7 Şubat 2010 Pazar

Unutma ki dünya fanî...

''Veren Allah alır canı, ben nasıl unuturum seni, can bedenden çıkmayınca...'' diye devam eder o güzel şarkı... Bu adamın benim hayatımdaki yeri çok özeldir, hâttâ ilkgençlik günlerimin en tutkulu aşkıydı da denebilir. Kardeşimle beraber paylaştığımız küçük odanın benim tarafımdaki duvarları onun resimleri, posterleri ile doluydu. O zamanların popüler müzik dergisi ''HEY''in yaşadığımız şantiyeye ulaşmasını belki de en çok bu sebeple, anlatılamaz bir heyecan ve sabırsızlıkla beklerdim çünkü en güzel, en parlak posterleri bu dergi yayınlardı. Bütün şarkılarını benim için, bana söylediğini hayâl eder, bazılarını dinlerken içlenip ağlar, bazılarında gülerdim. Televizyona çıkması ise zaten ayrı bir olaydı, neredeyse yayınlanmış bütün plâk ve kasetlerine sahip olmama rağmen, gene de televiyonun önüne kurduğum teybe programı kaydeder, adetâ kayıt bandı parçalanana kadar başa sarıp sarıp, defalarca dinlerdim. Dedim ya; ben bu adamın saçlarına, duruşuna, takılarına, tavrına, şarkılarına, kısaca neyi varsa ona aşıktım...

Lâkin; ilk karşılaşmamız için epeyce beklemem gerekecekti. İzmir Fuarı'nın o eski gazino/matine günlerinde, sahnede birçok defa izlemiştim ama o sayılmazdı, orada sahnedeki enerjisiyle büyülediği diğerleri gibi sadece bir seyirciydim. Bir yaz akşamı; rahmetli babam bizi ailecek o zamanların kaliteli restoranlarından biri olan Karşıyaka-Palet'e, yemeğe götürmüştü. Hatırlayanlar çıkacaktır, piyanist-şantör furyasının hüküm sürdüğü o günlerde Palet'in yıldızı Aziz Özen'di. Bu restoran artık yok ancak ben onu halen girişinde yazılı ''Paella&Sangria'' yazısıyla hatırlarım. Demek o vakitler İzmir'de bu İspanyol klasiklerini yemek/içmek isteyenler de varmış ki, Palet Restoran mönüsünde bunları bulundurmakla övünürmüş. Şimdi meselâ; canım adam gibi bir paella yemek ve doğru hazırlanmış bir sangria içmek istese nereye gideceğimi bilemem, herhalde ilk uçağa bilet alıp direkt İspanya'ya gider, meseleyi orada, orijinal yoldan hallederim...

Neyse işte efendim; biz Palet'de yemeğimizi yerken ve de Aziz Özen abimizi dinlerken restorana Barış Manço, o zaman ufacık olan iki oğlu ve de eşi Lâle Manço girivermesin mi? Herkesin ilgisi onlara yönelmişti tabii, alkışlar, tezahüratlar falan... Herkese gülümseyerek selâm verdiğini ve ailesiyle birlikte bize oldukça yakın bir masaya oturduğunu hatırlıyorum. Aman Allah'ım, bu benim için mucize gibi birşeydi, inanamıyordum! Bakışlarımı ondan alamıyordum. Nihayet rahmetli babam masasına gidip onunla tanışmam ve bana resim imzalamasını rica etmem için beni yüreklendirdi, o sayede yerimden kalkıp o tarafa doğru birkaç adım atabildim. Kalbim güm güm atıyordu, rahatsızlık verme endişesi içindeydim ama bu fırsatı da kaçıramazdım. Heyecandan tir tir titreyerek yanına yaklaşan ve her tarafından yeniyetmelik akan bu kıza da aynı sıcak ifadeyle gülümsedi, uzattığı eli sıktı. Ah, ne yazık ki yanında fotoğraf yoktu ancak bir kağıda benim için imzasını atabilirdi, nereden bulunduğunu şu an hatırlayamadığım ufak bir kağıda o iri ve telâşlı yazısıyla ''Sevgili Handan'a...'' yazıp altına içiçe geçmiş iki kalp çiziverdi ve altına da imzasını yerleştirdi. Kağıda inanamaz gözlerle bakıyordum, o içiçe geçmiş iki kalbin üzerine sevinç gözyaşlarımı damlatmak istiyordum ama yazı bozulmasın diye yapamıyordum. Teşekkür edip büyülenmiş gibi masaya döndüğümü hatırlıyorum ve elbette o imzalı/kalpli kağıdı halen büyük bir sevgi ve itinayla saklıyorum...

Sonra o yeniyetme kız büyüdü, TRT'nin açtığı sınavları kazandı, radyo ve TV spikeri oldu, evlendi, Erzurum'a gitti. TRT Erzurum Radyosu'nda, kendi hazırlayıp sunduğu program için ilkgençlik günlerinin büyük aşkı Barış Manço ile telefon röportajları yaptı, pek çok kez konuştu ama kader onu hep hayranı olarak kaldığı bu büyük sanatçıyla bir daha hiç yüzyüze getirmedi. Soğuk bir Şubat günü, bu kez TRT İzmir Radyosu'nun spiker odasına girdiğinde sevgili arkadaşı İffet Diler'den yayın nöbetini devralırken öğrendi öldüğünü, öylece oturup kaldı... Oysa; Barış Manço hayata dair herşeyi ve tabii hayatın nihayete erişini de şarkılarında cesaretle ifade etmiş, aşkı, hayatı ve ölümü daima kendine özgü bir felsefe ile  anlatmıştı. Bunu yaparken bazen ''aynalı kemer''ler, ''halhal''lar kullanmış, bazen ''koldüğmeleri''ne anlamlar yüklemişti. ''Belki biraz naz ediyorsun amma, yine de bana gönlün var gibi gibi...'' demişti. Yolunu kesen dağlara ''kurban olam, yol ver geçem, sevdiğimi son bir olsun, yakından görem...'' diye seslenmişti. ''Ya dön bana artık, duyuyor musun beni, ya çık git dünyamdan, anlıyorsun değil mi?..'' diye haykırmıştı. Böyle bir adam için ölüm zaten sıradışı birşey sayılmazdı...

Ölümünün üzerinden 11 sene geçmiş bile, ama onun şarkıları hiç eskimiyor işte, halen dillerde... Benim için daima çok özel kalacak olan hatırasını sevgiyle selâmlıyorum. Dün gece geç vakitte izlediğim, David Mackenzie'nin yönettiği 2005 yapımı ''Asylum/Tutku Çemberi'' adlı filmin şu bölümünü de ona ithaf ediyorum:

Aşırı kıskançlık ve şiddetli kişilik bozukluğu neticesi eşini korkunç şekilde öldürmüş bir adam akıl hastanesinde tedavî görmekte ve bu sırada bahçevanlık, marangozluk vs. gibi işlerde, hekim kontrolünde çalıştırılmakta, yani adam yalnızca hasta değil, aynı zamanda gözetim altında tutulan bir mahkûm da... Hastaneye yeni atanan başarılı bir doktorun mutsuz ve güzel karısına tutkuyla aşık oluyor, kadın da tüm imkânsızlığına rağmen bu aşktan kaçamıyor ve... Akıl hastası/katil adam,  aralarında muhteşem ve korkutucu bir çekim gücü, karşı konulmaz bir elektrik oluşmuş olmasına karşın duygularını henüz kadına açmamışken, bahçeden topladığı bir demet basit çiçekle, havuzun başında kitap okuyan kadına yaklaşıyor. ''Bunları sizin için topladım...'' diyerek uzatıyor. Kadın beyaz çerçeveli güneş gözlüğünü çıkarıp adama bakıyor ve ''hayır'' diyor, ''bunları alamam...'' Adam hiç istifini bozmadan dağınık çiçek demetini şezlongda oturan kadının ayakucuna bırakıyor ve müthiş/korkunç/muazzam/ölümüne bir aşkın fitilini ateşleyen şu sözü söyleyip, arkasını dönerek uzaklaşıyor:
- Anlamlarını alın o zaman...

Hayatı ve aşkı cesaretle anlamlandıran herkese iyi Pazarlar dileklerim ve koşulsuz sevgimle...

                    
müzik - barış manço can bedenden çıkmayınca | izlesene.com

7 yorum:

Demet dedi ki...

Barış Manço benim için de çok değerlidir, ruhu şâd olsun. Ne güzel bir ortak nokta :)
Biliyor musun, benim yeniyetmelik zamanlarımın meşhur şarkısı da 'Nane Limon Kabuğu' şarkısı idi. Sanırım hayatımda ezberlediğim ilk şarkılardandır. Nice uzun yıllar sonra, bu şarkının içinde hapşıran kıza bas bariton sesiyle 'çok yaşa!' diyen adama aşık oldum ve sonra da onunla hayat arkadaşı... :))

Son olarak bugünüme damgasını vuran şey oldu yazının son kısmında filmden alıntıladığın cümle.'Anlamlarını alın o zaman'. Çok vurucu, çok etkileyici.
Teşekkürler ve sımsıcak sevgiler İstanbul'dan :)

Handan Demiralp dedi ki...

Demek bu noktada da buluştuk ha sevgili Demet?:)Eşinle birbirinize hep AŞIK kalmanızı dilerim, çok güzel bir kozmik karşılaşma olmuş. Filmin hikâyesi, oyuncuların performansı neyse ne de, adamın ettiği o lâf beni ruhumdan duvara çiviledi hakikaten! Hem bir katil ve akıl hastası ol, hem evli ve bir çocuk annesi bir psikolog karısına olan tutkunu bu kadarcık birşeyle özetle ve onun zihnine bir daha çıkmayacak şekilde kazın, imkânsız görünen bir aşkın orta yerine atla, muhteşemdi valla. Aşk cesaret olmadan yaşanacak birşey değil zaten, korkak bir aşka aşk denemez ki, değil mi? Gönülden teşekkürlerimle, aynı sıcacık sevgilerle yağmur altındaki İzmir'den:)

Unknown dedi ki...

Çok paylaşarak okudum yazdıklarını Handan. Dış kapları taşınıp durmaktan hırpalanmış, muhtemelen bantları da eskimiş ama hala dinlenebilir Barış Manço kasetlerimi hala saklarım. Tabii bazı albümlerinin CD versiyonlarını edindim zaman içinde. Ama o kasetlerin anlamı belli, değil mi? :) Ben yarı-konuşarak anlattığı "Dut Ağacı" öykü-şarkısını severim en çok; ayırmakta zorlansam da. Barış Manço sevgimize ithafen, kedi çocuklarımızdan en uzun tüylü, en kalender, en barışık olan (tripod) Barış'ımız da cabası :)

Handan Demiralp dedi ki...

Tripod Barış'a, sana, İlhan'a, öteki canlara ve Barış sevgimize selâmla sevgili Lâle:) Paylaşmak ne hoş bir duygu, beni çoğaltıyor bu. Teşekkürlerimle...

Baturhan dedi ki...

Aslantaş günlerinde babamın uzunçalar kolleksiyonundan taşan Barış Manço plaklarıdan bu güne gelen hayat yolculuğumda en unutamadığım günlerdendir o soğuk şubat sabahı. Büfeden gazetemi almış dükkanı açmaya giderken tam da marketin önünde, sokağın ortasında elimde Milliyet gazetesi kalakalmıştım öylece. ilk düşündüğüm sendin, sendin aklıma gelen Handan nicedir şimdi diye..
Ve ben hala anlayabilmiş değilim yapacak bunca işi,onca projesi ve onları hayata geçirecek enerjisi, kapasitesi, yüreği ve çalışkanlığı olan bu adam gibi adam neden artık yoktu. Ben Allahım benden alıp neden O'na vermedin diye hala sorarım. Işıklar içinde yatsın, bizlerde O'nun mirasına sahip çıkamamış olmanın utancıyla başımız önümüzde dolanalım..

Handan Demiralp dedi ki...

Ah canım arkadaşım; o albümlerden benim için özene-bezene yaptığın band kayıtları hâlâ duruyor ve çok değerli onlar, hiçbir CD kaydına değişilmeyecek kadar değerli... Mehmet Barış Manço (asıl adı bu) dünyayı varlığıyla renklendirmiş ve çok önemli mesajlar vermiş bir adam (-dı demiyorum çünkü böyle kimliklerin serüveni ölümle bitmiyor, biliyorsun), tekrarı, benzeri olmayan, olmayacak, taklidi olanaksız bir şahsiyet. Bizlerde bıraktığı izleri hâlâ saklıyor oluşumuz bunun açık ifadesi değil mi zaten? Tarihimiz ve varlığımız içinde bu denli önemli bir yer edinmiş birine ''öldü'' demek yanlış olur sanırım. Bu yüzden yolumuza utançla, başımız önümüzde değil, inanç ve umutla devam edelim derim. Her ne olursa olsun.Çok sevgim ve selâmımla...

İffet Diler dedi ki...

Yaşamak ölümün de içinde olduğu bir cümle. Onun evine gidenler bilinmez bir yerde sınavlarını vermeye ve büyümeye devam ediyorlar. TRT TV'nu siyah beyazı renkliye çevirip hâlâ sevgisini sürdürüyor. Seyrederken arabanın arka koltuğu, ıspanak, sütlü çay ve birey olmanın uçarılığında gezinmek iyi. Anmaksa unutmuşun karşılığ. İz bıraktıkça iyileşmekte insan. Ne dersiniz "Barış" abi...