29 Mart 2010 Pazartesi

Jetlag nöbeti...




Ben 24.00/07.00 ''Geceden Sabaha'' programı vardiyasına bu adı vermişimdir, zira herkes dişlerini fırçalayıp üzerinde pijamalarıyla esneye esneye yatağına giderken bizler tam tersini yaparız. Üzerimizi değiştirir, elimizi-yüzümüzü yıkar, sabaha kadar hayatta kalmamızı sağlayacak herşeyi çantamıza doldurup bizi yayına götürecek servisi beklemeye başlarız. Yani, herkes günü bitirirken biz yeni bir güne giriş yaparız. 24.00/07.00 arasında normal insanlar rûyadan rûyaya koşarken, bizim bütün algılarımız açık olmak zorundadır, gözümüzü bile kırpmayız. Dolayısı ile; kıtalar arası bir uçak seyahati gibidir bu nöbet, zaman kavramınız ters-yüz olur, metabolizmanız rotasından sapar. Normal zamanda mışıl mışıl uyuduğunuz bu zaman diliminde, kendinizi kahve içerken ya da kuru kayısılı probiyotik yoğurtla bir parça bayat simit yerken yakalamanız hiç de şaşırtıcı değildir. Elbette anons aralarına iyi kitaplar da eşlik edebilir. İnce uçlu kırmızı kalem ise gecenin karanlığına isyanın rengidir, bu defa kırmızı seçilmiştir, yerine ve ruh haline göre mor, pembe, cart yeşil falan da olabilir:)

Senelerin ve gecelerin getirdiği alışkanlıktan olsa gerektir, benim bu nöbette hiç uykum gelmez. Öyle hızlı başlayıp, sonlara doğru yayın masasına yapışmam yani... Üstelik; gece uyumayacağım diye gündüzden uyku da biriktirmem, sadece biraz gergin olabilirim, o da sorumluluğumun gereğidir, hiçbirşey eksik kalsın istemem, ruhum her halükârda bana yetişmelidir. Yayın boyunca bulunduğunuz şehrin yedi saatini dolu dolu izlersiniz stüdyonun penceresinden; ışıklar yanar, ışıklar söner, perdeler çekilir, sonra yeniden açılır, gökyüzü renkten renge, şekilden şekile girer, iklimler değişir, şimşekler çakar, yağmurlar yağar, bulutlar geçer, evlerin üzerinde asılı duran rûya balonları rüzgâra kapılıp gider, denizin rengi siyahtan mora, mordan laciverte döner, gece oraya-buraya takılıp yırtılmış eteğini toplarken sabah üzerindeki gıcır gıcır, yeni ütülenmiş giysisi ve en janti hali ile çıkagelir. Saatler geceyi yorar, makyajını bozar, eskitir. Dünle beraber gitmiştir düne ait ne varsa, artık yeni şeyler söylemek gerektir...

Sonunda uçuş biter, uçağın iniş takımları açılır, tekerlekler yeniden piste değer. Pencereyi açar, sabahın taze havasını içeri buyur edersiniz. Kahve bulaşığı fincanlar yıkanır, yüzlere bir avuç su çarpılır, ağızlar çalkalanır, kullanılmış, eski sözcüklerin kırıntıları tükürülür. Ana bilgisayar kapatılır, çantalar toplanır, ışıklar söndürülür. Herkesin yeni güne uyandığı, mutfaklardan çay bardaklarında çınlayan kaşık sesleri, kızarmış ekmek kokuları geldiği bu mahmur zamanlarda artık keskinleşmiş olan o çok tanıdık, tuhaf yorgunlukla evlere dönülür. Bu tersine çevrilmiş hayatı bilenler genellikle dışarıdaki gündelik telaşlara bıyıkaltından gülerler:) Çünkü onlar için bu telaş anlamsızdır. Yatak odası havalandırılır, kahvaltı edilmez pek, belki şöyle ayaküstü birşeyler atıştırılır, yüzler yıkanır, saçlar ve dişler fırçalanır, pijamalar giyilir ve perdeler sabahın yüzüne kapatılarak yatılır. Şimdi artık ertelenmiş uykuların o dokunulmaz, özel zamanıdır. İçiniz susar, zihniniz kapanır, dış sesler birer birer azalır, bir müddet sonra zaten artık hiçbiri duyulmayacaktır. Telefonlar, kapılar çalabilir, üst kattakiler temizliğe kalkışabilir, saf ruhlar daima yerde yuvarlayacak ve kovalayacak birşeyler bulabilir, olabilir, herşey olabilir... Zihnim ve ruhum fazla dürtülmedikçe uyanmaz, ikinci bir emre kadar karnım acıkmaz, çişim gelmez, kulağım duymaz. Ben ''jetlag nöbeti'' nden dönmüş ve yatağıma gömülmüşsem, valla dünya yansa umurum olmaz! Vaziyet budur; bilemem artık ne kadar uygun, ne kadar uygunsuzdur:)


Hiç yorum yok: