19 Şubat 2011 Cumartesi

Meselâ...

Meselâ; TRT FM yayın stüdyosuna canlı müzik programları için yeni alınmış olan bu gıcır gıcır elektrikli piyanonun başına oturup Chopin'den birşeyler çalabilseydim. Hadi bıraktım Chopin'i, hiç olmazsa ''Süt İçtim Dilim Yandı''yı falan çalabilseydim:) Bu arada; stüdyonun köşesine yerleşmiş olan bu bitter çikolata rengi, ahşap ve çok akıllı Yamaha hakikaten muhteşem birşey, önündeki şık siyah taburesi ile yerine pek de yakışmış, çalamıyorum tabii ama olsun, bunun onu sevmeme ve arada tıngırdatmama engel teşkil etmediği fikrindeyim...
   
Eğer piyano çalabilseydim, aha da bu kişilerin düğününde çalmayı bilhassa isterdim. İsveç prensesi Victoria ve uzun yıllardır sevdiği adam, geçen yaz da kocası olmuş olan Daniel Westling'in nikâh törenlerinde çalmak hoş olurdu meselâ... İsveç kraliyet ailesini çocukluğumdan beri severim zaten, öyle abartılı, fazla tantanalı hikâyelere imza atmışlıkları yoktur, mütevazı ve zarif çizgilerini daima korumuşlardır. (Bir ara başka bir kraliyet hikâyesini, çok genç yaşta bir trafik kazasında ölen ve daha sonra bir ruhsal seansta hayâleti bütün güzelliği ile katılımcılara görünen, bu esnada fotoğrafları da çekilen  İsveç prensesi ve kısa bir süre de Belçika kraliçesi olan Astrid'i yazacağım.) Çevre dostu ve iddiasız duruşuyla tanınan prenses Victoria soylu olmayan, halktan biri ile evlenirken bu tarzı bozmadı, dünyaca ünlü modacılardan birine tonla para basarak ''heyyyt ulennn, ben bir prenses gelinliğiyim, çekilin yoldan!'' dedirten bir gelinlik hazırlatmak yerine kendi ülkesinden bir modacıyı, Par Engsheden'i seçti ve varla yok arasındaki hafif makyajı, basit ense topuzu ve gayet düz tasarımlı gelinliği ile kraliyet ailesine mensup bir kadının da evlenirken sade olabileceğini, illâ köpük köpük dantellere, değerli taşlara, incilere,  onlarca nedime tarafından taşınan metre metre korkunç kuyruklara, duvaklara boğulmak gerekmediğini, bir prenses boynunun elmas kolyesiz de çok güzel olabileceğini, yani icabında ihtişamın sadelikle de mümkün olabileceğini herkese gösterdi.

Bu fotoğrafı da çok seviyorum, zira fotoğraftaki hareketi erkeğin yapması beklenir genellikle, prenses hiç takmadı bunu, evlendiği kişi asil kan taşımadığı, halktan ve sıradan biri olduğu için hernekadar gelenekçi mantık onaylamasa da, sevdiği adamın elini bu şekilde öpmekten çekinmedi, böylelikle prensesliğinden birşeyler eksildiğini düşünenler vardır belki, bilemem ama benim kalbimi bir defa daha fethetti:) Zira kendisi, düğününde çevreye zarar vermemek ve lüzûmsuz para harcanmasını engellemek adına havaî fişek gösterileri yapılmasını istememiş, çiçek ve hediye göndermek yerine de çevre örgütlerine bağış yapılmasını rica etmişti. Bizde de benzer örnekleri vardır muhtemelen, çok olmasa da meselâ diyorum yani:)

Geçen sene yazın çöpe atılmış vaziyette bulduğum, alıp temizledikten sonra içindeki sürrealist resimle birlikte duvara astığım renkli çerçeve önce düşüp kırıldıydı, ardından onarıldı ve epey müddet boş kaldı. Nihayet, birkaç gün önce onun renklerine uyacak üslûbu ve ressamı ansızın buluverdim, hani derler ya, kafamda şak diye bir ampûl yandı.  Fikrimce Avusturya'lı ressam Gustav Klimt'in resimleri bu çerçeveye çok yakışırdı. ''Meselâ yani...'' dedim ve işe koyuldum. Senelerdir sakladığım Klimt kartpostallarını ortaya döktüm, aralarından en sevdiklerimi seçtim ve siyah zemine tek tek yapıştırdım. Tek bir resim yerine bu çerçevede birçok resim yanyana durabilirdi pekâla, neden olmasındı? Netice ''meselâ''yı aştı, harika bir noktaya ulaştı! Bu özel Klimt karması, evimin üst katına çıkan ve lokal ışıklandırmasıyla bir sanat galerisini andıran merdiven duvarlarına (evimde en sevdiğim duvarlar bunlar, astığım tabloları mükemmel taşıyorlar) doğrusu pek yakıştı. Dedim ya, çerçeveyi geçen sene çöpe atılmış halde bulmuştum. İyi ki alıp temizlemiş ve onartmışım. Atan niçin atmıştı bilemem ama, kendisine bol bol teşekkür ederim:) Yaşadığı dönemin sanat anlayışına karşı çıkan ve cesaretle başkaldıran bir ressam olan Gustav Klimt evime gelseydi, kendisine çöpten bulduğum bu çerçeve içindeki en ünlü eserlerini gösterseydim, meselâ... Acaba ne derdi? Sonra birer Viyana kahvesi içseydik karşılıklı, sonra ben piyanoda valsler çalsaydım, bana tablolarındaki kadınların hikâyelerini anlatsaydı falan. Hem ne demiş Serdar Özkan: ''Düşler gerçekleşecek olanın mayasıdır...'' Değil mi ya? Meselâ diyoruz efendim, meselâ:)

Ek ve de dip: Evvelâ İzmir'den nihayet güzel bir haber ve ardından da sevgili Baver Ergun'dan bir inceleme, fikrine sağlık Baver, emeğinize sağlık İzmir Doğal Yaşam Parkı çalışanları...

Hiç yorum yok: