçıncı kahve saati...

Çiçek-böcek halleri...

Lâvanta çiçekleriyle İspanyolca konuşma mecburiyeti yok, onlar dünyanın her yerinde aynı dili konuşuyor ve aynı güzellikte kokuyor... Yollarda niyeyse lâvanta çiçeklerinden söz edip durduyduk, fazla sürmedi, bir bahçe dolusu harika lâvanta pat diye önümüze çıkıverdi:) Ne denebilir ki; bizim meşhur ''Çekim Yasası'' gene başarıyla işledi...

Böcekler için de aynı şey geçerli, lisan konusunda yani:) Bu aşık böcek çift muhteşemdi...

''Zil, şal ve gül...'' demiş ya şair, işte bunlar bahsettiği o kızıl güllerin ta kendisi...

Algıda seçicilik vaziyeti gereği; Peliroja'nın gözüne muhakkak çarpar başkalarının bakıp da göremediği bir kedi... Ve bu muhteşem Picasso kedisinin de lisan şartı yoktu tabii:) Ne dediğimi gayet iyi anladı da, bana kalırsa rahatını bozup yanıma gelmeyi pek istemedi. ''Aman tamam, çek işte oradan birkaç kare birşey, benim burada keyfim yerinde, şimdi kalkıp senin yanına falan gelemem güzelim, kusura bakma yani...'' dedi ve başını öte yana çevirdi:) E başka ne olacaktı tabii, İspanyol da olsa kedi heryerde kedi. Bu arada; Peliroja evdeki saf ruhlarını çok ama çok özledi...

21 Mayıs 2010 Cuma

Peliroja/Kızıl saçlı...

İspanyolların deyimi ile ''peliroja/kızıl saçlı'' kadın bugün pekçok yer gezip dolaştı. Otuz santigrad derecenin üzerine çıkan sıcaklıkta, gün boyunca  hiç saklanmayan güneşin altında belki biraz yandı...

''Sana Gül Bahçesi Vaad Etmedim''... Bu güzel kitabı hatırladı, gül bahçelerinde güzelim güller kokladı...

İspanya Kraliyet Ailesi'nin eski yazlık sarayının bahçesinde, havuz kıyılarında suyla oynadı, serinledi...

İsmini Rodrigo'nun ''Concerto de Aranjuez''inden hatırlayabileceğiniz Aranjuez beldesinden ayrılırken  yorgunluğu artık iyice belliydi. Uzun lâfın kısası efendim; ''peliroja'' için bugün böyle dopdolu ve güzel geçti. Yarın yeni fotoğraflar ve izlenimlerle buluşuncaya dek, şimdi dinlenme vakti...

Saludos desde España...

Madrid'in 20 km. güneyinden, İberia Yarımadası'nın tam ortasından herkese ''hola''... Burası Pinto isimli şirin bir belde, 43.000 nüfuslu, küçük, sakin, huzurlu bir yer. Bunlar da kaldığım yerin balkonundaki ıtırlar, sardunyalar, begonyalar, küpeler, yani tanıdık çiçekler...

Bugün hava güneşli, balkondaki pembe sardunyalar buna çok sevindi:) Ben ise neredeyse hiç uyumadan tamamladığım 24 saatin ardından deliksiz uyumuş ve dinlenmiş olarak uyanmanın yanında, gözümü güneşli+çiçekli, güzel bir sabaha açmış olmanın mutluluğundayım. Evet, işte gene en sevdiğim ülkede, İspanya'dayım...

Kahvemi yaptım, üzerimdeki bu gayet oriental kıyafetle balkona çıkıp önce çiçeklerle, sonra da küçük evinin kapı önünü süpürmekte olan yaşlı teyzeyle selâmlaştım. Burada kimsenin ''özel ve farklı'' görünmek gibi bir derdi yok, herkes nasılsa öyle, olduğu gibi, bulunduğu halde. Ben de bu vaziyeti çok seviyorum ve işte elimde sabah kahvem, harika bir İspanya sabahında, çiçekli bir balkonda varoluşumu kutluyorum:) Devamını daha sonra getirmek üzere, binlerce kilometre öteden ülkeme ve bulunduğum andan evrene sevgilerimi yolluyorum...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Bana müsaade...

Şu anda saat sabahın 06.20'si, güzel yurdumun büyük bölümü uykudayken ben İstanbul Atatürk Havalimanı'nda limonlu çayımı içiyorum ve saat 08.15'te İstanbul'dan İspanya'nın başkenti Madrid'e doğru havalanacak olan uçağımı bekliyorum... Yağmurla beraber indim İstanbul'a, şu anda dış hatlar terminalindeyim ve dışarıdaki hava durumunu bilemiyorum. Pasaport kontrolünden geçmiş olduğuma göre artık yurtdışına çıkmış sayılırım, eh artık  bir hafta sonra yeniden görüşmek üzere ülkemle vedalaşırım. Şimdi; bana müsaade Türkiye, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden... Birkaç saat sonra, gün öğleye dönmeden  İspanya'dayım:)

17 Mayıs 2010 Pazartesi

Kader diyemezsin...

Kendimi ne vakit daralmış hissetsem, yani bir başka deyişle evrenle aynı frekansta olma halinden çıktığımı farketsem hemen gökyüzüne bakarım. O zaman içimdeki o darlık duvarlarını çatır çatır yıkarak genişler, sonsuz ve mükemmel bir bütünün değerli parçası olduğumu yeniden hatırlar ve enerjimi dengelerim. Bu vesile ile gökyüzüne teşekkür ederim:)

Arka bahçede yakaladım bu ''mor ve ötesi'' ağacının güzelliğini... Morun ötesi gene gökyüzü, gene o ferah ve geniş mavi...

Evin iki oğlu, saf ruhlarımızdan Yağmur ve Oralet birkaç gündür yeni bir durum deneyimliyorlar. Bir saat gündüz, bir saat de gece olmak üzere, günde iki defa dışarı çıkıyorlar. Dışarıdaki dünyayı yeniden keşfediyor, gördükleri herşeye farklı bir heyecanla bakıyorlar...

Bu da Oralet'in bugünkü çarşı izninden bir enstantane:) Umarız biraz kilo vermesinde faydalı olur bu yeniden dışarıyı deneyimleme... Bana gelince; yol hazırlıklarındayım haliyle. Enerjimi her daim evrenle aynı dalga boyunda tutamıyor olsam da; yani arada kızıp köpürüyorsam da bazı şeylere, genel olarak dışarıdan bakıyorum cümle olan-bitene. Ve Aykut Oğut okuyup gülümsüyorum sık sık, hem kendi hallerime, hem de sevgili Aykut'un deyişiyle ''Evrenden Torpilim Var'' mantığını hayatına bir türlü geçiremeyip, durmadan şikayet edenlere. Tavsiye ederim bu kitabı, bulursanız okuyun. İnsan, Aykut'un yaşanmışlardan yola çıkarak ve başta kendisi ile dalga geçerek anlattığı felsefeyi düşündükçe rahmetli Bergen'in kahır dolu şarkısını mırıldanıyor habire: ''Kader diyemezsin, sen kendin ettin...'' Çoğu kişi şikayet ettiği o hayatı aslında kendi elleri ile inşa ediyor, bizzat yarattığı gerçeklik boyutunu sahici sanıyor ve suçu da kadere+kendinden başka herkese+herşeye yıkıp gûya rahatlıyor ya... İşte bu kadar basit ve net aslında bütün hikâye:)

Meraklısı için: Sevgili biraderimin yurtdışından sipariş ettiği ve yolunu gözlediğimiz albüm dün nihayet benim eve de geldi. Sanatçı Concha Buika, albümün ismi ise ''Niña de Fuego'' yani ''Ateşin Kızı''... Kulağımda bu İspanyol zenci kadının harika sesi ve muhteşem flamecolarıyla onun memleketine gidiyor olmak şimdi başka türlü sevindiriyor beni:)

14 Mayıs 2010 Cuma

Dut yedim duttu beni, duttu uyuttu beni...

  
Bu bir Tekirdağ-Malkara türküsüdür, Haşim Şekipışık'tan derlenmiştir. TRT İzmir Radyosu Türk Halk Müziği Müdürlüğü tarafından da notaya alınıp arşive eklenmiştir. Türkülerle dolu bir çalışma gününün ardından, Radyo'dan eve dönerken bizim sokağın köşesinde rastladığım meyve satıcısının tezgâhı belki de bu sebepten dikkatimi çekmiştir, olabilir. ''Yarım kilo çilek ve bir kutu karadut alınıp afiyetle yenebilir pekâla, neden olmasın?...'' dedim ve eve bu renkli meyvelerle döndüm. Parmaklarımdaki dut lekelerinin de bir sakıncası yoktur bana göre, o kendine özgü mor renk orada dilediği kadar kalabilir...

İnternetten sipariş ettiğim kitaplar her zaman olduğu gibi, gene ben evde yokken çıkıp gelmiş! Olsun, ne yapalım, bunun için de ek bir zaman yaratılarak ilgili kargo şirketine gidilip alınabilir. İspanya'ya götüreceğim kitaplar tamamlanmak üzere, umarım son sipariş ettiğim de ben yola çıkmadan gelir. Bu kargo şirketleri tahminimce benim evi kollamaktalar, ne vakit evden ayrılacak olsam çatkapı gelip ''aha da evde bulamadık işte, çaldık çaldık açan olmadı, şu halde gelip kendiniz alıcanız paketinizi, oh ya, oh ya!..'' notunu kapıya yapıştırıp gitmekteler! Hayır, o kadar da beklerim gelsinler diye, gelen-giden olmaz, ben iki dakika dışarı çıkmayagöreyim, dönüşte küt diye kapıdaki not burnuma dayanır! Neyse canım, elbette vardır bunda da bir hayır...

Dün sabah TRT İzmir Radyosu'nun değerli Türk Halk Müziği sanatçılarından Osman Kalay'ın solo programının band kaydı vardı, keyifli bir çalışma oldu bizim için. Sanatçımız kendi yöresi olan Ege'den güzel türküler seçmişti, hem çaldı, hem söyledi, elbette araya hoş sohbetler de eklendi. Çalışmamızı tamamladıktan sonra arkadaşlarımla biraz vakit geçirdim, Radyo'daki bazı işlerimi hallettim ve eve dönmek üzere çıktım. Hava fecî sıcaktı, otobüste çantamdan mendil çıkarmak üzere klasik çanta içi kalabalığımla debelenirken elime bir nota kağıdı geçti. Açıp baktım, sevgili Osman Kalay'ın programında okuduğu türkülerden birine aitti. Talip Özkan hocanın Bergama yöresinden derlediği bu türkü benim dünyaya geldiğim 1965 senesinde notaya alınmıştı. Sözlerini okuyup gülümsedim:)

Sandık üstünde sandık
Aman efeler yandık
Düşünmeden söz verdik
Biz sizi bir adam sandık

Ne güzeldir şu türkülerimiz, lâfı fazla uzatmadan ve kafiyeyi de bozmadan söyler söyleyeceğini işte böyle. Türkülerin cümlesine selâm ile...

11 Mayıs 2010 Salı

Bizim evin halleri, oynat nazik elleri!..

Özetle şöyle ifade edilebilir: ''Heryer heryerde+ herşey heryerde!..'' Bu yeniden yapılanma dönemleri hep benzer değil midir ki zaten, taşınmalar, yerleşmeler, kökten temizlikler, tadilâtlar, eskilere teşekkür edip göndererek yenilere yer açmalar... ''Daha yapılacak çok iş var...'' diyordum ama, maşallah bir gayret/bir hareket, neredeyse sona geldik bile. Hem bu ''hoppacık''lık hali sonsuza dek kalmayacak ya bizimle...

Michelangelo'nun ''Capella Sistina''sı salonun içinde habire yer değiştiriyor, bir o duvara, bir bu duvara dayanıyor. Büyük ustanın bu muhteşem eseri, bizim evin içindeki telâşlı hallere sessizce tanıklık ediyor. Her halükârda; evimin en kıymetlilerinden olan bu eser gözüme iliştikçe ruhum aydınlanıyor, zihnim ferahlayıp serinliyor...

Evde bir kalabalık, bir kalabalık; Koçtaş insanları Arstil insanlarıyla selâmlaşıyor, Samsung insanları zaten ayrı bir köşede çalışıyor. Sonra onların kurup monte ettikleri bir kenara konurken kapı çalıyor, bu defa eski eşya alıcıları, spotçular geliyor. Telefonlar susmuyor, saf ruhlar oradan oraya koşuşuyor, çay-kahve makinesi tam kapasite çalışıyor, evin içinde koliler, ambalaj kağıtları ve köpükler, pıtırcıklı naylonlar, her türlü alet-edevat uçuşuyor! Sanmayın ki şikayetçiyim, hayır efendim, halimden memnunum ben, harekette bereket vardır demişler, hayatımızın tozları atılıyor, gayet iyi oluyor. Bütün bu telâşla birlikte, aslında hane halkı harika bir geleceğe hazırlanıyor:)

Yeni sandalyelerin arkalığından meleklerimizden biri gülümsüyor, bu gibi küçük detaylar beni mutlu ediyor, değişim ve dönüşümdeki hayrı hatırlatarak adetâ yeniden şarj olmamı sağlıyor:) Bu sayede evimizin içinden ve benim dilimden ''şükür'' ve şükran enerjisi hiç eksik olmuyor. Sevgi ve minnetle gönderiyorum hayatımdan eskiye dair ne varsa, zira biliyorum, evren bu tarzı seviyor. İşbu tarz evrenden onay almış olsa gerektir ki; evimize ve hayatımıza durmadan müjdeli hediye paketleri gönderiyor, Çekim Yasası icabı daima ''kötü'' kötüyü, ''iyi'' ise iyiyi çekiyor. İçimizin çekirdeğindeki niyet her ne ise, hayatımız da ona göre şekilleniyor...

Derken efendim; bizim evin bu karışık görünen halleri içinde, eve girip çıkanların hesabı tutulamazken bilgisayar ekranımda şak diye bir e-posta beliriyor. Seyahat acentasından gelen bir elektronik bilet bilgisi bu, üzerinde İzmir yazıyor, Madrid yazıyor, ''vejetaryen mönü talebi'' falan yazıyor. Ellerimi çırpıp ''oleee!..'' diyorum sevinçle, burnuma İspanya kokuyor:) Gelecek hafta bu çok sevdiğim ülkeye bilmemkaçıncı defa olmak üzere yolcuyum ya (hakikaten hatırlamıyorum artık kaç defa gitmiş olduğumu bu arada, düşünmem lâzım çıkartabilmek için, valla...), gene içim içime sığmıyor. Varsın evde heryer heryerde olsun, ruhum valizini topladı çoktan,  elinde pasaportu-bileti, şık-şıkırdım giyinmiş, uçuş saatinin gelmesini bekliyor:)

9 Mayıs 2010 Pazar

Karakutu...

AŞK TEK KİŞİLİK, İHANET İSE İKİ...


Aşk köpekliktir, ayaklanmasıdır onursuzluğun!..


Bir uçurum gibi büyüyen sükût, ümitten kopuş hani...


İhanet havarilerinin kanlı parşömenlerini yazan bendim… Çarmıhın kutsal metinlerine ismini işleyen; İsa’nın son şakirtiydim. Ellerim çatlak divitti, mor zamanlar aktı tırnaklarımdan. Ama her sayfanın başında öylesine sevdim ki seni, bitirmek istedim şuursuzca kendimi...


Yüreğim değil beynim ağrıyordu artık…


Ben, senin nefesine taliptim.


İçime çektiğim ruhun, uzatmıştı ömrümü?


Çektin dudaklarını benden, çektim dudaklarımı senden; soluksuz bir imansızlık kaldı aramızda.


Şairin boynuna asılı yaftaydı; dil orospusu...


Yalandı öyle mi satırlardaki ölüm?


Bilemedin; kelimelerden kuruluydu kağıttan intiharlar…


Özlenen ve beklenen, yok oluşuydu aslında; etin, kemiğin.


Oysa; azar azar eriyişiydi yazılanlar, yaşama isteğimin…


‘Duygu İmparatorluğu’nun tahtını sürüdüğümüz, mermer odalarda yok ettik tenlerimizi.


Ve biliyoruz artık, ne iğrenç bir şey beyaz örtüler altında gassalı beklemek.


İsterdim ellerimle yıkayayım seni...


Kirlerinden arınırdı belki gece.


-Ki; gecelerin fahişesi Magdalena sen miydin?..

Yazı üslûbumu tanıyan, bilen okurlarımın ''amanın, amanın!..'' şeklinde telâşlandıklarını görür gibiyim, ancak telâşa hacet yok efendim zira bu satırların yazarı ben değilim. Sahici yazar dün beni aradı ve son yazılarını blog sayfamda yayınlayabileceğimi söyleyerek beni onurlandırdı, sağolsun. Bir müddettir yazdıklarını benimle paylaşmaktaydı, son kitabının temellerini atmaktaydı, farkındaydım. ''Yazar''ın ya da ''yazan''ın ruhu fırtınasız olmaz pek, hani olur belki olmasına da, o zaman yazdıklarından o efsunlu, acı lezzetli duman tütmez gibi gelir bana, okur geçersiniz yani, fazla iz bırakmaz... Kitabım ''Tırmık İzi''nin yayıncısı, Karakutu Yayınları'nın yöneticisi, şair, sinema eleştirmeni, editör  ve arkadaş  Rasih Yılmaz da öyle kolay okunup hemen unutulan yazılara imza atmaz. İfade kodları onun kendi ''karakutu''sunun içinde saklıdır, kaza sonrası olay yeri incelemeye gitmek gibidir onu okumak, fakat uğraştırır sizi, kaza sebebini açıklayacak karakutu öyle kolay kolay bulunmaz. O kendiliğinden söylemeseydi ben yazısını burada yayınlamaya elbette cesaret edemezdim ama pat diye söyleyiverdi. Hâttâ ekledi; ''fikirlerini paylaşmak isteyenler rasihyilmaz@hotmail.com adresine yazabilir, bu beni sevindirir, kitabıma yön verir, biçimlendirir...'' Ne vakit kendisinden bir ricada bulunacak olsam bana ''emret...'' diye cevap veren ve o anda ne diyeceğimi şaşırtan bu derviş gönüllü adamın son yazılarını arada bir sayfama konuk edeceğim yani, bilesiniz. Şimdi başa dönüp yeniden okuyun dilerseniz, işte huzurlarınızda Rasih Yılmaz...

7 Mayıs 2010 Cuma

Silikon rahatlığı...

Evde bir ''kökten temizlik'' vaziyeti mevcut şu aralar; artık devrini tamamlamış, varoluş amacına yeterince hizmet etmiş, yorulmuş, bozulmuş, eskimiş-püskümüş ne varsa ayıklanmakta, seçilen duvarlar tarafımdan seçilen renge boyanmakta, saf ruhlar hariç ele geçen ne varsa yıkanmakta, onarılabilecek olanlar onarılmakta, olmayanlar yallah atılmakta! Yani lüzûmsuz yükleri bırakıp hafiflemekteyiz cümleten ki;  herkese tavsiye ederim arada bir bunu yapmayı, ortalık ferahlamakta, gayet iyi olmakta... Tabii bizim meşhur Michelangelo/Capella Sistina tablomuz da kısa bir süre için yerinden indirildi bu arada, verdiğimiz bu geçici rahatsızlıktan ötürü büyük ustadan özür diler, ilgili işleri en kısa zamanda tamamlayıp kendisini yeniden yerine yerleştireceğimize dair söz veririz. Az daha sabır, bilirsin senin yerin bizim için daima ayrıdır, hürmetler Michelangelo Usta...

Mousepad kullanma alışkanlığım yoktu doğrusu; masanın üzeri ile öyle kuru kuru idare ediyordum vaziyeti. Sonra bilek ağrılarım başladı, ben de araştırmaya başladım ve eğlenceli bir online alış-veriş sitesinde bu hanım kızımıza rastladım. Allah sahibine bağışlasın, güzel hatun da; beni bu kısmı pek ilgilendirmiyor, benim derdim mouse kullanırken bileğim ağrımasın. Hanım kızımızın silikonlu göğüsleri bu rahatsızlığa engel olmak için tasarlanmış, baştan biraz tuhafıma gitmedi değil tabii ama kısa sürede alıştım. Bu ifadeyi vaktiyle zorunlu olarak bedenimde taşıdığım kendi silikonlarım için de kullanmıştım, hayat böyle birşey işte, he he:)

Faydalı bir buluş olmuş, test edip onayladım. Abidik-gubidik, sevimsiz, üzeri reklâmlı eşantiyon mousepadlar derhal çöpe, ben bu sarışın güzel arkadaşı yazı çalışmalarımda asistan olarak işe aldım:) Bundan böyle yazarken silikon rahatlığındayım efendim, bilek ağrılarımla vedalaştım...

Ayrıca; kitap kurasını kazanan Almanya/Münih'teki değerli okurum Zeynep Hoedlmoser'ın e-postası sayesinde güne ''muhteşem çekim yasası'' na bir kez daha inanarak ve gülümseyerek başladım:) Haklısınız, evren bizim için çalışıyor ve bunu farketmemizi istiyor Zeynep Hanım...

Haydi herkese hayırlı Cumalar olsun, yapacak çok işim var zira, ben hasta la vista (*) deyip kaçtım...

(*) İspanyolca ''görüşürüz'' anlamında...

5 Mayıs 2010 Çarşamba

Yarasa kollu kazak...

Bir kedinin nerede uyuyacağına siz karar veremezsiniz, kedi kendisi karar verir. Evin dört tarafı minderlerle, uyku sepetleriyle, kedi yataklarıyla dolu olsa da; bu bir ölçü değildir. Kedi; salon duvarına monte edilmek için yeşile boyanmış duvarın kurumasını ve şu sırada Paris'te, muhtemelen Montmartre'da kahvesini içmekte olan sevgili biraderimin yurda dönmesini  bekleyen kocaman televizyonun henüz açılmamış mukavva kutusu üzerinde, sanki dünyanın en rahat ve en uyunası yeriymiş gibi, bu şekilde uyuyabilir! Bırakalım uyusun efendim, kedilerin işine karışmamak gerekir...

Dünkü gece yayınına gelen bir istekle, büyük bir şaşkınlık ve üzüntü içinde öğrendim vefatını; TRT FM'in ve benim en sadık, en vefalı dinleyicilerimizden, Adana-Ceyhan'lı kardeşimiz Alican Ekiz Pazartesi günü kutsal ışığa gitmiş:( Ben kanser ameliyatlarım için Ankara Numune Hastanesi'nde yatarken gönderdiği mesajları ve benim fotoğraflarımdan özene-bezene yaptığı kolajları hüzünle hatırlıyorum. ''Aynı hastanede yatmışız sizinle Handan Abla...'' diyordu, gencecik kalbindeki ciddî problemle, defalarca ameliyat olarak, sürekli tedavi halinde yaşıyordu. Tam bir TRT FM tutkunuydu, hemen hemen bütün ekipleri, hepimizi tanıyordu. Demek buraya kadarmış, ne denebilir? Sabah eve gelince sevgili Alican için bir tütsü yaktım, ailesine sabır, onun yoluna aydınlık diledim. Daima ışıklarda olsun, huzurla uyusun. Çok erken tamamladın ya hikâyeni, güle güle Alican Ekiz kardeşim:(

Kastanyetlerim uyduruk tarafından, farkındayım, şu acemî turistlere ucuz yollu kaktırılanlardan yani... Hakiki kastanyetin fiyatı epeyce tuzludur, turistler onlara pek itibar etmez. Çok net hatırlamıyorum ama, galiba ben de bunları henüz çaylak turist olduğum o ilk gidişlerimden birinde almıştım. Olsun, zaten kullanmayı da bilmem ama arada uyduruk kastanyetlerimi elime alıp, kendimce takırdatarak flamenco dansı yapmayı denerim. Bir aksilik olmazsa, Mayıs'ın 15'inden sonra çok özlediğim 2.memleketim İspanya'ya gidiyorum ya, kimbilir, belki bu defa oradan artık kastanyet kullanmayı öğrenmiş olarak dönerim...

Hakkındaki korkutucu efsaneler bir yana; ben yarasaları severim. Muhteşem canlılardır, bugün insan hayatında radar ve sonar sistemleri mevcutsa bu onların sayesindedir. Dünkü gece nöbetinde, sabaha karşının koyu karanlık saatlerinde tuvalete gitmem icap etti, manyetik kapıyı açmaya çalışırken radyonun koridorunda uçuşan birşey farkettim ve önce kırlangıç zannettim. Hani açık bir pencereden ya da teras bölümünden yanlışlık eseri içeri dalmış olabilirdi, hiçbir yere çarpmadan, düzenli turlar atarak uçuyordu. Sonra yan koridorlardan birine daldı ve görülmez oldu. ''Allah Allah, tuhaf?..'' diyerek camlı kapıyı açtım, peşinden ben de karanlık koridora daldım. Kapalı pencerenin önündeki büyük çiçek saksısından başka hiçbirşey görünmüyordu koridorda, ama uçuşan varlık muhakkak orada olmalıydı, saksıya doğru ilerledim. İçindeki çiçeğin dik durması için konmuş çıtanın üzerindeydi, hafifçe kıpırdandığında farkettim. Karanlıkta çok net görünmüyordu ama başaşağı durmaya çalışmasından kırlangıç değil,  yerli ırk bir ''chiroptera'' olduğunu anlamam uzun sürmedi. Kanadı çiçeğin çıtaya sarılı olduğu ipe takılmış gibiydi, yavaşça, korkutup ürkütmeden sırtına elledim. Yumuşacık, kadifemsi tüylü sırtına dokunduğumda da uçmayınca yardım getirmem gerektiğine karar verdim. Stüdyoya geri döndüm, teknik yönetmen, yapım asistanı ve prodüktöre vaziyeti anlattım, onu incitmeden tutabileceğimiz bir bez falan bulmalıydık. Sevgili Ümit ''benim kazakla tutalım'' dedi, yayın ekibiyle birlikte cümbür-cemaat tekrar yarasa köşesine gittik. Halen oradaydı, yarasaların aydınlığı sevmediğini bilsek de koridorun ışığını yakmalıydık, aksi halde ona zarar verebilirdik çünkü ortalık çok karanlıktı. Işığı yaktık, ben kazağı elime sararak tutmayı denedim ama olmadı, kanadı ipe takılmıştı. Pencereyi açtım, sonra Ümit saksıyı yavaşça pencereye doğru yaklaştırdı ve açık cama doğru eğdi. Saksıyı biraz silkeleyince yarasamızın kanadı takıldığı yerden kurtuldu ama tuhaftır, hayvancık gene uçmadı, sanki yerinden memnundu. Elimdeki manyetik kapı kartıyla onu hafifçe iteleyince bu yardımı geri çevirmemeye karar verdi sanırım, yoksa sabah olacak, ortalık aydınlanacak ve onun için herşey çok zorlaşacaktı. Açık pencereden hafif bir hışırtıyla uçup gitti. Umarım kazası -belâsız yuvasına ulaşmış ve hemcinslerine yaşadığı bu tuhaf hadiseyi tipik bir ''uygunsuz vaziyet'' olarak anlatmıştır...

Yapım asistanı sevgili Adnan; fırsattan istifade derhal korku filmlerine atıf yaptı tabii, ''abla bak tam arkandayım, bir Alfred Hitchcock filmi karakteri tadındayım, eğer yarasa uçar da çığlık atacak olursan benden medet umma haa, ona göre...'' diye diye gene de peşimden ayrılmadı:) Öyle ki; prodüktörümüz sevgili Ferhan ''ay, ben hiç yarasa görmedim, çekilin, daha yakından bakayım...'' telâşındayken Adnan fonda hâlâ ürkünç vampir hikâyeleri anlatmaktaydı. Ümit ise her zamanki sükûnet ve ciddiyeti içinde, yarasayı kurtarma operasyonuna teknik destek vermekle meşgûldü. Bana gelince; o sırada yarasanın ne düşünmekte olduğunu merak ettim en çok, gecenin köründe yanlışlıkla girdiği bu kapalı mekânda, başına toplanan bu acaip insanların ona zarar vereceğinden korkar gibi değildi zira, minik parmaklarıyla çiçeğin dallarına tutunmuş, öyle, sessizce bekliyordu. Nihayet onu gecenin karanlığına, ait olduğu hayata uçurduk ve bu huzurla işimizin başına döndük. Ümit'in kazağı kurtarma operasyonunda kullanılamasa da, artık o meşhur ''yarasa kollu kazak''lardan biri oldu bana göre, bu muhteşem ve çok sevimli uçan memeliyi kurtarma operasyonuna heyecanla iştirak eden sevgili yayın ekibime ve yayınımıza farklı bir aksiyon katan şaşkın yarasamıza gönülden teşekkürle. Kendisini sürpriz bir Hıdrellez armağanı olarak kabûl ediyorum, bu vesile ile tüm temiz ve güzel niyetlerin bütünün hayrına gerçekleşmesini diliyorum:) Ve müsaadenizle; ben şöyle sıkı bir kahve içmeye, ayılıp uyanarak artık hayata karışmaya gidiyorum...