3 Ekim 2011 Pazartesi

Reçel bulaşmış yazı...

''İncir Reçeli''ni zaten severim, bu film hakkında söylenenlerden, yazılıp çizilenlerden falan haberdar olmaksızın ismi ilgimi çekti ve izledim. Hakkında hiçbirşey bilmeden, tarafsız izledim yani... Daha sonra araştırdım, meğer epeyce ciklet olmuş da benim haberim yokmuş. Neyse, Aytaç Ağırlar hem senaryoyu yazmış, hem yönetmiş. Filmi kıyasıya eleştiren, bayık ve klişe bulanlara sözüm yok tabii ama zannederim  onlara tamamen katılmak zorunda hiç değilim. Dileyen dilediğini söyleyebilir, bence herkesin ''İncir Reçeli'' kendine göredir kardeşim. Bırakın olsun zaten, müdahaleye ne lüzûm var ki?..

Bir kere; fonda çok güzel İstanbul'lar var, kareler güzel, renkler, ışıklar güzel, insanın berbat ruh halleri içinde bile kimi estetikler bulunabileceği, bu hallerin her zaman çirkin olması gerekmediğinin farkında oluşu ile sevdim senarist-yönetmenin bakış açısını. Çekilen her yerli filmi derhal üstün sinema öğretileri ile kıyaslayıp mahkûm edenlerden değilim, bende yarattığı hisse göre nitelemeyi seçerim. Tökezleyen tarafları mevcut, tamam ama bayık, sıkıcı, saçma, zaman kaybı, yarısında çıkılacak film şeklindeki yorumlara iştirâk edemeyeceğim, kimse kusura bakmasın...


İmkânsız aşk hikâyeleri edebiyatı, sinemayı ve başka sanat dallarını her zaman beslemiştir ve beslemeye de devam edecektir, bu bir gerçek olduğuna göre bunu geçelim. Halil Sezai Paracıkoğlu'nun oyununu, ifade kullanımını, tavrını çok tuttum. Bildik ''yakışıklı jön'' kalıbını başarı ile yıkanlardan olmuş, öyle bir kasıntısı olmayışı bilhassa hoşuma gitti. Acısını erkekliğinin ardına saklamayan, köpek gibi aşık olup dağılan, dağılabilen, icabında salya-sümük ağlayabilen adam sahiciliğini hissettirdi mi bana, evet, hissettirdi, e o zaman geçmiş olsun, bana ne başkalarının yazıp-çizdiklerinden? İzlemeyen varsa izlesin, herkes kendi ''İncir Reçeli''nin tadına, kıvamına kendi karar versin kardeşim der konuyu kapatırım...

Ve dün geceki ''Gecenin İçinden'' programında konuğum olan bu elleri tuhaf dövmeli adam acaba kim? Aslında çoook eskiden tanırım kendisini, ikimizin de henüz üniversite öğrencisi olduğumuz zamanlardan yani. Oyuncudur, öğretmendir, yönetmendir ama en mühimi ''insan''dır, etrafına daima pozitif enerji dağıtan, gülümseyen, bilgi ve sevgi dolu çok değerli bir dosttur. Şu sıralar William Shakespeare'ın meşhur ''Romeo ve Jüliet'' eserinde oynuyor ve bu sebeple, rol icabı elleri  dövmeli dolaşıyor...

Klasik eserlerin alışıldık tarzın dışında yorumlanması çoğu kişiyi rahatsız edebilir, bu bir yere kadar anlaşılabilir birşeydir. İşte Avustralya'lı yönetmen Malcolm Keith Kay'ın el attığı ''Romeo ve Jüliet'' de öyle, bir hayli farklı, tempolu, aksiyonu yüksek, gürültülü, şiddetli. İzmir Devlet Tiyatrosu sezonu bu oyunla açtı, dün geceki yayında oyunun Romeo'su, Jüliet'i ve ''elleri dövmeli aksiyon  adamı'' ile beraberdik, anlattılar ve hâttâ meşhur balkon sahnesini de kısaca oynadılar. Heyecan verici buldum, oyun sırasında çekilen fotoğraflar, ışıklar, kompozisyon falan muhteşemdi. Tarafların kılıçla birbirlerine daldığı sahnelerden kalma ufak yaralar bacaklarında, kollarında ve henüz tazeydi. Kafamızdaki ''Romeo ve Jüliet'' ezberini çatır çatır bozan bu farklı yorumu muhakkak izlemek istiyorum. Benim değerli dostumun ellerindeki dövmeler geçici tabii ama oyun gereği birkaç günde bir yenilenmesi gerekiyormuş. Oyunun Romeo'su olan Tamer Yılmaz'ın işi daha zor, çünkü onun hayli kısa olan saçları beşbuçuk saat süren bir kaynak operasyonu ile sırtına kadar uzatılmış durumda ve sanatçı buna alışmakta çok zorlandığını ifade etti:)

Bana kalsa; sevgili Gürol Tonbul hep bu dövmelerle dolaşsın isterim tabii ama, o bir oyuncu ve başka rollerde başka kimlikleri de giyinmesi gerekiyor haliyle:) Çok emek verilmiş bu oyunun emeklerin karşılığını bir o kadar çok alkışla almasını diliyor, programıma katılan ekibe teşekkür ediyorum... 

DİP: Şu ''y'' üzerine basılarak ve ilgili-ilgisiz her durumda söylenen ''ayyyyyyyynen öyyyle'' kalıbından artık fecî sıkılmış vaziyetteyim! Modası ne zaman geçecek, mümkünse çabuklaştırabilir miyiz bunu? İşitmeyi hiç sevmediğim birşey haline geldi, sıktı-bayılttı artık, kaşındırıyor beni! Bir zamanların ''canısı''sı, ''hayret bişey''i gibi, çiğnene çiğnene şekeri kaçmış sakıza benzetiyorum ben bu gibi moda kelimeleri! Lûtfen bu hafta ''ayyyynen öyyyyle''siz olabilir mi? Teşekkürler bakî... 

Hiç yorum yok: