12 Ocak 2011 Çarşamba

''Deveden büyük fil var'' demişler...

Bu bir Asya fili, henüz 8 yaşında. Gülsün'e türlü şaklabanlılar yapmış, oyun oynamak istemiş. Ancak Gülsün ona doğru kolunu uzattığında hortumuyla sert bir şekilde kavramış kolunu, kuvvetle çekmiş. Gülsün bu durumun onu biraz ürküttüğünü ifade etti, nitekim filin bakıcısı da yabancı kişilerin file fazla yaklaşmasının sakıncaları olabileceğini, zarar vermek istemese de bazen can acıtabileceğini belirterek çok yaklaşmamasını söylemiş. Gene de Gülsün bu genç filin çok sevimli olduğu kanâatinde, amacının sadece oyun oynamak olduğunu düşünüyor...

Bakıcısının fili beslemek için yiyecek hazırlamasını ilgiyle izlemiş bizimkiler... Ön ve arka ayaklarının tekinden zincirle bağlı durumda olan genç fil, alışkın olduğu bakıcısına daha sakin tepkiler veriyormuş. Plastik kova içinde filin beslenmesi için gereken bitkiler bir karışım olarak hazırlanıyor, daha sonra bakıcı bu bulamaçtan iri toplar yapıyor...

Bu iri mama topları fil kardeşe gördüğünüz şekilde ikram ediliyor. Bir hafta içinde 2 tondan fazla yiyecek tüketebilen bu güzel varlıkların vücut ağırlıkları da haliyle birkaç tonu buluyor...


Fil kendisiyle ilgilenilmesinden ve elbette sunulan yiyecekten hoşnut, memnuniyetini bağırarak ifade ediyor:)

 
Mamasını keyifle yiyen ve karnını doyuran genç filin zincirleri çözülüyor. Zira kendisi birazdan çok uzaklardan gelen bir gezgini sırtına alıp kısa bir tur attıracak...


Ve Halûk hayatında bir ''ilk''i deneyimlemek üzere önünde çömelen genç filin sırtına tırmanıyor. Gördüğünüz gibi; filin sırtında herhangi bir örtü ya da eğer benzeri birşey yok...


Halûk bir filin sırtında olmanın çok tuhaf bir duygu olduğunu söyledi, hayvanın hayli kalın ve tüysüz bir derisi olduğunu, ayrıca ona sadece boynunda bağlı bulunan kalın ip aracılığıyla tutunmak gerektiğinden sırtında durabilmenin hiç de kolay bir iş olmadığını da ekledi. Bu noktada vazgeçip inmeyi de düşünmüş ama sonradan sürekli bağlı duran hayvancık biraz dolaşıp ayaklarını açsın diye ve tabii biraz da meraktan, devam etmeye karar vermiş...


''O benim ağırlığımı muhtemelen hiç hissetmedi ama, ben onun sırtında durabilmek için bir hayli efor sarfettim. Bu kadar büyük kütleli bir hayvanın sırtında, hiçbir örtü, eğer ya da tutucu destek olmadan sabit durabilmek gerçekten çok zordu, öyle ki tur tamamlanana kadar kan-ter içinde kaldım, tişörtüm sırtıma yapıştı!..'' diye ifade ediyor yaşadıklarını Halûk. Fil ise artık ezberlediği köy yolunda rahat rahat yürümeye devam etmiş:)


''Filin kafası çok ilginçti'' diye anlatıyor Halûk, ''olağanüstü büyük olan bu kafanın üzerinde yeni doğmuş bebeklerin kafasında olduğu gibi seyrek ve dik tüyler var, aslında çok sevimli ama dedim ya, sırtında düşmeden durabilmek hiç kolay değil ve bu insanı çok yoruyor...''


Ve artık bu kısa turun sonuna geliniyor. Başlangıç noktasına geri dönülüyor. Genç fil birazdan gene çökecek ve sırtındaki terli yolcuyu indirecek...


Halûk düşmemek için son gayretlerini gösteriyor, genç fil ise bakıcısının komutlarına uyarak uysal bir şekilde çömeliyor...


E tabii; filin sırtında durabilmek için epey zorlanan Halûk da bu tuhaf deneyimin sonunda ''ohh be, nihayet!..'' dercesine filden bu şekilde atlıyor ve kazasız-belâsız ayaklarının yeniden toprağa basmış oluşundan duyduğu memnuniyeti ifade ediyor :) Bunun belki ''try anything once/herşeyi bir defa dene'' mantığından hareketle, hayatta bir kez denenebilecek birşey olduğunu ama günün birinde tekrar file binmek isteyeceğini sanmadığını da ekliyor. Aslında hiçbir hayvanın sırtına binip dolaşmayı sevmeyen ve onaylamayan kardeşim, evvelce de belirtmiş olduğum gerekçelerle bu fil hikâyesini yaşayıp böylece tamamlıyor. Elbette Hindistan'da filin sırtına binip dolaşmak hiç de tuhaf karşılanmıyor ama bizler gibi fili sadece hayvanat bahçelerinde ve sirklerde görebilmiş insanlar için (ki; dileriz her ikisi de olmasın, yeni kuşak filleri ve diğer egzotik hayvan türlerini doğal yaşam alanlarına uygun, çağdaş doğal yaşam parklarında görerek tanıyabilsin) böyle bir  deneyim haliyle çok tuhaf ve ilginç olabiliyor...

Ben ise bugün artık orta yaşlı sayılan bir zamanların İzmir'li çocuklarının çoğu gibi, hatıralarımda yer edinmiş olan sevgili Pakbahadır'ı düşünüyor, avucumdan hortumuyla alıp yuttuğu leblebiler hâlâ o çocuk avuçlarımdaymış gibi hissederek hüzünleniyorum. Bu çilekeş filin yalnızlığını, içinde ömrünü tükettiği eski İzmir Hayvanat Bahçesi'ni, bari ölmeden önce vatanına dönsün, aslında en temel hakkı olan özgürlüğü çok kısa da olsa yaşasın diye başlatılan kampanya sırasında TRT FM mikrofonlarından yaptığım çağrıları, ne çare ki buna ömrü yetmeyen sevgili Pakbahadır'ın ölüm haberini hüzünle okuyuşumu ve 2009 senesinin Nisan'ında, her anlamda örnek bir mekân sayılabilecek İzmir Doğal Yaşam Parkı ziyaretimde bilhassa uğradığım anıt mezarını düşünüyorum. Ve benim kuşağımı olduğu kadar, sonraki birkaç kuşağı da ''fil''le tanıştırabilmek için son derece olumsuz şartlarda, doğduğu toprakların çok uzağında ömrünü tüketen, neticede bu olumsuz şartlar sebebiyle hastalanıp ölen çocukluğumun unutulmaz hatırası Pakbahadır'la birlikte, sırf insanların keyfi olsun diye sirklerde, demir parmaklıklar ardında çile dolduran, acı çeken, çalıştırılan, özgürlüğü elinden alınmış bütün fillerin (ve aslında cümle hayvanatın) önünde hürmetle eğiliyorum. Büyük hesap zamanı gelip çattığında, hepsinin, bütün o saf ruhların  insanı ve insanlığı affetmesini diliyorum...

Ek ve de dip: Mühim, hem de son derece mühim bir konuyu, ciddî bir çelişkiyi  dile getiren değerli Güray Tezcan'a ve onun bu yazısını sayfasında yayınlayan değerli Timur Demir'e teşekkürle...

Hiç yorum yok: