30 Mart 2012 Cuma

Vayy benim arslanıma be!..


Hüseyin, arslanım benim, Facebook hesabına eklediğin bu fotoğraflara bakınca dedim ki içimden; ''heyyt ulen, analar neler doğuruyor be!..'' Övünçle paylaşmışsın bu fotoğrafları, e haklısın tabii, ''errrkekkk adam!'' dediğin zaten senin gibi olur koçum, helâl sana, aferin...

De; bir konuyu atlamışsın be arslanım, o elinde tuttuğun ve dört adet bir numara 36 gr. fişek kullanarak indirdiğini göğsünü gere gere aleme ilân ettiğin kuş var ya, o bir ''doğan'' güzelim, koruma altında olan yabanî bir tür yani... Ah be Hüseyin'im, Facebook sayfanı inceledim de az önce, romantik romantik döktürdüğün aşk yazıları falan var orada, fena halde arabesksin, ''gönül çekmek'' der ya hani güzel halkımız, besbelli sende de vaziyet öyle. Lâkin; aşkıyla yanıp tutuştuğun kişi erkek adam olmanın eldeki silahla başarılabilecek kadar kolay birşey olmadığının farkındaysa, kuş indirmekle gönül indirmek arasındaki farkı biliyorsa, hani öyle varsayalım, sen daha çok yalvarırsın ''sohbet edecek kimse yok muuuuu?'' diye be arslanım. Koruma altındaki yaban hayvanlarını öyle canın istediğinde indiremezsin, hadi indirdin, üstüne bir de kanatlarını gerip ''aha da benden kaçan doğanın son hali bu!'' diye fotoğrafını Facebook'da yayınlayacak kadar enayi olamazsın. Olmamalıydın yani, artık biraz geç olmuş tabii :) Gönül çeken adamın yapacağı iş mi len bu Hüseyin, ne yaptın sen koçum? Bilmez misin ki erkek olmanın bir namusu, adabı olduğu kadar avcı olmanın da vardır. Ah be Hüseyin'im, Karagöz'üm, şimdi sana kesilecek cezayla düğünününe masraf edebilirdin hâlbûki, sevdiğin kızın gerdanına beşibiryerdeler falan dizebilirdin, bana bak, en az 6500 lira kadar bir paran vardır inşallah kenarda-köşede, T.C. Orman ve Su İşleri Bakanlığı'na hakkında verilmiş dilekçeler mevcut, bu durumda elini cebine atman gerekecek de bir miktar. Çünkü bilmemkaç numara ve hede-hödö gram fişekle öldürdüğün o kuşu vurmanın ciddî kanunî cezası var! Keşke kuş söyleseydi sana bunu be arslanım, ama vakti olmadı herhal? Neyse Hüseyin gardaş, ya da Trabzon'lu olduğuna göre uşağum diyeyum pen saa, anan seni bu günler için doğurmuşsa söylenecek ne var? Sevdiğin o kızı almak nasip olursa eğer, düğün-dernek kurduğunda başını kaldır da bir yol gökyüzüne bak he mi? Belki bir doğan döner başında, feryatlarıyla o da senin sevincini kutlar!.. Haa, unutmadan, elinde tuttuğun o silahla havaya sıkmayı da unutma sakın düğününde, belki o arada fişek rastgelir de birkaç tanesini daha bedavadan düşürürsün:) Helâl olsun sana Hüseyin, ha uşağum ha, vayy benim arslanıma be!..
(Şimdi hep birlikte Sakarya-Hendek'den en bi usta avcı, bu alemin kralı Hüseyin Karagöz biraderimizi alkışlıyoruz, haydi millet, eller boş durmasın, alkışşşşşş!..)

Tatile gideceğiniz yeri seçtiniz mi?..

 
 
 
Sahi; bu sene tatile gideceğiniz yeri seçtiniz mi?.. Kuşadası'nı düşünür müsünüz meselâ, şöyle Güzelçamlı, Davutlar tarafı falan? Tatil yapmak için tercih edilen yerlerdir buralar mâlûm, hem İzmir'e de yakın. Ben bu bölgeyi ötedenberi sevmem, senelerdir adım atmışlığım yoktur, o safî beton, gayet sevimsiz sözde tatil kasabasına gidenin de aklına şaşarım ya, bundan kelli de zaten hiç sevemem, sevmeye uğraşmam yani, kalsın! İsteyeni, seveni gitsin, zira Kuşadası'nda tatil hazırlıkları üstte gördüğünüz şekilde başladı, bu defa genel temizlik zehirli sucuk kullanılarak yapıldı üstelik, garantili yani, neticesi kesin...

Şimdi hadise şu efendim; belediye tatile hazırlık için betonlaşmış, iyice çirkinleşmiş ve dünya kadar problemi olan bu bölgede başka şeyleri göremedi ama kısırlaştırılmış, küpelenmiş, aşılanmış sokak hayvanlarını fazla gördü, 27 Mart 2012 günü, saat 17.00 sıralarında onları zehirli sucukla son kez beslemeyi uygun buldu! Kimi içorganları parçalanarak kan kusa kusa can verdi, kiminin son lokması ağzında kaldı, boğazından bile geçemedi. Sonra efendime söyleyeyim, ölüler apar-topar ortalıktan kaldırıldı tabii, belediye tarafından bir acele gömüldü. Ama işte; bazen mazlumun ahı öyle aheste tarafından çıkmayabiliyordu, zehirli sucuklar da, hayvan ölüleri de deliller yok edilmeden fotoğraflandı, kamuoyunun gözü önüne serildi. Yani bizim şu meşhur ''Karma Yasası'' bu defa accuk erken işledi! Yazık oldu yâhû belediyenin emeklerine, adamcağızlar bu sene o tarafa tatile gidecek olanlar için temizlik yapıyordu alt tarafı, hem bu ilk de değildi, genellikle her sene yaptıkları bir temizlik türüydü! Çünkü oraya turistler gelecekti, yerlisi ile, yabancısı ile tesisleri dolduracak, alış-veriş yapacak, para bırakacaktı. 5199 sayılı kanunu falan kim takardı kardeşim, işin içinde kısırlaştırma-aşılama için ne ihaleler, barınak ve rehabilitasyon için bakanlıktan kapılan ne ödenekler, ne anlaşmalar, kazanılmış/kazanılacak daha ne paralar vardı. Hesaplar tutmadı, şimdi işin yoksa medya önüne çıkıp inkâr et, iftira de, suçu başkalarının sırtına yükle, hâttâ inandırıcı olmak için zorla kendini, azıcık timsah gözyaşı dök, kendi yediğin boku yalancıktan lânetle, binlerce dilekçeyle uğraş, jandarma, savcılık, deliller, gönüllüler falan, o-hooooo yani, olacak iş miydi?..

Velhasıl; bu sene tatile o tarafa gitmeyi düşünenler varsa hemen yaptırsınlar rezervasyonlarını, sonra yer bulunmaz falan, neme lâzım? Benden söylemesi, orası temizlendi, kanla, acıyla, parası gene sizlerin cebinden çıkan zehirle sıvanmış sucuklarla tertemiz yapıldı sizler için, toplayın valizleri şimdiden ey ahalî, koşa koşa Kuşadası'na gidin, aman sakın başka yere gitmeyin, aslında bu garibanların değil, İNSANlığın zehirlendiği yere üşüşün çoluk-çocuk, paracıklarınızı orada harcayın da belediyenin bu insanüstü (!) gayretlerini boşa çıkarmayın e mi?!!  Ne o, yoksa fotoğraflar içinizi mi kaldırdı, yapmayın ayol, ne var ki bunda, çoğunuz gözünüzün görmediğini olmamış, yok sayıyorsunuz ya? Bu işlerle uğraştığımız için bizlere ''kafadan çatlak, deli''  falan diyorsunuz ya? Ne derseniz deyin, o kimsenin umurunda değil zaten de, bir zahmet katlanıverin artık bu güzel fotoğraflara da!..

27 Mart 2012 Salı

Cemaat?..

 
Altı yavrusu bulunan, sokaklarda çöp karıştırarak karnını doyurmaya ve bebelerini beslemeye çabalayan emzikli bir anne köpeğin üzerine kızgın yağ dökerek onu bu vaziyete getirenler için ''bunu yapanlar insan olamaz!..'' demek her zamanki gibi çok yanlış. Bu gibi durumlarda daima söylediğim şeydir, bunu yapanlar asıl  İNSANdan başkası olamaz! Dolayısı ile bunda şaşılacak birşey yok, yok da; benim için asıl şaşılacak şey bu vicdansızlığın Kastamonu Merkez Bahçeli Öğretmen Evleri'nde gerçekleşmiş olması? Öğretmenlerin yaşadığı bir yer burası, yani milletin çoluk-çocuğunu emanet ettiği, geleceğini şekillendirmesi için güvenip ellerine teslim ettiği kutsal sayılan bir mesleğin mensuplarının oturduğu yer... İşte kabûl etmekte zorlandığım şey asıl bu, yoksa bunun benzerleri İNSAN sûreti altında, ortalıkta dolaşan kimilerinin zaten hep yapageldiği şeyler. Amma; benim nazarımda ''öğretmen''ler, ''İNSAN'' olma evriminde herkesin bir adım önünden gitmek zorunda olanlardır, mecburiyetleri vardır buna. Bu bir seçme şansı değildir yani, apaçık zorunluluktur! Her tutumu, her davranışı ile sağlam ve sağlıklı bir ''model'' olmak zorundadır ''öğretmen'' dediğin, bunu beceremeyecekse gidip ''kasap'' olmakta, ''terzi'' olmakta, ''bakkal'' olmakta, ''bankacı'' olmakta, herhangi başka bir meslek dalı seçmekte özgür olduğunu bilerek buna göre davranmalıdır. Bilinen kelâmdır; imam bilmemneyaparsa cemaat daha beterini yapar! Ve ne acıdır ki; bu hadisede ''cemaat'' mecazen gelecekteki toplumu ifade etmektedir:( Her zamankinden daha fazla üzülmemin asıl sebebi budur, başka birşey değil! Yazık, çok yazık:( İyi ki okula göndermek mecburiyetinde olduğum çocuğum yok diyesim geliyor tanık olduğum bazı şeyler üzerine, sonra seçmiş olduğu vazifenin anlamını doğrulayan öğretmenlerin de varolduğunu düşünerek biraz olsun avunuyorum... Meslek mensuplarının topluca kınaması icap eden, çok utanç verici bir vaziyettir bana göre, aralarından inşallah bu duyarlılığa sahip olanlar çıkar. Valilikle birlikte, ilgili Millî Eğitim Müdürlüğü'ne de dilekçeler yağıyor şu anda. Tepki büyük, buna öğretmenler de muhakkak katılmalı. Diyeceksiniz ki; yapan ya da yapanların bunun cezasını muhakkak ve misliyle çekeceğini bilmek yeter, hukuk affetse dahî ilahî sistem soracak nasılsa hesabını!.. Doğrudur, öyledir. Ama gene de yazıktır be kardeşim, bu zavallı sokak köpeğini bırakın bir tarafa, asıl bunu yapabilecek tıynette insanların gûya okuttuğu, ''öğrettiği'' (!)  o çocuklara, milletin ortak geleceğine çok yazıktır:( Alın size bir ''27 Mart Dünya Tiyatrolar Günü'' yazısı öte yandan, varın öyle kabûl edin, bu da İNSANlığın korkunç ve çok acıklı tiyatrosu değil midir zaten? Kutlu olsun!..
Köpeğe verilen bir kemik yardımseverlik değildir.
Yardımseverlik, siz de köpek kadar açken onunla paylaşılan kemiktir...
*Jack LONDON*

24 Mart 2012 Cumartesi

Eskiye rağbet olsa...


Sonunda oraya geldin, insanın iyi kokusuna
Buluşma kokusuna garlardaki, tazelik kokusuna
İnsanın ilk kokusuna, tutuşan ellerin kokusuna
Dereotunda, pazende, tezgâhta, ilk vakitte
Bütün vakitlerde mutluluğun önüne, acının ortasına
Parmak uçlarındaki o cömert kokuya
O henüz çekilmemiş fotoğrafın arabına
Mürekkep unutmuştu onu çünkü, oraya geldin
Mürekkebinle- kal orda...
(Seyyit Nezir/İnsanın Beyaz Kokusunda-Broy Yayınları/Şubat 88)


(Fotoğraf 23 Nisan 1969-Aydın arka yazısıyla kaydedilmiş zamana, pelerinli, şapkalı, kırmızı rugan pabuçlu kızın ise hâlâ soracağı çok şey var hayata. O ki; 40 küsûr yıldır cevap aramakta sorularına zira...)



Gidiyorum... Döndüğümde mor salkımlar geçmiş olur belki; o yüzden evimin kapısından ''gülümseyin bakayım'' dedim onlara, deklanşörün tıkırt sesi ile 2006 Nisan'ının son günlerinden ölümsüzleştiler, gayrı solsalar da ne farkeder?
..............................................................................................
Gidiyorum... Döndüğümde hiçbirşey bıraktığım anda olmayacak, mor salkımlar ve erguvanlar gitmiş olur ihtimâl, baharın deliliği bitmiş olur. Değil mi ki; Nisan kışın kapı önündeki eski pabuçlarıdır artık, Mayıs naftalin kokusuz, ince gömleğidir zamanın, kol altları hafiften terli, belki bir tarafı dikene takılmış, yırtık...




Gidiyorum... Dönüp dönemeyeceğimi şimdiden bilemem ama en azından gideceğim yön belli. Ey Cân; elimi uzatsam tutabilirmiyim acep semâdan uzanan o eli? Derler ki; bütün yollar oraya çıkarmış ya, kimbilir, hani, belki?..




Ara ara eski blog sayfam ''Tırmık İzi''nde  yayınladığım ve kitabımda yer almayan bazı yazıları burada yeniden yayınlama kararı aldım. Bitpazarlarını hep sevmişimdir zaten, istedim ki bu şekilde kendi bitpazarıma da nur yağdırayım:) Bu  2006 senesinin Nisan sonlarında, İstanbul'un Çengelköy'ünde  yazılmış bir yazıydı, Kıbrıs'a görevle giderken yazmıştım. O vakit; henüz kanser olduğumdan habersizdim, döndüğümde öğrenecektim. Sevdiklerimdendir. Hayret, acep kitaba niye almamışım?..

22 Mart 2012 Perşembe

İlkbaharı kutladık:)

 
 
21 Mart Dünya Ormancılık Günü ve Orman Haftası sebebi ile, Ege Orman Vakfı tarafından İzmir Atatürk Kültür Merkezi- Yunus Emre Salonu'nda düzenlenen özel konser gene muhteşemdi. Tam da ekinoks (*) zamanına denk gelen bu güzel etkinliğe emek veren herkese ve bilhassa kızını bilmemkaçıncı defa aynı heyecanla sahnede izlemek üzere bu konsere de gelip kulis telâşına ortak olan, benim adıma tebrikleri kabûl eden, çiçekleri-buketleri kucaklayan canım anacığıma gönülden teşekkür ederim:)

İkinci fotoğrafta yanımda gördüğünüz yakışıklı genç zeybek, konserin konuk sanatçıları ve sevgili dostlarım Dilek Şafak Çakar&Ali Çakar çiftinin oğulları Ata Çakar. Babası sahnede ''Kerimoğlu'' zeybeğini seslendirirken o da harika oyunu ile konsere renk ve anlam kattı:) Konseri izlemeye gelen çok sayıda kişi ile birlikte ilkbaharın başlangıcını da kutladık aynı zamanda... Başından sonuna kadar kaydedilen bu özel konser, daha sonra izlemeye gelemeyenler için Ege TV ekranından yayınlanacak. Şimdi hâlâ kulaklarımda çınlayan coşkulu alkış sesleri eşliğinde artık topuklu ayakkabıları fırlatıp atma (bu arada; konser sırasında, hazır millet şarkıya-türküye odaklanmışken sunuş kürsüsünde epey bir müddet o gökdelen yüksekliğindeki sahne pabuçlarını çıkartmış vaziyette,  yalınayak durduğumu da itiraf etmekte bir sakınca görmüyorum elbette, böylesi daha rahatıma geliyor boydan hayli kaybetmiş görünsem de...)  , saçı-başı çözüp açma, simleri-pulları, sahne makyajlarını temizleme, rahat pijamaları giyip dinlenme ve ortak başarımızın keyfini çıkarma zamanı:) Hepiniz harikaydınız değerli dostlarım, TRT'deki sevgili çalışma arkadaşlarım;  profesyonellik ve kalite konuştu gene baştan sona, herşey plânlandığı gibi tıkır tıkır işledi, bir çalışmadan daha yüzümüzün akı ile çıktık, cümleten maşallah diyorum! Emeğinize, varlığınıza sağlık, ormanlarımıza bolluk-bereket OLsun. Sadece bu konseri izlemek üzere evlerinden kalkıp gelen değerli seyircilerin katkısı ile orman varlığımıza 1000'in üzerinde ağaç fidanı eklendi bu akşam, e daha ne OLsun? :) Ayrıca; bugün Koç burcunda gerçekleşecek yeniay, bizlerin ve bütünün en yüksek hayrına OLsun...


(*) Güneş yıl içerisinde sürekli olarak aynı noktadan doğup aynı noktadan batmaz. Güneş ışınları sadece 21 Mart ve 23 Eylül tarihlerinde ekvatora dik gelir ve aydınlanma çemberi kutup noktalarından geçer. Bu tarihlerde dünyanın her yerinde gece gündüz süreleri eşit olur. Bu duruma ''ekinoks'' denir.

19 Mart 2012 Pazartesi

Bölüm-2...

 
Aslında uykudayız; hakikaten öyleyiz, ruhumuzun da bedenimiz gibi sadece içinde bulunduğumuz boyutta ve şimdiki hayatta varolduğunu /olacağını sanma uykusu bu... Ben de, 10 Aralık 2009 Perşembe günü sabahı, fizikî varlığımı İzmir'den Münih'e taşıyan uçakta, aslında kendi karmamın önemli bir kısmına doğru yıllar sonra yeniden gitmekte olduğumdan habersiz, işte aynen böyle uyuyordum. Üstelik; uyanmam için önümde daha iki koca sene olduğunu da bilmeden... Konuyu sadece şimdiki hayatımızın gerçeklik+somut algı boyutuna indirgemek, ruhun uzun tekâmül serüvenini görmezden gelmekle eşanlamlı ve bu daraltma pratiği geçmiş yaşamlardan biriktirilmiş onca değerli deneyime de büyük haksızlık elbette. Evrensel boyutta göz açıp kapama süresi bile sayılmayacak ama bizim zaman algımıza göre seneler süren bir hayatı yaşayacağız, sonra bir şekilde ve muhakkak öleceğiz, bu hikâye de böylece bitecek, öyle mi? Yazık yâhû, bu kadarcık deneyim ruhun dişinin kovuğunu doldurmaya yetmez bir kere, değil külliyen tekâmülünü sağlamak... O yüzden; saatin alarmı zamanın bir yerinde ve tam da olması gereken anda çalar ve hooop, uyku bölünür, geçmişteki deneyimler kutusundan çıkıp ortaya dökülür...

 
Ben 2009 senesinin karlı-buzlu, soğuk bir Aralık günü, Dachau Toplama Kampı'nın etrafını çevreleyen ve artık elektrik akımı olmayan bu dikenli tellere  dokunurken, ruhumun bir yerlerinde saklı en ufak bir tanıdıklık hissi yoktu, daha önce de belirtmiştim. Karmik plânımda, ruhsal yolumun 1944 senesinde buradan geçmiş olduğunun da farkında değildim. Sami Şarhon Hoca'nın da söylediği gibi; o zor şartlara biraz daha dayanabilseydim belki ben de kamptan sağ olarak kurtarılan esirlerden biri olabilirdim ve o zaman hayatımın akışı tamamen farklı olabilirdi, ancak ruhsal varlığım bunu deneyimlemeyi değil, orada yapayalnız ölmeyi seçmişti (kendisini buradan bir kez daha tebrik etmeyi borç bilirim, sağlam cesaret valla, alt tarafı birkaç ay daha dayanmayı seçsen kurtarılacaktın işte be kardeşim ama?!!!) ve bu sonu oluşturacak bütün şartlar da biraraya gelmek, kimi kişi, olay ve durumlar sayesinde bu senaryoya uygun biçimde hizalanmak, yani aslında ruhsal tekâmül plânıma kusursuz şekilde hizmet etmek zorundaydı... (Hadi bakalım, biraz dedektiflik yapalım,  şimdi burada katil kim sizce, uşak mı?..)

Herneyse; olanı değiştirebilmek artık mümkün olmadığına ve de hiç gerekmediğine göre, bu karma acısından kurtulmanın yolu neydi? O hayatta uğranan ihanetin acısı ruhun defterine kaydedilmişti (bknz. ''akaşik kayıtlar'' demiştim daha evvelki yazıda...) ve şimdiki hayatı da bir şekilde etkilemekteydi zira, ayakbağı olmaktaydı, bu eskide kalmış hesap mütemadiyen benzer kişi ve deneyimleri hayatıma çekerek artık kendini tamamlamak, bu dersten geçmek ve ısrarla kapanmak istiyordu!  Sami Hoca'nın yüzüme dikilmiş mavi gözlerine merakla baktım ve ''temizlenmenin tek bir yolu var Handan...'' dediğinde de tüm dikkatimi söyleyeceği şeye odakladım. Kısa bir sessizlikten sonra konuştu: ''Affedeceksin!..'' Limonu tam da o noktada yaladım işte, ıyyyy, yüzüm buruştu! Benim buruşmuş yüzüme hiç aldırmadan devam etti üstad Sami Şarhon; ''bunun sana ihanet eden kişi ile en ufak bir alâkası yok, onu sevmek, hatırasını bağrına basmak, (aferin, iyi ki yapmışsın bana bunu valla, sayende ne de güzel öldüm o toplama kampında!) demek zorunda değilsin, affetmen ona hak verdiğini veya onun kendince sebeplerle haklı olduğunu da göstermez zaten, sen sadece ve bütünüyle kendinle alâkalı birşey yapacak ve affedeceksin, serbest bırakacaksın, kendini ondan ve bu durumdan özgürleştireceksin, bu acı deneyimle olan karma bağlarını keseceksin...'' 

 
Bunun üzerine buruşmuş yüzümü ütüleyip derin bir nefes aldım, ''ohh ya, mesele umduğumdan kolaymış valla, hocam şu sehpanın üzerinde duran makası uzatıverir misiniz bana rica etsem, ben şimdi bir güzel keseyim şu karma bağlarımı da hayırlısıyla kurtulayım bu meseleden 68 sene sonra ve biraz geç olsa da...'' dedim, meselâ yani. :) Desem; inandırıcı gelecek mi size? Bu iş sahiden o kadar kolay mı acaba? Hadi bir torpil geçeyim size de, bunu düşünecek, şöyle ölçüp-biçecek zaman tanıyayım en iyisi. Yani; şimdilik bu kadar efendim, siz düşünüp-taşının hele de, daha sonra elbet gelecek gerisi:) Üçüncü ve son bölümde, ruhsal varlığımızın Oscar ödülleri artık sahiplerini bulacak, yani ''...and the Oscar goes tooo...'' diyor ve bu klasik numarayla hikâyenin devamını heyecanla beklemenizi sağlıyoruz sayın seyirciler, siz şimdiden coşkulu alkışları hazır edin:)

17 Mart 2012 Cumartesi

Zamanaşımı?..

Evrensel sistemde ''zaman''ın herhangi bir önemi var mı ki; ''aşımının'' bir karşılığı olabilsin? Zaman, uzayın sonsuzluğu içinde bir nokta bile sayılamayacak olan bizim planetimize, bu zavallı dünyaya ait bir kavram. Dünyalı insanın tamamen kendisi için yarattığı bir pansuman aracı, herşeyi ölçme-biçme, kontrol etme ve bir kalıba hapsetme yani basitçe ''yönetme''  tutkusunun neticesi, aslında apaçık aczinin ifadesi, o kadar... Yaradışılın kadim yasaları zaman-mekân dinlemez ey ahalî; gereğini er ya da geç (ki; bakınız bu da gene zamana koşullu bir insanî ifade biçimi) muhakkak yapar! Yoksa siz dünyevî adaleti yegâne adalet biçimi mi sanmaktasınız? Eğer öyle ise biliniz ki çoook yanılmaktasınız... Eken biçer, yakan yanar, eden bulur, yapan yaptığı ile kalmaz! Karma, karma deyip duruyoruz ama hâlâ bunu ''makarna'' falan zannedenler var! Mesele basit değil o kadar! İlâhî adaletin takvimi yoktur ama belleği asla dünyevî adalet kadar zayıf değildir, hiçbir detayı atlamaz! Bunun farkında OLan hiçkimse de ''adalet'' kavramını insanın yaratımı olan o bildik ''hukuk''la daraltmaz zaten, daraltamaz. Bedenler yakılabilir belki ama, ruhlar yakılamaz! Bilmem anlatabildim mi? Bundan ötesini isteyen anlar, istemeyenin paşa keyfi bilir artık, orası evrensel yasaları hiiiç bağlamaz!..

16 Mart 2012 Cuma

Ara haber:)

 
Provadan henüz döndüm, eh, biraz yorgunum belki ama provası bile çok keyifliydi, öyle ki; sabahın köründen beri ayakta olmama rağmen, halen ''sallasana sallasana mendiliiiniii...'' frekansındayım yani:)  2009 senesinde ve gene aynı tarihte, ben o zamanki ismiyle ''Çevre ve Orman Bakanlığı'' danışmanlığı vazifemi sürdürürken davetli olarak izlemiştim bu geleneksel konseri. Doğrusu son birkaç sene içinde izlediğim en başarılı konserlerden biriydi, ayakta alkışlamıştım emek verenleri. Sevgili Mehmet Şafak ile TRT'de defalarca program yapmışızdır zaten, hem sesi, hem TSM bilgisi, hem de şefliği ile son derece saygı duyduğum bir sanatçıdır. Bakan danışmanı olarak izlediğim konserden sonra da kendisini tebrik ederken söylemiştim zaten, ''bu geleneksel konserinizi bir kez de ben sunmak isterim, ne zaman mümkün olur bilemem ama muhakkak isterim...'' demiştim. Kısmet bu seneyeymiş. Kendisinden teklif gelince ikiletmedim, memnuniyetle kabûl ettim tabii:) Üstelik bu seneki konsere konuk sanatçı olarak katılacak olan sevgili Dilek Şafak Çakar&Ali Çakar çifti ile tamı tamına bir sene süreyle TRT FM'de, ''Geceden Sabaha'' programı yaptık, çok değerli sanatçı dostlarımdır. 


Sözün özü;  bu seneki ''21 Mart Dünya Ormancılık Günü Konseri''nde protokol davetlisi koltuğunda değil, ''İzmir Atatürk Kültür Merkezi Yunus Emre Salonu'' sahnesinde, mikrofon başında olacağım efendim:) Hazırlıklarımız son sürat devam ediyor. Kostümümü, ayakkabılarımı ve diğer tüm detayları bu geceye özel seçtim, sahnede hafiften bir ''Hürrem Sultan'' havası estirerek ben de son günlerin bu şatafatlı modasına uymaya karar verdim:) Şaka bir yana, orman varlığımız faydasına düzenlenen bu özel çalışmada herşeyin mükemmel olmasını istiyorum ve inşallah öyle de olacak. Ege Orman Vakfı tarafından düzenlenen bu geleneksel konser daha sonra Ege TV'den de yayınlanacak, tarihini bilâhare duyuracağım. İzmir'de olup da bu şarkılı-türkülü konseri canlı izlemek isteyenler olursa yerlerini şimdiden ayırtmalarını tavsiye ederim. Detaylı bilgi için www.egeorman.org.tr adresine ve 0.232.464 51 60/463 80 80 numaralı telefonlara müracaat lûtfen. Bu çabaları hep beraber destekleyelim ki; ''gelecek kuşaklar orman yok demesin''. O halde, haydi buyrun konsere:)

14 Mart 2012 Çarşamba

Bölüm-1...


 
Bir evvelki yazıda sorulan suallerin çoğunun cevabı yok, evet, açık ve net bir cevabı yok. Çünkü orada anlatılanlar benim ''past regression/geçmiş yaşam terapisi'' çalışmasında, derin meditasyon sırasında kareler halinde gördüğüm vizyonlar. Değerli eğitmenimiz Sami Şarhon'un yönettiği bu çalışmada evvelâ nefesinize odaklanıyorsunuz, giderek derinleşen ve yavaşlayan nefesler alarak beyninizin frekansını ''alfa'' mooduna geçiriyorsunuz. Daha sonra, kendi içinizdeki koridorda geriye doğru gitmeye başlıyorsunuz. Bu başta yavaş, ama sonradan hızlanan bir süreç. Ve eğitmenin sesi/yönergeleri ile sondan başlayıp başa doğru giden, yani geriye doğru bir seyahate çıkıyorsunuz. Önceden hiçbir güdümleme, şartlanma, hazırlama yok, tamamen kendi içinizde bir geriye gidiş bu. Ve görüntüler belirmeye başlıyor, bu görüntülere frekansı hayli yüksek duygular da eşlik ediyor. Hatırladığınız ya da size tanıdık gelen hiçbirşey de yok, dejavu hissi yok, bir film izler gibisiniz ama bu filmin başrolünde siz varsınız aslında, hem seyredensiniz, hem oynayan, tuhaf, tanımı zor ama öyle ya da böyle; tam içindesiniz herşeyin... (Yukarıdaki fotoğraf Louisa Mantero'nun Dachau anısına yaptığı bir çalışmadır, o sebepten buraya aldım. Geçmiş yaşam terapisi/past regression dediğimiz şey de bir nevî içinizden acı çıkarma seansı zaten, tıpkı fotoğraftaki gibi...) Belirtmem gereken bir başka husus da şudur ki; hayatı salt ''zihin'' penceresinden algılayan, genellikle üstbilincinde yaşayan ve daha ziyade beyninin sol lobunu kullanma alışkanlığı geliştirmiş olan bireylerin alfa moodu ile derin meditasyon haline geçmeleri hayli müşküldür. Bu kişiler zihinlerinin kendilerine ''yegâne gerçek'' olarak dayattığı somut algı biçiminde direneceklerinden, meditasyonun akışına bırakamazlar kendilerini, bu durumda da derinleşmek mümkün olmaz zaten. Çünkü üstbilinç buna direnç gösterir. Buradan hareketle; meditasyona aşinâ, zihnin gevezeliğini susturma üzerinde çalışan ve az da olsa spiritüel temeli olan kişilerin vizyon yetisi daha yüksektir, alınacak sonuç da buna bağlı olarak değişkenlik gösterecektir... Unutmayın; birşeyi iyi bilmek başka şeydir, bütünüyle içselleştirebilmek başka, içselleştirmediğiniz hiçbir bilgi ve deneyimin de size faydası olmaz, sonunda muhakkak bilgi çöplüğünüzü boylar ve unutulup gider.

 
Geçmiş yaşamlarından birinde, Dachau Toplama Kampı'nın içtima alanında sıralanmış bu adamlardan biri olduğunu öğrenmek niye önemli olsun ki? Görünüşte fazla bir önemi olmayabilir elbette, zaten ''geçmiş yaşam terapisi''nin ortaya çıkarmaya çalıştığı şey de aslında geçmiş yaşamlarınızda kim ya da kimler olduğunuz değil, bu kimliklerin yaşadığı, hissettiği şeyler ve bunlar sizin ''akaşik kayıtlarınız''da saklanan bilgiler. Kişisel spiritüel arşiviniz de diyebilirsiniz bunlara. O yaşamlarda halledilememiş, tamamlanamamış, acıtıcı deneyimler olarak yaşanmış ve temizlenememiş, yani bir nevî geçilememiş dersler sonraki hayatlarda da bir şekilde tekrarlanıyor. Ruhun tekâmül aşamaları bu derslerin geçilmesi ile yakından alâkalı. Geçemediğiniz dersleri  bir sonraki eğitim döneminde tekrarlamanız ve geçer not alana kadar onlarla uğraşmanız gerektiğini öğrencilik hayatınızdan bilirsiniz, işte bu da sizin ''ruhsal öğrencilik''süreciniz oluyor. Geçmiş yaşam terapisinde de kimliklerle, cinsiyetlerle, milliyetlerle falan değil, duygu/durumlarla ve bunların sonuçlarıyla yüzleşiyorsunuz aslında. Bir kere zihniniz/bilinciniz asla kapanmıyor ve içinde bulunduğunuz ''an''la, ''şimdi''yle bağlantınız kesinlikle kopmuyor. Öyle olsa, eğitmenin sesini ve yönergelerini de duyamazsınız zaten... Sadece üstbilinç düzleminden altbilince geçiş yapıyorsunuz, böylece vizyonları ve onlara ait duyguları çok net bir şekilde yaşıyor, görüyor, hissediyorsunuz. Hipnozla karıştırılmaması için bu açıklamayı gerekli gördüm, o tamamen farklı bir konu zira. Burada odaklanmanız gereken bir sarkaç, parmak şıklatma ile uyanma falan yok, varlığınız bulunduğunuz yerde, kendinizi kaybetme haliniz sözkonusu değil. Ağlama isteği duyuyor ve alenen ağlıyorsunuz, gözyaşlarınız ellerinize damlıyor lâkin bu acının içinde bulunduğunuz zamana ait olmadığının da farkındasınız, sizi ağlatan  geçmişte yaşadığınız ve kayıtlarınızda halen tutulan şey ya da şeyler. Ruhsal tekâmül haritanıza saplanmış topluiğneler de denebilir bunlara, benimki ''ihanet''miş meselâ...

 
Çalışmadan iki gün sonra, değerli Sami Şarhon ile özel bir görüşme yaptım. Yaptığımız çalışmada benim yoğun şekilde hissettiğim acının kesinlikle fiziksel bir acı olmadığı ortadaydı. Bu çok derin, ruhsal bir acıydı. Sebebi de; o hayatımda çok güvendiğim ve bana yakın olan bir arkadaşım tarafından ihanete uğramış olmamdı. Affedemediğim ve benim o kimliğimi acıtan, inciten asıl şey buydu. Bunu ondan asla beklemiyordum ve bu ihanet benim hayatımın akışını değiştirmiş, sonunda da ölümüme sebep olmuştu. Ateşli bir hastalıktan, muhtemelen o yıllarda Dachau'da binlerce esirin ölümüne sebep olan tifüsten yatağa düşmüştüm, bu hastalık bitlerden bulaşıyordu ve gayet tabii olarak içinde bulunduğum berbat şartlarda iyileşmem, yeniden sağlığıma kavuşabilmem olanaksızdı. Arkadaşımın ihbarı üzerine evime gelindiğinde, zamanın siyasi gündemine ve acımasız savaş şartlarına muhalif bir yazı yazmaktaydım, tıpkı o sırada, çinko bir kupadan içmekte olduğum kahve gibi o yazı da yarım kalmıştı. Koltukta uyuklayan yaşlı kedimi ve bana ait herşeyi ardımda bırakarak, sadece askıdaki eski paltomu sırtıma geçirip artık bir daha geriye dönmemek üzere yaşadığım yerden ayrılmak zorundaydım. Götürüldüğüm yer girişi olan ama çıkışı neredeyse imkânsız bir toplama kampıydı ve ben de oradan sağ çıkamayanlardan biri olacaktım...

Kedi, kahve ve yazmak... Şimdiki hayatımda da çok önemli olan üç şey benim için. Ama Sami Hoca'nın da belirttiği gibi; burada asıl önemli olan onlar değil, benim ''ihanet''le olan hesabımın halen kapanmamış, tamamlanmamış oluşuydu. Bu benim karmik plânımda bir takılma noktasıydı ve halledip temizlemem gereken şey de buydu. Şimdiki hayatımda da asla affedemediğim, kabûllenmekte en zorlandığım, aslında gayet ''insanî'' (!) bir vaziyet olmasına rağmen tarafımdan ''insanlık suçu'' sayılan konu buydu ve kökleri eskide olan bu halledilememiş ders şu ya da bu şekilde ama bir şekilde mutlaka karşıma çıkıyordu. Bazen bir arkadaş oluyordu, bazen sevgili, kimi zaman benim itimat, iyiniyet ve safiyetimi kurnazca kullanan bir dış kapının mandalı, bazen de bunlardan çok daha yakın, ailemden biri. ''İhanet'' kavramını yalnızca eşin ya da sevgilinin gidip başka biriyle yatıp-kalkması şeklinde daraltmayacaklardan olduğunuzu varsayarak yazıyorum bunları pek tabii. Herneyse. Peki; bu karmik engel nasıl temizlenecekti?.. Sami Hoca'nın masmavi gözlerini gözlerime dikerek bu soruma verdiği cevap karşısında yüzümü limon yalamış gibi buruşturdum, evet! İtiraf ediyorum ki; söylediği şeyi öyle pat diye yapabilmek hiç de kolay gelmedi bana ama?.. 

Ne o, hepsini bir defada anlatıp bitireceğimi falan mı sanmıştınız yoksa? :) Kusura bakmayın ama; yok öyle yağma. Devamı bir sonraki yazıya...


''Temizlenmek ilk şey olmalı -duygusal bir boşalım-,  aksi takdirde nefes egzersizleriyle, sadece oturmayla, yoga asanaları, pozisyonlarını uygulamakla yalnızca birşeyleri bastırıyorsun...''
OSHO (Evet, gene Osho..:)

10 Mart 2012 Cumartesi

Nasıl yani?..

Eski ve pek az eşya ile döşenmiş, gayet sade çalışma odasının penceresinden görünen o uzun çan kulesi hangi yapıya aitti? Köşedeki eski deri kaplı koltuğun üzerinde uyuklayan yaşlı gri kedinin adı neydi? Üzeri çiziklerle dolu, koyu kahverengi ahşap ve çekmeceli yazı masasının bir köşesinde duran, ikiye katlanmış gazetenin üzerindeki tarih niçin 1944'ü gösteriyordu? Annemin dünyaya geldiği sene olan bu tarihin ''karmik'' çözümlemesi neydi? Kapı ansızın güm güm çalındığında, elindeki dolmakalemle yazmakta olduğu yazıyı bırakıp yavaşça ayağa kalkan ince-uzun, zayıf sûretli, siyah düz saçlı ve hayli hüzünlü genç adam kimdi? Kapı açıldığında içeri kimler girdi? Genç adam askıdaki eski paltoyu sırtına geçirirken, geçmişin kamerası  niçin masanın üzerindeki yarısı içilmiş kahve fincanına zoom yaptı? Genç adamın eski paltosunun koluna takılan bant niçindi? Götürülürken evin önündeki büyük ağacın arkasına gizlenerek anlatılmaz bir acıyla, hıçkıra hıçkıra ağlayan o kumral oğlan çocuğu kimdi? Götürenlerin arkasında duran, yüzünde bariz bir keder ve kaygı ile götürülene bakan diğer genç adamla niçin son kez gözgöze gelindi ve hafifçe gülümsendi? Üzerinde ''Arbeit macht frei/ Çalışmak özgür kılar'' yazılı demir kapının açılırken ve kapanırkenki sesi nasıldı? Götürüldüğü yerde, giymesi için genç adama uzatılan iki parçalı pijamaya benzeyen giysi nasıl kokuyordu? Altında döşek olmayan, düz tahta bir zeminde, üzerine örtülmüş eski battaniyenin altında tir tir titreyerek yatan, ayakları çıplak ve artık ateşi çok yüksek olan hasta genç adamın ölmeden önce düşündüğü son şey neydi? Derin meditasyon sırasında gözlerimden akan yaşlar ve taaa içimde hissettiğim o tarifsiz keder aslında benim miydi? Ve ayaklarım beni uzun yıllar sonra gene sağ girip bir daha çıkamamış olduğum o meşhur toplama kampına neden götürdü? Yoo; bu daha evvel izlediğiniz ''The Pianist'' ya da ''Schindler's List'' filmi falan değil, karıştırmayın. Bu benim geçmişteki hikâyelerimden sadece biri. Çok yakında bu sayfada... Bekleyin.


''Sizi korkutan her deneyim size güç, cesaret ve güven kazandırır. Kendinize (ben bu dehşeti yaşadım, bundan sonra gelecek herşeye hazırım) dersiniz...''
Eleanor Roosevelt

9 Mart 2012 Cuma

Karma/karıştık...


 
 
  
 

Çalışmadan henüz çıktık ve özetle denebilir ki; bu defaki çizdi geçti!.. Değerli üstad Sami Şarhon, bu kez bizleri geçmiş yaşamların zorlu labirentinde dolaştırmak üzere, yeniden Ezberbozan Atölye'de idi. Tartışmasız her varlığın sahip olduğu, daha doğrusu olmak zorunda olduğu ''karma'' bağlarının öyle yumak çözer gibi çözülmesi elbette kolay değildi, evvelâ ''karma'' üzerine uzun uzun konuşuldu, kafaları kurcalayan sorular soruldu ve cevaplandı, ardından özel/derin meditasyona geçildi ve bazılarımız bundan önceki yaşamlarının acıtıcı deneyimleri ve sonundaki ölüm ile tekrar+ hayli sert bir şekilde yüzleşti! Elbette gene çok şey öğrendik ve birbirimizden çok farklı şeyler hissettik. Geceyarısına kadar süren bu ''past regression'' çalışmasının ardından şimdi yorgunluk var haliyle, biraz dinlenip zihnimi toparladıktan sonra daha detaylı anlatacağım. Yalnızca şu kadarını söyleyebilirim; benim yolum 1944 senesinde (ki; bu tarih çok açık bir vizyon olarak, gayet net bir şekilde geldi) Almanya'da, Münih yakınlarında bulunan ve daha önce de bir gezgin olarak ziyaret ettiğim Dachau Toplama Kampı'ndan geçmiş meğer. 30'lu yaşlarında, çok güvendiği yakın bir arkadaşı tarafından ihbar edilip evinden alınan ve kampa götürülerek oradaki zor şartlarda bir müddet yaşamak zorunda kalan, ancak buna fazla dayanamayıp ağır hastalıktan ölerek orada hikâyesini sonlandıran diğer 28.000 kişiye eklenen, yani toplama kampında genç yaşta ölen bir Yahudi gazeteci/yazar karması taşıdığımı öğrenmek neyse ne de,  bütün bunları çok sarsıcı şekilde yaşayamış genç bir ADAM olduğumu öğrenmek, daha doğrusu aynen görmek, o duyguları bütünüyle hissetmek?.. Neyse. Dedim ya, devamı sonra... Üstad Sami Şarhon'a ve bu çok özel çalışmaya katılan tüm dostlara her zamanki gibi sonsuz şükranla...
                                      
(Ben oraya 2009 sonlarında ilk defa gittiğimi sanıyordum, oysa????.. Bu fotoğrafın bir benzeri belki de 1944 senesinde, yani yukarıdakinden tam  65 sene önce (benim doğum senem 1965, annemin doğduğu sene 1944, Amerikan askerlerinin gelip kampta sağ kalabilen esirleri kurtarmasının ardından kapatılan Dachau'nun yeniden ziyarete açıldığı sene ise gene benim doğduğum yıl yani 1965, sayısal anlamlara da dikkat bu arada çünkü hemen hepsinin bir karmik yorumu var) gene aynı yerde ve aynı şekilde çekilmişti, bu kapıdan sağ girilmiş ama bir daha çıkılamamıştı demek, vay be!.. ''İhanet yakından başlar...'' sözünü doğrulayan bir karmik bağ ve neticesi bir hayata mâlolan o dost kazığının acısı ile 68 sene sonra, çok farklı bir ortamda gene dökülen gözyaşları, anlatmaya değer bir deneyim, evet, kesinlikle... )

8 Mart 2012 Perşembe

Mazallah deyip...



:) Mazallah deyip fazla yoruma girmeden çekileyim ben...

4 Mart 2012 Pazar

Bazı...







Bazı kentler gölgesizdir, yazın kavurucu sıcağında serin gölgelerinden yürüyebileceğiniz ağaçları boşuna arar varlığınız, safî betona talim edersiniz kan-ter içinde... Bazı kentler kimliksizdir, asıl tarihlerine vaktinde sahip çıkamamış olmanın acısını sonradan uydurulmuş, üzerine yapıştırılmış kimi kimliklerle geçiştirmeye çalışırlar. Bazı kentler sahtekârdır, kendi söylediği yalana sonunda kendi de inanan zavallı insanlara benzerler. Bazı kentler fecî yavaştır, bununla övünürler çoğu zaman ama o ataletin, o durağanlığın ardında huzurlu bir sükûnetin değil, bariz tembelliğin, uyuşukluğun saklandığını icabında kendilerine bile itiraf edemezler. Bazı kentler özensizdir, geleneksellikle çağdaşlığın eleleliğini, basit görünen ayrıntılarda saklı estetiği çatlasalar da yakalayamazlar ki; bu durumun zenginlikle, varlıkla aslında hiçbir ilgisi de yoktur haa, sadece bilinç ve bakış meselesidir. Bazı kentler nankördür, sahip oldukları çok şanslı coğrafyanın, iklimin, konumun vs. değerini bilmeyi bir kenara itip  giderek çirkinleşmeyi, varolanı da kaybetmeyi umursamazlar...

Bazı kentler ise; binyıllardır üzerinde tepinen insanların her türlü eziyetine inat, güzelliklerinden ve şahsiyetlerinden kaybettiklerinin yerine yenilerini koyarak, mütemadiyen değişip dönüşerek hakiki  varlıklarını muhafaza ederler. İşte bu kentler ''aslı gibidir'' hâlâ, sûret değişmiş olsa da asıl kimlik; üzerinden çok seneler geçmiş bir boşanmanın artık sararmış, yıpranmış ama halen saklanan evrakı gibi, aradığınızda bulunacak, gerektiğinde çıkarılıp gösterilecek bir yerde durur, asla kaybedilmez, yırtılıp atılmaz. Bazı kentler geçmiş zamanlarına hürmetkâr davranır, cami yıkılıp toza dönse de mihrap yerinde kalır yani. İşte bu yüzden, sırf bu yüzden; bazı kentlere körkütük aşık olur insan, bazılarını da ardında bırakırken omuzunun üzerinden dönüp bakmaz...

(Fotoğraflar şehr-i İstanbul'un Kuzguncuk semtinde çekilmiştir. Ne iyi edilmiştir:) Pazar gününe renk, koku ve tad eklenmiştir...)
..........................................................................................................


''Yıkım bir armağandır. Dönüşüme giden yolun başlangıcı...'' demiş Twitter sayfasında hastalık ortağım ve  yoldaşlarımdan sevgili Dida Kaymaz (asla o bildik, tanıdık sahtekâr olanından değildir o elbette, kökünden sapına kadar sahici, hakiki olanlarındandır!), kesinlikle öyle Dida'cığım, kesinlikle:) Baktığın açıya göre değişir vaziyet; kanseri yıkım olarak görürsen yıkılır kalırsın meselâ, ama değişim/dönüşüm sürecinde bir armağan olarak görürsen seni nerelerden nerelere taşır, değil mi? Biz bunun anlamını en iyi bilenlerdeniz çok şükür...

Av...

''Her türlü kötülüğü yapmaya gücü yeterken, birşey yapmamak... İşte budur iyilik.''
Andrè Gide
......................................................................................
(Bu asil tavrın kötülüğün ustaları tarafından çoğunlukla salaklık, saflık ya da korkaklık olarak fena halde yanlış anlaşılması ne kelâmın sahibi Andrè Gide'ı, ne de kelâmı blogunda paylaşan beni bağlar :)  Zira; mâlûmdur, her nevî kötülük, er ya da geç ama muhakkak, onu yapanı avlar...)

Sihir...

''İlişkiler kesinlikle sevgiden daha fazla şeyle ilgilidir. Onlar kalpten iletişim kurmakla ilgilidir. Ve asıl sihir de oradadır. Çünkü eğer siz (senin bana hissettirdiğin şeyi seviyorum) diyebiliyorsanız; işte o zaman, ancak o zaman bir başkasıyla ilişkiyi paylaşabilirsiniz...'' 
Steve Rother
.......................................................................................................
Bu arada; ben çok sevdiğim bu fotoğrafta meleğin kucağında uyuyan adamı fena halde bizim sevgili Gürol Tonbul'a benzetmekteyim, bilemem artık kendisi ne düşünür? :) Öyle ya da böyle; meleklerin hep seninle OLsun Gürol'cuğum...

3 Mart 2012 Cumartesi

Buyrun:)


GEÇMİŞ YAŞAM MEDİTASYONU İLE ''KARMA'' TEMİZLİĞİ...

     Bu çalışmada son derece güçlü bir metod olan "Geçmiş Yaşam Yolculuğu" ile karmalarımızı ve geçmiş yaşamları nasıl şifalandırabileceğimizi göreceğiz. Yaşamınızda sizi etkileyen bir zorlukla veya bir problemle bağlantılı, geçmiş yaşamlarınızdan herhangi birindeki bir zamana ve mekana doğru geri bir yolculuk yapacağız. Bu yolculuğumuzda karşılaşacağımız o geçmiş yaşamınız, onunla ilgili üzerimizdeki birikmiş olan tortuların çözülmesini sağlayacaktır.

     Yaşamımızda defalarca aynı şeyi yaşarız. Bazen farklı kişilerle, farklı zamanlarda, farklı yerlerde olsa da tıpatıp aynı durumu, aynı olayı, aynı sıkıntıyı yaşarız. İlişkilerimiz, kariyerimiz, başarı seviyemiz, her şey karma ile bağlantılıdır. Karmamızda iyileşmeyen her şey; bu yaşamımızda bozulan veya yürümeyen bir ilişki, iş yaşamı, hayat tarzı ya da davranış olarak kendini gösterir.

      Bizler hepimiz öğrenmek, gelişmek ve tekamül etmek amacıyla tekrar tekrar, defalarca enkarne oluruz. Bu durum, bizim birbirini takip eden yaşamlarımız esnasında, devamlı tekrarlanan karmik bir borç/alacak sisteminin içinde kalmamıza sebep olur. Bütün söylediklerimiz, düşündüklerimiz veya yaptıklarımız karmayı oluşturur. Karma, bir öğrenme yolu ve ruhsal büyüme metodudur. Her birey bu yolla davranışlarının sonucunu öğrenir ve anlar. Bu sonuçları anlayarak, kendine ve başkalarına acı değil, mutluluk verecek şekilde davranmayı öğrenir. Bu öğrenme mutlaka gerekli ve çok önemlidir.

      Yaşamımız içinde karşılaştığımız her olay, her koşul karmik bir sebebe dayanmaktadır. Kişinin geçmiş yaşam kayıtlarında kalan olumsuzluklar, acılar, yaralar yüzleşilmediği ve iyileştirilmedikleri sürece orada kalmaya devam ederler. Bu durum şifa gerçekleşene kadar sürer ve kişi aynı şeyleri tekrar tekrar yaşar.

      Şifa gerçekleştiğinde ise, acı sona erer. Karmayı şifalandırmada esas olan farkına varmaktır. Farkındalık, yeniden doğumun temel faktörüdür. Bir şeyin yanlış gittiğini ve hatalı olduğunu anlamak, yeni bir seçim yapıp değiştirebilmeyi kolaylaştırır. Kurtulma, olayın kaynağına giderek ve farkında olma ile gerçekleşir. Böylece kendinizi acı çekmekten kurtararak, sonsuza dek devam edecek bir zinciri kırmış ve acıya son vermiş olursunuz. Bu özgür seçimlerinizin sonuçlarının çözülmesi, ortadan kaldırılması ve dengenin oluşturulması anlamına gelmektedir.

     Herkesin bu yaşamı içinde üzerinde çalışması gereken birkaç problemi vardır. Mesele sadece bu hayatımızdaki problemleri tespit etmek değildir. Önemli olan, bu problemle bağlantılı olan ve geçmiş hayatımızda başlayan ve tekrar eden olayın, kaynağına gidebilmek ve ilk başladığı yeri bulabilmektir.
     Geçmiş yaşamlara giderek bir takım bilgiler elde edilmesi, karmanın şifalanması için çok faydalı bir metottur. Geçmiş yaşamlara gidildiğinde ve yaşanmış travmaların üzerleri açıldığında, bu yaşamdaki problemlerin ve fobilerin açıklamalarına kavuşulmuş olunur.

Atakent Ezberbozan Atölye’deki bu özel çalışmamızda sizleri de aramızda görmeyi diliyoruz… 

    Eğitmen: Sami Şarhon

   Tarih: 9 Şubat 2012 Cuma
   Saat:   19:30 – 22:00
   
Bilgi ve rezervasyon için: 0.232.336 20 55
atolyeezber@gmail.com
www.ezberbozanatolye.com

2 Mart 2012 Cuma

Can...

Can Altan; seni hep dosdoğru, çok düzgün ve efendi bir dost olarak gördüm. Bu sebepten; ''Kadına Şiddete Son!'' kampanyasında yer alan aydınlık kafalı adamlardan biri olmana da hiç şaşmadım. Dilerim gene fonunda İstanbul olan bir dostlar sofrasında, yakında buluşuruz. Seni seviyorum güzel kardeşim:)

1 Mart 2012 Perşembe

Bir ve iki...

1-) Hadi bırak kendini bir tarafa da; her fırsatta akıl verdiğin, her tutum ve davranışınla ''örnek'' teşkil ettiğin, nasihatler ederek yavaş yavaş şekillendirdiğin çocuğunun en yakın ''rol modeli'' olduğunu hatırla bari! Çocuğun senin aynan çünkü, ebeveynlerinden ne görüyorsa evvelâ onu yansıtacak bir ayna, mâlûm. Televizyonun, o bildik ''aptal kutusu''nun karşısında meselâ; aval aval, seçmeden, ayırmadan, kalite-malite gözetmeden, zapladığında her karşına çıkanı seyrederek, olan-bitene, haberlere, maçlara vs. sövüp sayarak, itina ile sana kakalanan ucuz piyasa esprilerine' ''katula katula'' (!) gülerek ne kadar zaman geçirdiğini sor bir kendine bakalım...

2-) OLmadıysa, OLduramadıysan da iş işten geçtikten sonra ağlamayacaksın tamam mı? O kadar!..


(Her ikisi de Maji Spiritüalizm ve Kişisel Gelişim Akademisi'nden, gönülden teşekkürle...)