28 Eylül 2011 Çarşamba

Şahsiyetsiz yeni olacağına...

Evvelâ; zeytinden uzak düşmemek lâzım bir kere, Akdeniz-Ege falan dendiğinde akla ilk onun gelmesi lâzım. Başkasını bilmem ama, benim yaşayacağım yerin kıyısında-köşesinde, bahçesinde, ötesinde-berisinde muhakkak zeytin ağacı olması lâzım. Kutsaldır bu ağaç, hiçbir zaman dimdik ve dosdoğru durmayışından anlarım ki; binlerce yıllık tarihi omuzlamış ve bugüne kadar taşıyıp getirmiştir. Bereketin, barışın, tevazuun simgesidir, ona hürmet edilmelidir...

Ev-eşya dendi mi öyle gıcır gıcır, sıfır kilometre olanını sevmem, şahsiyetsiz gelir bana. Eskici ruhum zaten ötekileri derhal es geçer, ayaklarım beni daima eski ve hikâyesi olana doğru sürükler,  ayaklarıma engel olmak istemem, bilirim ki anlatacak şeyi olan beni kendine çeker. Küçükkuyu'daki bu ev gibi yani... Hernekadar; bana ''aha da benim yaşayacağım ev bu, tam da bu, evet!'' dedirten evlerin çoğu çoktan sit alanı içine dahil edilip artık hüzünle çökmeyi bekliyor olsa da kime ne efendim, ben aslında evlerdeki konforun, modernliğin, güzelliğin falan değil, onların hikâyelerinin peşindeyim. Bu evi çocukluğumdan hayâl-meyâl hatırlıyorum, şimdi girişteki eski demir kapının önünde bir incir ağacı eski günlere hürmeten bekçilik yapıyor. Lâkin biraz konuşup asıl gayemi anlatınca ''tamam o zaman'' diyerek bana geçit verdi sağolsun. Böylece artık paslanmış olan duvar tabelâsında yazan ''izinsiz girmek yasaktır!'' ikazına da riayet etmiş olduğumu düşünüyorum,zira ben bekçi  incir ağacından izin istedim ve de aldım. Evin içindeki zaman 1940'da donup kalmıştı, evin içinde vaktiyle herşeyini Midilli'de bırakıp gurbete yolculanan ve mecburen bu gurbeti yurt edinen insanların gölgeleri dolaşmaktaydı, evin içinde  artık kullanılmayan, eski bir lehçenin kederli fısıltıları duyulmaktaydı. Gerisi? Yazılacak, anlatılacak tabii ama şimdi değil...

O da Girit mübadillerinden, gençliğinde yemyeşil gözleri ve endamıyla göz kamaştıran o muhteşem kadınlardan. Çekirdek ailesinden hemen hemen kimse kalmadı, ablaları, kardeşleri teker teker gitti. Ama o seksen küsûr yaşında hâlâ saklıyor belleğindeki hikâyeleri, eskiye göre epey suskun ancak biraz kurcalayınca açılıp anlatmaya başlıyor, kulakları artık çok az işitse de... Küçükkuyu'daki mütevazı evinin mutfağında el açması otlu börekler, kabak çiçeği, domates, biber dolmaları, yaprak sarmaları yapıp ziyaretine gelenlere yedirmeyi hâlâ çok seviyor. Misafirleri doydukça  onun da ruhu besleniyor sanki, keyifleniyor, hayata daha sıkı tutunuyor. Penceresi daracık bir sokağa bakan mutfağından begonyası, biberiye dalları ve eski bir çanağın içinden mis gibi tüten karanfil taneleri hiç eksik olmuyor. Ankastreli hazır mutfaklardan değil onunkisi, aspiratörü, bulaşık makinesi, üç tepsili süper turbo fırını, mikseri, ketılı, doğalgazı, kombisi falan da yok ama ''mutfak'' kavramının içini tüm şahsiyetiyle dolduruyor işte, daha ne?..

Ailemizin ''İsmoş''u sevgili İsmet Teyze'miz bir taraftan Girit, diğer taraftan eski  İstanbul kültürü ile beslenmiş geleneklerini mutfağı, evi ve yemekleri ile halen muhafaza ediyor. Yoğurdunu keçi sütünden evde mayalıyor, börek açmak için sabah ezanı ile kalkıp hazırlık yapıyor, kabak çiçeklerinin ne vakit ve nasıl toplanıp doldurulması gerektiğini en iyi o biliyor, dolmalarını bazen İstanbul usûlü pişiriyor, bazen de Girit, o gün kişisel tarihinden esen rûzgâr hangi coğrafyadansa ona göre yani:) Ama her halükârda eski alüminyum tencerelerini kullanmaktan vazgeçmiyor. Benim çocukluğumdan hatırladığım renkli çinko kapları mutfak raflarında dizili duruyor. Çekmecelerinde tertemiz, ütülü, nakışlı örtülerini her daim hazırda tutuyor. Mutfak lâvabosunun kenarında el örgüsü bulaşık bezi ve kocaman bir kalıp ev yapımı zeytinyağlı sabun yanında artık konsantre bulaşık deterjanları da duruyor tabii, ama ne olursa olsun onun evinde benim çocukluğumun kokusu halen ve aynen duyuluyor...

Yani nedir; şahsiyetsiz yeni olacağına zamanı varlığına sindirmiş, hazmetmiş, değerli kılmış eski beni her zaman daha fazla cezbediyor. Sevemiyorum o tanımsız, hikâyesiz, içi tımtıkır ama dışı gıcır gıcır, parlak yeniliği! Ne kadar aslını yaşatsa da, o ucuz, sıradan ve zorlama taklitlerin konforu kesmiyor benim eskici ruhumu, bu sebepten hep artık devrini tamamladı, geçti, bitti denen hüzünlü hakikilerin yanında buluyorum kendimi. O yüzden; parlak nikelajlı ve laminant parkeli moderen hayatları isteyene teslim edip, vakitlice taş duvarların kovuklarına kaçmak istiyorum, hani şu cep telefonlarının bir türlü çekmediği. Ne dediniz, duyamadım, demode mi? Haklısınız efendim, tabii, tabii:) 

26 Eylül 2011 Pazartesi

Kazdağları'nda güz...

Bir müddet ortadan kaybolmak için en iyi zamanı kolladığım doğru; ve o en iyi zaman daima Eylül'dür benim için. Tatil dendiğinde deniz-güneş-şamata anlayan ve buradan hareketle yılın en kalabalık, en sıcak, en patırtılı zamanlarında tatile çıkanlardan değilim. Eylül'ün çıkıp gelmesini ve o çılgın tatilci kalabalığının ortadan çekilmesini her zaman aynı sabırla beklerim... Ki; mevsimin son domatesleri dalından koparılıp ağzıma atılmak üzere bana kalsın, değil mi efendim:) 

Kazdağları her zamanki gibi muhteşemdi. Mevsimin ilk yağmuru da usul usul yağmak üzere muhtemelen beni bekledi. ''Ayva sarı, nar kırmızı, sonbahar...'' halleri iç bayıltıcı yaz sıcağından yorulmuş ruhuma doğrusu çok iyi geldi. Güz meyvelerini dalında sevdim, bu sene de onları aynı renk, bolluk ve güzellikte gördüğüme tabii ki çok sevindim:)

Ve kokular, kokular, kokular... Bir yaprak ıtır, bir sap lâvanta, defne yaprağı, birer dal nane ve fesleğen. Kazdağları'nın kokular karmasından bir ''beşibiryerde'' yani, müsaade isteyip bu numuneleri entarimin cebine doldurdum, onlarla gezip dolaştım ve geri geldim. Güzün bu güzelim kokularına da teşekkür ettim...

Çok sevdiğim bu mevsimin kendine özgü bereketiyle donattığı dalları seyretmek, bir kısmı sökülmüş tahta iskelenin ortasında oturup Ege sularına inen akşamla meditasyon yapmak, çocukluğumun geçtiği bu kıyılarda, geçmişin kokusunu hâlâ saklayan eski Giritli evlerinde, daracık sokaklarda dolaşmak, en sevdiğim dağ köyünde, yakında sürekli içinde yaşayacağım evi seçmek üzere aranmak, çeşmesinden akan o ipek gibi suyu içmek ve havasını ciğerlerime çekmek ters duran birşeyleri düzeltmek gibiydi sanki. İçimde türlü sebeple yerinden oynamış ne varsa hepsi yerine oturdu adetâ, eğri-büğrülükler düzeldi, sığdıramadıklarım katlanıp-toplanıp hooop diye yerine yerleşti. Bu defa ne internet istedi canım, ne gazete, ne TV haberi, ne film, ne de dizi, sadece  Kazdağları'nda OLma halini deneyimlemeyi seçtim. Yalnızca ve en yalın hali ile buydu istediğim. Üç-dört günün içinden elbette pekçok hikâye çıktı gene ama müsaadenizle şimdilik bu kadar olsun deyip, devamını daha sonra anlatmak üzere huzurdan çekileceğim.

Hoşbuldunuz beni, ve evet, hoşgeldim:)  

14 Eylül 2011 Çarşamba

İyi saatte...

Olsunlar tabii canım, herkes iyi saatte olsun zaten. Benim bu ''Karadedeler Olayı'' ndan geçtiğimiz Pazar akşamına kadar haberim yoktu doğrusu, kardeşim Halûk bahsedince haberdar ve ardından da yakînen alâkadar oldum. Biz çocukluğumuzdan beri böyle gizemli hikâyeleri severiz, bu tarz hadiseleri konu alan filmleri de genellikle kaçırmayız. Ben ilkten sadece kurgu bir film zannettim ama, 16 Eylül'de vizyona gireceği açıklanan bu film yaşanan gerçek bir hadiseye dayanarak oluşturulmuş meğer. Artık ne kadar doğru, ne kadar eğri, o kısmını bilemeyeceğim. Kaldı ki; gerçeklik payı aslında beni çok da alâkadar etmiyor, ben bu gibi filmleri seviyorum, bu yüzden; gerçekmiş ya da değilmişe takılmadan, her halükârda izlemek istiyorum...

Konu enteresan, bana oldukça beğendiğim bir Hintli yönetmen olan Night Shyamalan'ın ''The Willage/Köy'' filmini hatırlattı. Güzel filmdi doğrusu, bu yerli hikâyeden çıkacak belgesel filmi de merak ediyorum. Sayfanın linki budur, üç adet teaserı var, izleyenler şimdiden çok korkmuş, ben yorum yapmayayım, isteyen izlesin, istemeyen sadece hikâyeyi okusun falan yani, orasına ben karışmam. Bu anlamda izlediğim en sağlam yerli film ''Musallat'' idi, onun da ikincisi çekilmiş, yakında vizyona girecek. Türk sinemasında öyle pek başarılı korku filmi mevcut diyemeyiz, sebebini bilemiyorum. Ancak ''Karadedeler Olayı'' kendi çapında epey gürültü çıkaracağa benziyor. İzlemeden birşey söylemek doğru gelmiyor bana, en iyisi izleyelim ve görelim. İyi saatte... 

11 Eylül 2011 Pazar

Fikir uçuşmaları...


- Kendime ya da sevdiklerime hediye almak istediğimde genellikle Paşabahçe'ye dalmamın hiç de tuhaf olmadığını düşünüyorum her gidişimde... Mağaza düzenlemesi, ürün gruplaması, mağaza elemanı kalitesi, paketleme ve elbette ürün bolluğu+şıklığı daima tatminkârdır bana göre. Dün gene uğradım, bilhassa desen ve tasarımlardaki ''kedi'' egemenliğine bayıldım:) Başka hediyelerin yanında, ''Kuyruk'' serisi ürünlerden bir çift porselen kupayı da kendi hayatıma hediye etme kararı aldım. ''Buddha'' formlu ürünler de çok hoştu. Gülsün ''stoneware'' ile çalışılmış, stilize bir oturan Buddha mumluğu beğenip aldı. Onun bir benzeri de daha önce atölye açılışına hediye gelmişti. Hem sade ve yalın hatları sevenlere, hem  Osmanlı tarzı görkemli çizgilerden hoşlananlara, hem de Hindistan'ın altın renkli, bol kırmızılı, dallı-filli çağrışımlarını beğenenlere hitap edecek türlü çeşit ürün arasında keyifle dolaştık. Asıl önemli olanın, herkesin kesesine ve zevkine müsait olacak şekilde aradığını bulabilmesi olduğunu düşünüyorum. Özetle; Paşabahçe'nin sadece cam olmaktan çıkıp kendini yenileyen, değişen, giderek güzelleşen çizgisini seviyorum...

- Dün gece Gülsün ve Halûk'un evinde çok güzel bir gece geçirdik. Onlar mutfağa daima birlikte girer, sofralarına getirecekleri yemekleri beraber hazırlarlar. Gene öyleydi ve herşey çok lezzetliydi, ellerine sağlık, sofralarına bereket:) Yemek sonrası kahvesine eşlik eden orijinal ''Mastika'' da çok hoştu doğrusu, sakız ağacı reçinesinin muhteşem kokusu damakta iz bırakıyordu. Ardından George Michael'ın 11 Haziran 2007 tarihinde, Londra Wembley Stadium'da verdiği konserin DVD'sini izledik. 90.000 kişi kapasiteli alanı tıklım tıklım dolduran insanları  ve gösterinin ışık düzenlemelerini görünce, bu şartlarda konser veren sanatçıların genel toplumsal ölçülere göre ''normal'' davranabilmelerinin zaten mümkün olmadığını düşündüm! Yunan asıllı eski Wham!'ci George Michael da elbette ''normal'' değil ve olmasın, böyle, olduğu halde iyi zira. Kimseye örnek olma gibi bir derdi yok, cinsel tercihleri sadece kendisini ilgilendirir, hâlâ o hatırladığımız sesle söylüyor şarkılarını, görünüşü değişmiş olsa da sesi aynı tazelikte, ayrıca bizim kimi ''star''(!)larımız gibi sahneye abuk-gubuk kıyafetlerle çıkıp, üç şarkıda bir daha abuk-gubuk olanlarıyla değiştirme vaziyeti de yoktu! Sütlü çikolata rengi bir ceket, siyah gömlek, siyah pantalon, gözlükleri  ve siyah botlarıyla çıktı sahneye. Arada değiştirdiği kıyafetindeki tek fark gömleğin tişörtle yer değiştirmesi ve ceketin rengi oldu sadece, o kadar. Konseri sırasında Amerika ve İngiltere ile ilgili, bizde olsa ortalığı yıkacak cinsten siyasî eleştirilere de animasyon olarak yer veren sanatçı, en sevilen şarkılarını stadı dolduran binlerce insana söyleterek hâlâ unutulmadığını gösterdi. Seyirci yaş ortalamasını merak edenlere, seksenli yıllarda Wham! dinleyen ve bilhassa Careless Whisper şarkısıyla sevgilisiyle dans etmiş olanların çoğunlukta olduğunu söylemem yeter sanırım:) Kulis ve konser öncesi görüntülerin de bulunduğu konser DVD'sini, meraklıları bulup muhakkak  izlesin derim. Ve bu adamlar ''normal''leşmesin lûtfen, hayatlarının sonuna kadar böyle ''anormal'' takılsınlar diye de eklerim...


- Çöpe atılmış bir kitap buldum geçenlerde, kitabın çöpe atılmasından hiç hazzetmem ve eskiden olsa sürü-sepet küfür de sallardım bunu yapana ama şimdiki bilinç halimde (vardır elbet bir sebebi) demeyi daha uygun buldum. Uzanıp aldım, hiç okunmamıştı muhtemelen, tertemiz ve sayfaları kıvrıksız, kırışıksızdı. John C.Parkin'in ''s*ktir et'' adlı kitabıydı bu. İsmi ciddiyetsiz ve hâttâ kaba gelebilir ama, bu kitap aslında doğu felsefelerinden beslenen son derece önemli bir ruhsal gelişim kitabı. ''Hayatta hiçbirşey senden önemli değil'' anafikriyle yola çıkan kitapta espriyle karışık çok değerli bilgi ve uygulamalar mevcut. Kitabı okudukça, onu kaldırıp çöpe atana küfretmemiş olduğum için sevindim, çünkü şimdi kendisine daha rahat ve dolu dolu teşekkür edebilirim, önce saydırıp sonra teşekkür etme çelişkisine düşmemiş olmak iyi:) Parkin'in ruhu geliştirme üslûbunu sevdim, hayatı didik didik edip, ayrıntı ve kurallara boğarak yaşamaya çabalamak yerine basitçe ''s*ktir edin!'' diyor size ama bunu öyle sıradan bir boşverme olarak algılama kolaycılığına saparsanız, gücünü doğu öğretilerinden ve yazarın kendi hayatındaki deneyimlerden alan sağlam iğneler batıracaktır poponuza, şimdiden söyleyeyim:) Bence okunmalı, çöpte falan bulursanız alıp okuyun yani. Size uymazsa ''s*ktir et!'' deyip unutur yâhût kaldırıp yeniden çöpe atarsınız:) Belki bulup alan kişiye uyar, belli mi olur?..

- ''Çayağacı yağı'' hakiki bir mucize. Kanserle tanışıklığımdan beri kullanıyorum. Muazzam bir antiseptik ve olağanüstü bir cilt bakım malzemesi. Bitlenmeden tırnak batmasına kadar işe yaramadığı neredeyse hiçbirşey yok. Bu nedenle bir ufak şişe ''teatree oil'' evinizdeki eczanedir aslında. Tuhaf ve çarpıcı bir kokusu vardır, beni hiç rahatsız etmez. Yalnız, bütün bitkisel yağlarda olduğu gibi bunun da sahteleri var ortalıkta, dikkat, beni bu konuda kandırmayan yegâne marka İsviçre kökenli  ''Vivasan''dır daima. Aromaterapik yağlarımın neredeyse tamamını buradan alırım, biraz daha fazla öderim ama uyduruk ve kimyasal aromalarla uğraşmamış olurum. Çayağacı yağlı kremini de hep çantamda bulundururum. Kesik, çizik, tırmık, morluk, ağrı, sızı, sinek-böcek ısırığı, sivilce, uçuk vs. ne varsa yetişir imdada. Cilt tonunu düzenler, yumuşacık, ipek gibi yapar. Her türlü yanık acısı ve izinde de kullanılır. Ben ameliyat sonrası dr.umun tavsiyesiyle dikiş iyileşmesi sürecinde kullanarak başlamıştım, sonra bırakamadım zaten:) Doğal tedavi ve bakım meraklılarına hararetle tavsiyemdir. Gönül yarası hariç, her yarayı inanılmaz bir süratle iyileştirir:)

- Yarın Balık burcunda gerçekleşecek olan dolunaya dikkat... İçsel niyetler ve dilekler için uygun zaman, meditasyon ve diğer ruhsal pratikler için de öyle. En iyisi içinizdeki odaya girip şöyle bir tozunu almak, süpürmek, gerekliyi-gereksizi ayıklamak, havalandırıp içeriyi tazelemek. Ayaklar, ayak bilekleri ve lenf sistemiyle ilgili bazı sorunlar olabilir. Fazlasıyla hassaslaşmak, kırılganlaşmak ve alıngan olmak mümkün. Kendinizi aşırı uçlarda hissedebilirsiniz. Şaşırmayın, sadece ''an''da ve dengede kalın. Bu devrede ''biberiye çayı'' içmek, biberiye yaprağını yemeklere katmak ve yağını ya da taze dallarını sık sık koklamak kendinizi daha iyi hissettirebilir. Dolunay tüm evrenin hayrına OLsun. Herkesin içine ay gibi ışıklı, parlak, güzel enerjiler dolsun:)

6 Eylül 2011 Salı

Tebrikler:)

                                  
 Ercan Pehlivanlar, Yusuf Öder, Ahmet Pehlivan, Kenan Çiçek ve Halil İbrahim (Pilot İbo); onlar İzmir-Çamdibi'ndeki kına, çeyiz çıkarma, düğün, sünnet, asker uğurlama gibi geleneksel törenlerin vazgeçilmezi olan Çamdibi Bandosu'nun elemanları... Kendileri de soyca Makedon göçmeni olan bu müzisyenler baba mesleklerini devam ettiriyor ve böylece eski muhacir geleneklerinin  yaşatılmasına da büyük katkıda bulunuyorlar. Hayatlarında ilk kez TRT FM stüdyosundan canlı olarak bütün dünyaya yayınlanan bir programda konuştular, söylediler, çaldılar. Bunun herhangi bir düğün ya da kutlamada çalmaktan çok daha ciddî ve farklı olduğunu bildiklerinden başta biraz heyecanlıydılar. Lâkin; canlı yayın stresi ve heyecanını çabuk atlattılar ve dinleyicilerden gelen olağanüstü ilgiyi de görünce coştular:) Kumanda masasında görev yapan değerli tonmayster arkadaşım Fırat Özturan ve muhacir müzisyenlerin performansları başarıyla birleşince ortaya gerçekten çok lezzetli bir yayın çıktı. Sazlı-sözlü, şenlikli-keyifli bir program oldu. Programlarına bir Rumeli Karşılaması'yla başlayan bando, ''Oğlan Oğlan'', ''Güldaniyem'', ''Rodop Dağları'', ''Damat Halayı'', ''Ederlezi'', ''Göçmen Kızı'', ''Ar Gelir Osman Aga'' gibi çok sevilen halk ezgileriyle yalnızca program ekibini değil, radyo başındaki dinleyiciyi de oturduğu yerden kaldırmayı başardılar. Dünyanın dört bir yanından programı dinleyen, istek mesajlarıyla destek veren, beğenilerini ifade eden bütün TRT FM dinleyicileriyle birlikte Çamdibi Bandosu'nun emektar müzisyenlerine teşekkür ederiz:) Böylelikle bir ilki gerçekleştirdiniz, tebrikler ve bundan sonrası için de başarılar Çamdibi Bandosu...

 (Ercançe ve Kenançe isimli, besteleyen elemanların adlarını taşıyan iki şarkıları bulunan bu meşhur semt bandosu, canlı yayından sonra benim için de Handançe diye bir şarkı yapmaya karar verdiklerini beyan ettiler:) Ne de olsa kan çekiyor tabii, bu anlamda hepimiz akraba sayılmaz mıyız zaten? Hemşehrilerime şükranlarımla...)

                                        

5 Eylül 2011 Pazartesi

Duyduk /duymadık...

5 Eylül 2011 Pazartesi'yi Salı'ya bağlayan gece, saat 00.15 civarında, TRT FM'de canlı yayınlanan ''Geceden Sabaha'' programının ''Müzik Konukları'' köşesinde ''Çamdibi Bandosu'' kendilerine özgü üslûpları ve özellikle Balkan/Makedon  halk ezgileri ile dinleyenlere seslenecek. Kendi alanında tek özgün örnek olan ve taklitleri tarafından aslının yaşatılmakta olduğu bu semt bandosunun programını meraklılarına şimdiden duyuralım istedik. Kimi hüzünlü, kimi neşeli göçmen şarkılarını, türkülerini, oyun havalarını dinlemek isteyenlerle bu geceyarısı TRT FM'de buluşalım dedik.  Hani duyduk/duymadık hesabı:) Bu vesile ile de herkese iyi haftalar diledik efendim...                                            
                                           
(Fotoğraf ve video Ezberbozan Atölye'nin açılış töreninden... Çamdibi Bandosu'nun çaldığı şarkı ise meşhur Ederlezi yani  Hıdrellez, muhtemelen TRT FM'deki canlı yayını da Çingeneler Zamanı filminin bu unutulmaz tema şarkısı ile açacaklar... Köklerinin tutunduğu coğrafyaları, yerini-yurdunu bırakıp suyun öte yanına göçmek zorunda kalan ailelerini ve onların geleneklerini, hüznün, kederin içinden gene de gülümsemeyi başaran yaşama sevincini hatırlamak isteyen, ruhunda ve varlığında ''göçmenlik'' bulunan  herkesi  bu geceyarısı TRT FM'e bekliyoruz...)